Yazan: Prof. Dr. Şerafettin TURAN
– Çağdaş Türkiye ‘yi Yaratma Çabaları
– Devrim Yasaları
– Ekonomik Kalkınma Çabaları
– Ülkeyi Demirağlarla Örme Siyasası
Fethi Okyar ‘ın Bakanlar Kurulu Başkanlığından istifa etmesiyle başlayan hükümet bunalımını çözmesi istenen Atatürk, 28 Ekim 1923 akşamı yemeğe çağırdığı arkadaşlarına , bulduğu formülü “Yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz ! ” diye açıklamıştı . Arkasından İsmet İnönü ‘yü yanında alıkoymuş ve Anayasada yapılması gereken değişiklik tasarısını birlikte hazırlamışlardı.
Gerçekten de ertesi 29 Ekim 1923 gün Cumhuriyet ilan edilmişti. Cumhurbaşkanı seçilen Atatürk , hemen o akşam İsmet İnönü ‘ye Başbakanlık görevi vermişti. İnönü ‘nün bu ilk başbakanlık dönemi 22 Kasım 1924 ‘e kadar sürmüştü. Ancak o tarihte işbaşına gelen Fethi Okyar ‘3 ,5’ ay sonra çekilmek zorunda kalınca İnönü yeniden Başbakanlığı üstlenmiş ve bu kez görevi 25 Ekim 1937 ‘ye kadar devam etmişti. . Böylece onun Atatürk dönemindeki başbakanlıkları süresi , ’14’ yıl ‘8’ ay , ’13 ‘ günlük bir rekor oluşturmuştur.
Çağdaş Türkiye’yi Yaratma Çabaları
İnönü ‘nün Başbakanlık dönemi ” Çağdaş Türkiye ‘yi yaratma ” savaşımını içerir . Başbakan , işgalcilerin yurttan kovulması ve barış antlaşmasının yapılmasıyla Kurtuluş Savaşı ‘nın amacına ulaştığını sananların aksine Atatürk gibi yeni bir savaşım dönemine girilmesi gerektiğine inanmıştı . Lozan dönüşü İstanbul Üniversitesinde yaptığı konuşmada şunları söylemişti :
” Şimdi Türk milleti yeni ve ağır bir vazifeye davet olunmaktadır . . . Her millet gibi ayni araçlarla terakki edebiliriz . Bu kanaatle işe başlamalıyız . Bu gideceğimiz uzun yolun başında ve ortasında birçokları kalacaktır. Fakat sonuna kadar gidecekler de pekçoktur ” ( Tarih Vesikaları , Sa. 7 , s. 1-7 ) Barış antlaşmasının TBMM ‘deki görüşmeleri sırasında da ” Varacağımız nokta , uluslararası toplulukta en yüksek ilerleme ve uygarlık düzeyidir ” diyerek çağdaşlama ‘nın amacını vurgulamıştı
Aslında birey , toplum ve devlet gibi ‘3’ ana öğeyi içeren çağdaşlaşma ‘ da ilk adımlar yeni devletin başkent ‘inin saptanması ve siyasal rejime gerçek adının verilmesiyle atılmıştı. Lozan barış görüşmelerinde yabancıların TBMM Hükümetinin resmi başkentinin neresi olduğu ve rejime ne ad verileceğine ilişkin sorularıyla karşılaşan İnönü, Ankara ‘ya döndüğünde bunların saptanması gerektiği üzerinde durmuştu. Sonunda Atatürk ‘le de anlaşarak 14 milletvekili ile birlikte ” Türkiye Devleti’nin makarr-ı idaresi ( başkenti ) Ankara şehridir’ ” hükmünü içeren bir yasa önerisinde bulunmuştu. Bu önerinin 13 Ekim 1923 ‘te kabul edilmesiyle de başkent sorunu çözülmüştü . Onu Anayasa’da yapılan değişiklikle rejim’in Cumhuriyet olarak belirlenmesi izlemişti.
O yıllarda hükümetlerin izleyecekleri siyasaya ilişkin bir program hazırlayıp Meclise sunmaları yöntemi henüz benimsenmediği için İnönü , kurduğu kabine listesinin TBMM’de okunmasından sonra söz aldığında “ Cumhuriyet hükümeti , sözden çok iş yapmak , eylemler ve uygulamalar ile size ve milletimize güven vermek için bütün gücünü harcayacaktır. Benimsediğimiz yöntem çalışma, gayret , iş yapma arzusudur ” diye konuşmuştu ( Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri , I, s. 2 vd. ) .
Atatürk , devlet başkanlığı ile parti genel başkanlığı ‘ nın birlikte yürütülmesinin doğru olmadığı kanaatiyle Halk Partisi Başkanlığını vekaleten İnönü ‘ ye bırakmıştı . Arkasından parti tüzüğünde yapılan değişiklikle Başbakanların ayni zamanda CHP Genel Başkan Vekili olmaları kabul edilmişti. Böylesi ikili bir görev Başbakanlara yasama ve yürütme alanlarında büyük olanak sağlamıştı.
TBMM ‘nin açılışı , Saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyet ‘in ilan ile Çağdaş Türkiye ‘nin ilk temel taşları atılmıştı . Ancak çağdaş bir hukuk devletinin gerçekleştirilmesi , birey ‘in ve toplumun çağdaş değerlerle donatılabilmesi için daha pek çok , yasal dayanakların ve düzenlemelerin yapılması zorunlu idi . Bu yolda ilk toplu girişim İnönü ‘nün ilk Başbakanlık döneminde yapılmıştı. 3 Mart 1924 ‘de kabul edilen ‘3’ ayrı yasa ile :
– Halifelik kaldırılmış,
– Öğretimin Birleştirilmesi ( Tevhid-i tedrisat ) kabul edilmiş
– Şer’iye ve Evkaf ile Erkan-ı Harbiye- i Umumiye ( Genel Kurmay ) Bakanlıkları kaldırılmıştı.
Laiklik yasaları diye anılan bu düzenlemeler Laik Türkiye ‘ nin alt yapısını oluşturmuştu. İnönü , söz konusu yasalardan çok önce Halifelik sorununa ilişkin görüşlerini şöyle açıklamıştı :
” Bir Halife fetvasının bizi Birinci Dünya Savaşı uçurumuna attığını hiçbir zaman unutmıyacağız . Bir Halife fetvasının , ulus ayağa kalkmak istediği zaman , ona düşmandan daha alçakçasına saldırdığını unutmıyacağız. Tarihin herhangi bir döneminde bir Halife , bu ülkenin alınyazısına karışmayı aklından geçirirse , hiç kuşku yok , o kafayı koparacağız ! ” ( Atatürk’ün Söylev ‘i , II, /14-616 ) .
Laiklik yasalarını , 20 Nisan 1924 tarihli Anayasa izlemişti .
Çok geçmeden Terakkıperver Cumhuriyet Partisi adıyla bir karşıt partinin kurulmasıyla başveren olaylar üzerine İnönü , sağlığının bozulduğu gerekçesiyle Başbakanlıktan ayrılmıştı ( 22 Kasım 1924 ) . Ancak Şeyh Sait ayaklanmasının ciddi bir boyut kazanması yüzünden Meclisten güvenoyu alamıyan Fethi Okyar ‘ın istifa etmesiyle ( 3 Mart 1925 ) yeniden Başbakanlığa getirilmişti .
İnönü , görevi devraldığında öncelikle ayaklanmayı bastırmak ve onun doğurduğu iç sorunları çözebilmek için Takrir – Sükun ( düzeni koruma ) adı verilen özel bir yasa çıkartmak gereğini duymuştu. Alınan önlemlerle Şeyh Sait ayaklanması kısa sürede bastırılmıştı ama Cumhuriyet döneminin ilk karşıt partisinin de kapatılması gerekli görülmüştü.
İç sarsıntı giderildikten sonra büyük br hızla her alanda yeni devrim hareketlerine girişilmiş ve birbiri ardına şu yasalar çıkartılmıştı :
- Şapka giyilmesini öngören 24 Kasım 1925 gün ve 671 sayılı yasa,
- Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılmasına ,Türbedarlıklarlar ile birtakım unvanların kaldırılmasına ilişkin 30 Kasım 1925 gün ve 677 sayılı yasa,
- 17 Şubat ve 1926 gün ve 743 sayılı Türk Medeni Yasası
- Uluslararası rakamların kubulüne ilişkin 20 Mayıs 1928 gün ve 1288 sayılı yasa ,
- Türk harflerinin kabulü ve uygulanmasına ilişkin 1 Kasım 1928 gün ve 1353 sayılı yasa,
- Efendi , Bey , Paşa gibi lakap ve ünvanların kaldırıldığına ilişkin 26 Kasım 1934 gün ve 2590 sayılı yasa ,
- Bazı kisvelerin giyilemiyeceğine ilişkin 3 Aralık 1934 gün ve 2596 sayılı yasa .
Bu ‘7’ yasa ile Öğretimin Birleştirilmesi hakkındaki yasanın 1961 ve 1982 Anayasalarında ” korunması gereken devrim yasaları “olarak nitelendirilmeleri , çağdaşlaşma yolundaki Türkiye ‘ için taşıdıkları önemi yansıtmaktdır.
İsmet İnönü devlet adamlığı ve yöneticilik yeteneklerini uygulamada daha da etkin olarak göstermişti. Fes ‘ in ya da kalpak ‘ ın ulusal ve dinsel bir özelliğinin bulunmadığına inandığı için Mustafa .Kemal ve diğer bazı aydınlar gibi o da daha Lozan görüşmeleri sırasında şapka giymekten çekinmemişti. Ancak öteki dönüşümlerde umulan sonucun alınabilmesi için öncelikle kendisinin onların yararlarına ve uygulanabilirliğine inanması gerekmişti . Bunun en somut örneği Yeni Türk Alfabesi ‘ nin alınmasında yaşanmıştı .Türkiyede alfabenin ıslahı ya da onun yerine Latin esasına dayalı yeni bir alfabenin kabulü tartışmalara 1860 ‘lı yıllarda başlamıştı. Birinci Dünya Savaşı öncesinde de Enver Paşa , ordu yazışmalarında her harfin ayrı ayrı yazılmasını öngören bir uygulamaya girişmiş fakat bunda başarılı olunmamıştı. . İsmet İnönü bu deneyimi ve alfabe değişikiliği gibi hiçbir devrimci liderin girişemediği bir atılımın güçlüğünü dikkate alarak Atatürk ‘ ün öngördüğü alfabe değişikliğine başlangıçta karşı çıkmıştı . Anılarında bunu açıklıkla söylemektedir :
“Ben önce buna mukavemet ettim. Başından beri söylediğim , ‘ Enver Paşa harp ilan edilmeden böyle bir şeye teşebbüs etmişti . Sonra muharebenin ilanı üzerine kaldırdı , tekrar eski hale döndük ; yine öyle olacak ! Atatürk ‘ e bunları söyledim ve benim ikazım cesaretini kırdı . Harf inkılabını ‘2’ sene sürükledi ” ( Hatırat , II, 221 ) .’
Ama 1928 ‘e gelindiğinde yeni bir alfabenin gerekli olduğuna inanan İsmet Paşa bunun için oluşturulan Komisyon çalışmalarına katılarak görüşlerini belirtmekten geri kalmamıştı. Bu yüzden de Atatürk kabul edilen yeni harfleri ilk kez , 4/5 Ağustos 1928 gecesi ona yazdığı mektupta kullanmıştı. İnönü de daha yasa kabul edilmeden Malatya ‘da yaptığı konuşmada ” İstikbalde bugünkü kuşaklara gurur verecek muhterem bir teşebbüse girmiş bulunuyoruz . Bu girişim , Türk milleti içinde istisnasız herkese okuyup yazmayı öğretme teşebbüsüdür. Bu kadar hayırlı ve güçlü bir tedbirin niçin bugüne kadar geri bırakıldığını geleceğin eleştirmenlerine anlatmak kolay olmıyacaktır.. ” diyerek ( F.R. Unat , İsmet İnönü, 39 ) yeni alfabeyi hararetle desteklemişti. Gerçekten de değişikliğin kabulünden sonra İnönü çok alışık olduğu eski harfleri asla kullanmamış, kullananları da açıkça uyarmış ve kınamıştır.
Öte yandan İnönü , Türk dilini Atatürk ‘ün gösterdiği ” Yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarma ” çabalarını da yürekten desteklemiştir. Dil Encümeni ‘ nin ( Komisyon ) 17 Şubat 1929 günkü toplatısında , şu ilke kararı alınmıştı : “ Dilde karşılığı bulunan terimlerin Türkçesini kullanma , bulunmıyanları Türkçeleştirme !” . İnönü de o gün ” Ünlü Efendiler ! ” diye başlayan ve tümü öz Türkçe sözcüklerden oluşan konuşmasında ,” Acı ile anmalıyız ki , şimdiye kadar dilimiz , sınırları açık bir dil kalmıştır. Bu yurdun içine girmek suçsuz bir dalış idi . Daha fena ve acıklı olan , vatan çocuklarının bu dalmayı kendilerinin arayıp özlemesidir . .” diye Türkçe’ nin uğradığı saldırıyı ve Türk aydınının buna ayak uydurmasındaki acıklı durumu dile getirilmişti. Arkasından da eğer gereken önlemler alınmıyacak olursa “ Eski Doğu sözlerinin kaplayışından kurtulmadan , yeni Batı sözlerinin düşüncesiz ve ölçüsüz dalışına uğrayacağız ” diyerek te bugün yaşanılan ” dil kirlenmesi ” tehlikesine işaret etmişti. Bu inançla yaşamı boyunca Türk Dil Kurumu ‘nun çalışmalarını desteklemiş ve Türk aydınlarının yabancı kökenli sözcükler kullanma eğiliminden vazgeçmesi gerektiğine dikkatleri çekmişti. Onun 26 Eylül 1941 Dil Bayramı nedeniyle yayımladığı mesajda söyledikleri günümüzde de geçerliliğini korumaktadır :
“ Eğer Türkler, bilimin her dalında yabancı diller için çalıştıkları kadar kendi öz dilleri için emek çekselerdi , Türk dili çok zamandanberi eksikliklerinden tamamiyle kurtulmuş ve uygarlık dünyasının örnek bir dili olmuş bulunurdu. Ayni alışkanlık bugün de bizi kolayca elde edeceğimiz çok ilerleyişten alıkoymaktadır . Ulusa söz işittiren ve okutabilen her aydınımız , dil işinde bir tek yabancı kelimenin eksik olmasını , özenmeye değer bir zevk saysa birçok sıkıntıyı hiç fark etmeden geçebiliriz ” ( Ş. Turan , İsmet İnönü , . 533 ) . İnönü , yıllar sonra Ulus gazetesindeki başmakalesinde ( 9 Ağustos 1953 ) harf devriminin önemini şöyle belirtmişti : ” Türk dili ve Türk milleti Harf inkılabı ile bağımsız hale gelmiştir… Yeni harfler , Cumhuriyet ‘in batı uygarlığı toplumunu kabul etmesinin de başlıca dayancı olmuştur. Yeni harfler Türk milletini bir kültür aleminden başka bir kültür alemine taşımıştır. .. Hiç tereddüt etmeden söylemeliyiz : Türk inkılaplarının en ehemmiyetlisi , yeni Türk harflerinin kabulüdür . “
Çağdaş Türkiye’ yi yaratma çabalarında Cumhuriyet kuşaklarının çağdaş değerlerle yetiştirilmeleri yönünden önem taşıyan eğitim- öğretim ve kültür alanındaki değişiklikler ve yenilikler de de İnönü ‘nün büyük etkisi vardır. Bu bağlamda medreselerin kapatılmasını , her aşamada yeni öğretim kurumlarının , özellikle de öğretmen yetiştiren Musiki Muallim Mektebi , Gazi Eğitim Enstitüsü , Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi ‘nin , mesleki – teknik öğretim okullarının , Köy Enstitüleri ‘ nin öncüsü olan Köy Öğretmen Okulları ‘ nın , ülkenin tarımsal kalkınmasını sağlayacak elemanları yetiştirecek olan Yüksek Ziraat Enstitüsü ‘ nün , müzik ve sahne sanatçılarını yetiştirecek Ankara Konservatuarı ‘nın , İstanbul Resim ve Heykel Müzesi ‘nin , gerçek anlamda birer yaygın eğitim merkezi olan Halkevleri ‘ nin açılmalarını , İstanbul Darülfünunu ‘ nun Üniversite ‘ye , Sanayı-i Nefise Mektebi ‘ nin de Güzel Sanatlar Akademisi ‘ ne dönüştürülmesini sayabiliriz.
Bunların dışında İnönü bu başbakanlık döneminde , CHP Genel Başkan Vekili olarak ‘6’ Ok’ la simgelenen ilkelerin saptanması ve ,tanımlanması konusunda da büyük çaba harcamıştır. Üstelik , Cumhuriyetçilik , Milliyetçilik , Halkçılık , Devletçilik , Laiklik ve İnkılapçılık diye adlandırılan ‘6 İlke , başta o olmak üzere 153 milletvekilinin önerisiyle 5 Şubat 1937 ‘de Anayasa metnine eklenerek yasal güvenceye bağlanmıştı.
Cumhuriyet ‘in temel niteliklerini ve kazanımlarını genç kuşaklara bilinçli olarak aşılıyabilme düşüncesiyle 1934 ‘de yüksek öğretim kurumlarında Devrim Tarihi derslerinin verilmesine başlandığında İnönü Başbakan olarak buna da öncülük etmişti. görevini üstlenmişti. Bu amaçla İstanbul Üniversitesi içinde bir İnkılap Tarihi Enstitüsü , Ankara Hukuk Fakültesi ‘nde de Türk İnkılap Tarihi Kürsüsü kurulmuştu. İstanbuldaki Ennstitü Milli Eğitim Bakanı Hikmet Bayur ‘un 4 Mart 1934 ‘de verdiği ilk dersle öğretime başlamıştı. Ankara ‘daki Kürsü ‘de ise ilk dersi 20 Martta Başbakan İ. İnönü vermişti .
” Türk ulusunun içinde yaşadığımız ve devam etmekte olan devrimi , yabancı istilasına ve Osmanlı düzenine karşı çifte cepheli bir savaş ile başlamıştır ” diyerek derse başlayan İnönü , Türk devriminin özelliklerini şöyle çizmişti :
” Türk devrimi , Türk ulusunun kurtuluş savaşı olduğu gibi , kurtuluşun hedefi olarak ta Türk ulusunun yüksek bir toplum olmasını saptamıştır . Türk devrimi , diğer insan toplumlarına karşı saldırgan ve istilacı hırsları reddeder. Türk ulusunun yüksek bir toplum olması hedefi , devrimin devamını gerektirmektedir . Hayatımızın devrimci niteliği , toplumun saadeti ve ilerlemesi için hiçbir dogmaya körükörüne saplanmış olmamasıdır. Bu nokta Türk devriminin tutucu eski rejimlere karşı olduğu gibi , saptanmış bir çerçeve içinde olan yeni iddia ve rejimlere karşı da başlıca farkı ve üstünlüğüdür . Biz Türk ulusunu yükseltmek için dar ve dogmatik anlayışlara kendimizi bağlamış değiliz. ” ( Ülkü , No. 14 , 14 Nisan 1934 )
Yüksek Öğretim kurumlarında verilmesine başlanılan Devrim Tarihi dersleri , İnönü ‘nün Cumhurbaşkanlığı döneminde Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü ‘nün kurulmasıyla yasal bir dayanağa da oturtulmuştu ( 1942 ) .
Atatürk , 1923 yılı başlarında çıktığı yurt gezisinde yeni Türkiye ‘nin güttüğü amacı şöyle açıklamıştı :
” Yeni Türkiye devleti , temellerini süngü ile değil , süngünün de dayandığı ekonomi ile kuracaktır. Yeni Türkiye cihangir olmayacaktır. Fakat yeni Türkiye devleti ekonomik bir devlet olacaktır …. Askeri zaferlerimizle mağrur olmayalım , yeni bilim ve iktisat zaferlerine hazırlanalım ! “
İşte İzmir’ de toplanan Türk İktisat Kongresi bu amaca uluşabilmek için alınması gereken önlemleri saptamak için düzenlenmişti. Lozan ‘da barış görüşmelerini yürütmekte olan İsmet İnönü bu kongreye katılamamıştı ama orada alınan kararları uygulayacak hükümetin başına getirildiğinden görev yine ona düşmüştü. Aslında kendisi , Osmanlı ekonomisini çökerten Kapitülasyonlar ‘ ın kaldırılmasını sağlamakla ekonomik kalkınma için gerekli olan özgür ortam için ilk büyük adımı atmıştı. Henüz kesin bir programa bağlanmamış ta olsa, izlenmesi kararlaştırılan ulusal ekonomi ‘ nin esasları şöyle belirlenmişti :
— Olabildiğince yerli kaynaklara dayanmak , yabancılara borçlanmamak ,
— Özel girişimciliğe ve belirli koşullarla yabancı sermayeye açık olmak ,
— Türk parasının değerini korumak ,
— Tarıma ve tarımsal endüstiye önem ve öncelik vermek
— Bütçelerin denkliğine özen göstermek
— Ülkede her türlü ulaşımı sağlayacak yollar yapmak .
Bu esaslar tümüyle bir devletçilik uygulaması olmayıp , yabancıların elindeki işletmeleri devletleştirmeyi de öngören bir ulusal ekonomi demekti. Dünya ekonomik bunalımının yaygınlaştığı 1930′ lu yıllarda devletçilik yeni bir ilke olarak benimsenecekti . Ama vakit yitirmeksizin endüstrileşme yolunda önemli girişimlerde bulunulmuştu. İlk aşamada devlete büyük bir gelir sağlamasına karşın çiftçiler için çok büyük bir yük olan ve tarımın gelişmesini engelliyen Aşar vergisi kaldırılmıştı. ( 1925 ) . Ona paralel oylarak bir Sanayi ve Maadin ( madenler ) Bankası kurulmuş ( 1925 ) , arkasından Sanayii Destekleme ( Teşvik – i Sanayi ) Yasası çıkartılmıştı . 28 Mayıs 1927 tarihli bu yasa ile, sanayi tesisi kuracaklara parasız ya da ’10’ yıllık taksitlerle arsa ayırımından başlayarak , yapım malzemesi ve araçlarının taşınmasında % 30 indirim yapılmasına varan destekler öngörülmüştü. Söz konusu bankayı Emlak ve Eytam ( Yetimler ) Bankası ( 1926 ) ) ile Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası ( 1930 ) izlemişti.
Sanayi ve ticareti geliştirmek için yapılan yasal düzenlemelerden biri de Ali ( Yüksek ) İktisat Meclisi ‘nin oluşturulması olmuştu ( 1927 ).. Bir süre etkin görevler üstlenen bu kurul Birinci Beş Yıllık Plan ‘ın uygulanmasına geçilince etkisini yitirdiğinden kaldırılmıştı.
Batılı devletlerle ekonomik ilişkilerin ve ticari alım satımların artması iki tarafta kullanılan ölçütlerin biribirine dönüştürülmesinde güçlükler doğurduğundan , dirhem / okka / batman gibi ağırlık ve zira / arşın gibi uzunluk birimleri yerine uluslararası gram / kilogram , litre birimlerinin ve metrik sistem ‘in alınması gerekli görülmüştü ( 1931 ) .
Bütün bunların dışında , Türk Parasının Değerini Koruma Yasası da çıkartılmıştı ( 1930 ). O tarihte bir İngilis Sterlin ‘inin Türk lirası karşılığı ‘ 1 Sterlin = 1.030 kuruş ‘ olarak saptanmıştı. İngiltere ‘nin altın esasından ayrılması dünya piyasalarında Fransız Frangı ‘nı etken hale getirince de ‘ l lira = 6, 363 Frank ‘ diye belirlenmişti.
Ekonomi alanında bu gelişmeler olurken İnönü ‘nün deyimiyle “devletçilik ” ilkesi de benimsenerek CHP programına alınmıştı. İnönü , sök konusu ilkenin değişik biçimlerde yorumlanması üzerine Kadro dergisinde çıkan yazısında ( Sayı 22 ) bunun bir doktrin olmadığını ve sosyalizm ya da komünizm ‘ le ilgisinin bulunmadığını belirtmişti . Onun deyimiyle devletçilik kendiliğinden ortaya çıkmıştı. Nitekim anılarında bunu şöyle açıklıyor:
“Devletçiliğimiz kendiliğinden doğdu . Demiryolu inşasına başladıktan sonra bu sefer her sene bütçe bağlanırken , tabii olan devlet hizmetleri dışında büyük ihtiyaçlardan yeni olarak hangisini ele almaya başlıyacağız , bunu müzakere ederdik. . . Böyle enfrastrüktür ( alyapı ) tesislerden ve nihayet Ankara ‘da hükümet olarak yerleşebilmek için ne gibi ihtiyaçlar varsa bunların birini ele alıyorduk . Kültür davası için nasıl yeni bir hamle yapmak lazımdır ? Bunlar bizim her sene artan bir ciddiyet ve oran dahilinde meselelerimiz haline gelmeye başladı.. Bu söylediklerimden devletçiliğimizin nasıl kendiliğinden ve zorla doğduğunu . . . anlatmış oluyorum ” ( II, 266 ) .
Devletçilik ilkesinin uygulamasına geçildiğinde bunun bir plan ‘a bağlanması da kaçınılmaz olmuştu. İnönü ‘nün 1932 Nisanında Sovyet Rusya ‘yı ziyaret etmesi kalkınma planları ‘nın yapılması açısından da yarar sağlamıştı. Sovyet Rusya ‘dan gelen bir teknik heyetin desteğiyle Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlanmıştı ( 1934 ) . Planın uygulanması görevi de yeni kurulan Sümerbank ‘a verilmiş, madenleri ve enerji kaynaklarını bulup işletmek amacıyla da ‘3’ ayrı kurum oluşturulmuştu : Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü – Etibank – Elektrik İşleri Etüt İdaresi .
Birinci Planın süresi dolmadan 1936 ‘da İkinçi Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlanmıştı . Böylece İnönü ‘nün Başbakanlıktan çekildiği 1937 Ekimi ‘ne kadar çok önemli bazı altyapı ve sanayi yatırımları gerçekleştirilmişti. Nazilli , Ereğli ve Kayseri bez fabrikaları hizmete açılmış , Malatya bez fabrikası ile Gemlik suni ipek ve Karabük demir – çelik fabrikalarının temelleri atılmıştı. İzmit ‘te yapımı biten kağıt – karton fabrikası üretime başlamıştı.
Ülkeyi Demirağlarla Örme Siyasası
İnönü ‘nün Başbakanlığı döneminde önemli bir girişim de demiryolları yapımına öncelik vermek olmuştu. Atatürk 1923 Nisanında yayımladığı ‘ 9 Umde ( İlke ) programında “ Çok ivedi olarak muhtaç bulunduğumz demiryolları için hemen her girişime ve eyleme başlanacaktır ” demişti. İnönü de ” Demiryolu , memleketin tüfekten , toptan daha mühim bir güvenlik silahıdır … Ulusal birliği sağlayan araçtır ” diye bu eğilimin önemini belirtmişti.
Cumhuriyet ‘in 10. yıldönümü marşında ” Demirağlarla ördük anayurdu dört baştan ” dizeleriyle yansıtılan bu siyasa , ‘2’ yönlü olarak yürütülmüştü. : Yeni hatlar döşemek – Yabancı şirketlerin ellerinde bulunan demiryollarını ulusallaştırmak.
Lozan barışı ile belirlenen Türkiye sınırları içerisinde ‘124’ km. si geniş, “3. 733 ‘ km. si de dar hat (dekovil ) olmak üzere toplam ‘4.130’ km. demiryolu bulunuyordu. Coşkuyla yürütülen demiryolu yapımı hızla ilerlerken yeni kurulan Serbest Cumhuriyet Partisi lideri Fethi Okyar ve arkadaşları buna karşı çıkmaya başlamışlardı. Onlara göre çok pahalı olan demiryollarının yükünü tek bir kuşağa yüklemek haksızlıktı. Bu yüzden demiryolları CHP ile Serbest Parti arasında başlıca tartışma konusu haline dönüşmüştü. Ama İnönü kararlı tutumundan ödün vermeye yanaşmamıştı. 30 Ağustos 1930 ‘da demiryolunun Sıvas ‘a varması nedeniyle düzenlenen törende eleştirlere şöyle yanıt vermişti :
” Bağımsızlık savaşında TBMM ‘nin kurulmasına karşı ayaklanan Padişah bozgunculuğunu bastırmaya yarayan araç , Konya – Afyon – Eskişehir – Ankara gibi elimizde kalan 5 – 600 km. lik demiryollarıdır. Ankara – Erzurum demiryolu da olsaydı Avrupa ‘nın Sakarya seferine girmesi şüpheli olurdu… .
” Demiryolu politikası , milli devlete bugün mü , yarın mı düşüncesine tahammülü olmayan ilk , geciktirilemez ulusal birlik , ulusal varlık , ulusal bağımsızlık sorunu olarak yönelmiştir . “
‘Karşıtlarına , ” Büyük ulusal birlik , ulusal varlık aracı olan demiryollarıından 1.800 km. ulusa mal etmişiz. Bütün bunlar hata imiş öyle mi ? ” sorusunu yönelten İnönü, en sonunda , ‘7’ yıldır izlenen siyasanın , ” çıkmaz bir yol değil, ulusal varlığı her şeye karşın korumuş bir harika ” olduğunu vurgulamıştı.
İşte bu kararlılıkla 1938′ e kadar geçen ’15’ yıl içerisinde ‘2.954’ km. yeni yol yapılmış ve yabancılar elindeki hatlar da satın alınarak demiryollarının toplam uzunluğu ‘ 7. 132 ‘ km. ye çıkartılmıştı.