Yazan: Yard. Doç. Dr. Melek M. Fırat
27 Mayıs 1960’ta askerlerin yönetime el koymalarının hemen ertesinde CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün kaygılarının başında dış politika konusu geliyordu. Dış politika konusundaki duyarlılığı bilinen İnönü gelişmeleri yakından takip ediyordu. 27 Mayıs günü yayınlanan bildiride NATO’ya ve CENTO’ya bağlı kalınılacağının açıklanması, 28 Mayıs’ta kurulan hükümette de Dışişleri Bakanlığına DP döneminde Genel Sekreterlik yapmış olan Selim Sarper’in getirilmesi dış politikada radikal bir değişikliğe gidilmeyeceğinin işaretleri olarak İnönü’yü rahatlatmıştı. Yine de 29 Mayıs’ta MBK Başkanı Cemal Gürsel’i ziyareti sırasında yeni yönetimin sağlıklı işlemesi için önerilerde bulunurken dış politika konusunda duyarlı davranılmasının üzerinde ısrarla durdu (AYDEMİR, 1968:459) ve ertesi gün Dışişleri Bakanı Sarper’le Pembe Köşkte yaptığı görüşmede Batı Bloku içinde kalınması gerektiğini, NATO ve CENTO’ya bağlılığın açıklanmasının iyi bir davranış olduğunu, huysuz bir müttefik olunmaması gerektiğini anlattı(TOKER,1991:42).
İnönü’nün ülke yönetiminde radikal bir değişiklik olsa da dış politikanın rayından çıkmaması konusundaki çabasına rağmen, kısa bir süre sonra uluslararası koşullarda meydana gelen değişimler Türk dış politikasının sorgulanmasını kaçınılmaz kıldı. Üstelik sonuçları 1965 sonrasında görülecek olan bu süreç, İnönü’nün başbakanlığı sırasında yaşandı.
Ekim 1961 seçimlerinden sonra 1965 yılına kadar ülke İnönü başkanlığında koalisyon hükümetleriyle yönetildi. Ordu içindeki huzursuzluklar ve Talat Aydemir liderliğindeki iki darbe girişimi de göz önünde tutulursa, ülkede istikrarın farklı ideolojilere sahip partilerce kurulan ve uzun ömürlü olamayacakları başlangıçta belli olan koalisyon hükümetleriyle kolay elde edilemeyeceği açıktı. İç koşullar İnönü gibi bir liderin başbakan olmasını zorunlu kılıyordu. İçerde huzursuzluklar sürerken, Küba krizinin ve Kıbrıs olaylarının meydana gelmesi dış politikada da belirsizliklerin yaşanmasına yol açınca, son derece zor bir dönemden geçen Türkiye’nin kaderi bir kez daha İsmet İnönü tarafından belirlendi.
Küba Füze Bunalımı ve İsmet İnönü’nün Tutumu
İnönü koalisyonu kurulur kurulmaz siyasal sorunların yanı sıra ekonomik sorunlarla da karşılaşılmıştı. Türkiye’nin ekonomik kalkınma sürecini başlatması gerekiyordu ama bu süreci başlatacak mali güçten yoksundu. SSCB’den gelen yardım tekliflerini siyasi bedelini ödemek istemediği için reddeden Türkiye, ABD ve NATO ile ilişkilerinin odak noktasına ekonomik yardımların arttırılmasını koymuştu. Bu nedenle de siyasi ve askeri konularda pürüz çıkmamasına özel bir özen gösteriyordu (FIRAT, 1997:105-0-108). Ancak, Ekim 1962’de iki süpergüç arasında patlak veren Küba Füze Bunalımı Türkiye’ye doğrudan etkisi dolayısıyla ABD ile ilişkilerin ve NATO üyeliğinin sorgulama sürecini başlattı. 22 Ekim 1962’de Küba’ya yerleştirilen füzeler dolayısıyla Washington ile Moskova arasında yaşanan gerilim, 27 Ekim’de Kruşçev’in Kennedy’ye gönderdiği mektupta Türkiye’deki Jüpiter füzeleri söküldüğü takdirde kendilerinin de Küba’daki füzeleri sökeceklerini bildirmesi üzerine başlayan pazarlıklar üzerine çözüldü. ABD, SSCB ile yaptığı pazarlıklar sırasında, öteki NATO müttefikleri gibi Türkiye’yle de görüşme-danışma toplantıları yapmamıştı ve sadece NATO çerçevesinde bilgilendirmekle yetinmişti. Türkiye’nin yıllardır güvenliğini dayandırdığı topraklarındaki Jüpiter füzelerinin kendisine danışılmadan pazarlık konusu yapılması Türk kamuoyunda büyük bir hayalkırıklığına yol açtı. Kamuoyunun gündeminde yer alan konu kısa sürede TBMM’ye taşındı ve İnönü 24 Ekim’de TBMM’de yaptığı konuşmada “Biz tehlike karşısında bulunduğumuz vakit, müttefiklerimizden tesanüt vazifelerini yapmalarını isteyeceğimiz gibi, müttefiklerimizden biri vazifemizi ifa etmemizi talebettiği vakit, biz de mükellefiyetimizi elbet yerine getireceğiz… Bu nazik zamanlarda umumi buhrana yeni unsurlar katılmasına sebebolmayacak bir sukun ve itidal havası içinde vaziyeti takibediyoruz.“(TBMM TUTANAK DERGİSİ, C.8,1962:246-247) diyerek soğukkanlı bir tutumun gerekliliğinin altını çizdi. Jüpiter füzelerinin kaldırılması kararı alındıktan sonra, Türkiye’nin NATO içindeki öneminin azaldığı söylentileri karşısında hükümet yatıştırıcı tutumunu sürdürdü ve NATO stratejisindeki değişiklikle esnek karşılığa geçildiği için eskimiş Jüpiter füzelerinin söküldüğünü, Türkiye’nin öneminin daha da arttığını ve ABD’nin artık Türkiye’ye yapacağı yardımları azaltacağı söylentilerinin doğru olmadığını bildirdi (FIRAT, 1997:111-114).
Küba Füze Bunalımı’yla birlikte bir nokta ilk kez çok açık biçimde ortaya çıkmıştı: Yaşamsal çıkarları gerektiğinde ABD tek başına karara alabiliyor ve bu karar Türkiye’nin güvenliğini tehlikeye düşürebiliyordu. Buna rağmen, İnönü Türk kamuoyunda ABD ve NATO ile ilişkilerle ilgili eleştirileri mümkün olduğunca bastırmaya çalışarak, Türk dış politikasının varolan çizgisinde bir kırılmayı önlemek istedi. İçerde ordu içinde huzursuzluklar sürerken ve siyasal istikrar tam olarak sağlanamamışken Türkiye’nin dış politikasında ilişkilerini gözden geçirmeye gidecek bir yenilik düşünülemezdi. İnönü tüm yaşamı boyunca sergilediği tutumunu sürdürüyor ve dış politikada hiçbir biçimde maceracılığa açık kapı bırakmıyordu. Ancak, değişen uluslararası koşullar İnönü’yü tutumunu sürdürmekte zorlayacaktı. Nitekim, bir yıl sonra Kıbrıs olayları başlayıp, kendi yaşamsal çıkarları söz konusu olduğunda Türkiye’nin tek başına karar almasının mümkün olmadığı, ABD tarafından engelleneceği ortaya çıkınca Türk dış politikasının gözden geçirilmesi gündeme geldi. Ve bu noktada İnönü değişen radikal söylemine rağmen, akslarında büyük kırılmaya yer vermeden dış politika gemisini yürüttü.
Kıbrıs Sorununun Yeniden Alevlenmesi
Kıbrıs sorununun birinci perdesi, anlaşmazlık NATO içinde ortak çıkarları zedelemeye başladığı noktada İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın ABD baskısıyla Kıbrıs Cumhuriyeti çözümünde anlaşmalarıyla sona ermişti. Söz konusu Londra Antlaşmalarının 4 Mart 1959’da TBMM’de onaylanması sırasında muhalefetteki CHP’nin eleştirileri antlaşmaların içeriğinden çok hükümetin kendisine verilen yetkiyi aştığı noktasında odaklaşıyordu. 16 Haziran 1958’de TBMM bir karar alarak Kıbrıs adasının Türkiye ve Yunanistan arasında taksiminden başka çare yoktur demiş ve Türk hükümetinin yapabileceği son fedakarlık olarak taksimi karara bağlamıştı. Hükümetin TBMM’ye danışmadan ve bu kararı gözardı ederek yeni bir çözümü kabul etmesi ve Meclis’in çizdiği çerçeveyi aşması eleştirilerin ağırlıklı noktasını oluştururken aslında iç politikaya yönelik bir uyarı söz konusuydu. Nitekim, DP hükümetini her konuda ağır eleştiren İnönü, Londra Antlaşmalarının imzalanması konusunda görece anlayışlı bir tutum benimsemişti ve yaptığı konuşmada “İçinde bulunduğumuz ittifak manzumesinde umumi selamet ve emniyet bakımından kuvvetli sebeplerin bizi anlaşmaya sevk ettiğini takdir ediyoruz. Bu arada, kuvvetli dostların çok tesirli nasihatlerinin ehemmiyetli bir hissesi olduğunu tahmin etmekte güçlük çekmiyoruz.” diyerek ( TBMM ZABIT CERİDESİ, İçtima 50, Celse 1,1959:22) taksim tezinden hangi koşullarda vazgeçildiğini bildiğini gösteriyor ve dış politika konularının günlük siyasette kullanılmasından kaçınıyordu. Gündeme getirilen hükümetin Meclis’in almış olduğu bir kararı Meclis’e danışmadan değiştirmesiyle ilgili bir usul sorunuydu.
4 Mart 1959’da TBMM tarafından onaylanan Londra Antlaşmalarına dayanarak 16 Ağustos 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti bağımsızlığını ilan ettiğinde, bu çözümü sağlayan DP iktidarı devrilmişti. Kıbrıs sorununun ikinci perdesi açıldığında, Kıbrıslı Türklerin ve Türkiye’nin haklarını savunmak ve bunu yaparken de Londra Antlaşmalarına sahip çıkarak harfiyle uyulmasını talep etmek İnönü başkanlığındaki koalisyon hükümetlerine düşecektir.
Kıbrıs Cumhuriyeti Soğuk Savaş’ın hüküm sürdüğü koşullarda NATO’nun güneydoğu kanadının zayıflaması olasılığı karşısında ABD’nin baskısıyla varılan bir çözüm sonucunda kurulmuştu. Ancak, Küba krizi sonrasında uluslararası sistemde Soğuk Savaş yerini Yumuşama’ya bırakınca bunun en önemli sonucu aynı ittifak içinde yer alan üyeler arasında milliyetçi çatışmaların su yüzüne çıkması oldu. Nitekim uluslararası ortam etkisini Kıbrıs’ta da göstermekte gecikmedi ve gerek Kıbrıslı Türkler, gerekse Kıbrıslı Rumlar Cumhuriyet’in işlerlik kazanması için gerekli iyiniyetli çabayı göstermekte ayak diremeye başladılar. İki tarafta da yönetici kadroların aslında enosis ve taksimden vazgeçmedikleri anlaşılıyordu. Uyuşmazlıkların çözümü konusunda tarafların ödün vermeye yanaşmamaları üzerine kısa sürede devlet işlevlerini yerine getirememeye başladı. Cumhurbaşkanı Makarios mevcut anayasayla devletin yönetilemeyeceğini düşünüyor ama anayasanın değiştirilmesi gerektiğini açıkça dile getiremiyor, Türkiye’nin onayı olmaksızın bunun mümkün olmadığını biliyordu. Bu dönemde Türkiye’nin Aydemir olayları dolayısıyla içeride, Küba Füze Bunalımı dolayısıyla dışarıda sıkışık bir dönemden geçmesini fırsat bilerek zemin yoklamanın uygun olduğunu düşündü ve Ankara’ya yapacağı resmi ziyaretin hazırlıklarına başladı.
Yunanistan gezisinin hemen arkasından 22-26 Kasım 1962’de Ankara’ya resmi ziyarette bulunan Makarios planladığı anayasa değişikliğine Atina’nın ne kadar destek, Ankara’nın da ne kadar tepki vereceğini anlamaya çalışıyordu. Ziyareti sırasında İnönü ile iki kez görüşen Makarios, ilk görüşmede adadaki Türk yönetiminin tutumu dolayısıyla vergi toplamakta karşılaştığı zorluklardan ve belediyelerin iyi çalışamamasından söz edince, İnönü konuyla ilgileneceğini söyledi. İkinci görüşmede bir adım daha atan Kıbrıs Cumhurbaşkanı, anayasanın belli maddelerinden değil tümünden yakınarak, Kıbrıs halkına anayasasını değiştirme yetkisi verilmesi gerektiğinden söz etti. İnönü’nün yanıtı çok açıktı ve itiraz kabul etmiyordu: Kıbrıs anayasasının tek taraflı değiştirilmesini Türkiye asla onaylamayacaktı. Gerçekten de İnönü bu tutumunu hiçbir zaman değiştirmedi ve yönetimi boyunca Kıbrıs’la ilgili yaptığı tüm görüşmelerde geri adım atmadığı tek nokta Kıbrıs anayasasının korunması ve bu anayasaya aykırı davranılmasına izin verilmeyeceği noktası oldu. Bu aslında İnönü’nün dış politikada izlediği geleneksel tutumunun Kıbrıs’ta tekrarıydı. İnönü temel bir noktada ilke belirleyip, bu ilkeden ödün vermemek üzere diyaloglara kapıyı açık tutarak bitmez bir sabırla muhataplarını kendi noktasına getirmeye çalışırdı. Bütün önemli davalarda bu tutumu benimsemişti ve Kıbrıs’ta da aynı tutumu sürdürecekti.
Ankara ziyaretinden umduğunu bulamayan Makarios, adada toplumlararası gerilim ve çatışmaların artması üzerine 30 Kasım 1963’te anayasanın 13 maddesinde değişiklik yapılacağını resmen açıkladı. Türkiye 6 Aralık’ta önerileri kesin ve sert bir dille reddettiyse de, Makarios Türkiye’yi sadece bilgilendirmek amacında olduğunu belirterek bir yanıt beklemediğini bildirdi.
Siyasal gerilimler toplumsal yaşama yansıyordu. Nitekim, 21 Aralık 1963 gecesi Lefkoşa’da yaşanan bir olay tüm adada toplumlararası çatışmaların yayılmasına neden oldu. Aynı gece İnönü komutanlar ve dışişleri bürokrasisiyle bir değerlendirme toplantısı yaptı ve sabahleyin jet filosunun ada üzerinde ihbar uçuşu yapmasını, çatışmalar durdurulmadığı takdirde adanın bombalanması emrini verdi. Askeri hazırlıklara derhal başlandı. Donanma Mersin’e doğru harekete geçti, Orta Anadolu’daki birlikler Yunanistan sınırına kaydırıldı, Türk jetleri ada üzerinde uçuş yaptılar. Bu askeri önlemlerle birlikte diplomatik adımlarda atıldı ve İngiltere ile Yunanistan’a birer nota gönderilerek adadaki İngiliz ve Yunan birliklerinin Türk birlikleriyle birlikte tarafların aralarına girmeleri istendi ve çatışmaların önlenememesi durumunda Türkiye’nin tek taraflı olarak müdahale edeceği bildirildi. Durum NATO’ya da yansıtıldı.
Bütün bu gelişmeler yaşanırken Türkiye yeni bir hükümet kriziyle karşı karşıyaydı ve üçüncü İnönü koalisyonunun kurulması için çalışmalar sürdürülüyordu. Ayrıca ordu içinde huzursuzluk vardı ve hepsinden önemlisi 21 Aralık’ta askerlerle yapılan toplantıda ordunun Kıbrıs’a çıkarma yapacak bir hazırlığının bulunmadığı anlaşılmıştı (TOKER, 1992:192-193). Tüm bu koşullar altında İnönü uzlaşmaz bir tutum sergilemek istemiyor ve diplomatik yolları sonuna dek tüketmekten yana bir tutum takınıyordu. Diplomasi alanındaki yeteneğini ve başarısını tüm yaşamı boyunca kanıtlamış olan İnönü’nün temkinli kişiliği göz önünde bulundurulursa, savaşın ne demek olduğunu en iyi bilen kişilerden biri olan İnönü’nün bu koşullarda diplomasiyle çözüm bulma konusundaki tutumu şaşırtıcı değildi. Dolayısıyla, İnönü son noktaya gelindiğinde Türkiye’nin savaşmaktan çekinmeyeceğini göstermekle birlikte o noktaya kadar diplomasinin tüm olanaklarını kullanacağını ortaya koymuştu. Diplomatik görüşmeler boyunca da son derece uzlaşmacı bir tutum benimsemekle birlikte tek bir konuda ödün vermiyordu: 1959 antlaşmalarının hukuken bağlayıcı olduğu ve yapılacak tüm görüşmelerde bu anlaşmaların temel alınması gerektiği. 1960’lı yıllarda İnönü tarafından çizilen Türkiye’nin stratejisinin özü buydu.
İnönü’nün mesajları Batı’da yankı bulmakta gecikmedi ve 15 Ocak 1964’te İngiltere’nin girişimiyle Londra’da tüm tarafların katıldığı bir konferans düzenlendi. Tüm tarafların katıldığı ve tezlerini ortaya koydukları konferansta, ABD yine NATO aracılığıyla çatışmaları durdurma planını ortaya attı ve 10.000 kişilik bir NATO gücünü çatışmaların önlenmesi için adaya gönderilmesini önerdi. NATO içinde soruna çözüm bulma önerisi Yunanistan ve Türkiye tarafından kabul edilmekle birlikte, Bağlantısızlar grubuna dahil olan Makarios, NATO askerlerinin adaya gelmesi önerisini reddetti ve konuyu BM’ye götürdü. 4 Mart 1964’te BM Güvenlik Konseyi Kıbrıs’la ilgili ilk kararını aldı ve bu kararda BM Barış Gücünün adaya gönderilmesi de yer alıyordu. 14 Martta adaya gelen BM Barış Gücü çatışmaları durdurmada etkili olamadı.
Uluslararası platformda soruna çözüm bulunmayınca, İnönü Hükümeti içeride alevlenen kamuoyunu yatıştırmak üzere kendi vatandaşlarına yönelik eyleme geçti. Uluslararası kamuoyunda uyumlu ve uzlaşmacı bir tutum izlemeyi yeğleyen İnönü, Kıbrıs’la ilgili en sert politikasını kendi Rum asıllı vatandaşlarına karşı yürüttü. 16 Mart 1964’te 1930’da Yunanistan’la imzalanmış ve Türkiye’ye yerleşme, ticaret yapma, mal edinme v.s. hakkı tanımış olan İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Antlaşmasını feshetti. Yıllardan beri Türkiye’de yaşayan Yunan uyruklu kişilerin mallarına elkondu ve sınırdışı etme işlemleri hemen başlatıldı. Bu kişilerin bir çoğu Türk uyruklu Rumlarla evlenmiş oldukları için ailevi nedenlerle ve Türk kamuoyuna egemen olan Rum karşıtı hava dolayısıyla ülkeden ayrılmaya başladılar (DEMİR/AKAR,1994:43-51). Varlık Vergisinden sonra bir kez daha İnönü yönetimi Rum azınlıklarla devletin ilişkilerinde yaraya yol açıyordu.
Kıbrıs’ta çatışmaların sürmesi üzerine Türk kamuoyunda adaya müdahale etmeyen İnönü hükümetinin politikası eleştirilmeye başladıkça, İnönü bu kamuoyunu yatıştırmak amacıyla da söylemini sertleştirmeye başladı. 16 Nisan 1964’te Time dergisine verdiği demeçte daha sonra Türk siyasal hayatı literatürüne girecek olan demecini verdi: Müttefikler tutumlarını değiştirmezlerse, Batı ittifakı yıkılabilir… Yeni şartlarda yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini bulur.”(CUMHURİYET,17 Nisan 1964) Dolayısıyla, ilk kez başta ABD olmak üzere Batı bloku ülkelerine gerekirse Türkiye’nin başka dış politika alternatiflerine yönelebileceği mesajı veriliyordu. 1960’tan beri Türkiye ile ilişkilerini, özellikle de ekonomik alanda, geliştirmek isteyen ve bu talebini sürekli yineleyen SSCB’nin politikası da göz önünde tutulacak olursa, İnönü’nün bu uyarıcı demecinin sadece iç politikaya yönelik olduğu ve Batı’da yankı bulmayacağı düşünülemez.
Kıbrıs’ta gerilimin sürekli artması muhalefeti harekete geçirdi ve 5-6 Mayıs 1964’te TBMM’de Kıbrıs konusunda genel görüşme yapıldı. Hükümete yönelik eleştiriler şu noktalarda toplanıyordu: Kıbrıs sorununun başından beri daha enerjik hareket etmemek ve askeri müdahalede bulunmamak, sorunu bir Türk-Yunan sorunu olarak ele almamak, müttefikleri harekete geçirmemek. İnönü bu eleştirileri yanıtlarken son derece ılımlı bir dil kullandı ve hükümetin hukuk çerçevesi içinde kalarak aktif bir diplomasi yürüttüğünü, müttefiklerle bu konuda yapılan görüşmelerde ciddi ilgi gördüklerini belirtti (TBMM Tutanak Dergisi, C.XXX, 1964:298-302). Sorunun hala müttefikler arasında çözüleceğini düşünen ve bunu isteyen İnönü TBMM’yi yatıştırmaya çalışırken, müttefiklerle ilişkilerin sorgulanması kapısını kapalı tutmaya çalışıyordu ama bir ay sonra bu olanak artık kalmayacaktı.
Haziran ayı geldiğinde Kıbrıs olaylarının milliyetçi duyguları iyice alevlendirdiği Türk kamuoyu adaya her an müdahale yapılmasını beklemeye başlamıştı. Tüm olumsuz koşullara rağmen askeri hazırlıklar yapılıyordu ve müdahale tarihi olarak 6 Haziran belirlenmişti. Başbakan İnönü, Dışişleri Bakanı Erkin’in karşı çıkmasına rağmen 4 Haziran’da durumdan ABD’yi haberdar etme kararı aldı. İnönü’nün bu kararının bir manevra olduğu kanısını taşıyanlar bulunmaktadır. Bunlara göre, ordunun teknik olarak adaya çıkarma yapabilecek olanaktan yoksun olduğunu bilen İnönü, harekatın engellenmesini sağlamak için ABD’yi haberdar etmişti. Böylece, harekat yapılmayacak, Yunanistan’a Türkiye’nin ciddiyeti anlatılmış olacak ve Türk kamuoyuna da ABD engeli gerekçe gösterilerek hükümete yöneltilen eleştiriler bertaraf edilmiş olacaktı (FIRAT, 1997:130-132). Nitekim, 5 Haziran 1964’te gelen ve Türk siyasal hayatında bomba etkisi yapan Johnson Mektubu bunu sağladı ama ittifak çizgisinden ayrılmayan İnönü’yü aşacak biçimde Türk dış politikasının yeniden sorgulanmasına yol açarak uzun vadeli etkiler doğurmaktan da geri kalmadı.
Başkan Johnson mektubunda, Türkiye’nin Kıbrıs’a tek taraflı müdahalesine karşı çıkarken, Kıbrıs’a yapılacak bir müdahalenin Türk-Yunan savaşının başlaması demek olacağını ve NATO müttefiklerinin aralarında savaşmalarına ABD’nin izin vermeyeceğini söylemekle yetinmiyor, Türkiye’nin girişeceği hareket neticesinde ortaya çıkacak bir Sovyet müdahalesine karşı NATO müttefiklerinin Türkiye’yi savunma zorunlulukları bulunmadığını ve Türkiye’nin 1947 antlaşması uyarınca ABD’den aldığı askeri yardımı Kıbrıs’a yapacağı müdaahalede kullanmasına ABD’nin onay vermeyeceğini de bildiriyordu (HÜRRİYET, 13 Ocak 1966).
Diğer birçok etkenle birlikte Johnson Mektubu Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale etmemesinin görünür nedeni oldu. Kıbrıs’a müdahale edilememesinden çok, bu müdahalenin yapılmamasını gerektiren nedenler Türk diplomasisini rahatsız etmişti. Müttefik ABD, Türkiye’nin zannettiği gibi her koşulda değil, ancak kendi çıkarlarının da Türkiye’ninkilerle birlikte zarar gördüğü durumlarda NATO güvenlik ve savunma sistemini çalıştıracağını açıklıyordu. Türk dış politikasında radikal değişikliğe gitmeyi hiçbir biçimde düşünmeyen İnönü, Türk kamuoyunun tepkisini alevlendirecek bu mektubu kamuoyuna açıklamamayı tercih etti ve ABD’nin sıcak bakmadığı gerekçesiyle müdahale ertelendi. Bununla birlikte, Johnson’a sekiz gün sonra bir yanıt mektubu gönderen İnönü, “Yekdiğerine karşı ahdi vecibelerini, taahhütlerini istediği zaman reddeden devletler arasında bir ittifak tasavvur edilebilir mi?” sorusunu sorduktan sonra, eğer Sovyet müdahalesine uğrayan bir üye devletin haklı olup olmadığı, bu müdahaleyi tahrik edip etmediği tartışılacak olursa, Türkiye açısından NATO ittifakının temel direklerinin sarsılmış ve anlamı kalmamış olduğunu bildiriyordu (MİLLİYET, 16 Ocak 1966). Bununla birlikte, Johnson’ın davetini kabul ettiğini de belirtti.
Başkan Johnson’ın amacı Kıbrıs sorununu 1959’da olduğu gibi ABD’nin girişimiyle müttefikler arasında çözüme kavuşturmaktı, bunun için de İnönü’yle birlikte Yunanistan Başbakanı Papandreu’yu da Washington’a davet etmişti. Ancak, Papandreu İnönü’yle biraraya gelmek istemediği için görüşmeler ayrı ayrı yapıldı. Johson-İnönü görüşmesi 22 Haziran 1964’te gerçekleşti. ABD tarafı Johnson Mektubunun Türkiye’de yarattığı olumsuz havayı gidermek isteyen bir tavır içindeydi. İnönü bu görüşmeden istediği iki sonucu elde etti: 1)Türkiye’nin ileri sürdüğü gibi 1960 antlaşmalarının yasal açıdan bağlayıcı olduğu ve çözüm görüşmelerinin bu çerçevede yapılacağı ABD tarafından da kabul edildi; 2) Kıbrıs’ta güvenliğin yeniden kurulması ve kesin bir çözüm bulunması için ABD’nin faal çalışmalar yapacağı bildirildi. Ancak, İnönü’nün uzlaşmacı yaklaşımına karşın Papandreu’nun Makarios nedeniyle uzlaşmaz tutum benimsemesi Washington’da bir çözüm sağlanmasını mümkün kılmadığı gibi, 1967 Albaylar Cuntasının nedenlerini aydınlatabilecek biçimde ABD-Yunanistan ilişkilerinin gerilime girmesine de yol açtı.
22 Haziran görüşmesinin ardından ABD girişimlerini başlattı ve 9 Temmuz’da Cenevre’de Türkiye ve Yunanistan’ın katıldığı bir konferans toplanmasını sağladı. ABD Dışişleri Bakanı Acheson’ın NATO içi ideal çözüm olarak sunduğu çözüm planı üzerinde görüşmeler sürdürüldü. Buna göre, Karpas yarımadasında egemenlik hakları kendisine ait olmak üzere Türkiye’ye bir üs verilecek ve adanın Kıbrıslı Rumların ya da Yunanistan’ın egemenliğine bırakılan bölgesinde yaşayacak Türklerin çoğunlukta olduğu iki-üç bölge özerkliğe sahip olacak, adada yaşayacak Türklere Lozan’da azınlıklara tanınan hakların aynısı tanınacak, Meis Türkiye’ye verilecekti (Dışişleri Bakanlığı Belletini, No 2, 1964:6-7). Türkiye’nin görüşme zemini olarak kabul ettiği bu plan, Makarios’un karşı çıkması üzerine Yunanistan tarafından reddedilince, 20 Temmuz’da yeniden başlayan konferansta Acheson ikinci öneriyi yaptı: Türkiye’ye verilmesi düşünülen üs, 50 yıllığına kiralanacaktı. Yunanistan lehine enosise yol açacağı gerekçesiyle ikinci Acheson planı Türkiye tarafından reddedilince Cenevre Konferansından bir sonuç alınamadı.
Cenevre Konferansının çıkmaza girmesi üzerine, Kıbrıs’ta çatışmalar yeniden başladı. İki taraf da savaş çıkması olasılığını düşünerek sürekli silahlanıyorlardı. 6 Ağustos’ta TMT denetimindeki Erenköy bölgesine Grivas komutasındaki askerlerin saldırması sonucunda çatışmalar yaşandı. Abluka altına alınan Erenköy’deki Türklerden haber alınamaması üzerine, Yunanistan’ın uzlaşmaz tutumu dolayısıyla ABD ile ilişkilerinin giderek bozulduğunu bilen İnönü hükümeti BM ve NATO’ya başvurduktan sonra 8-9 Ağustos’ta Rum kuvvetlerini bombalamaya başladı. Türkiye’nin adaya hava kuvvetleriyle müdahale etme kararının alınmasındaki en önemli etken, 21 Mayıs darbe girişiminden sonra ordu içinde yapılan “temizlik hareketi”nin silahlı kuvvetlerde yeniden disiplini sağlamış olması ve ordunun teknik hazırlıklarını görece yapmış olmasıydı. Türkiye ilk kez harekete geçmişti ama bu daha çok ciddi bir uyarıydı. Nitekim BM’nin araya girip ateşkes çağrısı yapması üzerine, zaten dış politikada gereksiz cesaretten kaçınmayı düstur edinmiş İnönü çağrıya olumlu yanıt vererek, sıcak savaşı önledi. Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel’in bombalamanın sürdürülmesi ısrarına rağmen, BM olaya el koyduktan sonra İnönü’nün bombalamayı sürdürmeme kararı, bir kez daha savaşın ne demek olduğunu bilen, ucuz kahramanlıklardan ve popülizmden kaçınan bir devlet adamının tutumunu gösteriyordu.
Konu BM gündeminde görüşülürken Türkiye’de önemli bir siyasal gelişme yaşandı ve İnönü hükümetinin istifası sonrasında Ürgüplü hükümeti kuruldu ve Kıbrıs sorununun ikinci perdesi de kapanmış oldu.
1960-1965 Kıbrıs olayları sırasında İnönü’nün tutumunu değerlendirecek olursak, Türkiye’de geçiş dönemi sancılarının yaşandığı bir dönemde, gerek siyasi muhalefetten gerek kamuoyundan gelen baskılara rağmen teknik hazırlıkları yeterli olmayan bir orduyla herhangi bir maceradan özenle kaçındığını, dış politikada kurulmuş ittifakların zedelenmemesine özel önem verdiğini ve bu doğrultuda tutum aldığını söyleyebiliriz. Ancak, İnönü’nün statükoyu koruma konusundaki tüm titizliğine rağmen bunun mümkün olmadığı kısa bir süre sonra ortaya çıkacaktı. Uluslararası platformda statüko değişmişti ve bu durumun Türkiye’ye yansıması kaçınılmazdı. 1960’ta başlayan dış politikanın sorgulanması süreci, İnönü’nün istikrarı koruma kaygısıyla hemen sonuç vermese de, 1965’ten sonra giderek hız kazandı. Kıbrıs olayları ve Johnson Mektubunun kamuoyuna açıklanması bu sürecin ivme kazanmasında önemli etken oldular. Türk dış politikasında NATO ve ABD ile ilişkilerin sorgulanması süreci sonrasında çok yönlü bir dış politika uygulama AP iktidarına kaldı.
KAYNAKÇA
AYDEMİR, Şevket Süreyya, İkinci Adam, C. 3, İstanbul, Remzi, 1968.
DEMİR, Hülya ve AKAR, Rıdvan, İstanbul’un Son Sürgünleri, 3. Baskı, İstanbul, İletişim, 1994.
FIRAT, MELEK M., 1960-1971 Arası Türk Dış Politikası ve Kıbrıs Sorunu, Ankara, Siyasal, 1997.
TOKER, Metin, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları,1944-1973:Yarı Silahlı Yarı Külahlı Bir Ara Rejim 1960-1961, 2. Basım, Ankara, Bilgi, 1991.
TOKER, Metin, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları,1944-1973: İnönü’nün Son Başbakanlığı 1961-1965, Ankara, Bilgi, 1962.
ŞAHİN, Haluk, Gece Gelen Mektup:Türk-Amerikan İlişkilerinde Dönüm Noktası, İstanbul, Cep, 1987.