LOZAN
ANTLAŞMASI
(24 Temmuz
1923)
LOZAN’A DAVET
Lozan’a
Kim Gidecek?
9 Eylülde İzmir’e girdik.
11 Ekimde Mudanya Mütarekenamesi imzalandı. Anlaşıldı ki,
içinde bulunduğumuz şartlara göre, bütün sinirlerin, hareketlerin
idaresinin merkezlerin elinden çıkmış olduğu bir aylık
büyük bir devre, bizim için yeniden bir harp tehlikesine tutuşmadan sulh
konferansına gitmek ihtimalini sağlayarak nihayet bulmuştur.
Şimdi sulh
konferansına ait hazırlıklara geçiyorum.
Fevzi Paşa Bursa’da idi. Mustafa Kemal Paşa, yanında Karabekir
Paşa, Refet Paşa olduğu halde Bursa’ya
geldi. Hep beraberiz. Toplanıp konuşuyoruz. Refet Paşa’ya bir vazife verilmesi için çok arzu vardı.
Bunu hükümet istiyordu. Refet Paşa’nın son muharebelere, büyük taarruza
iştirak edememesinden dolayı üzgündüler. Hatta sonradan
öğrendiğime göre, biz muharebeden sonra terfi ettiğimiz halde, Ali Fuat Paşa ile Refet Paşa’nın terfi ettirilmemesini haksız
bir muamele gibi telakki ediyorlarmış. Rauf Bey, daha ilk gelişinde Mustafa Kemal Paşa’ya onların da terfilerini teklif
etmiş. O esnada benim bunlardan haberim yoktu.
Şimdi Trakya’nın
idaresini ele alacağız. Bu meseleyi görüşüyor ve
hazırlık yapıyoruz. Mustafa Kemal Paşa, Trakya idaresini teslim almak ve orada
Türk idaresini kurmak vazifesini Refet Paşa’ya verdi, onu bu işe memur etti. Bu suretle Refet Paşa’nın gönlü alınmış oluyordu.
Bundan sonra, Lozan Konferansının murahhas heyeti tayin olunacak ve
Lozan Konferansına gitmek faslı başlayacaktır.
İstanbul Hükümeti de
Çağrıldı
Müttefik devletler, daha önceki
konferans davetlerinde olduğu gibi, Lozan Konferansına bizimle
beraber İstanbul Hükümetini de davet etmişlerdi. Bundan dolayı
ihtilaf çıktı. Yeni bir vaziyet hasıl olmuş ve
İstanbul’da hükümet kalmamıştır. Böylece biz İstanbul
Hükümetine de el koymak durumuna girdik. Lozan’a yalnız Ankara
Hükümetinin, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin murahhasları
gidecekti.
Sulh konferansı için
Lozan’a gidecek heyete ben fazla ilgi göstermiyordum. Hariciye Vekili
vardı, hükümet vardı. Ben, bir büyük seferden sonra, bir de mütareke
ile çok gergin askeri ve siyasi vaziyetlerin içinden geçmiş olarak yorgun
bir haldeydim. Konferansa gitmek diye bir mesele hiçbir suretle benim zihnimde
mevcut değildi.
Bir aralık, Atatürk, konferanstan bahsetti. Hiç alaka göstermedim. O günlerde Karabekir
ile yaptığım bir konuşmayı hatırlıyorum.
Karabekir ile münhasıran bu mesele için konuşmuş
değiliz. Bursa’da buluştuğumuz zaman, her şeyden bahsederek
yaptığımız mutat sohbetlerden birinde, Lozan
Konferansına gidecek heyetten bahsediliyordu. Benim Lozan Konferansına
gitmem ihtimali sızmış olacak ki, Karabekir buna
değinerek, Lozan Konferansına askerlerin gitmesi kesin olarak
yanlıştır, dedi. Memlekette iş yapacak hiçbir adam yok,
her şeyi biz askerler yapacağız. Böyle bir mana verilmesi son
derece mahzurludur, zararlıdır diyor ve bu memlekette askerden
başka kimse yok mu, diye soruyor ve cevabını veriyordu. Karabekir’in
bu konuşmasından, ben ima ediliyormuşum gibi bir mana
çıkararak kendisini teskin etmek istedim. Ben böyle bir şey
düşünmedim, istemedim, şu anda yorgunum, askeri vazifem bitmiş,
istirahata hak kazanmış bir adam vaziyetindeyim, tarzında
konuşuyordum.
Rusların konferansa gidip
gitmeyecekleri bugünlerde belli değildi. Onların konferansa
gitmesini biz istiyorduk. Fakat davet edilip edilmeyecekleri henüz meçhul.
Böyle bir durum var. Karabekir Paşa, Ruslarla Gümrü Muahedesini
yaptığı için, Ruslar Lozan Konferansına gittikleri takdirde
kendisinin başmurahhas olmasını şart görüyor. Onda böyle
bir hava sezdim. Konuşmasında kendisinin konferansa gitmesi
düşünülüyormuş tarzında bir zihniyetin muhakemesi vardı.
Böyle bir husus söz konusuymuş gibi bunları anlattı.
Konuşmamızda mesele böyle kaldı.
Ertesi gün tekrar buluştuk.
Konuştuğumuz zaman Atatürk, Lozan Konferansı için bana karşı daha
ciddi tavır almaya başladı. Lozan’a senin gitmen
lazımdır, şeklinde konuştu. Cevap olarak hükümet var,
Hariciye Vekili var, vazife de onundur, dedim. Hariciye Vekili de seni istiyor,
dedi. Hakikaten konferansa gitmeye hiç niyetim yoktu. Olmaz dedim, istemiyorum
dedim.
Atatürk’le aramızdaki bu konuşmayı Karabekir’e
anlattım. Bu esnada Rusların konferansa davet edildiklerini de
öğrenmiş bulunuyorduk. Karabekir, Atatürk’le aramızdaki konuşmayı dinledikten sonra,
bana şunları söyledi:
“Benim konferansta vazife almam
Rusların bulunmasına, bulunmamasına bağlanıyordu.
Şimdi mahzur kalmadı. Gümrü’de yaptığım gibi Lozan
Konferansında da bulunmam, oraya benim gitmem lazım. Öyle değil
mi?”
Ben, hayretle;
“Dün biz askerler gitmeyelim,
karışmayalım, diyordun. Şimdi uygun olacağı fikri
nereden çıktı?” diye sordum. Karabekir, sözlerime cevap
olarak, “Ama mesele çok mühimdir” dedi. Ben istemiyorum,
karışmıyorum, ne haliniz varsa görün tarzında konuşarak
tamamiyle istiğna gösterdim.
Artık, hep beraber
Ankara’ya dönmek zamanıydı. Atatürk bu sefer benimle ciddi olarak konuştu. Kesin vaziyet
aldı. Behemahal gideceksin, başka çaremiz yoktur, bu vazifeyi
yapacaksın, dedi. Konuşmamız böyle devam ediyor. Ben Hariciye
Vekili var diyorum. O, sen Hariciye Vekili olacaksın, diyor. Nasıl
olacağım, diye soruyorum. Yusuf
Kemal Bey Hariciye Vekilliğine seni teklif edecek, o yaptıracak,
diye cevap veriyor.
Bu vaziyette Bursa’dan
ayrılıp Ankara’ya geldik.
Ankara’da
Herkes Konferansla Meşgul
Ankara’ya geldiğim zaman
herkesin konferansla meşgul olduğunu fark ettim. Fakat bu esnada
görevinden istifa eden Yusuf Kemal Bey’in teklifi ile benim Hariciye Vekili olmam
Meclisin kararına bağlandı. Bir-iki gün sonra Meclisin
karşısına Hariciye Vekili olarak çıktım (Bkz. Ek 7).
Konuşmama, “Cephede tevdi edilen vazife dolayısıyla uzun müddet
Meclisten ayrıldıktan sonra, bugün tekrar huzurunuzda bulunmakla
iftihar duyuyorum” diye başladım. Ordumuzun, Büyük Millet Meclisi
ordularının hareketini anlattım. Bu derece şuurlu bir
orduyu bizim tarihimiz şimdiye kadar görmemiştir, dedim. Çok memnun
oldular. Ordularımızın bundan sonra için de vazifeye hazır
bulunduklarını söyledim. Şimdiye kadar her defasında ve her
seferde Büyük Millet Meclisi ordularının sulh vasıtası
olduğunu ispat ettiğimiz gibi, eğer bir gün sulhu muhafaza
etmek için ordulara yol vermekten başka çare kalmadığına
kani olursanız, Büyük Millet Meclisi orduları 26 Ağustostan 10
Ekime kadar 1,5 ayda yaptıklarını daha az bir zamanda yapacak
bir kudrettedirler, dedim. Bu sözlerimi hararetle alkışladılar.
Türk orduları sulhu temin için en kıymetli, en kudretli vasıta
olacaklardır, diye konuşmamı bağladım.
Lozan Konferansı için bu
ilk hazırlıkların yapıldığı,
konuşulduğu zamanlarda, büyük bir devlet meselesi çıktı.
Müttefikler bizi Lozan Konferansına davet etmişler, İstanbul
Hükümetini de çağırmışlardı. İstanbul Hükümeti
ekimin ortalarından, daha 17 Ekimden itibaren, konferansa beraber
gitmenin usullerini, çarelerini, esaslarını görüşmek üzere temas
arıyorlardı. Bu suretle Ankara’ya konferansa tek bir Büyük Millet
Meclisi murahhas heyeti olarak gitmek veyahut müttefiklerin ve İstanbul
Hükümetinin söyledikleri gibi iki başlı, iki delegasyon halinde
gitmek şıkları ortaya çıktı. Bu, tabiatıyla Büyük
Millet Meclisi Hükümeti ile İstanbul Hükümeti tezadının
çatışmasına müncer oldu.
Bu duruma Atatürk kesin vaziyet aldı. Hulasa olarak onun görüşü ve
sözleri şöyledir: Şimdiye kadar harbi, sulhu Büyük Millet Meclisi
idare etmiş ve neticeye götürmüştür. İstanbul Hükümeti bunun
karşısında yalnız olumsuz, yalnız zarar verici bir
mevcudiyet almıştır. Şimdi konferansta müttefikler,
aynı vazifeyi İstanbul Hükümetine yaptırmak istiyorlar. Buna
müsaade edemeyiz, müsaade etmemek lazımdır. Bütün kudret Büyük Millet
Meclisi’nin elinde olduğu gibi, bütün salahiyet ve geleceğe ait kararlar,
tebliğler de onun elinde olmak lazımdır.
Bu esastan hareket ederek,
artık İstanbul’da, Türkiye Devletinin başında bir saltanat
idaresinin bulunması mümkün değildir fikri, hâkim fikir olarak
belirdi. Bu meselenin ele alınması ve halli mecburiyeti ile müzakereler
kasım ayı başında bu istikamete yöneldi.
Müttefikler bizi Lozan
Konferansına davet ettikleri notayı İstanbul’daki mümessilimize
verirken, notanın bir aynını da İzzet Paşa’ya verdiklerini şifahen
söylemişler. Bizim mümessilimiz herhangi bir resmi mahiyeti olmayan bu
beyanı malumat kabilinden kabul ettiğini bildirdi. Biz kendisine
talimat verdik. Müttefiklerin notasına cevabi notamızı verirken,
onlara diyecektik ki, notanın İzzet Paşa’ya da tevdi
olunmasını Türkiye ile alakadar bir mesele addetmiyoruz. Sulh
konferansına Türkiye mümessili olarak işgal mıntıkası
dahilinden heyetler davet olunmasını bizim konferansa
iştirakimize mani sayarız ve Mudanya Konferansı hükümlerinin
ihlal edildiğini telakki ederiz.
Onların İstanbul
Hükümetini de konferansa davet ettiklerine dair şifahi beyanlarına
karşı biz de bu izahı yapmış olduk.
SALTANATIN
KALDIRILMASI
Murahhas Heyeti Teşkili
Lozan Konferansına
İstanbul Hükümetinin de davet edilmesi hadisesi birkaç gün müzakere
edildikten sonra kasım ayının ilk günü saltanatın
lağvolunması kararı Büyük Meclisten çıkarıldı. Bu
karar müttefiklerce süratle cevaba uğradı. İstanbul Hükümetinin
mevcudiyeti kalmamış olunca, müttefik fevkalade komiserleri,
yalnız Büyük Millet Meclisi murahhas heyetinin konferansa davet
olunduğunu bir nota ile bizim İstanbul’daki temsilcimize
bildirdiler.
Şimdi Ankara’da, murahhas
heyetinin teşkili gerekiyordu. Benim başmurahhas olarak tayinim
Meclisçe ittifakla kabul olundu. Ondan sonra Rıza Nur ve Hasan (Saka) Bey’ler
murahhas seçildiler. Konferansa gidecek heyetimizin teşkilini müteakip
müşavirlerin tespitine, tayinine ve hareket hazırlıklarına
başlandı.
Bugünlerde Rus Sefiri ile birkaç
defa görüştüm. Boğazlar meselesi, Boğazlarla ilgili olarak
Lozan’da alınacak kararlar, tabiatıyla Rusya’yı da
ilgilendiriyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti gerek bu sebeple, gerek
Lozan Konferansında Rusya’dan müzaheret görmek için konferansa
Rusya’nın da davet edilmesini istemişti. Ben, henüz cepheden ve
Mudanya Konferansından dönmeden önce, Sovyet Rusya’nın Ankara’daki
Büyükelçisi Aralov
ile hükümet arasında bazı temaslar olmuş. Ben Hariciye
Vekili seçildikten sonra, bu temasların devamı olarak Rus Büyükelçisi
ile görüştüm. Bu görüşmeler, daha ziyade büyükelçinin hükümet
nezdinde yaptığı teşebbüslere dayanıyordu.
Hatırımda kaldığına göre, Lozan’a gitmek için
Ankara’dan ayrılacağım günlerde, ekim sonu veya kasım başında
Bay Aralov ile görüştüm
Ruslarla Diplomatik
İşbirliği
Ruslar, Lozan Konferansında
Boğazların bağlanacağı statüye son derece önem
veriyorlardı. Karadeniz’in emniyeti, Rusya’nın emniyeti, onlara göre
Boğazlar hakkında tespit edilecek statüye dayanıyordu. Bu sebeple
bizim fikrimizi öğrenmek, konferansta Boğazlar için nasıl bir
hal tarzına razı olacağımızı anlamak
istiyorlardı. Dikkatle üzerinde durdukları, önem verdikleri husus
şu: Boğazlar üzerinde İngiltere’nin muhtemel hesaplarını
bozmak ve Boğazları harp gemilerine karşı kapalı
tutmak. Kendi emniyetlerini bu suretle Boğazlar üzerinde sağlanacak
mutlak Türk hâkimiyetine bağlı sayıyorlardı.
Sanıyorum, hükümet nezdinde aşağı yukarı bu
görüşleri belirten resmi bir teşebbüste de bulunmuşlardı.
Bize, Lozan Konferansı için diplomatik işbirliği teklif
ediyorlardı.
Biz Misakı Milli ile
Boğazların tabi olacağı statü hakkındaki görüşümüzü
çok evvelden bütün dünyaya ilan etmiş bulunuyorduk. Bir Karadeniz
memleketi olması hasebiyle Rusya’nın, Lozan Konferansında
Boğazlarla ilgili müzakerelerde bulunmasını faydalı
görmüştük ve bu görüşümüzü müttefik devletlere de bildirmiştik.
Onlar da birçok memleketi alakadar eden Boğazlar rejiminin karara
bağlanmasında bu memleketlerin bulunmasını makul
karşılamışlar, haklı bulmuşlar, Rusya’yı bu
meselenin görüşülmesinde bulunmaya davet etmişlerdi.
Rus Büyükelçisi Aralov, hükümetinden aldığı talimat üzerine,
Rusya’nın Lozan Konferansına ilgili bir devlet olarak
katılmasını sağlamak için teşebbüse geçmemizi bize
telkin etmek istiyordu. Bu konuda ben kendisine, resmi olarak dedim ki:
“Türkiye kendisi ile harp
halinde bulunan devletlerle bir sulh muahedesi yapmak üzeredir. Rusya ile
aramızda imzalanmış Moskova Antlaşması vardır.
Lozan Konferansına hasım bulunduğumuz devletlerle beraber
Rusya’nın da katılmasını isteyemeyiz. Aksi takdirde,
Osmanlı idaresinin politikasını benimsemiş bir duruma
düşeriz. Lozan Konferansının bütün safhalarına
Rusya’nın katılması teklifi bizim eskiden büyük devletlerle
yaptığımız muahedeleri hatırlatacak bir durum
yaratabilir. Bununla beraber Boğazlar rejimi görüşülürken
Rusya’nın ve diğer Karadeniz memleketlerinin konferansta
görüşlerini ifade etmeleri imkânının kendilerine
sağlanması bizim makul karşıladığımız
bir formüldür.”
Bunun için çalışacağımızı
Aralov’a
anlattım. Misakı Milli’de belirttiğimiz esasların
dışına çıkamayız, dedim. Kendisine konferansta
Boğazlar meselesi konuşulurken Rus murahhas heyeti ile temas halinde
çalışacağımızı söyledim.
Aralov ile yaptığım konuşmalar
samimi bir hava içinde geçmiştir. Boğazlar meselesi üzerinde
söylediklerim, resmi beyanlarım kendisini tamamen tatmin etti mi,
bilemiyorum. Fakat anlayış gösterdi. Bundan, durumumuzu iyi
değerlendirdiğini tahmin ediyorum.
İstanbul’dan Lozan’a Hareket
Ankara’dan 4 Kasımda
hareket ettik. Yolda köprüler atılmış, tren Ankara’dan
İstanbul’a fasılasız gidemiyordu. Karaköy’de trenden indik,
otomobille Bilecik’e geldik ve burada, İstanbul’dan gelen hususi trene
binerek yola devam ettik. Bütün yol boyunca büyük, heyecanlı törenlerle
karşılanıp uğurlanarak İstanbul’a geldik.
İstanbul’da iki gün
kaldım. Refet
Paşa’nın karargâhı halinde bulunan şark mahvelinde
misafir edildim.
Bir akşam yemeğinde
beyanat verdim. Bu beyanatımda, sulh arzumuzu, mukavelelere riayetli
olduğumuzu, bir an evvel neticeye varmak istediğimizi belirtiyordum.
Mukavelelere riayetli olduğumuzu söylerken kastım, Fransızlarla
yaptığımız Ankara İtilaf Mukavelesi idi. Bu mukaveleye
riayeti, bu fikri belirtmek istiyordum. Aynı zamanda umumi olarak, tafsilata
girmeksizin hep Büyük Millet Meclisi’nin yaptığı ve
yapacağı mukaveleleri işaret ederek, umumi efkârı teskin
etmeye çalışıyordum.
Ayın 8’inde İstanbul’dan
Lozan’a hareket ettik. Sirkeci Garında yine büyük merasimle
uğurlandık.
Trenimiz İsviçre’ye
doğru yol alıyordu. Bulgaristan’dan geçerken Bulgar Başvekili Stamboliyski’nin trende olduğunu söylediler. Temas aradım.
Stamboliyski benim vagonuma geldi. Yanında güzel
Fransızca konuşan bir tercümanı vardı. Bir Bulgar
kızı. Bir de eski sefirlerden Strancep isminde biri vardı. Stamboliyski bir ihtilalciymiş. Çok içine dönük, az konuşan,
ürkek bir sima, bir tip idi. Kendisine Bulgaristan’ın ahvalini sordum. Çok
güçlükten, perişanlıktan, felaketten bahsetti. Stamboliyski’ye cesaret verici sözler söyledim. Müttefiklerin çok
tazyiki olup olmadığını sordum. Çok şikâyet etti. Hiç
nefes aldırmadıklarından bahsetti. Ne yapacaksın, diye
sordum. Hiçbir şey yapacak halimiz yok, dedi. Hiçbir şey yapacak
halimiz yok demek olmaz, mutlaka kendi varlığınızı
hissettirmelisiniz, hak sahibi olarak işgal kuvvetleri ile konuşacak
bir tavır takınmalısınız, dedim. Bu tarzda cesaret
verici sözler söyledim. O hep başını sallıyordu ve mümkün
değil, mümkün değil, diyordu. Stamboliyski bezgin bir haldeydi. Bir müddet böyle konuştuk.
Dikkatimi celbetti, benimle konuşurken özür dilercesine, biz sizin gibi
değiliz diyor, bir yandan da durmadan etrafına bakıyor, vagonun
içinde, dışında bizi dinleyen kimse olup olmadığını
merak ediyordu. Benim yanımda bu vaziyette bir müddet
sıkıntı çektikten sonra Stamboliyski ayrıldı, kendi vagonuna gitti. Bu suretle,
tamamıyla bitkin, perişan, ürkmüş bir başvekil görmüş
oldum.
Stamboliyski ile bu tren yolculuğunu, evvelce Bulgarlarla
eski ilişkilerimizi anlatırken söylemiştim. Lozan’da Trakya
sınırlarımız tespit edilirken, Stamboliyski’den bahsedeceğim için, burada kendisi ile trende
yaptığım konuşmayı daha mufassal olarak
anlattım.[1]
11 Kasımda Lozan’a
çıktık. O zamana kadar İsviçre hakkında bildiklerimiz
şundan bundan ibaret: Muharebe esnasında bütün ekalliyetler, bütün
devletlerce Türkler aleyhine yapılan propagandalarla İsviçre
muhitleri tamamıyla dolgun bir haldedir. Bu sebeple İsviçre’de umumi
efkâr, umumi temayül, Türkler için elverişli değildir, deniyordu.
Böyle bir ortam içine girmiş bulunuyorduk.
İsviçre’ye gelir gelmez
karşımıza çıkan ilk mesele İsviçre’yi tamamıyla
boş bulmamızdır. Müttefiklerden hiç kimse, hiçbir heyet
İsviçre’ye gelmemişti. Yalnız biz gitmiş bulunuyorduk.
Bunun zahiri sebebi İsviçre’de ve İngiltere’de yeni seçimlere
gidilmiş olmasıdır. O günler seçim günleri idi. İngiliz
heyeti İngiltere’deki seçimler bittikten sonra gelebilecek ve konferans başlayacaktı.
Ben İstanbul’da General Harrington ile görüşmüştüm. O bana bir
şey söylememişti. Gerek İstanbul’da, gerek İstanbul’dan
ayrıldıktan sonra yolda veya herhangi bir yerde bana konferansın
bize söylendiği gibi ayın 13’ünde toplanmayacağını,
bir hafta teehhür edeceğini bildirmemişlerdi. Bu durumdan çok
sıkıldım. Gazetecileri topladım. Evvela bu boşluktan,
kimsenin bulunmamasından şikâyet ettim. Bizi ayın 13’ü için
buraya çağırdılar. Geldik, yokturlar. Eee... Niçin yoksunuz?
Bari onu söyleyin. Böyle bir hareketin manasız olduğu kadar,
haksızlığını ve dikkatsizliğini de belirttim ve
şikâyetçi olarak İsviçre gazetelerine anlatmaya
çalıştım. İsviçre gazeteleri, Türklerle ilk defa temas
ediyorlardı. Şikâyetlerimi biraz uzaktan ihtiyat ile
dinlemişlerdi. Tabii ve sade insanlar olarak bizimle temas etmekten, hiç
olmazsa ürküntü duymamış bir halde yanımızdan
ayrılmışlardı.
İSVİÇRE’DE MÜTTEFİKLER YOKTU
Paris’e
Davet Ediliyorum
İsviçreli gazetecilerle
yaptığım basın toplantısından sonra otelde, Sayın
Ferit Tek’i bekliyorum. Ferit Tek o zaman bizim Paris’te
temsilcimizdi. Kendisinden havadis alacaktım. Bu esnada Lozan’daki
Fransız Konsolosu benimle görüşmek üzere otele geldi. Fransız
Sefirinin bu akşam beni görmek istediğini söyledi. O akşam
Fransız Sefiri ile görüştüm. Fransız Hükümeti beni Paris’e davet
ediyordu. Konferans için henüz bir haftalık vakit vardı. Bu vakitten
istifade ederek görüşmemizi ve bana Fransa’yı tanıma
fırsatı vermek istiyorlardı. Daveti kabul ettim. Bu arada Ferit Bey de gelmişti. Onunla da görüştüm. Hemen ertesi
gün Paris’e hareket ettim. Paris’te başvekâlet dairesinde Mösyö Poincaré ile buluştuk. Bütün merakım, sulh
var mı yok mu, bunun üzerine bir teşhis koymaktı.
Fransa ile 1921 Ekiminde Ankara’da
bir anlaşma yapmıştık. Bu anlaşma ile Suriye
hudutlarını tespit etmiş ve aramızdaki muharebeyi
kesmiştik. Böylece Fransızlarla
yakınlığımız vardı, hatta ufak tefek
alışveriş de yapmıştık. Bir ara, muharebe
esnasında fırsat bulup Fransızlardan bir miktar otomobil
satın almak imkânını da bulmuştuk. Lozan Konferansına
başlarken, İzmir’deki temasların da yardımı ile
Fransızlarla olan münasebetlerimiz sıcak bir halde
sayılabilirdi. Mösyö Poincaré ile bu hava içinde, bu zihniyetle
görüştüm.
Poincaré’ye, sulh olup olmayacağını sordum.
“Elbette olacak” dedi. Mösyö Poincaré, sulh için şartların
elverişli bulunduğunu ve herkesin sulh arzusunda ve kararında
olduğunu söylüyordu. Konuşmamız böyle başladı. Ben
sulh olmak için esaslı birtakım noktalar üzerinde aydınlanmak
istediğimi belirttim. Müsait davrandı.
İstanbul’dan
çıkmanız şarttır, dedim. İstanbul’un ve
Boğazların tahliyesi meselesi üzerinde durdum Bu esaslı bir
meseledir, olacak mıdır, diye sordum. Evet dedi, tasdik etti. Sulh
olur olmaz, sulh anlaşması imza edilir edilmez, İstanbul’un
müttefik kuvvetlerden ve idaresinden tahliyesi aramızda konuşuldu.
Ben mevzu üzerinde etraflı bilgi almak istiyorum. Müttefikler
İstanbul’dan çıkacaklar. Boğazlardan da Çanakkale
Boğazından da çıkacaklar mı? Kendisine soruyorum, Gelibolu
Yarımadasından da çıkacak mısınız? Mösyö Poincaré, sorularımı olumlu
karşılıyor, beni tasdik ediyor. Ben kendisine açıkça
anlatmak istiyorum ve diyorum ki: İstanbul’da, Trakya’da, Boğazlarda,
hiçbir yerde ne bir kuvvet, ne bir komisyon, ne bir kimse kabul etmeyiz.
İyi anlayalım, memleketin herhangi bir köşesinde ufak büyük
herhangi bir ilişki bırakmanız tasavvur olunamaz.
Mösyö Poincaré cevap veriyor, evet diyor, beni tasdik ediyor.
Ben sözlerime devam ederek, askeri tahdit kabul etmeyiz, dedim. “Düşünmüyoruz”
diye cevap verdi. Böylece Mösyö Poincaré ile tahliye meselesini bütün etrafı ile
görüştüğümü zannediyordum. Bundan sonra ekalliyetler meselesini
açtım. Benim ekalliyetler meselesine önem vererek bu hususa derhal
değinmemi, bugünkü umumi efkârımızı kavraması ve hemen
anlaması biraz güçtür. Bu sebeple biraz açıklamak istiyorum.
Gerek Birinci Cihan Harbi
esnasında ve gerek mütareke devrinde, İstanbul’da ve Anadolu’da bütün
hasımlarımızın Türkiye aleyhinde işledikleri
konulara, Cihan Harbi devamınca ekalliyetlerin, yani Ermenilerin ve
Rumların bizim idaremizden gördükleri zulümlerin propagandası
hâkimdi. Anadolu’nun her yerinde o sıralarda Türkler azınlıkta
gösteriliyor, hemen dünyanın her tarafında, her memlekette Türklerin
zulmünden şikâyet edilerek Türklere yapılacak muamele
pazarlığa çıkarılmış bulunuyordu. Buna sebep
olarak ekalliyetlerin propagandası ve şikâyetleri gösteriliyordu.
Şimdi biz, bir harp
esnasında yapılacak zulümlerin nasıl zulümler olabileceğini,
Yunan istilası ile müttefiklerin işgali ile nefsimizde
tatmış, anlamış ve bunu dünyaya anlatmış
olduğumuzu zannederek, yeniden karşılarına
çıkıyorduk. Bir şikâyetlerine karşı on tane
şikâyet söyleyebilecek, misaller gösterebilecek haldeydik. Bütün
bunları Mösyö Poincaré ile konuştum.
Konferans Öncesi
Görüşmelerim Sürüyor
Mösyö Poincaré ile ekalliyetler meselesini konuşuyoruz.
Bu konudaki görüşlerimi anlattıktan sonra, ekalliyetler meselesinde
vaziyet nedir, müttefikler bizden neler isteyecekler diye sordum. Mösyö Poincaré bana, kısa bir mukabil sualle cevap verdi
ve dedi ki:
“Birkaç gün evvel Lord Curzon buradaydı. Kendisi ile ekalliyetler meselesini
görüşmek istedim. Ekalliyetlerin durumu ne olacak diye konuştuk. Lord
Curzon bana, ekalliyetler kaldı mı ki, ne
olacağını düşünmek mümkün olsun, cevabını verdi.
İngilizlerin zihniyeti budur.”
Ekalliyetler meselesini bu
noktada kestik. Bununla beraber ekalliyetler mevzuunda ne
düşündüğümüzü kendisine kesin olarak şöyle anlattım: Son
zamanki muharebelerde galip ve mağlup bütün milletlerce, ekalliyetler
için mütekabil olarak tanınmış olan himaye ve teminat
hükümlerinin hepsini kabul ediyoruz. Bunun dışında Türkiye’ye
mahsus herhangi bir kayıt kabul etmeyiz. Misakı Milli ile ilan
ettiğimiz husus da böyledir.
Ne dersiniz, diye sordum. Beni
tasdik etti. Ekalliyetler mevzuundaki kararımızı kendisine
böylece anlatmış oldum.
Hudut meselesinden söz
açıldı. Fransa ile aramızdaki Suriye hududu daha evvel Ankara
İtilafnamesi ile hallolunmuştu. Onu tekrar ettik, teyit ettik.
Bundan sonra Musul meselesini açtım. “İngiliz meselesidir, onunla
konuşursunuz” dedi. Konuşmamızı Türk-Yunan hududuna intikal
ettirerek Karaağaç üzerindeki tezimizi söyledim, burayı almadan
bırakmayız, dedim. Bunun üzerine aramızda biraz münakaşa
geçti. Ama Mösyö Poincaré, ısrarsız ve isteksiz bir
hal gösteriyor, bu konuda biraz uzakta duruyordu.
Mösyö Poincaré ile konuşmamızın asıl
mühim noktasına, kapitülasyonlar meselesine geldim. Ona,
kapitülasyonları lağvettiğimizi söyledim, kapitülasyonların
muahedede yeri olmayacaktır, dedim. Bu tarzda konuşmaya
başladım.
Bu mevzu, Türk
aydınlarının eski ve aziz bir rüyası idi. Ve daha konferans
başlamadan evvel her vatanperverin zihninde yer etmişti. Birinci
Cihan Harbi’ne girişimizde, müttefikimiz Almanlara kapitülasyonların
kalkmasını şart olarak koşmuştuk. Almanlar, bu
şarta, diğer devletler kabul ettikleri takdirde razı
olacaklarını söylemişlerdi. Yani, Birinci Cihan Harbi’ne
girişimiz bedeli olarak dahi, Almanlar kapitülasyonların
ilgasını mutlak surette ve kendi hesaplarına kabul
etmemişlerdi. Sevr Muahedesinde kapitülasyonlar, Patrikhanenin
imtiyazlarının artırılması ve azınlık
haklarının İslam milletlere de teşmili suretiyle
genişletilmişti. Görülüyor ki, kapitülasyonların
kaldırılmaması, Türkten başka yerli ve yabancı bütün
unsurların müşterek davası idi. Bu davanın bizim lehimize
çözülmesi o kadar muazzam, çetin ve zahmetli bir iş olarak
karşımızda duruyordu.
Gerek Mösyö Poincaré ile yaptığım bu konuşmada,
gerek Lozan Konferansında anladım ki, kapitülasyonlarla ilgili
devletler Türkiye’de bunun kaldırılmasının Çin’e kadar
bütün şark milletlerini harekete geçireceği endişesindeydiler.
Bu bakımdan bütün dünyayı saran hâkimiyetlerinde bir rahne
açılacağından ciddi surette sakınıyorlardı.
Mösyö Poincaré, benim kapitülasyonların
kaldırılması hakkındaki mülahazalarımı
karşıladı, “Kapitülasyonlar eski muahedelere
bağlıdır, bunlar durmaktadır, yapılacak muahedede yeri
olmayacaktır ve olamaz, fakat mutlaka konferansta kapitülasyonlardan
bahsolunacaktır” dedi. Bunun üzerine ben, “Madem ki kapitülasyonlardan
bahsolunacaktır, ilga edildiği ve herkesin bu ilgayı
tanıdığı şeklinde bahsolunmak lazımdır”
cevabını verdim.
Mösyö Poincaré, “Öyle değil” dedi ve aramızdaki
konuşma karşılıklı olarak şöyle devam etti:
“Bu kapitülasyonlar bizim için
baş meselelerden biridir. Bu hallolmadıkça sulh olmaz” dedim.
“Canım bunun için sulh geri
kalmaz. Geçici, yardımcı bir şekil elbette buluruz.”
“Meselenin nasıl
hallolunacağı, bugünkü şartlar içinde nasıl bir tedbir
bulunacağı araştırılacaktır. Yani, onun yerine
başka tedbirler alınacaktır, eksikler var onlar düzeltilecek,
bizim için böyle bir mevzu olamaz. Hiçbir memlekette, hiçbir müstakil
memlekette böyle şey yoktur. Asırlardan beri kapitülasyonlar bizim
başımıza bela olmuştur. Biz bunu tanımadık,
tanımıyoruz, tanımayacağız. Kapitülasyonlar sulh
bakımından bizim için çok esaslı bir noktadır.”
Mösyö Poincaré, “Evet kapitülasyonlar ehemmiyetlidir,
fakat kapitülasyonlar deyince ne anlıyorsunuz?” diye sordu.
Cevap verdim:
“Ne anlıyorum? Hem ticari
ve mali kısmı var, hem adli kısmı var.”
“Ticari ve mali
kısmını bir şekle koyabiliriz. Bunu kaldırmak ve
anlaşmak kolaydır” dedi.
“Adli kısmı ne
olacak?” diye sordum.
“Canım bir hal çaresi
bulacağız.”
Mösyö Poincaré mali kapitülasyonların
kaldırılmasında müsait davrandığı halde, adli
kapitülasyonlar için kaçamaklı konuşuyordu. Ne gibi bir çare
bulunacağını sorduğumda, konuşup bulacağız
gibi, net olmayan sözler söyledi. Nihayet anladım ki,
kapitülasyonların adli kısmı için bir intikal devri
lazımdır, düşüncesindeydi.
Kapitülasyonlar meselesinde Mösyö
Poincaré ile daha yarım saat kadar konuştuk.
Konuşmamız bir münakaşa, bir çekişme halinde devam etti.
Ben kaldıracağız diyordum; o, intikal devri koyacağız
diyordu. Bunsuz sulh olmaz, bizim dediğimiz olmazsa sulh
yapılmayacaktır, diyordum. Sulh yapacağız, sulh yapmamak
olur mu, diyordu. Evet sulh yapacağız, fakat kapitülasyonları
kabul etmiyorsak nasıl olacak? Canım bir şekil bulacağız,
kabul edeceksiniz, diyordu.
Bu müzakere artık devam
edemez bir hale geldi. Ondan sonra konuşmayı bitirdim,
ayrıldım ve Mösyö Poincaré’nin odasından çıktım.
Mösyö Poincaré ile mülakatımız bir saat kadar
sürmüştü. Odasından çıktığım zaman
kapının önünde bir adama rastladım. Bana memnun olup
olmadığımı sordu. Nedir intibaın, dedi. Ben o zamana
kadar böyle suallere hiç alışmamışım. Bir ciddi
konuşmadan çıkar çıkmaz, tanımadığım bir kimseye
fikir söylemek ve hesap verir gibi bir vaziyet almak benim bilmediğim
şeyler. Gazeteciymiş. Vaziyetten memnun musunuz, diye soruyordu. Memnunum,
dedim ve başka bir şey söylemedim. Gazeteci ayrılıp gitti.
Ertesi gün gazetelerde benim Poincaré ile yaptığım mülakattan, vaziyetten memnun
olduğum yazıldı. Halbuki ben memnun oldum dediğim zaman,
çok bilmediğim birtakım şeyleri öğrendim ve fikirlerimi
söyledim, bu fırsatı buldum demek istiyordum. Gazeteci benim memnunum
dememden, Poincaré
ile görüşmemizde her noktada mutabık kaldık tarzında
bir mana çıkarmıştı.
Fransız Nazırları
Beni Teşvik Ettiler
Mösyö Poincaré ile yaptığımız
konuşmanın tesiri akşama kadar üzerimden gitmedi.
Mülakatımız esnasında, Fransızların doğrudan
doğruya alakadar oldukları temel meselelerden hiçbirisine
dokunmamıştım. Borçlar meselesi, borçların tediyesi
meselesi, imtiyazlar vesaire, vesaire... Bunların hiçbirisi
konuşulmamıştı. Konuşmamız
anlattığım gibi, devlet işleri ile meşgul olan
herkesin bildiği umumi meseleler üzerinde kalmıştı. Fakat
kapitülasyonlar mevzuunda kendisinde gördüğüm mukavemet bende çok acı
ve olumsuz bir tesir bırakmıştı.
O gün Mösyö
Franklin Bouillon, Fransız Harbiye Nazırı Mösyö
Painlèvé ile beraber beni yemeğe
çağırmışlardı. Mösyö Franklin Bouillon,
Ankara İtilafnamesinden sonra cepheyi ziyaretinden, zaferden sonra
General Pellé ile beraber Atatürk ile görüşmek üzere İzmir’e gelmelerinden ve
nihayet Mudanya Konferansında seyirci olarak bulunmasından, çok iyi
tanıdığım bir devlet adamı idi. Âdeta aramızda
dostluk hasıl olmuştu. Akşam bir lokantada hep beraber oturduk,
yemek yedik. Günün en ilgi çeken meselesi, benim Poincaré ile yaptığım görüşme idi. Kendilerine
bu mülakatta neler konuştuğumuzu anlattım. Mösyö Poincaré ile birtakım esaslı meseleleri
konuştum, dedim. Fransız menfaatlerini çok ilgilendiren temel
meselelere temas edilmediği, aramızda anlaşma güçlüğü
yaratacak böyle meseleler konuşulmadığı halde,
kapitülasyonlar üzerinde gördüğüm mukavemeti naklettim. Bundan
şikâyet ettim. Bütün ümidim Mösyö Poincaré ile konuşmaktan kuvvetli
çıkmaktı. Şimdi ne yapacağım bilmiyorum, dedim.
Fransızlar beni dikkatle ve
dostça dinliyorlardı. Benim şikâyetçi olduğumu görünce, “Ne
oldu?” dediler. Anlattım:
“Mösyö Poincaré kapitülasyonlarda ısrar ediyor. Ben,
olmaz, bunun hiçbir şeklini kabul edemeyiz, diyorum. O, bir intikal
şekli, bir intikal devri getireceğiz, diyor. Kabul etmeyeceğiz
diyorum, kabul edeceksiniz diyor. Bu tarzda konuşuldu, birbirimizi anlamaz
bir halde, fikirlerimizde ısrar ederek ayrıldık.
Fransızların bizi en iyi anlayacak insanlar oldukları zihniyeti
ile geldim, o zihniyetle konuştum, fakat mütehayyir kaldım. Nasıl
olacak bilmiyorum.”
Ne düşündüğümü
sordular, ne düşünüyorsun, dediler. Düşündüklerimi şöyle
anlattım:
“Her mesele hallolsa da
yalnız kapitülasyonlar meselesi askıda kalsa, yine sulh
olmayacaktır. Onun için, konferansta, kısa bir zamanda bütün meseleleri
ortaya koyup münakaşa etmeliyiz. Ne hallolunabilir, ne hallolunamaz, o
meydana çıkmalı. Eğer endişelerimde haklı olduğum
anlaşılırsa, konferansı kesip memleketime gideceğim.
Böyle düşünüyorum” dedim.
Fransız nazırları
beni teskin etmeye çalıştılar. Böyle yapma, konferansta
birbirinizle daha iyi tanışacaksınız, fikirlerinizi daha
iyi anlatacaksınız, tarzında konuşarak beni teşvik
ettiler. Mösyö Franklin Bouillon daha ileri giderek,
konferansı bir an evvel kesintiye götürmek doğru bir hareket
değildir, dedi ve sözlerine şöyle devam etti:
“Mutlaka zaman
kazanmalısınız. Çünkü sizi tanımıyorlar. Anadolu’yu
bilmiyorlar. Yaptığınız işi her yerde olan bir askeri
ayaklanma gibi görüyorlar. Bunlar, birinci derecede devlet
adamlarıdır. Fakat sizin hakkınızdaki umumi
anlayışları böyledir. Büyük adamlar olarak büyük davalar peşindedirler.
Türkler de büyük davalar peşindedirler, düşüncelerinde ciddidirler,
samimidirler, bunlar hakkında hiçbir fikirleri yoktur. Hiçbirinin fikri
yoktur. Kendinizi mutlaka onlara öğretmeniz lazımdır. Bunun için
zaman kazanmalısınız. Konferansta uğraşa
uğraşa, yıprata yıprata bütün bu gerçekleri bunlara
anlatacaksınız.”
Mösyö Franklin
Bouillon samimiyetle bana ümit ve casaret vermek isteyen
bu sözleri söyledi. Kendisine nasıl anlayacaklar, diye sordum. Merak etme,
anlarlar, dedi. Son olarak bana, Fransız tabiri ile konferansı
yıpratacaksın tarzında bir tavsiyede bulundu.
Mussolini ile de Görüştüm
Fransız nazırları
ile akşam yemeğindeki konuşmalarımız bu şekilde
bitti. Fransa’nın en yüksek seviyede en tanınmış
insanları ile, resmi diplomatik ilişkiler dışında
dostça yaptığımız bu konuşmalar benim için hakikaten
istifadeli ve uyarıcı oldu. Bana bu imkânı, bu istifadeyi Franklin
Bouillon sağlamıştı. Mösyö Franklin
Bouillon 1921 yılında güneydeki
Türk-Fransız harbine son vermek için Ankara’ya geldiği zaman,
Türklerle ilk defa temasa geçiyordu. Ankara İtilafnamesini yapmak için o
zaman bizim diplomatlarımızla temas etti. Vakit vakit Atatürk ile görüştü ve nihayet bir neticeye vardılar. Mösyö
Franklin Bouillon, Ankara’nın içyüzünü
görmüş ve bütün insanlarını en teklifsiz, en samimi şartlar
içinde konuşarak tanımıştı. Mösyö Franklin
Bouillon bundan sonra Atatürk ile beraber cepheye bir gezi yapmıştı. Ben
kendisini bu vesile ile Akşehir’de gördüm ve tanıdım. Orada
buluştuk, beraber akşam yemeği yedik ve konuştuk.
Aramızda geçen hasbıhallerde bana dünya orduları
hakkındaki kanaatlerini söylemişti. İfade ettiğine göre
dünyada iki ordu vardı: Birisi Fransız ordusudur, birisi Türk
ordusudur. O, bu kanaatte idi. Gördüğümüz muameleleri, memleketin
uğradığı halleri haksız bulurdu. Hulasa Mösyö Franklin
Bouillon’da bize karşı dost hissiyatı
vardı. Yanında Kolonel Moujin bulunuyordu. O da Fransa Hükümetinin bir
temsilcisi idi. Albay Moujin de Türklerle çok kaynaşmış ve
Türkleri iyi tanımış bir halde bulunuyordu. Mösyö Franklin
Bouillon ile İzmir’e girdikten sonra tekrar
buluştuk. Fransa’dan İzmir’e gelmişti. Mütareke ve sulh
hazırlıkları için müttefiklerle bizim aramızda tavassut
rolü oynadı. Sonra Mudanya Mütarekesi esnasında konferansa geldi.
Konuşmaları takip ediyordu. Konferans görüşmeleri
dışında zaman zaman bir-iki kelime konuşacak fırsat
buluyorduk. Bütün bu münasebetlerle iyi
tanıştığımızı sanıyorum.
Atatürk, Franklin Bouillon’un kabiliyetleri, meziyetleri hakkında çok
geniş ve çok olumlu intibalarla dolu idi. Onu çok kıymetli bir adam
sayıyordu. Gerçekten Franklin Bouillon hepimiz üzerinde Fransa politikasında geniş
görüşleri olan bir insan intibaını
bırakmıştı.
Paris’te birkaç gün
kaldıktan sonra Lozan’a döndüm. Fransızlar da dahil olmak üzere
Avrupa diplomatlarının Türkleri tanımadıklarını
ve kendimizi onlara tanıtmak lazım geldiğini öğrenmiş
ve Fransız nazırları ile yaptığımız samimi
konuşmalarımızdan bu intibaı edinmiş olarak Lozan’a
dönmüş bulunuyordum.
Konferansın ayın
yirmisinde açılacağını söylediler. Bugünlerde Mösyö Poincaré ve Mösyö Mussolini de Lozan’a gelmişlerdi. Poincaré ile konferans başlamadan tekrar görüşmek
fırsatını buldum. Mösyö Poincaré nazik, her türlü gösterişten uzak olan,
gösteriş tarafı bulunmayan ciddi bir insandı.
Karşısındaki üzerinde bu tesiri bırakıyordu. Bu
görünüşüne rağmen, şayanı hayrettir ki, son derece
sebatlı ve inatçı idi. Paris’te kendisi ile konuştuğumuz
zaman, muhtelif meseleler hakkında fikrini söylemişti. Bu defa
Lozan’da görüştüğümüzde, kendisini kapitülasyonlar meselesinde
aynı şekilde ısrarlı ve inatçı buldum. Uzun müddet
Almanlarla mücadele yapmış olan bu Fransız devlet
adamının bir defa zihnine koyduğu ve politika olarak takip
ettiği meselelerle ne kadar sebatla hiç yılmadan, hiç sapmadan
çalışmış olduğunun canlı misalini daima
hafızamda tutmuşumdur. Yani insanda, iradesi çok kuvvetli,
sebatı sarsılmaz bir kimse tesiri bırakıyordu. Ciddi, nazik
idi, kavgası gürültüsü hiç yoktu. Poincaré’den bende kalan iz budur.
Konferansın
başlamasından önceki günlerdeyiz. Bu arada bir fırsat bulup Mösyö
Mussolini ile de bir defa görüşmek istedim.
Buluştuk. İtalya’nın noktai nazarına teşhis koymak
istiyordum. Onunla konuşurken sulhtan bahsettim. Sulh olacak mı,
diye sordum. Olacak dedi. Mussolini ile iktidarının büyük darbe
başarılarının başında bulunduğu bir devirde
konuşuyordum. Bu konuşmayı yaparken başlıca
teşhis koymak istediğim şey, şayet İngilizler sulhu
bir çıkmaza götürürlerse ve İstanbul’da, Boğazlarda bir harp
açarlarsa, kendilerinin bu harbe iştirak etmeye ne kadar hevesli
olduklarını tahmin edebilmekti. Hevesli olmadıkları
intibaını aldım. Poincaré’ye söylediklerimi ona da söyledim. Tahliye edeceksiniz,
dedim. Tabii tahliye edilecektir, cevabını verdi. İstanbul
tahliye edilecektir, Boğazlar tahliye edilecektir, Gelibolu’da kimse
kalmayacaktır, hiçbir komisyon tanımayız, şeklinde
sözlerimi tamamladım. Mösyö Mussolini bunların hepsine kesinlikle olumlu cevap
veriyordu. Konuşmaları, tahliye ettikleri zaman tam tahliye
edecekleri intibaını veriyordu. İngilizlerin İstanbul’da,
Boğazlarda, herhangi bir yerde kalmasına İtalya’nın
muvafakat etmeyeceği intibaını teminat derecesinde söylemeye,
anlatmaya çalışıyordu. Ama çok mağrurdu ve muhtelif
meseleler üzerinde ciddi olarak ne fikrinden istifade etmeye, ne kendisi ile
bir taahhüde girmeye istidat göstermiyordu. Çok gösterişli, çok
çalımlı idi. İlk günden itibaren. Birinci Cihan Harbi’nde
İtalya’ya iyi muamele edilmemiş, mütemadiyen fedakârlığa
sevk olunmuş, yahut fedakârlık değil, umduklarını
kendilerine vermek için müttefikler hiçbir gayret göstermemiş, hulasa
eş muamelesi görmemiş bir memleketin, bir idarenin
hıncını almak için ortaya atılmış bir kahraman
edasını daima muhafaza etmiş ve prestij meselelerinde son derece
hassasiyet göstermiştir.
Mösyö Mussolini’ye adalardan söz açmak istedim. Adalar
meselesi ne olacak, dedim. Kendi işgallerinde bulunan adalar için kesin
olarak vaziyet aldı. Hallolmuş meseledir dedi ve halledilmiş
bir meselenin hiçbir suretle tekrar konuşulması hatıra gelemez,
tarzında müzakereye girmekten imtina etti. Ondan sonra istikbal için
İtalya ile Türkiye arasında iyi münasebetlerle ilgili kısa
cümleler halinde konuştuk ve ayrıldık.
KONFERANSIN
AÇILIŞI
Konferansı Fransızlar
İdare Ediyor
Konferans 20 Kasımda
toplanacak. Konferansın açılışı ile ilgili olarak
bize tebliğ edilen programa göre, İsviçre Reisicumhuru bir
açış konuşması yapacak. Fakat, bu konuşmaya Lozan
Konferansı namına birisi belki cevap verecek, dediler. Duyar duymaz,
kim cevap verecek, diye sordum. Heyetten birisi dediler. Bir cevap
verilecekse, ben de behemahal söz alır bir konuşma yaparım,
dedim. Kararım böyle.
Konferansın
açılması hazırlıklarını müttefikler namına
Fransızlar idare ediyor ve teması onlar kuruyorlardı.
İsviçre Reisicumhurundan başka birisi konuşursa, benim de
konuşacağımı söylememden biraz sonra, Fransızlar
tekrar temas ettiler. Ve dediler ki, konferansı İsviçre Reisicumhuru
açacak, başka hiç kimse konuşmayacak. Peki, hiç kimse konuşmayacaksa,
benim de söyleyecek bir sözüm yok, ben de konuşmam, dedim. En son
konuşma meselesi böyle kararlaştırılmıştı.
Zannediyorum o gece veya ertesi gün tekrar kulağımıza bir söz
geldi: Konferansı, kararlaştırıldığı,
programda yazılı olduğu gibi, ev sahibi durumunda olan
İsviçre Reisicumhuru açacak ve İngiliz Hariciye Nazırı
konferans namına reisicumhura teşekkür ederek bir açış
nutku söyleyecek. Onun üzerine, ben de reisicumhura teşekkür ederim ve
noktai nazarımızı kısaca söylemek isterim, dedim. Benim bu
konudaki hassasiyetimi, ısrarımı Mösyö Poincaré’ye duyurmuşlar. Benimle
görüşmek istediğini haber verdiler.
Biz Lozan Palas’ta
kalıyoruz. Fransızlar da oradalar. Bundan dolayı
Fransızlarla görüşmemiz daha kolay oluyordu. İngilizler,
aşağıda Uşi’de Şato adlı otelde
kalıyorlardı. Bu, büyük bir oteldi.
Konferansın
başlayacağı gün, konferans salonuna gideceğimizden bir-iki
saat evvel, Mösyö Poincaré ile bir salonda ayakta görüştük. Ne yapacaksın,
diye sordu. Ben de konuşacağım, dedim. Niçin, ne lüzumu var,
dedi. Ben ısrar ettim. Böyle şey olmaz, bir taraf konuşacak biz
konuşmayacağız, buna razı değilim, biz burada
eşitlik üzerinde duruyoruz, behemahal konuşacağım diye
direndim. Mösyö Poincaré bunun üzerine, ne konuşacaksın
dedi. Yazdığım cebimde hazır cevabını verdim.
Görebilir miyim, diye sordu. Hayhay diyerek okuyacağım nutku
çıkardım, Mösyö Poincaré’ye gösterdim. Baştan
aşağıya dikkatle okudu. İtiraz etmeye başladı.
Bana diyordu ki: İşte daha başlarken şikâyet ediyorsunuz.
Bunların hepsi arkada kaldı. Şimdi konferansa iyi bir hava ile
gidelim. Bundan vazgeç.
Konferansa iyi bir hava ile
gidelim. Bunu biz de istiyoruz, şüphe yok. Ama konferansa müsavi haklarla
ve müsavi durumda başlayalım. Buraya biz böyle geldik. Bunları Mösyö
Poincaré’ye anlattım. Aramızda bir hayli
münakaşa oldu. Sonra benim nutuk üzerinde cümle cümle, satır satır,
fikir beyan etmeye başladı. Bu serttir, bu ileridir, bu lüzumsuzdur,
tarzında görüşlerini söyledi. Ben hiçbirisinden vazgeçmedim.
Nihayet, şimdi neydi bilmiyorum, bir kelime bulduk, o kelimeyi
değiştirmeye razı oldum. Başka bir kelime söyleyerek, onun
yerine bunu koyarız dedim. Mutabık kaldık. Nutuk cebimde hazır,
birisi konuşursa ben de konuşacağım. Bunları söyledim
ve ayrıldık.
Konferans açıldı.
Zannediyorum Mont Benon Gazinosunun salonuydu. İsviçre Reisicumhuru
çıktı. Nazikâne bir tarzda hoş geldiniz dedi, sulh
temennisinden, başarı dileklerinden bahsetti, sonra kürsüden
ayrıldı. Hemen arkasından Lord Curzon çıktı. O da İngilizce bir nutuk
söyledi. Yerine iner inmez ben, hemen kürsüye çıktım. Reis efendi,
diye başlayan aşağıdaki nutkumu okudum:
“Dört seneden ziyadedir, Vilson
esası ve imanı üzerine kurulmuş bir mütareke, Osmanlı
İmparatorluğu’nun girişmiş olduğu muhasamatı,
resmi surette tatil etmişti. Sulhun nimetlerinden daima mahrum kalan Türk
milleti, o tarihten beri hak ve adalet istihsali için, yaptığı
mükerrer sulh teşebbüslerinin kifayetsizliğini ve
faidesizliğini idrak ederek, artık hiçbir kurtuluş ümidi
kalmadığını anlayarak, varlığını
korumaya ve maddi manevi kendi vasıtalarıyla istiklalini
sağlamaya muvaffak oldu. Bu yolda birçok ıstıraplara
katlandı. Hadsiz hesapsız fedakârlıklara rıza gösterdi.
Hür milletler, bu hale teveccühlü
bir gözle şahit olmuşlardır. Her yaşta ve her mevkideki
Türkler, kadın ve çocuk, bu müdafaa harbine iştirak ettiler. 1918
tarihinden sonra Türk milletinin maruz olduğu sonsuz hücumları ve
ıstırapları, burada hatırlatmaktan kendimi menedemiyorum.
Gerek bu hücumları ve ıstırapları, gerek hiçbir askeri
mecburiyet olmaksızın, Türkive topraklarının en zengin ve
en mamur kısımlarında münhasıran mahvetmek ve yıkmak
fikriyle muntazaman yapılmış tahribatı, hiçbir veçhile
mazur göstermek kabil değildir.
Hâlâ bu dakikada bile, bir
milyondan ziyade masum Türkün, küçük Asya ovalarında ve yaylalarında,
evsiz ve ekmeksiz, serseri gibi dolaştıklarını da
hatırlatmak isterim. Türk milleti, bu insan takati üstündeki fedakârlıklara
katlanmak suretiyle, medeni insanlar arasında derin bir hayat kuvvetine
malik milletlere has olan mevcudiyet ve istiklal hakkı ile sulh ve sükûna
çalışmak unsuru olmak üzere büyük bir mevki kazanmıştır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kati gayesi, bu mevzii muhafaza ve tahkim
etmekten ibarettir. Son senelerin hadiseleri beşeriyetin vicdanında
umumi sulh ve sükûnun devletler tarafından birbirlerinin haklarına ve
hürriyetine saygı gösterilmedikçe gerçekleşemeyeceği hakikatini
bir akide haline koyduğu cihetle, bu vakaların
hatırasının istikbal için bir sulh ve sükûn teminatı
teşkil edeceğini ümit eylerim.
Tasavvuru kabil olan azami
derecede hüsnüniyetle mütehassis olan Türk heyeti murahhasasının,
sair heyeti murahhasalarda da aynı veçhile bir hüsnüniyete tesadüf
edeceği ve bu suretle konferans mesaisinin memnuniyet verici bir neticeye
iktiran edeceği ümidini besliyorum.
Reis efendi, Türkiye Büyük
Millet Meclisi Hükümeti namına, İsviçre Cumhuriyetine,
konferansımızın burada toplanmasını kabul etmek suretiyle
lütfen göstermiş olduğu misafirseverlikten dolayı teşekkür
ederek sözlerime nihayet vereceğim. Tarihi şanlı, necip bir
milletin kendi istiklaline ne kadar büyük bir kıymet atfettiğini
inkâr edilemez surette gösteren bu memleketin, konferansa toplanma yeri olarak
intihap edilmesinden dolayı kendimi tebrike şayan görüyorum.”
“Venizelos da Konuşacaktı...”
Ben nutkumu okuyup bitirdikten
sonra konferansta ortalık bir karıştı. Bazı delegeler
etrafımı sardılar. Bir aralık Mösyö Bompard yanıma gelmişti.
“Anlaşılıyor, çekeceğimiz var” dedi. Venizelos da konuşacaktı, güç halde tuttum, diye
sözlerini tamamladı. Ben kendisine soraum: Niçin tuttunuz, dedim.
Konuşacaktı, cevabını verdi. Ben de tekrar cevap verirdim,
tarzında konuştum.
Mösyö Bompard sözleri arasında,
yılbaşına kadar sulh yapacağız, diye beni temin etmeye
çalışıyordu. Kendisine dedim ki, hatırınızda olsun,
başka bir şey istediğimiz yok, yılbaşına kadar,
hatta daha önce sulh yapalım. Böyle latifelerle konferans salonundan
ayrıldık.
Açılış merasimi
böylece bitmiş oluyordu. Konferans çalışmalarının
Uşi’de Şato Oteli’nin salonunda yapılacağı
kararlaştırılmıştı. Ertesi gün orada
toplandık. Bize bir gün önce konferansın nasıl cereyan
edeceğini gösteren bir dahili nizamname projesi
dağıtmışlardı. İlk toplantı
açılınca, bu nizamnamenin kabulü görüşüldü. Dahili nizamname ile
konferansın ismini “Şark İşleri Konferansı” olarak
tespit etmişlerdi. Ben buna itiraz ettim, ısrar ettim ve
konferansın adında değişiklik yapıldı. Dahili
nizamname fazla münakaşa edilmeden kabul edildi. Konferans işlerini
tedvir etmek üzere bir kâtibi umumi seçildi. Kâtibi umumi olarak Mösyö Massigli adında bir Fransız teklif
ediliyordu. Hep beraber muvafakat ettik. Genel Sekreter Massigli sonradan Ankara’ya büyükelçi olarak geldi.
Lozan Konferansında Türkleri iyi tanımıştı.
Yakın temasımız vardı. Ondan sonra temaslarımız,
hatıralarımız, İkinci Cihan Harbi başında
bilhassa Türkiye Büyükelçisi olarak güç şartlar içinde, fakat olumlu bir
halde geçmiştir. Mösyö Massigli konferansı çok iyi idare etti.
Konferansın ilk günü dahili
nizamnamenin tespitinden ve genel sekreter seçiminden sonra konuşulacak
dil, komisyonların tespiti gibi şekle ait hususlarla meşgul
olundu. Konferansta Fransızca, İngilizce konuşulacak ve hangisi
konuşulmuşsa öteki dile tercüme edilecek deniliyordu. Ben bir de
Türkçe konuşulacak, dedim. Bu sözlerim üzerine
şaşırmış bir halde biraz durdular. Lord Curzon, hepimiz Fransızca biliyoruz diye
beni cevaplandırdı. Buna rağmen, icap ederse Türkçe
konuşacağım dedim ve ihtirazi bir kayıtta bulundum. Bu
mesele de hallolduktan sonra komisyon teşkiline geçildi. Üç tane büyük
komisyon kuruluyordu. Bunların her birine de müttefiklerden biri
başkanlık edecekti.
Askerlik ve hudutlar komisyonuna
İngiliz, mali ve iktisadi komisyona Fransız, ekalliyetler ve
diğer hukuki meseleler komisyonuna da İtalyan başkanlık
edecekti. Ve her komisyonun tali komisyonları bulunacak ve bunlar
kendilerine havale edilen vazifeleri yapacaklardı.
Riyaset meselesi
görüşülürken, ben de riyasetlerden birine hakkımız olduğunu
söyledim. Biz davetçi devletler olarak sorumluyuz, o sıfatla bunu
yapıyoruz, komisyonların başkanlıklarını ifa
etmek mecburiyetindeyiz, dediler. Ben tekrar söz alarak, bizim de davetçi
devlet sayılmamız gerektiğini, temaslarımızın
ilk gününden itibaren bir konferansa gidelim diye müracaatta
bulunduğumuzu, notalar verdiğimizi naklettim. Bunun münakaşası
böylece devam etti. Neticede ihtirazi kaydımı geri almadan meseleyi
geçtik. Şimdi artık konferans çalışmalarına
başlayacak bir vaziyet hasıl olmuş bulunuyordu.
Müşavirlerim var, benimle
Lozan’a gelmiş gazeteciler var. İstanbul gazetecilerinin hemen hepsi
Lozan’da. Osmanlı Devleti ricali ve onun yetiştirdiği devlet
adamları, Büyük Millet Meclisi mensupları karışık bir
halde çok geniş bir müşavir heyeti ile beraber bulunuyorum. Daha önce
de söylediğim gibi, Lozan Palas isimli otelde kalıyoruz.
Müttefikler konferans yeri olarak
daha evvel aralarında Venedik veya Paris’i düşünmüşler. Böyle
görüşülmüş. Sonra tarafsız bir memleket olarak İsviçre’de
toplanmayı uygun bulmuşlar, bize böyle teklif edildi. Biz de
konferans yeri üzerinde hiçbir münakaşaya girmeden iyi
karşıladık. Gerçi İsviçre muhitinin bize müsait
olmadığı çok söylenmişti. Fakat ilk andan itibaren çok
kısa bir zamanda İsviçre muhiti ile samimi olarak
karşılıklı saygı duygusu ile anlaşmış
ve emniyet içinde çalışır bir vaziyete erişmiş
bulunuyorduk.
ÖNCE SINIRLAR
KONUŞULUYOR
Trakya Hudutları Meselesi
Törenler bittikten, usul ve
şekil meseleleri tespit edildikten sonra Lozan Konferansı Uşi
Şatosunda, 22 Kasımda çalışmaya başladı. Hudutlara,
askerliğe ve Boğazlara ait işlere bakacak birinci komisyon, Lord
Curzon’un başkanlığında
toplandı. Lord Curzon, toplantıyı açarak Trakya
hudutlarının konuşulacağını söyledi.
Trakya hudutları
meselesinin en acele ve en önemli kısmı Mudanya Mütarekesine girerken
ve mütareke esnasında hallolunmuştu. Mütarekeden sonra Şarki
Trakya boşaltılmış ve Türk idaresi Şarki Trakya’da
yerleşmişti. Yine Mudanya Mütarekesinin neticesi olarak,
Boğazlarda tespit olunan bir mıntıka, sulh konferansı
devam ettiği müddetçe tarafsız mıntıka olarak
kalacaktı.
Trakya hudutları
meselesinde ilk sözü ben aldım. Trakya hududu olarak 1913 hududunu ve
Garbi Trakya için plebisit istedim. Yani Balkan Harbinden sonra Bulgarlarla
yaptığımız muahede ile tespit olunan hududu istedim. Bu
muahedeye göre Edirne, Dimetoka’ya kadar bütün hinterlandı ile bizde
kalıyordu. Böylece Meriç’in öbür sahilinde küçük bir toprak parçası
Türkiye’ye ait oluyordu. Şimdi ben Trakya için de plebisit yapılmasını
ileri sürdüm. Halkın oyuna müracaat olunacak ve ona göre nereye iltihak
etmek istediklerini halk tayin edecekti. Misakı Milli hükmü de bu idi.
Şarki Trakya’nın ve Trakya sınırlarının emniyeti
için Garbi Trakya’da intizam ve sükûnun hüküm sürmesi zaruretini ileri
sürüyordum.
Müttefik devletlerin mütareke
görüşmeleri için bize gönderdikleri 23 Eylül 1922 tarihli notalarında
ve Mudanya görüşmelerinde, Edirne şehrinin bize
bırakılacağı ve Edirne şehri derken Meriç’in öbür
yakasındaki Karaağaç’ın birlikte kastedildiği taahhüt
edilmişti. Demek ki Trakya hududu meselesinde ben fazla bir şey istemiş
değilim. Konuşurken Meriç’in karşı sahilindeki ve
Şarki Trakya’daki halkın büyük çoğunluğunun Türk
olduğunu da belirtmiştim. Sözlerim bittiği zaman, Lord Curzon bana Meriç’in garbında büyük
kısmı Türklerle meskûn dediğim yerlerle nereleri
kastettiğimi sordu. Ben kesin cevap vermedim, mütehassıslarla
görüştükten sonra söyleyeceğim, dedim.
Lord Curzon, benden sonra Mösyö Venizelos’a söz verdi. Mösyö Venizelos Birinci Dünya Harbi’nden başlayarak bir
sürü macerayı hikâye ettikten sonra, sözlerini bitirirken Balkan Harpleri
sonuna kadar Trakya’da Türk halkının ekseriyette
bulunmadığını ifade etti. Venizelos uzun konuşmuştu ve Yunanistan’ın
müttefiklere yaptığı bunca hizmetten sonra harbin mesuliyetini
yüklenemeyeceğini, hiçbir fedakârlığa
katlanamayacağını izah etmek istiyordu.
Trakya hudutları
meselesinde müzakere sert bir şekilde devam ediyordu.
Karşımızda müttefikler var, Yunanistan var, diğer Balkan
devletleri var. Yugoslavya ve Romanya murahhasları, dikkat ediyorum bir
blok halinde müttefiklerin yanında yer almışlar. Biz Lozan
Konferansına girerken şu kanaatte idik ki, başlıca
güçlüğümüz İngilizlerden geliyordu, onlardan gelecekti.
Fransızlarla daha evvel Ankara İtilafnamesi ile hudut anlaşması
yapmıştık. Münasebetlerimiz yumuşamıştı. Bu
münasebetlerin konferans esnasında daha da iyileşeceği
kanaatindeyiz. Bütün güçlüğü yalnız İngilizlerden bekliyoruz.
Mudanya Mütarekesi esnasında İngilizlerle aramızda çok ciddi
bir mücadele geçmişti. Evvelce de izah ettiğim gibi, İngiliz
Başvekili Lloyd
George, Çanakkale’ye ve Boğazlar mıntıkasına
ordularımızı sevk ettiğimiz ve İngiliz
kıtaatı ile temasa geldiğimiz günlerde büyük bir buhran
yaratarak, bunu müttefiklerle beraber karşılamak için elinden geleni
yapmış, nihayet muvaffak olamamıştı. Ondan sonra gelen
İngiliz Hükümeti, Lozan Konferansı başladığı
zaman müttefikleri bizim karşımızda yekvücut olarak, bir bütün
olarak göstermek için mütemadiyen gayret sarf ediyordu. Biz bunu seziyor ve
tahmin ediyorduk. Fakat tatbikatta, her gün biraz daha görüldü ki,
İngilizlerin çalışması ile müttefikler arasında
beraberlik sağlanması, tahminimizden de çok daha kuvvetli ve ileri
bir derecede temin olunmuştur.
Venizelos Bizi Zayıf Yerimizden Yakalamıştı
Trakya hudutları
görüşülürken Venizelos’un
yaptığı konuşmaya mukabelede bulunarak laf oyunları
ile meselelerin çözülemeyeceğini anlatmak istiyordum. Komisyonun ikinci
toplantısında söz aldım ve şunları söyledim:
“Mösyö Venizelos beyanatına Türkiye ve Yunanistan’ı
Dünya Harbine sokan hallerin tetkiki ile başladı. Türk heyeti
Osmanlı İmparatorluğu’nu bu harbe sürükleyen amillerin komisyon
huzurunda tetkik edilmek istenilmesini münasebetsiz sayar. Bu hususta sarih bir
fikir edinebilmek için Dünya Harbini yaratan anlaşmazlıklardan
evvelki otuz senenin siyasi hadiselerini gözden geçirmek ve itina ile tahlil
eylemek lazımdır. Türk heyeti, böyle bir tetkikin ameli hiçbir
faydası olmayacağını ve hatta hiç değilse lüzumsuz
bir münakaşa çıkararak, sulhun yeniden tesisini hedef güden
müzakerelerin cereyanına zararlı olacağı fikrindedir.
Esasen Türkiye, Dünya Harbinde Yunanistan ile muharebe etmek mevkiinde
bulunmamıştır.
İki memleket arasında
muharebe, 1919 Mayısında, İzmir’e Yunan askeri
çıkarılması ile başlar. Bu tarih herkesin bildiği
gibi, yeni bir safhanın başlangıcıdır. Harekâtın
bu safhasında, Türkiye’ye asla tecavüz fikri isnat olunamaz. Bilakis,
katiyen haklı olmayan bir istila teşebbüsü karşısında
Türkiye, milli mirasını müdafaa etmek için insanlık üstünde
fedakârlıklara katlanmıştır. İşte Anadolu’yu
kana boyayan bu muharebede, iki tarafın ahlaki bakıştan
karşılıklı vaziyetinin hakikati budur. Türkiye ile Yunanistan
arasında savaşın son dört senesi içinde müttefik devletlerin yaptıkları
müteaddit sulh ve tavassut teşebbüslerine rıza göstermeyen de daima
Yunanistan olmuştur.
1921 baharında Londra
Konferansında Türkiye, Trakya ile İzmir ve civarı için
halkın reyine müracaatı kabul etti. Yunanistan muvafakat etmedi.
İşi sulhan düzeltmek için, Yunanistan da Türkiye kadar iyi niyet
göstermiş olsaydı, muharebe o tarihte nihayete erebilirdi.
Londra Konferansının
sonunda, müttefik devletler taraflara teklifler verdiler. Heyetler bunları
hükümetlerine arz edecekti. Türk heyeti daha Ankara’ya varmadan,
Yunanlılar İkinci İnönü Muharebesi ile neticelenen 23 Mart
taarruzuna başladılar. Görülüyor ki, konferansın sulh
tekliflerine top ateşi ile cevap veren Yunanistan’dır.
Biraz daha sonra, Haziran
1921’de müttefik devletler iki tarafa tavassut teklifinde bulundular.
Ankara’yı zaptetmek için yeni bir taarruz teşebbüsüne karar
vermiş olan Yunanistan, bu teklifi kibir ile reddetti.
Türkiye’ye gelince, o,
meşru milli istekleri tatmin edilince silahı bırakmaya
hazır olduğunu söylemekten geri kalmamıştır. Bu
hususta müteaddit sulh teşebbüslerinde bulundu ki, müttefik devletlerce
ve bütün âlemce bilinmektedir.”
Komisyon önünde ilk defa
isteklerimizi söylerken, benim Garbi Trakya’da plebisit yapılmasını
istememden Mösyö Venizelos çok endişe etmiş olacak ki,
konuşmasında bu mesele üzerinde durmuş, Garbi Trakya halkının
ekseriyetle Rum olduğunu iddia etmişti. Kendisine cevap verirken
Garbi Trakya hakkında şöyle dedim:
“Mösyö Venizelos, Garbi Trakya hakkında herhangi
bir münakaşayı ortadan kaldırmak istemiştir. Halbuki
Neuilly Muahedesine göre, idaresi muvakkaten müttefiklere tevdi edilen
Trakya’nın mukadderatı bir hal yolu beklemektedir ve mesele açıktır.
Türk heyeti Garbi Trakya’nın Türkiye’ye geri verilmesini istememektedir.
Bunu bir kere daha teyit eder. Fakat Türk heyeti, büyük bir çokluğu Türk
olan buralar ahalisini, mukadderatı hal bekleyen bir kıtada oturan
insanlara büyük devletlerin sulh programında yazılı olduğu gibi
kendi mukadderatını kendi tayin etmek hakkının tanınmasında
ısrar eder. Esasen Garbi Trakya’da halkın ekseriyetinin Rum olduğunu
ileri süren Yunan heyeti için halkın reyine müracaat meselesi hiçbir
suretle endişe verici olmamalıdır. Hakikaten dedikleri gibi ise,
plebisit yapılması, Garbi Trakya’nın Yunanistan Hükümetine
geçmesini temin ve teyit eder.”
Mösyö Venizelos’un bütün iddialarını
cevaplandırdım. Haksız olduğunu ortaya koydum,
istatistikler verdim, en salahiyetli tarihçileri şahit gösterdim. Fakat
bir noktada Venizelos,
bizi zayıf yerimizden yakalamıştı. Şimdi bunu
anlatacağım.
Balkan Harbinde, Trakya Hükümeti Kurmuştuk
Trakya hudutları
meselesinde zayıf yerimiz, yalnız Balkan Harbinde Garbi
Trakya’yı Bulgarlara terk etmiş olmamız değil, Cihan Harbi
esnasında Bulgarlarla bir muahede yapıp Edirne’nin Dimetoka’ya kadar
olan hinterlandını Bulgarlara vermemiz teşkil ediyordu. Bunu
bize karşı koz olarak kullanıyorlardı. Venizelos, Garbi Trakya’yı biz sizden almadık,
Bulgarlardan aldık diyordu. Yunanlılarla bu meselede çetin
çatıştığımız ilk günlerde, ben de
Bulgarların Garbi Trakya’da mahreç talebini desteklemiştim.
Müzakerelerin nasıl çetin cereyan ettiğini izah edebilmek için Garbi
Trakya meselesinin evveliyetini hatırlamak lazım.
Bulgar sınırı
meselesi, yani Bulgarların mahreç talebi ile Garbi Trakya’yı
kendilerine almak meselesi, bizim son asır siyasi tarihimizin hakikaten
muğlak, anlaşılması güç bir safhasıdır.
Bulgarlarda Garbi Trakya daimi bir mesele olarak kalmıştır.
Balkan Harbi esnasında
Bulgarlar, Garbi Trakya’ya girdiler. Balkan Harbinin ikinci safhasında
zorla çıkarıldılar. Bunun üzerine biz Edirne’ye doğru ileri
hareket ederken, Garbi Trakya’yı da milli kuvvetlerimizle işgal
etmiş ve müstakil bir Trakya Hükümeti vücuda getirmiştik. Balkan
sulhu yapılırken, iik facia başladı. İttihat ve
Terakki Hükümeti ile o zamanki Bulgar Hükümeti arasında bir gizli
anlaşma yapılmış. O zaman Balkan devletleri arasında,
bilhassa Yunanlılar, bize karşı en kesin düşman görünüyorlardı.
Girit meselesi henüz yeni idi. Adalar meselesi vardı. Yunanlılarla
üst üste muharebeler olmuştu. Vaziyet çok gergin ve çetin görünüyordu. Bu
sebeplerle İttihat ve Terakki, Bulgarlarla anlaşmaya karar
vermiş. Bu anlaşma gereğince bizim Garbi Trakya’daki milli
kuvvetlerimiz çekildiler ve Bulgarlar Garbi Trakya’yı işgal etti.
Anlaşmaya göre, Garbi Trakya’da yalnız Dimetoka ve etrafı bizde
kalıyordu. Ben o zaman Balkan sulhu yapılırken sulh
komisyonunda mütehassıs askeri yardımcı olarak
çalıştım. Mütehassıs askeri murahhas İstanbul
muhafızı, sonra Büyük Cemal Paşa diye anılan Cemal Bey idi.
Ben de onun yardımcısı idim. Bir Bulgar binbaşısı
ile Bulgar hududunu kararlaştırıyorduk. Fakat Garbi Trakya
hakkındaki anlaşmayı bilmiyordum.
Bulgarların Garbi Trakya’ya
girmeleri bu suretle Balkan Harbi sulhundan sonra başladı. Kısa
bir süre sonra dünya harbi patladı. Biz bilindiği üzere merkezi
devletlerle harbe girdik. Bulgarların bizim tarafımızda harbe
iştiraki için yapılan pazarlıkta Bulgar hududu meselesi tekrar
ortaya çıktı ve Edirne’nin batısındaki Garbi Trakya
topraklarımız Bulgarlarla yapılan pazarlığın
temeli oldu. Neticede Dimetoka’yı ve Edirne’nin hinterlandını
Bulgarlara bırakarak aramızda Meriç boyundan geçen bir hudut çizilmesini
kararlaştırdık.
Ben o zaman Genelkurmayda
Harekât Şubesi Müdürü idim. Bulgarlarla yapılan yeni hudut
anlaşmasını bana bir emrivaki olarak gösterdiler. Çok müteessir
olmuştum. Teessürümü Enver Paşa’ya da söyledim. Enver Paşa bana bir gün Alman Generali von Falkenhayn’dan alınan bir telgrafı gösterdi.
Herhalde Bulgarları bizim tarafımıza çekebilmek için
fedakârlığa sevk edilmemizden şikâyette bulunulmuş,
hükümetçe bir ıstırap ifade edilmiş olacak ki, Falkenhayn, Enver Paşa’ya telgraf çekiyor, merak
etmeyin dünyanın istikbalde ne şekilde olacağını
muzaffer olanlar tayin edeceklerdir, diyordu. Enver Paşa teselli etmek için bana bu telgrafı
göstermişti. Falkenhayn
yazdığı telgrafla, eğer harbi bizim taraf kazanırsa,
Bulgarlara verilmiş olanların tekrar alınacağı
ümidinin muhafaza edildiğini söylemek istiyordu. Halbuki bu gibi
işlerde Bulgarlar çok daha dikkatli ve hassastırlar. Zaferden sonra
da aldıklarını vermeyeceklerdi.
Şimdi Lozan’da Trakya
hududu görüşülürken, bütün bu muameleler bizim karşımıza
çıkarılmıştır. Biz Garbi Trakya’da kamuoyuna müracaat
edilmesini isterken, bu isteğimizi Misakı Milli’deki şarta
bağlıyorduk. Yunanlılar da karşımıza
çıkıp Garbi Trakya’yı biz sizden almadık, Bulgarları
yendik, Bulgarlardan aldık, diyorlardı. Müttefikler de aynı surette
karşımıza dikiliyorlardı. Hulasa eski hükümetlerin
hatalarının cezasını çekiyorduk. Müttefiklerin Trakya
hududu olarak bize teklifi Meriç nehri idi. Karaağaç’ı vermek
istemiyorlardı. Hudut boyunca Karadeniz’den Akdeniz’e kadar iki tarafta
tarafsız ve silahsız bir geniş bölge teklif ediyorlardı. Bu
bölgeleri mütehassıslardan kurulu tali komisyon
kararlaştıracaktı.
Münakaşalar çok sert oldu.
Garbi Trakya üzerindeki iddiamızı ilkönce Balkan devletlerine tahlil
ettirdiler. Yunanistan şikâyet etti. Evvelce de söylediğim gibi
Yunanistan’ın şikâyetlerine kolay cevap veriyorduk. Yugoslavya
talebimize karşı kuvvetli olarak vaziyet aldı. Türklerin Meriç
garbına ve Garbi Trakya’ya geçmelerinin kendilerince bir tehlike
işareti olacağını açıkça ifade etmeye çalışıyordu.
Ondan sonra müttefiklerin her biri, Fransızlar, İtalyanlar, Japonlar,
hepsi bizim taleplerimize karşı çıktılar. Sonunda Lord Curzon, bizim Meriç garbında arazi
isteklerimize bütün Balkanların müttefiken karşı
koymalarındaki ehemmiyeti ve vahameti belirtmek için bütün
talakatını sarf etti.
Hulasa Garbi Trakya meselesinde
eski Türk hükümetleri yanlış bir politika tutmuşlardı. Biz
Milli Mücadelenin zaferinden sonra Lozan’da kamuoyuna müracaat ile bir
çıkış yolu bulmaya çok çalıştık. Fakat siyasi ve
askeri güçlükler böyle bir dileği neticelendirmeye imkân vermemiştir.
Meriç Hududu ve Garbi Trakya
Meselesi Hitam Buldu
Bulgar Başvekili Stamboliyski Bulgaristan’ın Garbi Trakya’da mahreç
isteğini, benim bu mevzuda ileri sürdüğüm mütalaadan da cesaret
alarak komisyonda ifade etti. Dedeağaç Bulgar toprağı
olmalıdır, diye ısrar etmeye başladı. Ben kendisine
hak verir bir vaziyet aldım. Venizelos iyiden iyiye sinirlendi. Şu sözlerini
hatırlarım: Türklere mağlup olduk. Onlara Şarki
Trakya’yı veriyoruz. Garbi Trakya üzerindeki taleplerini de dinliyoruz.
Anlamıyorum, Bulgarlara ne oluyor? Bulgarlar neden bizden toprak
isterler? Bulgaristan’a da mağlup olmadık ya!
Meriç hududu ve Garbi Trakya
meselesi çetin münakaşalardan sonra bu şekilde hitam buldu. Trakya
hudutları meselesini Lozan Konferansının bu birinci döneminde
bir daha görüşmedik. Meseleyi ancak konferansın sonunda ve en
nihayette neticeye varma sebebiyle görüşüp karara bağlamak lazım
gelecektir.
Hudutlar ile ilgili olarak bu
esas şartlar müzakere edildikten sonra, emniyet tedbirlerini,
tarafsızlığa tabi tutulacak mıntıkaları tespit
için mevzuun tali komisyona havalesini, mütehassısların
çalışmasını teklif ettim. Teklifim kabul edildi ve komisyon
diğer meselelere geçti. Bu suretle birinci komisyon askerlik ve toprak
meselelerinden dolayı Boğazlar meselesine temas etmiş oluyordu.
Boğazlar Meselesinin
Görüşülmesi
Boğazlar meselesine temas,
aralık ayının ilk haftasında oldu. O zamana kadar Rus heyeti
de Lozan’a gelmiş ve konferansa iştirak etmişti. Bizim konferans
davetine ilk cevabımızda Rusya, Gürcistan ve Ukrayna’nın da
çağrılmasını şart koşmuştuk. Bizim bu
teşebbüsümüz de inzimam edince, zaten meselenin tabiatı icabı
olarak müttefikler, Rusları da Boğazlar meselesinin görüşülmesi
için konferansa davet etmişlerdi.
Aralık ayının ilk
haftasında Boğazlar meselesini görüşmek üzere komisyon
toplandı. Boğazlar Konferansı toplandığı zaman,
konferans açılır açılmaz Lord Curzon, Türklerin noktai nazarını
öğrenmek istediklerini söyleyerek bana söz verdi.
Bizim Boğazlar meselesinde
noktai nazarımız, gerek Misakı Milli’de ve gerekse o zamana
kadarki bütün uluslararası konuşmalarda belirttiğimiz üzere,
ticaret gemilerine gece gündüz her zaman geçiş için Boğazların
serbestliğini tanımak ve her türlü kolaylığı göstermek
merkezinde idi. İlk sözüm bu hususları, bu arzumuzu ve taahhüdümüzü
teyit etmekten ibaret oldu. Bunun dışında hükümranlık
haklarımız üzerinde durdum. Boğazlar mıntıkası memleketimizin
en önemli kısımlarını kapladığı için,
buralarda askeri ve siyasi emniyetin bizim için hayati bir önemi olduğunu
belirterek, bu emniyeti sağlayacak tedbirlerin hiçbir zaaf
taşımadan tam olmasını umumi prensip halinde ifade ettim.
Lord Curzon, her meselenin konuşulmasına
başlanacağı zaman evvela Türklerin noktai nazarını
öğrenelim, diyor ve beni önceden konuşturmak istiyordu. Ben
umumiyetle nazik meselelerde mütehassıslara bir danışacağım,
sonra konuşacağım diyordum. Bu defa, Boğazlar meselesindeki
görüşümüzü prensip olarak belirttim. Esasen biz Misakı Milli ile görüşümüzü
dört sene evvel bütün dünyaya ilan etmiştik. Misakı Milli’de Boğazlar
hakkında diyorduk ki:
“Türkiye’nin payitahtı ve
hilafetin makkarı olan İstanbul ve Marmara Denizi’nin emniyeti her
türlü tecavüzden masun bulunmalıdır. Bu esas bir defa kabul
edildikten sonra Türk milleti, bir taraftan Türkiye Hükümeti ve diğer
taraftan alakadar devletler arasında Boğazların dünya ticaretine
ve beynelmilel münakalelere açılmasını temin hususunda
müştereken alınacak her türlü kararları kabule
hazırdır. Bu prensip Türkiye’nin umumi noktai nazarıdır.”
Lord Curzon Boğazlar meselesinde
yaptığım konuşmayı yeterli bulmadı. Bana tekrar
söz vermek istedi Soruyordu, Boğazlar mıntıkasının
askerlikten tecrit edilerek Milletler Cemiyeti kontrolü altına
konulmasına ait müttefik devletlerin tasavvurları hakkında ne
düşünüyorum? Benden bunu öğrenmek istiyordu. Ve nazikâne tehditkâr
ifadelerle beni daha çok konuşmaya zorluyordu. Fakat ben mukavemet ettim,
şimdilik başka söyleyecek bir sözüm olmadığını,
ileride lüzum hasıl oldukça her zaman konuşacağımı
ifade ettim. Bu mealde konuştum.
Lord Curzon bununla iktifa etmedi. Boğazlar meselesi
böyle umumi sözlerle bırakılamaz, Türklerin noktai nazarını
mutlaka öğrenmemiz lazımdır, diyordu. Bana hitaben, sizi
dinleyelim diye ısrar etti. Boğazlardan geçiş müttefikler için
bir mesele ise noktai nazarları nedir, biz bunu öğrenelim
tarzında mukabil ısrarda bulundum. Evvela siz söyleyeceksiniz, sonra
biz söyleyeceğiz gibi uzun münakaşalardan sonra, Rus
Başmurahhası Çiçerin söz aldı.
Çiçerin, Boğazlar meselesinde müttefiklerin niçin
konuşmadıkları üzerinde durarak, kendilerini hakem vaziyetine
koyduklarını belirttikten sonra, Boğazlar meselesinin Rusya
için hayati bir ehemmiyet taşıdığını, büyük bir
cerbeze ile, çok tesirli bir surette ve Lord Curzon’un sinirlerine adamakıllı
dokunarak konuşmaya başladı.
BOĞAZLAR
MESELESİ
Çiçerin’in Yardımları
Çiçerin’in söyledikleri, esas itibariyle
Boğazların harp gemilerine ve uçaklarına kapalı olması
prensibine dayanıyordu. Yani Ruslar Boğazlar için Türkleri
mutavassıt bir duvar sayıyorlardı. Onlara göre Karadeniz
devletlerinin emniyeti için Boğazlar hayati önem taşıyordu. Çiçerin bu su yollarında, geçiş
mıntıkalarında Türklerin emniyetinin kendi emniyetleri ile beraber
olduğunu belirtiyordu. Boğazlar, Türklerden başka her devlete
kapalı olmalıydı. Çiçerin ile Lord Curzon arasında ciddi bir münakaşa geçtikten
sonra, Lord Curzon Karadeniz devletlerini dinleyelim diyerek,
sırayla onlara söz verdi. Romenleri konuşturdu, Bulgarları
konuşturdu.
Romanya murahhası, kendi
emniyetlerinin, Rusya’ya karşı emniyetlerinin Boğazlarla
beynelmilel bir rejimin kurulmasına bağlı olduğunu ifade
etti; o kadar ileri gitti ki, Ege Denizi’nden Karadeniz’e kadar bütün Türk
sahillerinin askerlikten tecrit edilmesi lüzumunu söyledi. Stamboliyski adına bir tercüman, harp halinde de sulh halinde
de Boğazların yalnız ticaret gemilerine açık
olmasını söyleyerek Bulgar görüşünü ifade etti.
Herkes söyleyeceğini
söyledikten sonra, Lord Curzon, tekrar İsmet Paşa noktai
nazarını söylesin, diye beni konuşturmak için ısrar
ediyordu. Cevap olarak dedim ki, hatiplerin hepsini dinledik, bunların
içinde Rusların noktai nazarı bizim ihtiyaçlarımıza ve
noktai nazarımıza en yakın olanıdır, fakat kendi
tekliflerimizi daha geniş bir şekilde söyleyebilmek için önce
müttefiklerin Boğazlar meselesinde ne düşündüklerini bilmek isteriz.
Yani konuşmamakta ısrar ettim.
Çiçerin tekrar söz aldı ve Lord Curzon’u tahrik edecek şekilde tekrar
konuştu. Çiçerin müsavi şartlarla, müsavi haklara sahip devletler
olarak müzakere edilmesi hususuna temas ettikten sonra, müttefiklerin niçin
konuşmadıklarını, İngilizlerin,
İtalyanların, Fransızların Boğazlar meselesinde neden
sustuklarını sordu. O kadar sert ve tahrikkâr konuşmuştu
ki, Lord Curzon sinirlenerek celseyi tatil etti. Bu arada
noktai nazarlarını ertesi gün bildireceklerini söyledi.
Müttefikler, Boğazlar
meselesinde bizden ve Ruslardan farklı bir rejim
düşünüyorlardı. Sulh zamanında Boğazlardan gece gündüz harp
gemileri için tam bir serbesti istiyorlar, ayrıca mühim olarak,
Boğazların tahkimattan ve her türlü askeri müdafaa tertiplerinden
mahrum olmasını şart koşuyorlardı. Her devlet için,
Boğazlardan, Karadeniz’de bulunan en kuvvetli donanma kadar bir
donanmayı Karadeniz’e geçirmek salahiyetinin tanınmasını
istiyorlar, Boğazlardan geçişin ve askerlikten tecrit edilmiş
mıntıkaların kontrolünün sağlanması için, Türklerin de
katılacağı uluslararası bir komisyonun Boğazlar
bölgesini kontrol altında bulundurmasını, düşündükleri
rejimin teminatı olarak ileri sürüyorlardı.
Lord Curzon, İngiliz görüşünü bu suretle
anlattıktan sonra, Fransızlara söz verdi. Fransızlar da Lord
Curzon’un tekliflerini teyit ettiler. Arkasından
İtalyanlar aynı noktai nazarı söylediler. Bu suretle hepsi,
Balkan devletleri ve müttefik devletler, Boğazlar rejiminde söz
birliği etmiş gibi taleplerini ortaya koymuş oluyorlardı.
Bu konuşmalar cereyan
ederken, Çiçerin ileri sürülen görüşe karşı çıktı.
Müttefiklerin talebini kendileri için, Türkler için büyük bir tehlike olarak
vasıflandırdı. Çarlık zamanında Boğazlar için ne
düşünülüyorsa, şimdi müttefiklerin aynı üslupta ve aynı
zeminde talepler ileri sürdüklerini söyledi. Çiçerin, bugün geçmiş muahedelerin hepsini
feshetmiş olan bir Sovyet Rusya bulunduğunu, Sovyet Rusya’nın
Boğazlarda ve başka hiçbir memlekette hiçbir tecavüz planı ve
emeli olmadığını, aşikâr, kesin ifadelerle söylüyor
ve İngilizlerin, diğer devletlerin muhtelif ülkelerin hulullerinden
şikâyet ederken, şimdi bütün dünyanın İngiliz hululünden
şikâyetçi olduğunu belirtiyordu.
Lord Curzon, Çiçerin’in bu ithamlarının her birine
ayrı ayrı cevap vermeye çalışıyordu. Nihayet kendi
noktai nazarlarını bildirdikten sonra, Türklerin noktai
nazarlarını daha açık söylemelerini istedi. Ben, cevap vereceğiz,
dedim. Ne vakit, öğleden sonra cevap verirsiniz, diye ısrar etti.
Hayır, öğleden sonra olmaz, dedim. Çalışacağım,
tetkik edeceğim, mütehassıslara danışacağım,
yetiştirirsem yarın cevap veririm, olmazsa bir gün daha sonra
konuşurum diyerek kesip attım. Yarın veya bir gün sonra
konuşacağımı kararlaştırdık.
Bütün bu müzakereler
esnasında Çiçerin, İngilizlerin tazyikine karşı bize
yardımcı oluyordu. Artık bizim Boğazlar için kesin bir
karar vermemiz zamanı gelmiş bulunuyordu. Konferanstan
ayrıldık.
Sulhun Esas
Şartlarından Biri
Boğazlar meselesinde bir
anlaşmaya varmanın sulha varmak için esas şartlardan biri
olduğuna inanıyordum. Böyle bir teşhis koymuştum. Behemahal
sulha ulaşmak, Boğazlar meselesini sulhu tehdit etmeyecek bir
neticeye bağlamak için çalışıyordum. Bunu politika olarak
takip ediyordum. Konferansta takip ettiğimiz siyaseti daha iyi anlatmak
maksadıyla açıklama yapayım.
Lord Curzon, sulh muahedesinin aktinde birinci
derecede rol oynamış olan İngiliz diplomatıdır.
Aslında mütareke devrinde bizimle mücadele eden İtilaf Devletlerinin
sevk ve idaresi başlıca İngilizlerin elinde bulunuyordu.
Yunanlıların İzmir’e çıkarılmasından Yunan seferinin
nihayetine kadar askeri hareketler ve dahili hareketler bir İngiliz
hareketi olarak yürümüştür. Bütün bu dönemde gerek İstanbul Hükümeti
üzerinde olan tesirleri ve doğrudan doğruya Sarayla olan
münasebetleri, gerekse Yunan seferinin devamınca askeri hareketlerle
alakaları bakımından diyebiliriz ki, Türklerle
uğraşan başlıca kuvvet, başlıca devlet
İngilizler olmuştur. Yunanlıların harbi kesin olarak
kaybetmesinden sonra çıkan ihtilaflarda da bizimle mücadele eden
başlıca büyük kuvvetin İngilizler olduğunu gördük.
Karşımızda
bulunan İngiltere Devleti içinde Lord Curzon, muharebenin son devrinde özel bir
politikayı temsil eder olmuştu. Lloyd George Yunan harbi kaybolduktan sonra da Türklerle olan
mücadeleyi tekrar harp istikametine yöneltmeyi ciddi olarak aramış ve
tecrübe etmiştir. Fakat bir taraftan Türklerin Yunanlılara
karşı kazandıkları zaferin kesin mahiyeti, bir taraftan da
Türkleri arzularına rağmetmek için mutlaka harbi göze almak
lazımdır kanaati, Lloyd George’un politikasını çıkmaza
sürüklemiştir. Dört sene süren umumi harpten sonra, dört sene de Türklerle
uğraşıp şimdi ucu bucağı belli olmayan yeni bir
sefere girmek için müttefik devletlerde heves yoktu. Fransızlarda yoktu,
İtalyanlarda yoktu, İngiliz dominyonları İngiliz umumi
efkârı isteksizdi. Lord Curzon işte bu vaziyet karşısında,
harbe girmeden bir sulh yapmak mümkündür, davasını takip etmiş
ve Lloyd
George bu yüzden iktidarı kaybetmişti.
Yeni hükümette Lord Curzon bu iddianın takipçisi olarak
Dışişleri Bakanı olmuş ve Türklerin
karşısında vaziyet almıştı. Bu
değişiklikle beraber İngilizler bütün özel temaslarında,
General Harrington’dan kurmay subaylarına kadar bizimle
temasa gelen her memuruna ciddi olarak sulh istediklerini ve sulh yapmak için
hazır olduklarını telkin etmişlerdir. Bunların hepsi
bu kanaatte idiler. İngilizlerin sulh arzusunu kuvvetlendiren
başlıca etkenlerden birisi, Atatürk’ün büyük zaferden sonra Mudanya Mütarekesini kabul
ederek sulh oluncaya kadar Boğazlarda geçici bir emniyet
hattının tespitine razı olması idi. Atatürk’ün bir askeri zaferi kendi ölçüsünde değerlendirip,
mücadeleyi bir sulh ile neticelendirmenin asıl muvaffakıyet olacağı
kanaatinde bulunduğu her halinden belli oluyordu. Türklerin Atatürk’te temsil edilen bu hali, İngiltere’de sulh
taraftarlarını kuvvetlendiren ve onları ümitlendiren esaslı
bir etkendi.
Lord Curzon, konferansa bu vaziyette geldi. Sulh
taraftarıydı. Ama konferans esnasında biz yine İngilizlerle
mücadele etmek mecburiyetinde kaldık. Şimdi bunu anlatıyorum.
Konferansta bütün heyetlerle
şahsen iyi münasebetim vardı ve herkes İngilizlerin,
İngiliz heyetinin aleyhinde görünüyordu. Büyük müttefikler, küçük
müttefikler bana mahrem olarak, İngilizlerden her türlü şikâyeti
söylerlerdi. Ve dikkat ettim ki, bu arada herkes, Türklerle ne davaları
varsa onları halletmeye çalışırdı.
Konferansta ben evvela makul
anlaşmalara vararak, bütün müttefiklerin meselelerini hallederek
onları tarafsız hale getirmek ve yalnız İngilizlerle
mücadele etmek politikasını takip ettim. Konferans ilerledikçe o
kanaate vardım ki, İngilizlerin dışında kalan bütün
müttefikler, herkes, Osmanlı İmparatorluğu ile olan kendi
davalarını Türkiye’ye kabul ettirmek için benimle kurdukları
münasebetten istifade etmek istiyorlardı. Aldığım intibaa
göre, bir defa birine müsait davranıp her birini ayrı ayrı
memnun etmek için bütün Türkiye’yi vermek kâfi gelmiyor. Bundan başka,
bizim İngilizlere karşı olan mücadelemizde de herhangi bir
yardımcı tavırları yok. Her birinin halisane tavsiyesi,
bizim meselelerimizi kendi başımıza halletmemiz oluyor. Ne
söylesem, onu siz İngilizlerle kendiniz yalnız başınıza
halledersiniz, ona karışmayız, diyorlardı. Bu kanaate
vardıktan sonra, işin hallini başka türlü düşünmeye
başladım ve nihayet aklım yeni bir politika takip etmeye
yatmıştı. Görüyordum ki, sulha varmak için evvela
İngilizlerle anlaşmak lazımdır. İngilizlerle
anlaştıktan sonra diğer müttefiklerle olan meselelerden
dolayı sulh müzakerelerinin bir kesilmeye varması ihtimali daha az
olacaktır. Bu kanaat bende yerleşti ve yeni politikamı böyle
tespit ettim.
Boğazlar ve Musul Meselesi
Bize karşı harp
politikası takip eden Lloyd George devrildikten sonra, Lord Curzon konferansa gelmiş ve Türkler sulh
istiyorlar, kendileri de sulh istiyorlar; şimdi konferansı bir sulh
neticesine vardırmak nasıl mümkün olacak, bunu tatbik edecek
diplomat olarak vazife görmeye başlamıştı. İngiliz
davalarının nihayette Türkler tarafından kabul olunup olunmayacağı,
bu davalar üzerinde bir uzlaşmaya varılıp
varılamayacağı Lord Curzon için meçhuldü. Onun büyük engeli,
istediği neticeye ulaşacağına güvenmemesi idi. Lord Curzon’un Boğazlar üzerindeki davası,
Boğazların açık olmasına, İngiliz
donanmasının Karadeniz’e serbestçe girmesine dayanıyordu. Bu
meseleyi esaslı bir dava olarak ele almıştı. Lloyd George’un da harp istikametini tutmak için esaslı
dayanağı, bu iddia idi. Hulasa, İngilizlerin konferansta çok
ehemmiyet verdikleri iki mesele vardı: Boğazlar meselesi bir, Musul
meselesi iki.
Lord Curzon için doğrudan doğruya mücadele
yapmak zor olacaktı. Bunun için müttefiklerle beraber
karşımızda bir cephe vücuda getirmeyi, politikasına esas
olarak almıştır. Asıl maksadını söylemeksizin
bütün müttefikler arasında Türklere karşı kurulacak müttehit bir
cephenin şampiyonu oldu. Müzakerelerde böyle bir çabaya girdiği
vakit, tesadüf olarak bizim müzakere taktiğimizi de keşfetmiş
ve ona karşı hazırlanmış bulunuyordu. Söylediğim
gibi, ben de karşımızda başlıca mücadeleci olarak
İngilizleri kabul etmiş ve İngiltere’nin diğer
müttefikleri ile aralarındaki ihtilaflardan istifadeyi düşünmüştüm
Bunun için diğer müttefiklerin meselelerini halletmeye
çalışarak, İngilizler aleyhine bir tabii cephe, bir sulh cephesi
kurmaya uğraşmıştım.
Lord Curzon aramızdaki özel bir toplantıda
konuşurken, bir defa bana, yarı şaka yarı ciddi dedi ki:
“Muzaffer General! Sen çok
manevraya alışmışsın. Bağırmaya çok
alışmışsın.”
Kendisine, “Bunları ne
münasebetle söylüyorsun” diye sordum. Cevap olarak;
“Ama düşündüklerini sana
yaptırmayacağım, görürsün yaptırmayacağım” dedi.
Şimdi onun ne
yaptığını anlatacağım. Bidayette İngiliz
taleplerinden, İngiliz meselelerinden neyi reddedersem, o oturumda
uğraştıktan sonra müzakereyi koparmıyor, başka oturuma
bırakıyordu. Birinci konferansın yarısından sonra
nihayete yaklaşıncaya kadar edindiğim kanaat o oldu ki,
İngilizlerle hangi meselede çatıştıysak, aynı
şekilde meseleyi sonraya bırakıyor, fakat arkasından
müttefiklerin, büyüklü küçüklü kimin ne meselesi çıkarsa, o meselenin en
hararetli taraftarı, başlıca davacısı ve destekçisi,
takipçisi kesiliyordu. Yunan davası için, Fransız davası için,
İtalyan davası için, hepsi için ayrı ayrı kendisi
davacı oluyor ve müttefikleri beraber tutmak maksadıyla elinden
gelen gayreti hem Lozan’da, hem merkezde sarf ediyor, temin ediyordu. Evvelce
de söylediğim gibi, diğer müttefiklerden öyle bir kanaat
edinmiştim ki, hepsinin her meselesini halletmek için Türkiye’nin bütün
menbaları, bütün kudretleri kifayet etmeyecektir. Bunu bir tarafa
bırakalım, kifayet etse de versem bile, ondan sonra dostluk olarak
bana söyleyecekleri, geriye İngiliz meseleleri kalıyor, onları
siz aranızda halledersinizden ibaretti. Bu netice
karşısında, konferansta bir inkıta yapacak meseleyi,
İngiliz meselesini tasfiye etmeyi öne aldım. Ondan sonra
İngilizlerin sulhtan başka konferansla bir ilgileri ve menfaatleri
kalmamasına dikkat ettim.
Lozan Konferansının
inkıta günlerinde müttefikler arasında hasıl olan vaziyet, takip
ettiğimiz bu politikanın eseridir. İkinci konferans işte bu
hava içinde başlamıştır.
Anlattığım bütün
bu çekişmeler esnasında Lord Curzon, başlıca mücadeleci,
müttefikleri etrafında toplamaya sevk ve idare etmeye muktedir bir
manevracı olarak görünmüştür. Curzon, konferansın bu tarzda idaresinde müstesna bir
kudret göstermiştir. Aslında bir cemiyeti İngiliz kuvveti
etrafında toplamanın usullerini ve manevralarını iyi bilen,
başarı ile tatbik edebilen tecrübeli bir devlet adamı idi.
Kendisi ile karşı karşıya mücadele ettik. Benimle ciddi konuştuğu
gibi, düşüncelerini ve maksatlarını yarı şaka
sezdirmekten de geri kalmıyordu. Bununla beraber diyebilirim ki, bu kadar
kavgadan sonra aramızda, birbirimizi şahsen incitecek,
kırgınlık ve antipati bırakacak bir hadise, bir söz
geçmemiştir.
Lord Curzon Gösterişi Çok Seviyordu
İlk temaslar sırasında
bir gün Lord Curzon bana iadeyi ziyaret ediyordu. Lozan Palas’a
benim odama gelmişti. Konuşmalarından, halinden anlıyorum,
Ruslarla münasebetimize teşhis koymak istiyordu. Ruslarla ihtilafa ne
vakit düşecek, mücadeleye ne vakit başlayacaksınız,
tarzında sualler soruyordu. Bu çeşit suallerinize karşı
size mahrem olarak vaziyetimizi söylemek isterim, diye söze başladım
ve şöyle dedim:
“Çok mahrem olarak haber veririm
ki, Ruslarla münasebetimiz çok yakındır, çok samimidir. Ruslarla çok
içlidışlı olmuşuzdur.”
Ben bunları söyler söylemez
Lord Curzon kahkaha ile güldü:
“Amatör diplomat! Sen de Lloyd George gibi amatör bir diplomatsın. Kime söylüyorsun
bunları?” dedi.
“Ben muharebede bulundum, mahrem
söylüyorum” diye bu sözlerini cevaplandırdım. Böylece gülüşerek
ayrıldık.
Lord Curzon çok iri yapılı bir insandı.
Güzel bir adamdı. Gösterişi çok seviyordu. Bol
kullandığı hatip jestleri ile konuşurdu. Siyasette edebiyat
cümleleri kullanmayı severdi. Bu özellikleri ile bir üstat gibi bütün
etrafındakileri sürükler ve cezbederdi. Sıhhati iyi
olmadığı için bazı zamanlar sabrının
sıhhatine dokunacak kadar taştığını hissederdim.
Böyle mücadeleli geçen bir müzakereden sonra, konferans dışında
bir fırsat bulup dostça bir-iki kelime söyleyerek yanıma
yaklaşırdı. Karşılıklı tebessüm göstererek
birbirimizin gönlünü alır, ayrılırdık. Curzon, konferansın ikinci devrine gelmedi. Fakat
inkıtadan sonra konferans tekrar başladığı zaman, Lord
Curzon’u artık karşımızda
bizimle düşman gibi uğraşan bir uzaklıkta görmedim,
herkesin her arzusunu mutlaka temin etmek için canla başla
çalışan bir uzaklıkta gördüm.
İngilizler, daha Mudanya
Mütarekesinden başlayarak yeni bir politika takip etmişlerdir.
1854’ten beri bir asır denilebilecek kadar uzun süren Türk
düşmanı politikanın acılarını unutturmak için,
uzun bir sabır devrine girmişlerdir. En ümitsiz zamanlarda bile, çok
sabırla uğraşmışlardır. Sulhtan sonra
müşterek bir politika takip ettikleri zaman da İkinci Cihan Harbi
içinde ve sonrasında da İngilizler Türkleri kazanmak için,
kırmamak için ciddi bir gayret göstermişlerdir. İngiliz
diplomasisinin ve gayretinin kuvvetli tarafı şudur ki, dostluk veya
düşmanlık istikametini tuttuktan sonra, onu bin bir şekilde
sebat, inat ile takip edip hedefe varmakta, büyük küçük bütün memurlar ahenk
halinde birbirini tamamlayarak çalışırlar. Bunu muhtelif
vesilelerle yakından görmüşümdür.
Lord Curzon’un benim hakkımda ne
düşündüğünü bilmem. Buna dair bir vesika okumadım. Fakat bende
kalan bir sevgi ve saygı hissidir. Beraber çalıştık, çok
mücadele ettik. Ama karşılıklı
aradığımız neticeye elbirliği ile
vardığımızı zannediyorum.
Lozan Konferansının
ikinci devresine onun yerine İstanbul Fevkalade Komiseri Sör Rumbold gelmişti. Birinci devrede Horas Rumbold, Lord Curzon’un yardımcısıydı. Yeni
İngiliz başmurahhası büyükelçilikten gelmiş, büyük diplomatik
vazifelerde bulunmuştu. Mütareke devrinde İstanbul’da komiserlik
ederek her çevresi ile İstanbul halkını, giden iktidarın
kalıntıları olarak İttihatçıları, şimdi
iktidarda bulunan onların hasımlarını
tanımıştı. İttihat ve Terakki’nin hasımları
olan insanları işbaşında görmüş ve beraber
çalışmıştı. İstanbul’da hepsine çok tesir edecek
bir devirde bulunmuştu. Ondan sonra bizimle
çalışmıştır. Lozan Konferansının birinci
kısmına da katıldığından, İtilaf
Devletlerinin bütün murahhaslarını tanıyordu. Çok ciddi ve
tecrübeli devlet memuru tipinde bir diplomattı. Kıymetli bir
adamdı. Onunla, müttefiklerden hiçbir devlet ve hiçbir kimse aleyhinde,
eski tabirle kimsenin arkasından fena şeyler konuşmadık.
Kimsenin aleyhinde konuşmamış olmamız tabii görülmemelidir.
Çünkü Lozan’da hemen bütün müttefikler birbiri aleyhinde çok mahrem şeyler
konuşmuşlardır. Hepsi de bana söylenenlerin hiçbirisini hiç
kimsenin bilmeyeceğine ve duymayacağına emin olarak her
düşüncelerini serbestçe söylerlerdi. Horas Rumbold’un ne müttefikler aleyhinde, ne başka
bir kimse aleyhinde doğrudan doğruya bir şey söylediğini
hatırlamıyorum. Kendisinden böyle bir şey işitmedim. Horas Rumbold ile olan münasebetlerde, herhangi bir davada,
hangi hududa kadar gidilebileceğini, davanın ne şiddette takip
edilebileceğini daima hissetmişimdir. Bize karşı gösterilen
şiddet devrinde, yani Lord Curzon devrinde, onun meydana çıkan bir tesiri
görülmezdi. Şimdi bu ikinci devirde yalnız başına
kaldığı vakit, hiçbir meselede müttefiklerinin
davasını tutmaz görünmedi. Ama ben, muhtelif desteklemelerinin her
birinde destek derecesinin ne olacağını da daima anlayabildim.
Onunla böyle bir anlaşma içinde çalıştık.
Boğazlar Kapalı veya
Açık Olacak
Boğazlar Konferansı
devam ederken ben Çiçerin ile Boğazlar meselesini ciddi olarak görüştüm.
Ben ona giderdim, o bana gelirdi. Boğazlar kapalı olacak veya
açık olacak, bunu aramızda konuşuyoruz. Görüşüm şu,
kendisine anlatıyorum. Boğazlar rejimi, konferansın esaslı
meselesi. İngilizler Boğazları başlıca İngiliz
meselesi olarak kabul ediyorlar ve Boğazların kendilerine, harp
gemilerine açık bulunmasını istiyorlar. Cihan Harbi sonunda
Boğazlar zaten tahrip edilmiş, İngilizlerin eline geçmiş,
gayri askeri hale sokulmuş durumda. Bu durumun devamını,
İngilizler, konferansın esas şartı saymak kararında
görünüyorlar.
Bu meseleyi beraber
konuşmamız lazım geliyordu. Buluştuğumuz zaman
kendisine diyordum ki: Boğazları kapalı tutmayı talep
etmek, sulh ihtimalinden vazgeçmeye varır. O da biz sulh
kararındayız, ama Karadeniz’i feda etmek Rusya aleyhine bir politika
takip etmek demektir, diyordu. Bana bunu en acı kelimelerle söylüyordu.
Baş başa aramızda konuşuyoruz. Benim Boğazlar
meselesindeki görüşüm hakkında şikâyetlerinde o kadar ileri
gitti ki, bir ara, bu tıpkı Damat Ferit’in
politikasıdır, dedi. Hepsini dinledikten sonra Çiçerin’e söylediğim şu oldu:
“Şimdi biz muharebe ile
buraya geldik. Ordularımız İngiliz orduları ile
temastadır ve huduttadır. Mudanya Mütarekesinde
kararlaştırıldı, konferans esnasında ordular
karşı karşıya bulunacak ve hareket etmeyecekler. Konferans
inkıtaa uğradığı zaman hareket serbesttir. Ben
yarın, Boğazlar Konferansında söylediklerimin hepsini reddederim
ve öbür gün harp başlar. Hazır mısınız?”
Çiçerin bana derhal cevap verdi. “Moskova’ya gelirsin, bunun
mabadını orada görüşürüz” dedi. Kendisine;
“Mösyö Çiçerin, beni dinle! Ben harbi patlatacağım,
ondan sonra Moskova’da görüşeceğiz. Bunu mu demek istiyorsun?” dedim.
O hâlâ görüşürüz diyor.
Durumumuzu kendisine açıkça, olduğu gibi anlatmaya
çalışıyorum. Nihayet şunları söyledim:
“Ben harbi
patlatacağım, sonra görüşeceğiz. Böyle şey olmaz.
Hazır değilsiniz. Sulh yapmak için her şeyi göze
aldınız. Biz de sulh yapmak kararındayız. Boğazlar
meselesi için, zamanla hallolunacak bir mesele için bugün harp çıkarma
niyetinde değiliz. Bundan dolayı Boğazlar meselesinde bir
inkıta yapmayacağım. Burada evvela münasebeti keserim, harbi
emrivaki haline getiririm ve ondan sonra sizinle görüşürüm. Böyle bir görüşmenin
ciddiyeti olmaz. Benden bunu isteyemezsiniz. Dost kalacağız ve
aramızdaki münasebet iyi olduğu, emniyetli olduğu zaman,
Boğazlar açık olsa da Sovyet Rusya aleyhine, bizi arkada
bırakıp bir askeri hareket yapmak mümkün değildir. Mesele
aramızdaki münasebetlerin emniyetli ve devamlı olmasına
bağlı. Kanaatim bu. Bu politikayı takip edeceğiz ve yürüteceğiz.”
Çiçerin ile bu tarzda konuştuk ve ayrıldık.
Boğazlar
Konferansının bundan sonraki toplantısında ben,
Boğazlardan geçişin serbestisini kabul ediyoruz, dedim. Harp
zamanında, Türkiye harbe iştirak ettiğine ve etmediğine
göre, görüşümüzü söyledim. Meselenin can alacak noktasının
nihayet, Türkiye harbe iştirak etmediği zaman harp gemilerinin
Boğazlardan geçmesinde düğümlendiğini belirttim.
İstanbul’un, Marmara’nın ve Türkiye garbındaki havalinin askeri
ve siyasi emniyeti bakımından tedbirler alınması lazım
geldiğinde ısrar edeceğimizi anlatarak, siyasi ve askeri
tedbirlerin alınması lazım geldiğini ifade eden bir beyanat
yaptım.
Boğazlar meselesinin
müzakeresi, gayri askeri mıntıkanın yalnız Boğazlara
değil, Marmara havzasına da teşmil edilmesi, İstanbul
etrafında ve Trakya’da geniş bir gayri askeri mıntıka
bulundurulması, Gelibolu Yarımadasının da askerlikten
tecridi gibi birçok ihtilatlar gösterdi. Bunların her biri ile ayrı
ayrı uğraştık ve vakit vakit, gerek Fransız
murahhası ve gerek İngiliz murahhası Boğazlar meselesinden
dolayı muhtelif sebepler göstererek inkıta tehlikeleri ile
karşı karşıya olduğumuzu bize söylemişlerdir.
Dedikleri, geçiş serbestisinden bahsediyorsunuz, fakat
Boğazların etrafında iyi niyet şekli altında o kadar
çok tedbirler almak istiyorsunuz ki, o kadar çok serbesti istiyorsunuz ki,
buraların gayri askeri bir hale sokulması ve Boğazlardan
emniyet içinde geçme tamamıyla manasız bir hal alıyor. Biz bunu
kabul etmeyiz, diyorlar. Gayret edersiniz, diyoruz. Mütehassıslarımızla
onlar arasında temas ve müzakere ta aralık ayının sonuna kadar
kesilmemiştir. Boğazlar Konferansının aralık
ayının başında başlayıp bütün aralık
ayında devam eden müteakip müzakereleri ve safhaları böyle
olmuştur.
Boğazların açık
veya kapalı olacağı hususunda ayrı ayrı
düşündüğümüz halde, Mösyö Çiçerin’den dostane ve iyi münasebetler içinde
ayrıldık. Çiçerin, Rus politikasını, Çarlık
politikasını çok iyi takip etmiş, iyi bilen bir
diplomattı. Çok zeki, cerbezeli ve tam bir ihtilalci tip idi. Cesur ve
kararlı konuşan bir adamdı. İngilizleri kendi
ihtilallerinin başlıca düşmanı sayıyordu. Türklerle
iyi münasebet hususunda bende samimi bir kanaat bırakmıştır.
Umumi olarak hakkındaki intibalarım, meseleleri iyi bilen muktedir
bir devlet adamı olduğudur. Bize karşı gerek Milli
Mücadelede, muharebe esnasında ve gerekse ondan sonra Lozan’da anlayışlı
davranmıştır. Tabii Boğazları kapalı tutmak,
Rusya’nın esas görüşü olan kapalı tutmayı bizden istemek
için Sovyet Rusya Hariciye Nazırı olarak sonuna kadar ısrar
etmekte haklı idi. Konferans esnasında münasebetlerimizde böyle
haklı olan tarafları vardır. Fakat ciddi olarak meseleleri
görüştüğümüz zaman, söylemese bile, bize hak verdiğini
zannediyorum. Nitekim, ondan sonra münasebetlerimiz yine dostane devam
etmiştir. Mösyö Ciçerin, benim üzerimde, vazifesinin ehli
olan, muktedir ve iyi bir adam intibaını
bırakmıştır. Çok yaşlı değildi. Mesela elli
yaşlarında görünüyordu, fakat fazla yaşamadı. Lozan’dan
sonra başka bir vesile ile bir daha görüşemedim.
AZINLIKLAR
MESELESİ
Lord Curzon Ateş Püskürüyor
Lozan Konferansının
askerlik ve arazi meseleleri, başlıca Trakya hududu ve Boğazlar
meselesi bu şekilde hitam bulmuştur.
Bu meseleler konuşulurken,
sulhun diğer meseleleri konferansta birer birer ortaya geliyordu.
Bunlardan birisi ekalliyetler meselesidir. Ekalliyetler meselesi konferansta
açıldığı vakit, ekalliyetlerin Türk idaresinden çok
şikâyetçi oldukları söylendi. Zaten ekalliyetler meselesi, bir
yanlış anlama ve yine İngilizlerin sert tutumları yüzünden
aksi bir halde başlamıştı. Ekalliyetler meselesinin ertesi
günün gündeminde olduğunu bir gece yarısından sonra bize tebliğ
etmişler. Murahhas heyeti kâtibi vakit çok geç olduğu için beni
uyandırmamış. Sabahleyin, o gün oturum yoktur diye sükûnetle
kalkıp çalışmaya başlayacağım esnada, konferansa
gideceğimizi söylediler. Hayrola, dün akşam bir şey yoktu, bize
bir gündemden bahsetmemişlerdi, diye sordum. Evet siz yattıktan
sonra geldi, uyandırmadık dediler. Ekalliyetler meselesinin
konuşulacağını bildirdiler. Beni uyandırmadığı
için kâtibi tecziye ettim. Neyse, Ankara’da ekalliyetler meselesine ait acele
hazırladığımız bir tarihi etüt vardı. Onu
yanıma aldım, konferansa gittim. Bu etüt, Osmanlı
İmparatorluğu’nda azınlıkların nasyonalist
iddialarını körüklemek ve imparatorluğu zayıflatarak
parçalayıp Türk Hükümetini Avrupa’dan, Asya’dan çıkarmak için Avrupa
milletlerinin ne oyunlar oynadıklarını, neler
yaptıklarını, asırlardan beri süren bütün şekilleri ve
hileleri ile tetkik eden bir uzun metindi. Konferansta onu okudum.
Konuşmamın nihayetinde
Lord Curzon’a inme inecekti. Ödü kopuyordu. Konferans
dağıldı. Dışarı çıkıyordum. Baktım
Lord Curzon otelin bahçesinde yalnız
başına oturuyor, her tarafından âdeta ateş, duman
çıkıyordu. Yanına gittim, ne oldu, dedim. Harap ettin bizi
harap diye şikâyette bulundu ve bana sordu:
“Nasıl yapacağız,
sulh yapacak mıyız?”
“Yapacaksınız” dedim
ve yanından ayrıldım.
Ekalliyetler meselesinin
görüşülmesi böyle başlamıştı ve görüşmelerin
başlaması ile beraber Lozan’da geniş ölçüde bir faaliyet
kendisini gösterdi. Resmi konferans müzakerelerinin dışında,
özel teşebbüslerle bilhassa benim üzerimde büyük baskılar
yapılmak isteniyordu. Bir gün, eski Osmanlı Hariciye
Nazırlarından Noradunkyan Efendi, Lozan Palas’a gelmişti. Benimle
konuşmak istediğini söylediler. Yanında birisi vardı,
geldiler. Noradunkyan Efendi yanındaki zatı takdim etti.
Zannediyorum Paşalyan isminde bir efendi idi. Eski Ermeni
ihtilalcilerindenmiş. Ermeni meselesini benimle görüşmeye
geldiklerini söylediler.
Ermeniler, Yurt İstiyorlar
Noradunkyan
Efendi ile bu meselenin görüşülmesini iyi bir
işaret saydım. Tahmin ettim ki, devletin en yüksek makamında
bulunmuş bir kimse sıfatıyla, Türklerin hissiyatına ve
ekalliyetler üzerindeki düşünüş tarzlarına en yüksek ölçüde, en
samimi şekilde vakıf olan bir insandır. Onunla anlaşmak
kolay olacaktır. Bunları itibarla karşıladım, itibar
ederek konuştum. Ermenilerle aramızda çok şeyler
geçtiğinden bahsettiler. Evet dedim, çok şeyler geçti.
Biz ne mazide, ne Birinci Cihan
Harbi içinde Ermenilerle Türkler arasında geçen hadiselerle herhangi bir
suretle bir ilişiği olmuş insanlar değildik. Bahsi edilen
hadiselerin tamamıyla dışında kalmış yeni
insanlarız. Devletimiz de tamamıyla yeni bir devlettir. Ermenilerle
vatandaşlarımız olarak iyi yaşamak ve iyi münasebetlerde
bulunmak emelimizdir.
Böyle ciddi ve samimi olarak
hissiyatımızdan bahsediyorum. Meselenin nasıl
hallolunacağına ait misaller söylüyorum. Geçmişi
unutacağız. Bütün vatandaşlar arasında Ermenilerle beraber
bir milletin fertleri olarak iyi bir hayat süreceğiz, müşterek bir
vatanı beraber imar edip ilerleteceğiz. Ümidimiz budur, dedim ve bu
kanaatte olduğumuzu söyledim.
Noradunkyan
Efendi ile münakaşa bu tarzda başladı. Paşalyan
Efendi söze karıştı. Paşalyan
Efendi, benim bilmediğim, hatta adını
işitmediğim Ermeni ihtilali vakalarından bahsetti.
İstanbul’da ilk Ermeni ihtilali Osmanlı Bankası’na
karşı olmuş, onu anlattı. Sonra Ermeniler ne muamele görmüş,
onları söyledi. Hiç işitmemişim. Bilmediğim vakalar.
Nihayet Paşalyan Efendi’nin sözlerini, Noradunkyan
Efendi bağladı: “Biz Ermeni yurdu isteriz” dedi. “Nasıl
şey o Ermeni yurdu” diye sordum. “Türkiye’nin bir yerini
ayıracaksınız” tarzında izah etti. Sordum:
“Nerede istiyorsunuz?
Doğuda mı, güneyde mi, batıda mı, nerededir?”
Ben öğrenmek istiyordum,
yani şimdiye kadar söyledikleri isimlerden birini mi söyleyecekler, diye. Noradunkyan
Efendi şöyle dedi:
“Nerede olursa olsun, Ermeni
yurdu olarak bize bir yer verin. Biz orada toplanalım, orada
yaşayalım.”
“Ne münasebet” dedim.
“Nasıl toplanacaksınız? Hiç görülmemiş bir şey.
İçimizde bulunuyorsunuz. Size ait olmayan yerlerde
toplanacaksınız ve orada bir devlet olacaksınız. Nereden
çıkardınız bunu?”
Böyle yumuşak üslupla
konuştum. Uzun boylu ısrar etti, çok ısrar etti. Çok tecrübe
ettik, yapamayız, dedi. Sözleri gittikçe sertleşti, tehdit edici
ifadeler kullanmaya başladı. Elimizden geleni yapacağız,
bırakmayacağız. Böyle söylüyordu.
Noradunkyan
Efendi tehdit edici ifadelerle yaptığı konuşmayı
bitirince, kendisine dedim ki:
“Dinle! Şimdi ciddi olarak
konuşalım. Sizin gelip benimle görüşmenizi ben ciddiye
aldım. Bir vatanın evlatları olarak Türklerle Ermenilerin
münasebetlerini bundan sonra iyi bir halde tanzim etmek için hakikaten
faydalı olabilirsiniz zannettim. İstifade ederim ümidi ile
sözlerinizi ciddi olarak dinledim. Fakat istekleriniz kabili tatbik olmayan,
tasavvuru, kabulü caiz olmayan bir mahiyettedir. Memleketimizin bir
kısmını ayırıp size suni bir vatan ve devlet olarak
vermek gibi bir teklif ileri sürüyorsunuz. Biz, bunu düşünemeyiz, kabul
edemeyiz, yapamayız. Sizin başka bir sözünüz var mı?”
“Hayır, başka bir
sözümüz yoktur” dedi. Bunun üzerine ben konuşmamı şöyle
tamamladım:
“Kesinlikle söylüyorum, biz bu
talebinizi kabul etmeyiz. Mücadelenizde devam edeceksiniz, böyle diyorsunuz.
Doğrudur. Anlıyorum ki, siz şimdiye kadar böyle idealler takip
etmişsiniz. Şimdi bu idealleri tahakkuk ettirmek için tasavvur
edebileceğiniz en büyük bir beynelmilel ortam meydana gelmiş. Bu
konferans, imparatorluğun, Türkiye’nin kaderini görüşmekte olan bir
konferanstır. Bundan netice alacağınızı ümit
ediyorsunuz. Bu fırsatı kaçırmak istemiyorsunuz.
Bakınız, nihayete kadar uğraşacaksınız,
uğraşın. Yalnız bir şey söyleyeyim, nihayete kadar
uğraşacaksınız, fakat aramızdaki her türlü itimat
kalkacak. Uzun müddetten beri bir milli dava olarak takip ettiğiniz
tezlerin karar zamanında benimle uyuşmayı çıkarlarınıza
uygun görmediğinizi anlıyorum. Aramızdaki itimat ve samimi hava
bozulduktan sonra siz tekrar geleceksiniz, beni arayacaksınız.
Artık görüşmemize imkân olmayacak ve lüzum da kalmayacaktır.
Unutmayın, o zaman ben sizinle görüşmeyeceğim.”
Noradunkyan ve Paşalyan Efendilerle bu tarzda görüştük. Sonunda
bunlar ayrıldılar, gittiler. Hakikaten tahmin ettiğim gibi oldu.
Konferansın bundan sonraki safhalarında vakit vakit, toplantıdan
döndüğüm veya otelden çıkacağım saatlerde kapıcı
gelir, bana, sakallı, gözlüklü bir efendinin görmek istediğini
söylerdi. Hemen intikal eder, Mösyö Noradunkyan olmasın, diye
sorardım. Kapıcı evet, derdi. Vaktim yoktur, kendisi ile görüşmeye
imkân bulamıyorum. Sebebini sorarsa, kendisi bilir dediğimi söylersin,
derdim. Ve görüşmezdim. Zannederim birkaç defa bu tecrübeyi
tekrarladı. Böylece aramızda temas kesildi.
Ermeni Meselesine İsviçreli
Karışıyor
Yine bugünlerde, yaşlı
bir İsviçre profesörünün riyasetinde bulunan bir İsviçre heyeti bana
geldi. Bunlar Ermeni hukukunu savunan bir İsviçre cemiyetini temsil
ediyorlarmış. Profesör, cemiyetin başkanı olarak
gelmiş. Profesörle Ermeni davası, ekalliyetler meselesi üzerinde
konuştuk. Bana, Ermeni davasının nasıl
hallolunacağını sordu. Kendisine söyledim, “Bizim için Ermeni
meselesi diye bir şey yoktur. Biz yeni bir devletiz, başka bir
devletiz. Biliyorum, Cihan Harbinde pek çok şeyler oldu. Cihan Harbi bütün
dünya için dört sene sürdü. Fakat bizim için sekiz sene sürdü. Sizin bildiklerinizden
çok daha fazla şeyler oldu” diye sözlerimi bağladım.
Ben yumuşak
konuşuyorum. İsviçreli profesör bu halimi gördükçe ifadesinin
sertliğini artırdı. “Ermeni yurdu istiyoruz,. Ermenilere bir yer
ayıracaksınız, içeride ve dışarıda bulunan
Ermeniler orada yerleşecekler, böylece memleketiniz içinde bir Ermeni
yurdu husule gelecek” diyordu.
“Bu mümkün değil” dedim.
“Böyle bir şey düşünemeyiz ve yapamayız.” Profesör hiçbir
yumuşama göstermeden fikirlerinde ısrar ediyordu. Dedi ki:
“Ben
uğraşacağım. Benim selefim bu dava uğruna ölünceye
kadar uğraştı. Ben de nihayetine kadar
uğraşacağım.”
Sabrım tükendi. Kendisine
sert bir ifade ile şunları söyledim:
“Profesör efendi” dedim,
“haksız bir şey istiyorsunuz. Sizin istediğiniz Türkiye’nin
insanları arasında ahengin kurulması değil, bunun bozulmasıdır.
Zihniyetiniz vatandaşlar arasında ahenk olmamasını isteyen
bir istikamettedir. Fena bir yoldasınız. Muvaffak
olamazsınız. Bana memleketin bölünmesini teklif ediyorsunuz. Biz
memleketimizi parçalanmaktan kurtarmak için bütün Cihan Harbi boyunca
uğraştıktan sonra, dört sene daha
uğraşmışızdır. Sizin cemiyetinizin
yapacağı mücadele, bizim yendiğimiz devletler ve güçlükler
yanında çok ehemmiyetsiz kalır. Çok az gelirsiniz.”
Bunları söyledim ve
“Buyrun!” diyerek profesörü gönderdim.
Ermeni İstekleri Üzerine
Münakaşa
Lozan’da, ekalliyetler mevzuunda
Ermeni meselesi olarak Noradunkyan ve Paşalyan Efendilerle,
sonra İsviçreli profesör ile yaptığımız konuşmaları
anlattım. Kendileri ile, Ermenilerin uluslararası bir mesele haline gelmiş,
hem içeride, hem dışarıda geniş ölçüde kamuoyuna mal
edilmiş olan Ermeni istekleri üzerinde münakaşa ettik.
Noradunkyan
Efendi yaşından, tecrübesinden ve Osmanlı
İmparator-luğu’nda deruhte etmiş olduğu en büyük
vazifelerden edinmesi lazım gelen samimi duygularla
bağdaşmayacak bir inat ve sebat gösterdi. İsviçreli profesör de
aynı anlayışsızlıkla direndi. Sonradan öğrendim
ki, konferansta ekalliyetler meselesi hallolunduktan sonra, Ermeniler Lozan’da
bir kilisede veya diğer bir yerde toplantı yapmışlar.
Müttefiklerden çok şikâyet etmişler. Müttefiklere müracaat
edeceğimize, Türklere müracaat etseydik meselelerimizi daha iyi
hallederdik diye feryat etmişler. Fakat bunların hiçbirisi bir
semere vermemişti. Müttefikler yerine Türklere müracaat etmişlerdi ve
Türkler çok iyi kabul göstermişlerdi. Benimle yaptıkları temasın
bir neticeye varmaması için Noradunkyan ve Ermeni
davalarını takip eden dernekler, hocalar anlayış
göstermemişlerdi. Konferansın en son safhasında, umumi af
münasebetiyle tekrar büyük bir sahne hazırlanmıştı.
İşin bu kısmını geriye
bırakmayacaklarını söylemişlerdi. Halbuki ben
cevabımda, Türkiye’ye avdet meselesini hükümetin iznine ve
rızasına bağlamıştım. Muahedeyi o şartla
imza edeceğim, demiştim. İhtirazi kaydım o kadar
kuvvetliydi. Nitekim, Lozan’dan sonra çıkan davalarda Birleşmiş
Milletler’e müracaat ettiler, hakemlere gittiler. Hakemler de Birleşmiş
Milletler de Türklerin konferansta verdiği cevaplar kesindir, yapılacak
bir şey yoktur, cevabını vererek meseleyi
bağlamışlardır.
Şimdi, ekalliyetler
meselesinde, Ermeni davasında konferansın, müttefiklerin tutumunu
anlatacağım.
Benim Noradunkyan ve
İsviçreli profesörle konuşmamdan bir-iki gün sonra, bir gün
sabahleyin Doktor Rıza Nur Bey yanıma geldi. Rıza Nur Bey sarsılmış bir haldeydi. Tali
komisyondaymış. Tali komisyonda ekalliyetler meselesi
görüşülüyormuş. Mösyö Montagna komisyona reislik ediyormuş. Konferansa
çağrılmış bir heyet varmış. Ermeni
ihtilalcilerinden müteşekkil bir heyet. Mösyö Montagna bu heyeti dinleyelim, demiş. Heyete söz
vermiş. Bu sırada Rıza Nur Bey itiraz etmiş, kimdir bunlar, diye
sormuş. Bir Ermeni heyeti, demişler. Rıza Nur Bey, ne münasebet, niçin buraya
çağırdınız, hangi salahiyetle davet ettiniz, demiş.
Böylece bir münakaşa başlamış. Onlar, karar verdik,
çağıracağız, diyorlar. Rıza Nur Bey, olamaz,
çağıramazsınız, dinleyemem, diyor. Dinlersin, dinleyemeyiz
münakaşaları esnasında Rıza Nur Bey kâğıtlarını
toplamış ve kalkmış. Ben komisyonu terk ediyorum,
demiş. Mösyö Montagna arkasından bağırmış,
burası parlamento değil, sen murahhassın, bırakıp
gidemezsin, demiş. O da ben bırakır giderim cevabını
vermiş ve çıkmış. Bu hava içinde bana geldi. Olup bitenleri
anlattı ve çok fena oldu. Mösyö Montagna ile, komisyondaki azalarla çok büyük kavga
ettik, artık benim burada çalışmam mümkün değil, hemen
Ankara’ya döneyim, dedi. Ondan sonra gerisini sen düşün, nasıl
yapacaksan yap, diye sözlerini bağladı.
Rıza Nur Bey’i nihayete kadar dinledikten sonra, çok iyi
olmuş, dedim. İyi yapmışsın, seni tebrik ederim,
yalnız hiç telaş etme, çekilmek olmaz, ben meseleyi hallederim,
dedim. Fakat fena bir şey yapmışsın, böyle meyus
olmuş gibi bir tavır gösterme, dedim. Hemen o esnada Marki Garoni’den bir yazı aldım. Bu yazıda
murahhasımızın tali komisyonda huysuzluk ettiği, komisyon kararını
dinlemediği, bırakıp gittiği anlatılıyor ve
protesto ederiz, denildikten sonra, konferansta çalışacak
mısınız, çalışmayacak mısınız diye
soruluyordu. Böyle şiddetli bir nota göndermişlerdi. Notaya cevap
verdim. Meseleyi anlattım, konferansa dahil olmayan insanların
konferansa çağrılmaları, bizim alakadar olduğumuz bir
meselede haberimiz olmadan emrivaki yapılması usulsüzdür,
yanlış yapılmıştır ve bu yanlışlıktan
dolayı esef verici hadiseler olmuştur, dedim. Bu cevabi notanın
sonunda, olmaması daha iyiydi, ama olmuş geçmiş, meseleyi
kapanmış addediyorum, diyordum. Cevabımızı gönderdim
ve bıraktım. Sonra Marki Garoni bana şikâyette bulundu. Meseleyi
kapanmış addettin, bu nasıl şey, diye sordu. Kendisine
cevap verdim, dedim ki:
“Ben de bir defa şikâyet
ettim. O zaman bana böyle cevap verdiniz. Lord Curzon muydu, başkası mıydı,
hanginizdi bilmiyorum, şikâyetime böyle cevap vermiştiniz. Ben de
aynını yaptım.”
Mesele böyle geçti,
kapandı.
Ekalliyetlerle İlgili
Fırtınalı Celse
Ekalliyetler meselesi
görüşülürken, konferansta bizim ekalliyetler ile ilgili tezimiz şu
idi: Ekalliyetlere karşı takip olunacak hareket tarzı. Cihan
Harbinden sonra, gerek Cemiyeti Akvam kanalıyla, gerek muahedeler metniyle
müştereken kabul edilmiş ve artık
alışılmış uluslararası usuller ve kaideler olarak
tayin olunmuştur. Bunların hepsini kabul edeceğiz. Bunun
dışında herhangi bir kayıt kabul etmeyiz.
Bu hudut içinde kalıyorduk.
Fakat ekalliyetler meselesinde İngilizler çok sert davrandılar, bütün
Hıristiyanlık âleminden ısrarla bahsettiler. Konferans bu yüzden
inkıtaa uğrarsa, çok fena neticeler doğacağından mübalağa
ile bahsediyorlardı. Benim, İngiliz meseleleri
hallolunmadığı müddetçe diğer meselelerin hepsinde
İngilizler azami derecede güçlük çıkaracaklar tarzındaki
teşhisimin doğruluğu, bir kere daha
anlaşılıyordu. İngilizler ekalliyetler meselesinde de bu
kaideyi, bu prensibi tatbik ediyorlardı.
Mütareke devrinde İstanbul
hükümetleri ile düşman milletler, gerek Ermeniler ve gerek Rumlar yüzünden
eski Türk idaresini o kadar kötülemişlerdi ki, bizim sulh için en çok
müşkülat çekeceğimiz konulardan birinin bu propagandalar
olacağını zannediyordum. Böyle bir tesir altındaydık.
Konferansta Ermeni davası ve Rum davası yüzünden yapılan
propagandalar, tecavüzler vesaire sebebiyle, bir aralık İngilizlerin
sulh yapmak isteyip istemediklerinden ciddi olarak şüpheye
düşmüştüm. İngiliz heyeti içinde çok müspet çalışan ve
aklı başında, tecrübeli bir diplomat vardı. Onu çağırdım
ve kendisi ile bu konuda hasbıhal ettim. Bu diplomatla aramızda iyi
bir münasebet mevcuttu. Ona, ekalliyetler meselesinin devam eden müzakere ve
münakaşasının bende ciddi bir şüphe
uyandırdığını, İngilizlerin bu yüzden
konferansı hakikaten inkıtaa uğratmak niyetinde olup olmadıklarından
emin bulunmadığımı söyledim. Her zaman olduğu gibi,
inandırıcı bir surette bana teminat veriyordu. Ciddi olarak sulh
aradıklarını, müspet bir neticeye varmak istediklerini,
ekalliyetler meselesindeki şiddetli gösterişleri ve büyük
gürültüleri tabii görmemi tavsiye etti. Nasıl tabii göreceğim, bunu
bana nasıl söylüyorsun, dedim. Şu cevabı verdi:
“İsmet Paşa!
Senelerce çok şeyler söyledik, çok şeyler vaat ettik. Bütün dünyada
çok taahhüt altına girdik. Şimdi bunlara son verirken, bu kadar
merasim yapılmasını neden yadırgıyorsun?”
İngiliz diplomatı
bunları söyleyip vaziyeti hulasa ettikten sonra, sükûnete gelmeye
muvaffak oldum. Uğradığımız haksız tecavüzler ve
konferansın hayatına tevcih edilen kasıtlar bu kadar derin
tesir yapacak bir önemde görünüyordu.
Ekalliyetler meselesinin
görüşülmesi başladığı zaman Lord Curzon, meseleyi konferansta vazederken bütün
dünyanın gözleri Lozan Konferansına çevrilmiştir, demişti.
Ekalliyetler meselesine verilen önemi, mübalağalı iddialarla izah ederek
müttefiklerin Türkiye ile harbe giriştikleri zaman, Anadolu’daki
Hıristiyan ekalliyetleri kurtarmak için harekete geçtiklerini ifade
etmişti. Münakaşalar çok sert oldu. Ben konuşuyorum, Lord Curzon cevap veriyor. Lord Curzon konuşuyor, ben cevap veriyorum. Böyle
çatışmış bir vaziyette tezlerimizi savunuyoruz. Arada bir
bana soruyor: Koca bir memlekette Ermeniler için bir parça yer yok mu, diyor.
Ekalliyetlerin, Cemiyeti Akvam’ın kontrol ve himayesine konulmasında
ısrar ediyor.
Lord Curzon bir aralık, konuşmalarından
birinde, biz Cemiyeti Ak-vam’ın müdahalesinden korkmuyoruz, çünkü
ellerimiz temizdir, dedi. Ben kendisine cevap verirken, Cemiyeti Akvam’a
girmeyi reddetmiş olmadığımızı, sulhtan sonra
girmeyi düşündüğümüzü söyleyerek Lord Curzon’a bizim ellerimiz bilhassa temizdir,
tarzında mukabelede bulundum. Bizim ellerimizin hiçbir memlekete tecavüz
etmediğini, hiçbir memleketi istila ve tahrip eylemeyeceğini
söyledim.
Ekalliyetler meselesi çok fırtınalı
celselerde müzakere edildi. Lord Curzon ile daimi çatışma halinde bulunduk.
Lord Curzon sık sık ve ısrarla bütün
dünyanın konferansta ekalliyetler meselesinde ne karar
alınacağını merakla beklediğini söylüyordu. Zaman oldu
ki, ağır lisan kullanılarak bizi itham ve tehdit etti.
Ekalliyetler meselesinden dolayı konferansın inkitaa
uğrayacağını hatırlatmaktan geri kalmadı ve bunun
bütün mesuliyetini bize yıkmaya çalıştı. Lord Curzon’un her hücumunu karşıladım. Ben
de kendilerini itham ettim. Bizim tezimiz, ekalliyetlere tanınacak haklar
hakkındaki görüşümüz, son derece açık ve kesin idi. Bütün
devletlerin kendi memleketlerinde ekalliyetlere tanıdığı
hakları biz de aynen kabul edeceğiz, fakat istisnai bir kayıt kabul
etmeyeceğiz. Herhangi bir murakabeye razı değiliz. Cemiyeti
Akvam’ın murakabesine de razı değiliz. Cihan Harbi sonunda
yapılmış muahedelerin ekalliyetler hakkında koyduğu bütün
hükümleri kabul edeceğiz.
Konferansın devamı
boyunca bu görüşlerimizi ısrarla ifade ettim. Müttefiklere, bizden
daha fazlasını beklememelerini anlatmaya çalıştım.
Ekalliyetler meselesinin
müzakeresi bu tarzda bittikten sonra, konferansta kapitülasyonlar meselesi
görüşülmeye başlandı.
KAPİTÜLASYONLAR
MESELESİ
Amatör Diplomat Oluşumun
Güçlükleri
Kapitülasyonlar meselesinde
benim uğradığım güçlük, biraz da askerlikten gelip amatör
olarak diplomatlık yapmamdan doğmuştur. Benim bu vaziyetimden
istifade etmek isteyen diplomatlar her tekliflerini, her iddialarını
diplomasinin usulüne ve kaidesine uygun bir şekilde ileri sürüyorlardı.
Ben bu iddialara karşı amatör diplomat olarak ve asker tabiatiyle
fikrimi kısa ve kuru ifadelerle söylemek hastalığı içinde
bulunuyor, böyle karşılanıyordum. Bana hep bunu söylerlerdi.
Mesela kapitülasyonlardan bahsolunurken, önüme türlü formüller getirirlerdi.
Canım kapitülasyonlar mülgadır, bu kadar diyelim geçelim, derdim.
Böyle diyemeyiz derlerdi. Murahhas heyetimiz üyeleri ile,
müşavirlerimizle bu tarzda konuşmalarımız olmuştur.
Ben kendilerine sorardım, peki ne deriz?
Kapitülasyonların
ilgasında, ilgasına teşebbüs etmekte âkit taraflar mutabık
olduklarından, birtakım tedbirler düşündüklerinden bahsederlerdi.
Dolaşık birtakım cümleler içinde kapitülasyonların
ilgasının düşünülmekte olduğu var ama, ne vakit
yapılacak, nasıl yapılacak; bunların hepsi benim
görüşümle meçhul ve müphem bırakılan birtakım ifade
tarzları ile dile getiriliyor. Ben bunların hiçbirisini nihayetine
kadar dinlemeye tahammül etmeksizin keserdim. Bırakın bunları,
derdim. En nihayet, kapitülasyonlar için hulasa ettikleri teklifleri,
İstanbul ve İzmir’de intikal devri olarak mahdut seneler için ecnebi
hâkimler kullanılmasından bahsolunmaya başlandı.
Bunları ciddi teklifler gibi uzun müddet söylediler ve her bir konuşmadan
kavga ederek ayrıldık.
Konferansın ilk kesilme
devrine kadar kapitülasyonlar üzerinde bir neticeye varmak bizim için mümkün
olmamıştır. Kapitülasyonlar, konferans kesildiği zaman
açık bir mesele olarak ortada kaldı.
Kapitülasyonlar: Türklerin Eski
ve Aziz Rüyası
Bu mevzu Türk
aydınlarının eski ve aziz bir rüyası idi ve daha konferans
başlamadan evvel her vatanperverin zihninde yer etmişti. Birinci Cihan
Harbi’ne girişimizde müttefikimiz Almanlarla kapitülasyonların kalkmasını
şart olarak konuştuk ve Almanlar bu şartı diğer
devletler kabul ettikleri takdirde razı olacaklarını söyleyerek
kabul etmişlerdi. Yani Birinci Cihan Harbi’ne girişimizin bedeli
olarak dahi Almanlar, kapitülasyonların ilgasını mutlak surette
ve kendi hesaplarına kabul etmemişlerdi.
Kapitülasyonların
müzakeresi, konferansın başından sonuna kadar ümitsiz bir
şekilde devam etmiştir. Konferansın şubatta vuku bulan ilk
kesilmesinin esaslı sebeplerinden birisi kapitülasyonlardır. Müttefikler
ilk günden itibaren kapitülasyonların mali hükümlerini bazı
şartlarla kaldırmaya razı oluyorlardı. Fakat adli sahada
kapitülasyonların düpedüz kaldırılmasını kabul
etmiyorlar ve en nihayet beş senelik bir intikal devrinde ısrar
ediyorlardı. Bu talepte harp halinde bulunduğumuz küçük ve büyük
altı devletten başka Birleşik Amerika ve asırlarca
kapitülasyon sıkıntısı çekmiş olan Japonya da
müttefiklerin ısrarına yardım ediyorlardı.
Sevr Muahedesinde
kapitülasyonlar, Patrikhanenin imtiyazlarının artırılması
ve azınlık haklarının İslam milletlere de teşmili
suretiyle genişletilmişti. Görülüyor ki, kapitülasyonların
kaldırılmaması Türkten başka olan yerli ve yabancı
bütün unsurların müşterek davası idi. Bu dava o kadar muazzam,
çetin ve zahmetli olmuştur.
Daha önce de
anlattığım gibi, Lozan Konferansı başlamadan önce
Paris’te Mösyö Poincaré ile konuştuğum zaman,
kapitülasyonların kaldırılması mevzuunda çok güçlüklerle
karşılaşacağımızı tahmin etmiştim.
Hatta sulhun yalnız bu meseleden geri kalacağı endişesi
zihnimde yer etmişti. Konferans başlayınca, kapitülasyonlar
meselesinin müzakeresi, başından nihayetine kadar tahmin
ettiğim gibi geçti. Şimdi ben buraya kadar söylediklerimle,
kapitülasyonlar davasının Lozan’da geçirdiği safahatı tamamıyla
anlatmış olmuyorum. İleride tekrar bu mevzua döneceğim ve
kapitülasyonların nasıl bir neticeye
bağlandığını izah etmeye
çalışacağım.
MALİ
MESELELER
Önce Düyunu Umumiye
Bundan sonra konferansta mali
meseleler başlıyordu. Mali meselelere, biz Ankara’dan hareket
ederken, büyük bir müşkülat faslı veyahut devresi gibi
hazırlanmış ve o ehemmiyetle yola çıkmış
değildik. Mali meselelere parça parça girdik ve nihayet en sona kalan
düğümler bile mali meselelerden meydana geldi.
Mali meselelere ilkönce Düyunu
Umumiyeden başladık. Düyunu Umumiyeyi, yani Osmanlı
borçlarını görüşmeye, imparatorluğun borçları olarak
bizim toptan kabul etmemiz, bir müddet sonra da İmparatorluktan ayrılan
devletlerle aramızda taksimini düşünmemiz lazım geldiğini
telkinle başladılar. Biz ilk telkinlerine karşı
çıktık. Osmanlı borçlarının tamamını kabul
edemeyeceğimizi söyleyerek, borçların imparatorluktan ayrılan
devletlerle bizim aramızda taksimi lazım geldiğinde ısrar
ettik. Tezimiz buydu. Bu ısrar uzun sürdü. Mali usuller mucibince olamaz
dediler. Güçtür, yapılamaz dediler. Emsali yoktur dediler. Bu şekilde
uğraştık ve ısrar ettik. Osmanlı
İmparatorluğu’ndan ayrılmış devletlerden birisi de
yeni Türkiye Devletidir, Büyük Millet Meclisi Hükümetidir. Bunun
borçlarını ayırmak lazım. Bu görüşle tezimizi müdafaa
ediyoruz.
Müzakereler borcun hangi para
ile ödeneceği mevzuuna intikal etti. Hissemize düşen Düyunu Umumiyeyi
altın olarak, altın para olarak ödememizi istiyorlardı. Biz
bunu altın olarak veremeyiz, dedik. Kendi hissemizi Fransız
frankı ne ise onunla ödeyeceğimizi söyledik. Şimdi özet olarak
söylediğim bu mevzuları görüşmelerin ilk safhasında,
konferans kesilinceye kadar halletmek mümkün olmadı. Ve askıda kalan,
halledilmeyen bu meselelerin hepsinde İngilizler davanın ilerisinde
bulunuyorlardı.
Bir defa, Lord Curzon ile bir gece toplantısında bulundum.
Beraberdik. İkimiz vardık, bir de Amerika Murahhası Mr. Chaild vardı.
Lord Curzon bana dedi ki:
“Konferanstan bir neticeye
varacağız. Ama memnun ayrılmayacağız. Hiçbir işte
bizi memnun etmiyorsunuz. Hiçbir dediğimizi makul olduğuna,
haklı olduğuna bakmaksızın kabul etmiyorsunuz. Hepsini reddediyorsunuz.
En nihayet şu kanaate vardık ki, ne reddederseniz hepsini cebimize
atıyoruz. Memleketiniz haraptır. İmar etmeyecek misiniz? Bunun
için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden
bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende var, bir de bu
yanımdakinde. Unutmayın, ne reddederseniz hepsi cebimdedir. Nereden
para bulacaksınız, Fransızlardan mı?”
Ben, evet, dedim. Curzon sözlerine devam etti:
“Para kimsede yok. Ancak biz
verebiliriz. Memnun olmazsak kimden alacaksınız? Harap bir memleketi
nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek
için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün
reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp size
göstereceğiz.”
Lord Curzon’un bu sözleri kulağımda
kalmıştır ve sözünün geçtiği her yerde
hatırlamışımdır. Lozan Konferansı olalı 45 sene
geçti. Bu sözleri hiçbir zaman unutmadım. Bu 45 sene içinde para almak
için müracaat ettiğimiz her yerde bu ihtimalleri görmüşümdür.
Lord Curzon’un sözleri bittiği zaman, kendisine
dedim ki: “Şimdi meseleleri halledelim, para istemek için gelirsem o
zaman gösterirsiniz.” Hakikat şudur ki, İkinci Cihan Harbi kapı
önünde görününceye kadar mali bakımdan bize kolaylık
gösterilmemiştir. Ve Türkiye kendisini kendi alın teri ile tamir
ederek İkinci Cihan Harbi’ni idrak etmiştir.
Düyunu Umumiye Lozan
Konferansının en çetin meselelerinden birisi idi. İmparatorluk
son zamanlarında her sene 7 milyon altından fazla borç ödüyordu,
Düyunu Umumiyenin görüşülmesi başladığı zaman müttefikler,
imparatorluk birçok memleketlere ayrılmış olmakla beraber, bu
borçların ayrılan memleketlere taksimini kabul etmek
istememişlerdir. İddialarına göre, hukuken Türkiye
borçların muhatabı kalacaktı. Ve borçların altın
olarak tediyesini gayet tabii telakki ediyorlardı. Borçların her iki
yönü için konferansın başından sonuna kadar mücadele
edilmiştir.
Yine Musul Meselesi
Şimdi, bu mücadelelerle
1923 senesi Ocak ayının sonuna yaklaşıyoruz. Hudutlar,
Boğazlar meseleleri ve bunların içinde İngilizlerin birinci derecede
alakadar olduğu Musul meselesi var. Musul meselesini konferansta birkaç
defa görüştük. Mütareke olduğu zaman İngilizler Musul’a girmemişlerdi.
Mütareke günlerinde mütareke hükümleri bizim oradaki kumandana tebliğ
olunmuş, fakat İngiliz kumandanına tebliğ
olunmamış gibi davrandılar. İngilizler birtakım
bahanelerle askeri hareketi devam ettirdiler ve bizimkiler mütareke emrini
almış oldukları için bir müsademe yapılmaksızın,
İngilizler Musul’un işgalini emrivaki halinde tahakkuk ettirmişlerdi.
Biz o vakit, mütareke olduğu anda işgal olunmamış bir yeri
işgal ettiniz, hakkınız yoktur, tarzında protesto ettik.
Mütareke hükümlerine uygun olarak yapılmış bulunan bu
işgali delil diye kullandığımız, istediğiniz
zaman Mondros Mütarekesi yoktur, istediğiniz zaman vardır, mütarekeyi
böyle kullanıyorsunuz şeklinde tarizde bulunduğumuz zaman,
karşılık olarak bunun kuvvetli bir delil
olmadığı cevabını verirlerdi.
Musul meselesini de konferansta
birkaç defa görüştük. İngilizlerle aramızda bir hal şekline
varmak için özel müzakereler yaptık. Bir anlaşmaya varmak mümkün
olmadı. Onun üzerine, Musul meselesini muahedenin imzasından sonra,
evvela bir sene zarfında, sonra dokuz ay zarfında iki memleket
arasında konuşulacak ve anlaşma yapılamazsa Cemiyeti
Akvam’ın hakemliğine müracaat olunacaktır, şeklinde bir hal
suretine bağladık. Bu hava içinde ocak ayının sonuna
geldik. Bazı emarelerden seziliyordu ve ocak ayının sonunda
açığa vuruldu ki, tali komisyonlarda biriken, o zamana kadar bir
karara iktiran etmemiş olan meselelerle beraber bir muahede projesi
meydana getirmişlerdir.
Muahede Projesi Hazır
Şubatın ilk günlerinde
bu muahede projesini bize vermişlerdi ve her gün yarın veya öbür gün
imza etmemiz lazımdır diye bizi
sıkıştırıyorlardı. Nihayet 4 Şubat günü
Beau-Rivage Oteli’nde, İngiliz karargâhında Lord Curzon’un karargâhında özel olarak
toplandık. Bütün başmurahhaslar oradayız. Her devletin murahhas
heyetleri de Beau-Rivage Oteli’nin salonlarını, odalarını
doldurmuşlar, heyecanla neticeyi bekliyorlardı.
Konu şu: Üç ay
konuştuk. Çok meseleler ortaya konuldu. Meselelerin bir
kısmını hallettik, beraber anlaşmaya vardık. Bir mühim
kısmı da bir anlaşmaya varmadan ihtilaf halinde duruyor.
İhtilaflı olan meselelerin hepsini, müttefikler kendi arzularına
göre kaleme almışlar, bunları maddeler halinde, teklif
ettikleri muahede tasarısında tespit etmişlerdir. Müzakereler
bitti. Muahede projesi hazırdır, imza edecek misiniz, etmeyecek
misiniz, diye bize soruyorlar. Bunun üzerine münakaşa başladı.
Proje Galip Devletlere Göre
Hazırlanmıştı
Muahede projesi iki gün evvel
bizim elimize verilmişti. Bu iki gün içinde projeyi tetkik ettiğimiz
zaman gördük ki, bizim arzu ettiğimiz, bizim hedef tuttuğumuz bir
Türkiye elde edilmiş olmuyordu. Kapitülasyonlar mevzuunda
istediğimizi vermiyorlar. Mali meselelerde tekliflerimizin hiçbirini
nazarı dikkate almamışlar. Önümüze birtakım imtiyazlar
çıkarıyorlar. Mali mesele olarak müttefiklerin diğer bütün
muahedelerde yaptıkları, alıştıkları bir zarar
ve ziyan hesabından bahsediyorlar. Harp dolayısıyla Türkiye’ye
tevessül edecek mecburiyetler, mükellefiyetler tespit edilmiş. Hulasa,
karşılıklı müzakerelerde yapılmış, vücuda
getirilmiş manzarası altında tek taraflı olarak
hazırlanan bir muahedenin imzasına bizi davet ettiler. Uzun boylu
konuştuk. Saatler süren bir toplantı yaptık. Muahede projesini
imza etmemizi istiyorlar. Konferansın devamı süresince kabul ettirmek
için mücadele ettiğimiz, açıkça dünyaya ilan ettiğimiz isteklerimiz
temin olunmadan galip devletlerin arzularına göre
hazırlanmış bir metni imza edemezdik. Bu bütün tekliflerimizden
vazgeçme anlamına gelecekti.
Lozan Konferansında
inkıtadan evvel ve inkıtadan sonra dokuz aya yakın süren
mücadele devrinde en çok sıkıldığım, konferansı
bölen bu şubat konuşması ve şubat kesilmesidir. 4
Şubat akşamı yaptığımız bu uzun
toplantıda en nihayet, Lord Curzon’a biz bunları kabul etmeyeceğiz, dedim.
Müzakereler devam ederken Lord Curzon, arada bir kendisinin tren vaktinin
geldiğinden bahsederek, çabuk karar verin de gidelim, derdi. Lord Curzon böyle acele ettikçe ben kendisine, kabul
etmeyeceğiz, biz söyleyeceğimizi söyledik, bu suretle
konferansın kesilmesi mesuliyetini siz deruhte etmiş oluyorsunuz,
cevabını verirdim. Fakat tam bu esnada murahhaslardan biri ortaya
yeniden bir mevzu atar ve müzakereye baştan başlarız. Böyle
gergin, sinirleri bozucu bir hava içinde konuşuyoruz.
Beau-Rivage Oteli’ndeki 4
Şubat toplantısında bir aralık Lord Curzon’a sordum:
“Şimdi döneceksiniz.
İngiltere’ye gittiğiniz zaman, size sulhu soracaklar. Niçin
gittiniz, niçin sulh yapmadan geldiniz, diyecekler. Ne cevap vereceksiniz?
İngiltere için hayati olan meseleleri temin etmiş olmanız lazımdır.
Türkiye için hayati olan meseleleri reddettiniz, bunu kabul edemezdik. Sulhu
soranlara ne cevap vereceksiniz?”
Lord Curzon, memleketime gittiğim zaman benim
ne cevap vereceğimi sordu. Bunun üzerine kendisine dedim ki:
“Benim vaziyetim kolay. Ben
Türkiye’ye gittiğim zaman, soranlara ne cevap vereceğimi size
söyleyeyim. Ben memleketime gittiğim zaman bana da niçin sulh olmadı,
diye soracaklar. Bir cümle ile cevap vereceğim: Lord Curzon sulh istemediği için konferans
kesilmiştir, diyeceğim.”
Lord Curzon oturduğu yerden âdeta havaya
fırladı, ayağa kalktı, sözlerimi profesto etti.
“Katiyyen!” dedi.
Ben, Lord Curzon’u zayıf tarafından
yakalamıştım. Fikrimde ısrar ederek, şöyle
konuştum:
“Memleketime gittiğim
zaman söyleyeceğim, bütün dünyaya ilan edeceğim, Lord Curzon sulh istemiyordu, müzakereleri
kısır bir sonuca vardırmak için elinden geleni yaptı.
Konferans kesildi, yeniden harp başlayacak, diyeceğim. Sırf
sulh yapmamak için, nerede bir bahane bulduysan, onların hepsinin üzerinde
ısrar ederek konferansı akamete uğrattın. Benim kanaatim
budur.”
Lord Curzon fena halde kızmıştı. Ben
sulh istemiyordum da, onun için mi olmadı, nasıl söylüyorsun
bunları, diye bana karşılık verdi. Öyle söylüyorum, öyle
söyleyeceğim, dedim. İşte bütün meseleleri birer birer ortaya
koyduk. Kapitülasyonlar senin için hayati bir mesele midir, tarzında
konuştum. Saatlerce süren bu mücadeleye hakiki bir çekişme ve boğuşma
denebilir. Toplantı böyle bir hava içinde geçti. Biz nihayete kadar noktai
nazarımızda ısrar ettik. Fakat onlar aralarında daha evvel
karar vermişler. Hiçbir değişiklik yapmak niyetinde
değiller. Hazırladıkları muahede projesini menfi şekli
ile bize behemehal kabul ettirmek isteğinde oldukları
anlaşılıyordu, görülüyordu. Nihayet hiçbir neticeye varamadık
ve biz salonu terk ettik.
Muahede Projesini
İmzalamadık
Toplantı odasından
çıktığımız andan itibaren, otele gelinceye kadar
koridorda, otelde, mütemadiyen murahhaslar ve haberciler bize gelip gitmeye
başladılar. Tren vakti gelmiştir, Lord Curzon hareket etmek üzeredir, fakat müdahale
etmişlerdir, trenin hareketini bir çeyrek daha tehir etmişlerdir.
Böyle söylüyorlar ve eğer biz trene yetişip muahedeyi hazır
şekli ile imza edersek sulh olacaktır, diyorlardı.
Toplantının dağılmasından sonra, bir yarım saat,
üç çeyrek saat kadar bu şekilde sinirleri bozucu bir çekişme, bir
görüşme devam etti denilebilir. Ben aracılara, kararımızda
bir değişiklik olmadığını bildirerek, Lord Curzon için uğurlar olsun, dedim. Ondan sonra
haber geldi ki, tren hareket etmiş ve Lord Curzon Lozan’dan ayrılmıştır.
Ben de hareket
hazırlığına başladım. Şimdi ortaya bir
mesele çıktı. Konferans kesildi mi, inkıta mı etti, tehir
mi olundu? Herkes bunun tespitine çalışıyor. Gerek konferans
kâtibi umumisi, gerek Fransız heyeti, acele ile bu ayrılmayı,
konferans kesilmedi, konferans tehir olundu şeklinde tanıtma
gayretine giriştiler. Böyle bir gayret sarf ediyorlar. Konferansın
kesilmesinden sonraki ilk icraat bu suretle müttefikler tarafından
başladı. Konferansın kesilmesine sebep olan hesap hatası
anlaşılıyor ki, son defa bir kesin vaziyet
karşısında bırakılırsa Türkler kabul etmeye
mecbur olacaklardır, kanaatinden doğmuştu.
Türkiye’ye dönmek üzere hareket
ettik. Romanya üzerinden gideceğiz. Çok fena bir kış hüküm
sürüyordu. Nihayet Romanya’ya geldik. Romanya’da yollar kapalıydı,
trenler işlemiyordu. Bir gemi istedim. Köstence’ye bir gemi getirdiler.
Romanya’da bir gün kaldım.
Romanya Hariciye Nazırı ile görüştüm. Bu bir gün içinde
Romanya’daki İngiliz Sefareti vasıtasıyla bana Lord Curzon’un bir mesajını tebliğ
ettiler. Kimsenin bilmediği bir mesaj. Bir sır gibi gizli
tutulmuş, dostane yazılmış bir mesaj. Lord Curzon mesajında sulh olacağından
bahsediyor, konferans esnasında Lozan’da
çalıştığım gibi Ankara’da da sulh için
uğraşacağımdan söz ediyor, bana muvaffakıyet diliyor
ve aramızdaki münasebetlerin konferansta bir sulh ile neticelenmesi
ümidini ve temennisini tekrar ediyordu. Ben de cevap verdim teşekkür
ettim.
KONFERANSIN
KESİLMESİ
Memlekete Döndüm
Memlekete döndüğüm zaman
iki mühim bilgi ile mücehhezim. Biri Lord Curzon’un mesajı. Belli ki
İngilizler konferansı kesmek ve yeniden harbe sebep olacak bir durum
yaratmak istemiyorlar. 4 Şubat toplantısında kesin tavır
alarak bizim mukavemet gücümüzü ölçmek istemişler. İkinci mühim
nokta Amerikan Amirali Bristol ile yaptığım bir görüşmedir. Mr. Chaild ayrılmış, yerini Amiral Bristol almıştı. Amiral Bristol bana bir akıl vermişti. Ankara’ya
döndüğün zaman bir düşün, dedi. Konferansa davet ederken, konferans
toplanacağı zaman, konferansı bir hulasa edersin, nelerde
mutabık olmuşsan onları göster ve hangi meselelerde mutabık
değilsen, ne istiyorsan onları teklif olarak yaz, konferans için
böyle vazıh bir teklif verirsen, toplanmayı da gelecek
çalışmayı da kolaylaştırmış olursun
tarzında bir telkin yaptı. Bunun çok kolaylık
sağlayacağını söyledi. Aklım yattı. Nitekim,
konferansa tekrar daveti bu şekilde bir nota ve teklifle
karşıladık ve Ankara’dan tekrar vazife alarak hareket ederken
Lozan’a böyle gelmiş oldum.
Atatürk ile Eskişehir’de Buluştuk
Lozan dönüşünde
İstanbul’da pek az kaldıktan sonra Ankara’ya hareket ettim.
Eskişehir’de, İzmir’den gelmekte olan Atatürk ile buluştuk. Fevzi Paşa da beraberdi. Atatürk İktisat Kongresinden geliyordu. Her ikisi ile
ayrı ayrı ve beraber konuştum. Sulh yapmak ihtimali üzerinde
kanaatimi öğrenmek istiyorlardı. Bir sulh ihtimali var mı, yok
mu? Üzerinde durulan husus bu. Benim kendilerine naklettiğim, sulh
ihtimali vardır. Benim kanaatime göre, sulh, esasen büyük manilerden
kurtulmuştur. Biz konferansın birinci kısmında,
başlıca İngilizlerle mücadele ettik ve İngilizler, kendi
meselelerini çıkarabilmek için müttefiklerle beraber bulunmaya dikkat
etmişlerdir. Büyük devletler ve küçük devletler, İngilizler
etrafında müttehit bir cephe olarak davayı takip etmeye karar
vermişlerdir. Evvelce de söylediğim gibi, Lord Curzon bu taktiği tuttu. Benim kanaatime göre,
İngilizlerin sulha mani telakki ettikleri esaslı meseleler, konferansın
birinci kısmında neticeye bağlanmış ve konferans böyle
bitmiştir.
İngilizlerle bir meselemiz
kalmamış gibidir. Bundan sonraki meseleleri halletmek için hem
mukavemetimiz daha kolay olacaktır, hem belki İngilizlerden
yardım da göreceğiz.
İngilizler
bakımından fazla mühim olmayan kısımlar, bizim için yine
çok önemli olmakla beraber, müttefikler arasında Fransız ve
İtalyan menfaatleri açısından ehemmiyetlidir. İngilizler,
bu meselelerden dolayı öteki müttefiklerini evvelce yaptıkları
gibi belki yine destekleyeceklerdir. Fakat bu meseleler yüzünden bir
inkıta olursa, bunun bir harbe gitmesi ihtimali zayıftır.
İngilizler böyle bir neticeyi terviç etmeyeceklerdir. Sulh
yapılmasını arzu edeceklerdir.
Bunları Mustafa Kemal Paşa’ya, Fevzi Paşa’ya anlatıyorum. Görüşüyoruz ve bir
mutabakata varmak istiyoruz. Meselenin düğüm noktası, konferansın
şimdiye kadar olan safhasında İngilizler ne dereceye kadar tatmin
olmuşlardır ve konferans tekrar toplanırsa nasıl bir
tavır takınacaklardır, bunu teşhis etmekte.
İntibalarımı Eskişehir’de naklediyorum. İngilizlerin
ehemmiyet verdiği meselelerin başında Boğazlar geliyordu.
Boğazların harp gemilerine açık olmasını, bu suretle
Boğazlarda bize karşı ve Ruslara karşı takip ettikleri
Akdeniz ve Karadeniz politikasını behemahal kurtarmak
istiyorlardı. Çünkü Lloyd George ile bugünkü İngiliz Hükümeti arasındaki
büyük ihtilat da Boğazların emniyeti yüzünden
çıkmıştı. Lloyd George, Boğazların emniyetini temin etmek
için harpten başka çare yoktur kanaati ile İngiltere’yi ve
dominyonları sulh yolundan saptırmak istiyordu. Boğazlar
meselesinde emniyeti tesis etmek harpsiz mümkün olacaktır görüşünün
temsilcileri, Lord Curzon’un etrafında toplanmış bulunuyorlardı.
Lord Curzon ve etrafındaki grup, İngiliz
kamuoyuna, bunu temin etmek için çalışacağız, temin
ettikten sonra harp konusu kalmaz, diyorlardı. Böyle bir vaziyet
karşısındaydık. Benim görüşüme göre,
Boğazların emniyetine bulunacak hal şekli, İngilizler için
harp sebebi olabileceği gibi, Musul yüzünden de harple karşı
karşıya kalmak mümkündü. Tabiatiyle Musul da İngilizlerle harbe
tutuşmamızı icap ettirebilir. Bu ihtimale karşı
İngilizler, müttefikleri sonuna kadar etraflarında tuttular ve
meselenin son hal şeklini, nihayet Cemiyeti Akvam’ın
aracılığına ve hakemliğine bıraktıktan
sonra, bu sıkıntıdan kurtuldular. Her iki mesele
etrafındaki tehlikeleri bertaraf ettikten sonra, kapitülasyonlarda, adli
ve mali meselelerde müttefiklerle beraber görüşmelerine rağmen, daha
ziyade Fransızların menfaatleri içinde kalan bu meselelerden
dolayı İngilizler için bir harp ihtimali kalmıyordu. Atatürk’e bunları anlattım ve benim kanaatimce Lozan’da
neticeye bağlanmış konuları hallettiğimizi kabul
edersek, diğerleri üzerinde fikirlerimizi söyleyerek konferansa tekrar
gidebiliriz, dedim. Böyle bir tahmin yaptığımı söyledim.
Bu tahmin üzerinde Atatürk ile yalnız, Fevzi Paşa ile yalnız ve üçümüz beraber,
Eskişehir’de saatlerce görüştükten sonra, onları da bir kanaate
vardırdığımı zannediyorum.
Konferansla İlgili Meclis
Müzakereleri
Eskişehir
mülakatının özü, benim konferanstan sulh yapılmasından
ümitli olarak mı ayrıldığım, bundan sonra bir sulh
ihtimali vardır gibi bir kanaatte miyim, buna teşhis koymaktan
ibarettir. Bu esas üzerinde bir kanaate, bir mutabakata vardıktan sonra
Meclis içi ve Meclis dışı münasebetleri ona göre idare etmek
için bir istikamet tayini arzusu bizim Eskişehir’de buluşmamızın
hedefini teşkil etmiştir. Hakikaten Mustafa Kemal Paşa ve Fevzi Paşa ile Eskişehir’de buluşup görüşmemiz
çok faydalı oldu. Zannediyorum ki, onlar da konferansın neticesi ve
akıbeti hakkında kendilerine rahatlık verecek, huzur verecek
bir kanıya vardılar. Bundan sonra aramızda herhangi bir
görüş ayrılığı olmaksızın Meclise gitmeye
karar verdik. Zaten Atatürk ile büyük meseleler üzerinde, kısa zamanda daima
özlü münakaşalardan sonra bir mutabakata ve anlaşmaya varmak bizim
için mümkün olmuştur. 1916’dan 1937’ye kadar 21 sene mütemadiyen büyük
mücadeleler ve çekişmeler içinde beraber çalıştık. Fakat
büyük meseleler üzerinde aramızda hiçbir zaman çok mücadele ve münakaşa
etmedik. Daha evvel muharebe esnasında beraber
çalıştığımız senelerde de bu böyle olmuştur.
Eskişehir’de tren içinde
yaptığımız görüşmede sulh olacaktır kanaatine
vararak, görüş birliği halinde Ankara’ya hareket ettik. Ankara’ya geldikten
sonra aramızda bir ihtilat olmaksızın Meclis müzakereleri
yapıldı.
Ankara’ya gelir gelmez, ben
doğruca toplantı halinde bulunan Vekiller Heyetine gittim. Vekiller
Heyetine verdiğim izahat da takriben bu istikamette olmuştur.
Konferansın umumi heyetini, konferansın umumi havasını,
inkıta gününün buhranlarını ve oradan ayrıldıktan
sonra yolda yaptığımız görüşmeleri, bunların
hepsini anlattım. Zannediyorum ki, onlar da konferansın neticesi ve
akıbeti hakkında kendilerine rahatlık verecek, huzur verecek
bir kanıya vardılar. Meclis müzakerelerinde nasıl bir yol tutacağımızı
görüştük ve bir karara vardık. Burada şunu belirtmeliyim ki, henüz
Ankara’ya gelmeden, yolda iken, Ankara’da bulacağım havayı bana
anlatan iki mülakatım oldu. Mecliste İkinci Gruptaki arkadaşlardan
ayrı ayrı iki kişiye rasgeldim, kendileri ile konuştum.
Birisi bana, ne getirdin, diye sordu. Çok şey getirdim, dedim.
Muhatabım, belli ki hiçbir şey getirmediğim kanaatinde idi.
Canım ne getirdin, ne getirdin, diye ısrar ediyordu. Hiçbir şey
getirmedim, diyerek konuşmayı kestim. Öteki daha ileri giderek bana
şöyle dedi:
“İngiltere Hariciye
Nazırı Lozan’a geldi. 2,5 ay orada kaldı. Bu adam bir şey
yapmak istiyordu. Niçin istifade etmedik?”
Ben de kendisine, “Onun ne
yapmak istediğini biliyor musun?” sorusunu sorduktan sonra dedim ki:
“Evet, o bir şey yapmak istiyordu, fakat biz onun istediğini
yapmadık.”
İkinci Gruba mensup bu iki
arkadaşla yolda yaptığım konuşmalar Meclis
müzakerelerinin ne kadar çetin olacağını bana
anlatmıştı.
Sulh Olmamasını Hatam
Olarak Gördüler
Meclis müzakereleri tabiatiyle
benimle çok çekişmeli geçtiği kadar, Atatürk müzakerelere karıştıkça bütün hücumlar ona
karşı yapılıyor ve onun üstünde toplanıyordu.
Lozan’dan dönerken, bizim Atatürk ile Eskişehir’de buluşmamız zihinlerde
bazı tereddütler yaratmış. Meclisten evvel görüşülmüş,
birtakım kararlara varılmış olduğu zannıyla benim
aleyhimde ve Atatürk
aleyhinde nihayete kadar her türlü tenkitler, kötülemeler yapılmış,
mücadele edilmiştir.
Gizli oturumlar halinde devam
eden Meclis müzakereleri hatırımda kaldığına göre 28
Şubatta başladı. Biz Atatürk ile olduğu gibi, Vekiller Heyeti ile de tamamen
mutabakat halindeydik. Rauf Bey’de bir uzaklık ve memnuniyetsizlik görmedim. O da
bizimle aynı kanaatte idi. Hep beraber Mecliste mücadele etmeye karar
vermiştik. Gerçekten müzakereler esnasında bir
ayrılığımız olmadı.
Lozan Konferansının
inkıtaı büyük bir hadise idi. Bununla bütün memleket alakalı
idi. Bütün memleket hep aynı kaygı içinde idi: Sulh olacak mı,
olmayacak mı? Lozan’da yapılan inkıtaın neticeleri ne oldu?
Tekrar harp mi olacaktı? Harp olmayacaksa, sulh nasıl
yapılacaktı? Herkes bunu merak ediyordu. Meclis de bu merak
içindeydi. Böyle büyük bir hadiseden sonra Meclis müzakereleri tabiatiyle
büyük ehemmiyet kazanmıştı.
Meclis müzakereleri
başlarken, ben evvela Lozan Konferansının geçirdiği
safhaları anlattım. Herhalde 1-2 gün o sürdü.
Karşımıza çıkan meseleleri, ihtilafta olduğumuz ve
muallakta kalan meseleleri anlattım. Her zaman söylediğim gibi evvela
askerlik ve arazi meseleleri vardı. Ondan sonra kapitülasyonlar,
ekalliyetler, mali ve iktisadi meseleler bunları takip ediyordu. Gerek
Milli Misak’ın hedefleri olarak, gerekse Lozan’da müzakereye başladıktan
sonra meydana çıkan konular olarak bunların geçirdiği
safhaları izah ettim. Çok sert tenkitlere maruz kaldım. Daha ilk
zamanlarda bana, ne getirdin diye sormaya başladılar. Sulh olmamasını
münhasıran bizim hatamız ve benim hatam olarak değerlendirdiler.
Mecliste Tenkitler Sert Oluyordu
Mecliste müzakereler çok
hararetli, tenkitler çok sert oluyordu. Hiç unutmam, Lord Curzon’un konferansa gelmesini, benim hatam yüzünden
sulh olmadığı iddialarına gerekçe olarak gösteriyor ve
şöyle diyorlardı: İngiltere Hariciye Nazırı,
bulunduğu vazifenin cihanşümul mahiyetine, işlerinin son derece
geniş olmasına rağmen, bunları bilerek Lozan’a gelmiş,
iki buçuk ay uğraşmış. Hiç şüphe yok ki, bu adam sulh
yapmak istiyordu. Niçin yapılmadı? Münhasıran İsmet
Paşa’nın hatası yüzünden sulh olmadı.
Konferansın inkıtaa
uğramasını bu gerekçeye bağlayıp, benim her suretle
kusurlu ve eksik olduğumu söze başlamanın ve tenkide
başlamanın ilk maddesi olarak ele alıyorlar ve
söylüyorlardı. Bu suretle benim hakkımda başlayan münakaşa
bir-iki satır sonra, bir-iki cümle sonra yeni bir hücum noktası
bularak, nihayet Atatürk’ün
üzerinde toplanıyordu. Fırsat buldukça Atatürk’ün mesuliyetine, onun idaresinin bizi sulha götürmeyeceğine
işaret ederek, böyle bir taktik kullanıyorlardı. Hulasa Mecliste
yapılan tenkitler, murahhas heyetinin hatalarını belirtip,
sorumluluklarını tescil ettikten sonra, arkasından Atatürk’ün idaresinde sulh yapılamayacağı
neticesine vardırılmak isteniyordu.
Bu müzakerelerin devam
ettiği esnada, Atatürk aleyhinde esasen birikmiş çok husumet vardı. Bu
husumet iç politikada kendi hasımları tarafından beslenmiş
ve işlenmiş bütün konularla beraber dile geliyordu. Onların
tesiri söylenerek, söylenmeyerek işletiliyordu. Lozan
Konferansının ilk safhasının inkıtaa
uğraması, bunların hepsinin, bütün birikmiş hırsların
ve iddiaların ortaya dökülmesi için bir vesile
sayılmıştı. Mesela, Atatürk’ün hususi hayatından bahsedilmek isteniyordu.
Aslı olmayan şeyler de eklenerek, birçok dedikodu
yapıyorlardı. Atatürk o tarihlerde yeni evlenmişti. Hanımı ile
beraber seyahate çıktığında, kendisini istikbal edenler
veyahut ağırlayanlar her yerde erkekler için ayrı
toplantılar tertip etmek ve kadınları haremde toplamak
istiyorlardı. Atatürk bunların hepsini daha ilk günden önlemeye
çalışmıştı. Kadınlara cemiyet hayatında
mevki vermek istediği, kadınların cemiyet hayatına
iştirakinin bir esaslı reform olduğu kanaati daha ilk günlerden
itibaren onun kafasında hazırlanmış ve
yerleşmişti. Hareketlerinden böyle olduğu
anlaşılıyordu. Ama bütün bunlar, daha o zamandan Atatürk aleyhinde büyük galeyanlara ve hareketlere yol açacak bir
konu sayılıyordu.
Atatürk’ü Müteessir Eden Olaylar
Bugünlerde Atatürk’e karşı hazırlanmış mühim bir
hadise olmuştu. Seçim kanununda değişiklik yapılmak üzere,
bir kimsenin mebus seçilebilmek için bir yerde en az beş sene
oturmuş olmasını şart koşan bir teklif
hazırlamışlar, Meclise vermişler. Bundan Atatürk son derece müteessir olmuştu. Bunu doğrudan
doğruya kendi şahsına tevcih olunmuş bir tertip
saymıştı. Kendisini müdafaa için, bu tertibi, millete ve dünyaya
anlatılması en kolay olan bir mücadele konusu yaptı ve
haklı olarak bunu azami derecede kullanıyordu. Evet Atatürk bir yerde beş sene oturamadı. Çünkü kendisi, ne
hayatını, ne rahatını düşünmüş, vatanı
kurtarmak uğrunda hayatını feda edecek kadar
çalışmıştır. Bugün çok şükür hepimiz
memleketlerimize sahip olarak, her birimiz belli bir yerde yerleşmiş
vatandaşlar olarak oturabiliyorsak, hürriyet içinde
yaşayabiliyorsak, bu neticeye, onun bir yerde beş sene
oturamamış olması ve vatanı kurtarmak için
çalışması sayesinde ulaşmışızdır. Atatürk, bu gerçeği bütün tasvirlerinde pek güzel
anlatıyordu. Mücadelesini yaparken, Mecliste muhaliflerine, tabii son
derece kuvvetli olarak karşı çıktı.
Mecliste muhalifler “İkinci
Grup” adı altında teşkilatlı bulunuyorlardı. Bunlar,
bütün Milli Mücadele esnasında, vakit vakit tedavi edilmesi imkânsız
görülmüş olan geçimsizliğin takipçileri idi. Şimdiye kadar muhtelif
vesilelerle zafer mümkün değildir, bizi oyalıyorlar, taarruz
edeceğiz diyorlar fakat taarruz etmeyeceklerdir, taarruz ederlerse
taarruzun muvaffak olması ihtimali yoktur, bir an evvel uyuşmak
lazımdır tarzında muhalefet yaparlardı. İtilaf
Devletlerinin her sulh teşebbüsünde, sulhseverlik ve insanlık
göstermek taraftarı olan bu zevat, askeri zaferin tahminin çok üstünde
kesin neticeler vermesi ile tabii çok güç duruma düşmüşlerdi.
İkinci Gruba mensup
mebusların hepsi, şimdi, sulh fırsatı
kaçırıldı teranesi ile bütün hiddetlerini yenileyerek,
hücumlarını yine Atatürk’e, Atatürk’ün idaresine ve onun çalışmalarını
desteklediği, takip ettiği Lozan Sulh Heyeti ve hükümet
poltikası aleyhine tevcih etmişlerdi. Müzakereler sabahtan
akşama kadar gizli olarak devam ediyordu. Meclis akşamüzeri geç vakit
kapanır, ondan sonra, o günkü müzakerelerin haline göre Atatürk Vekiller Heyetine uğrar veya uğramazdı. Biz
ekseriya, Meclisten çıkınca Vekiller Heyetinde toplanır, o
günkü müzakereleri kısaca bir gözden geçirdikten sonra, ertesi günü takip
olunacak hareket hattını görüşürdük.
Meclisteki müzakereler son
derece haşin ve mütecaviz bir hava içinde devam ediyordu. Bazı
meseleler üzerinde çok duruyorlar, bazı meseleleri fazla
mühimsemiyorlardı. Mesela Boğazların emniyeti meselesinde çok
ısrar etmediler. Çünkü buna herkesin aklı fazla ermiyordu. Fakat
Musul üzerinde kıyamet kadar ısrar oldu. Keza, Milli Misak’ın
söylediği gibi, Garbi Trakya’nın kamuoyuna müracaat edilerek
kurtarılması tezi temin olunmadı diye, bunun üzerinde de büyük
gürültüler oldu. Garbi Trakya’nın behemahal kurtarılması için
ısrar ettiler. Arazi meselelerinde Meclisin havası son derece sert
idi. Adalardan bahsolundu. Hiç olmazsa Meis Adasının mutlaka
kurtarılması isteniyordu. Hatta bir mebusun hatırlatması
üzerine, Tuna Nehri içinde bulunan Romanya elindeki Adakale’nin de
kurtarılması lazım geldiğini karar altına
aldılar. Adakale, Berlin Muahedesinde unutulmuş ve bizde
kalmıştı. Bu sefer de kurtarılması karara
bağlandı.
Meclis Müzakereleri 6 Martta
Bitiyor
Nihayet milletvekillerinden
birisi, çalışılmış, birtakım neticeler alınmış
dedikten sonra, bundan dolayı İsmet Paşa’nın
değiştirilmesi gerektiğini ve bu sebeple itimat oyu
vermeyeceğini söylemişti. Hatta bu arkadaş, oy verme
esnasında, bana gelmiş ve oy pusulası üzerine
yazdığını da göstermişti. Bana diyordu ki: Birçok iyi
neticeler alınmıştır, fakat bizim murahhas heyetimiz ne
alabilecekse onu almış, artık daha fazlasını alamaz.
Yeni bir heyet gönderirsek, o, yeni şeyler alabilir. Millet olarak daha
çok şey kazanırız. Bu kanaatle oy veriyorum. Böyle söylemişti.
Güldüm ben. Aldığımız şeyleri, aldık cebimize
koymadık ki, dedim. Bunları nereden tahmin ediyorsunuz? Muahede imza
edilinceye kadar onların hepsi muallakta duruyor. Benim bu sözlerim
üzerine, takdir etmedik manasına almayasın diye söylüyorum, aleyhte
oy vereceğim, oy pusulasına da yazdım, ama maksadım budur,
dedi. Bunları, o günkü Meclisin seviyesini gösteren hadiseler olarak
anlatıyorum.
Meclis müzakereleri 6 Marta
kadar sürdü ve nihayet bir karara varıldı. Meclisin kararı üç
maddelik bir tebliğ halinde neşrolundu. Bu tebliğde şöyle
deniliyordu:
“1-Müttefiklerin verdikleri sulh
projesini olduğu gibi kabul etmekliğimize imkân yoktur. Zorlarlarsa,
kendimizi mesuliyetten kurtulmuş sayarız.
2-Hayati meselemiz olan Musul’un
kısa bir zamanda halli lazımdır.
3-Mali, iktisadi, idari
meselelerde hayat ve istiklal haklarımızın temini
şartı ile sulh teşebbüslerine devam için Vekiller Heyetine izin
verilmiştir.”
Büyük Millet Meclisi bununla,
Lozan Konferansının 4 Şubatta inkıtaa
uğramış olmasının açıkta bıraktığı
meselelere karşı tutumunu açık bir tebliğ ile dünyaya
bildirmiş ve murahhas heyetine bir nevi itimat beyan etmiş oluyordu.
Tebliğden, aynı zamanda, bizim Lozan’da neticeye bağladığımız
meselelerin Meclisçe tasvip edildiği, buna karşılık
reddettiğimiz hususların reddedildiği anlamı
çıkıyordu
Meclisten böyle bir netice almak
kolay olmadı. Bu netice, birçok defa, belki hemen her gün, müzakerelerin
düğümlendiği zamanlarda, Atatürk’ün müdahale ederek, davaları teşhis etmesi ile
ve bizim hareket hattımızı, başlıca benim müdafaa
tarzımı canla başla desteklemek ve korumak gayreti ile mümkün
olmuştur.
Meclisin alacağı karar
için oya müracaat edildiği zaman, lehte ve aleyhte oy verenler oldu.
Çoklukla bu tebliğin, bu kararın lehinde oy verildi. O Meclisin
çalışmasının bir özelliği vardı. Herhangi bir
meselede muhalefet edenlerin sayısı çok az da olsa müzakereler sert
cereyan ederdi. Ve neticede müzakereler, çok hareketli, çok şiddetli bir
muhalefet bulunduğu tesiri bırakır, hatırda kalan aksi, yankısı
çok kuvvetli olurdu. Bir neticeye varıldıktan sonra, insan zannederdi
ki, büyük bir başarı elde edilmiştir. On kişinin, on
beş kişinin idare ettiği bir muhalefete karşı, Meclisin
yüzde seksen beşinin hükümet lehine oy vermesi, büyük bir yenilgiden
kurtulmuş gibi bir hava yaratır ve sinirlere sükûnet verirdi.
Meclise, müzakereler sonunda böyle bir hava yayılırdı.
Sulh konferansı üzerinde
yapılan Meclis müzakerelerini burada bağlamak istiyorum. O zaman,
Ankara gizli konuşmalarının özel bir ehemmiyeti vardı.
Meclisin dış hayatı yoktu. Ve dış
hayatımızın büyük ölçüde yayılma imkânı yoktu.
Yabancı yoktu. Büyük gazeteci topluluğu yoktu. Ecnebi ajanslar da
yoktu. Şimdiki güçlüklere kıyasla, o zaman her şey olduğu
gibi gizli kalıyordu, denilebilir. Yalnız tabii Meclisten
çıktıktan sonra herkes kendi mizacına göre, rasgeldiğine,
her meseleyi istediği gibi anlatıyor, propagandasını
yapıyordu. Fakat bu nihayet, memleket ölçüsünde tesiri olmayan, tesiri ve
yayılma kudreti geç ve güç olan şartlar içinde yapılıyordu.
Ve mahdut çevrelerde kalıyordu. Bu kadarından da şikâyetimiz
pek yoktu. Onun için bütün muharebeler esnasında ve ondan sonraki dönemde
Büyük Millet Meclisi’nin müzakereleri çok defa gizli celseler halinde devam
etmiştir. Ve dış âleme sızan haberler, zaten tabiatiyle geç
sızıyor ve birbiri ile çelişir halde
sızdığı için gerçeğin ne olduğu tam
anlaşılamıyordu. Yine bu sebeple, umumi olarak bilinen, gizli
celselerden Atatürk’ün
başarı ile çıktığı ve Mecliste Atatürk’ün idaresine karşı huysuz ve ciddi muhalefet
bulunduğu gibi umumi bir kanaatten daha ileri gitmiyordu.
İÇ
MESELELERDE PATLAMA
Ali Şükrü Bey’in Öldürülmesi
Lozan Konferansının
inkıtaı sebebiyle Ankara’da bulunduğum esnada cereyan eden fena
hadiselerden biri de, Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi ve bu ölümün
yarattığı ihtilatlar olmuştur. Ali Şükrü Bey, Meclisin en sert bir üyesi ve
özellikle Atatürk’e
karşı son derece insafsız ve kırıcı ifadeler ve
hareketlerle muhalefet eden bir unsuru idi. Bu, bir gün ansızın
kayboldu. Nerede olduğu, ne olduğu anlaşılamadı. Bu hadisenin
merak ve şüphe uyandırdığı bir zamanda, nihayet iki-üç
gün içinde hükümet izini buldu. Öldürülmüş. Cesedi hükümetin eline geçti.
Rauf
Bey hükümetinin aldığı haberlere göre, Ali Şükrü Bey’in öldürülmesinde, Atatürk’ün yanında muhafız bulunan Karadenizli milli
kuvvetlerin iştiraki varmış. Bu şayi oldu. Karadenizli
milli kuvvetlerin başında Osman Ağa (Topal Osman) isminde bir kumandan bulunuyordu.
Bunlar, Karadeniz’den, Giresun’dan gelmişlerdi. Bir askeri kuvvet olarak
hemen bütün muharebelere sevk olundular. Muharebelere iştirak ettiler,
kahramanca cansiperane çalıştılar. Muharebelerden sonra çok
itibarlı ve çok fedakâr bir milis kuvveti olarak Atatürk’ün muhafızı durumunda bulunuyorlardı.
Atatürk, Meselenin Silahla Halline Emir Verdi
Tahkikat sonunda, muhafız
kıtasından Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi olayına
karıştıkları, iştirakleri olduğu bilinenler
hükümetçe tespit edildi ve Atatürk’e haber verildi. Atatürk, meseleyi ciddi olarak hemen ele aldı, tetkik
etti. Muhafız kıtası içinde böyle bir vakanın nasıl
olduğunu tahkik ettirip, suçluların meydana
çıkarılmasını emretti. Bütün muhafız kıtalarının
kumandanı vardı: İsmail Hakkı Bey. İsmail
Hakkı Bey çok fedakâr bir subaydı. Muharebelerde o da iyi
hizmetler görmüştü. Atatürk suçluları bulmak ve takip etmek için ona emir verdi.
Osman
Ağa, mücrimlerin meydana çıkmasına ve teslim edilmesine
karşı bir durumda bulunuyordu. Nihayet Atatürk, silah kullanarak, bu meselenin muhafız
kıtası içinde hallolunmasına emir verdi. Çankaya civarında
kanlı bir müsademe oldu. Karadenizli muhafız kıtaatı
mukavemet etti. İsmail Hakkı Bey’in nizami kuvvetleri
mukavemeti kırdı. Hepsi dağıtıldı. Osman Ağa ağır surette yaralandı. Müsademede
birçok kişi öldü ve mesele bu tarzda kapandı.
Atatürk tarafından bu kadar ciddi, bu kadar çabuk ve sert bir
şekilde takip edilip, suçlular kanlı bir surette
cezalandırıldıktan sonra, Mecliste Ali Şükrü meselesinden
dolayı feryatlar ve müzakereler ihtilafların en önüne geçmekte
gecikmedi. Atatürk
bu münakaşaların hepsinin içinden çıktı. Lozan
Konferansının iki safhası arasında, iç meselelerde
senelerden beri birikmiş olan düşmanlıkların çok ileri
ölçüde patladığı bir dönemde ve böyle bir hava içinde Lozan
Konferansının kesilmesi sebepleri de görüşülerek bir neticeye
vardırılabildi. Meclis, müzakereleri 6 Martta bitirdi ve biz 8 Martta
Vekiller Heyetinde çalışarak İtilaf Devletlerine ne cevap verilmesi
lazım geldiğini kararlaştırdık.
MÜTTEFİKLERE
NOTA
Karşı Projemizi
Hazırladık
Lozan Konferansının
kesilmesine sebep olan müttefik devletler projesine karşı, mukabil
projemizi hazırladık ve 8 Martta bir nota ile İngiltere, Fransa
ve İtalya’ya bildirdik. Konferansın ilk müzakere devrinde
mutabık olduğumuz ve mutabık olmadığımız
meseleleri birbirinden açık bir surette ayırarak, bir cetvele
raptetmiştik. Biz, bu cetvelin bir tarafında, tekrar müzakere ve
münakaşasına avdet edilmesine lüzum görmediğimiz, mutabık
kalınmış noktaları yazdık. Hudutlar meselesinde
Musul’un Türkiye ile İngiltere arasında sulhtan sonraki on iki ay
içinde halledileceğini, anlaşma olmadığı takdirde
Milletler Cemiyeti’ne başvurulacağını kabul etmiştik.
Karaağaç’ın Yunanistan’a terk edilmesinde mutabıktık.
Boğazların tabi olacağı statüde anlaşmaya
varmıştık. Ekalliyetler mevzuunda da bir ihtilafımız
kalmamıştı. Bunları, bir daha görüşülmesini talep
etmediğimiz mutabık hususlar olarak belirttik. Cetvelin başka
bir yerinde yarı halledilmiş meselelerde farklarımızı
söyledikten sonra, noktai nazarımızı madde madde ve açıkça
bildirdik. Ondan sonra hallolunmamış ve bir yaklaşma sağlanmamış
konularda tekliflerimizi ileri sürüyorduk. Bu meseleler, başlıca
ihtilaflı olan meseleler, veyahut ihtirazi kayıtla müzakere edilecek
meseleler, kapitülasyonlar mevzuunda toplanıyordu. Konferansın
buhranlı şubat günlerinde kapitülasyonlar yüzünden inkıta
olacağı anlaşılınca, murahhaslar ve tarafsız
aracılar, mesela Amerika, heyetler arasında mütemadiyen haber
getirip götürerek anlaşma teklif ediyorlardı. Bunlar, kapitülasyon
hükümlerinin neresini istemiyorsak, onu şöyle yapalım, böyle yapalım
derlerdi. Bizden müspet cevap alınca, gidip müttefiklere anlatırlar,
sonra da, bu mesele halledildi, fakat şöyle bir pürüz çıktı
tarzında başka yeni bir mesele ile karşımıza
çıkarlardı. Ve nihayet müzakereler bir netice vermeden kesilmişti.
Şimdi 8 Mart notamızda yarım kalmış noktalardan biri
olarak bu mesele üzerindeki görüşümüzü de kesinlikle belirtmiş bulunuyorduk.
Konferansta, nihayetine kadar
konuşulmuş olduğu halde hiçbir neticeye
varılmamış ve tarafların noktai nazarlarını muhafaza
etmiş bulundukları birtakım mali meseleler vardı ki, onlar
üzerinde de kesin vaziyet aldık. Mesela bunlar içinde borçlar meselesi,
böyle ihtilaflı bir konudur. Borçların taksimini istiyorduk ve
Osmanlı borçlarının tediyesinde kullanılacak tediye akçesi
üzerinde ciddi itirazlarımız vardı. Onlar, borçların
altın para üzerinden devam ettiğini iddia ediyorlar ve “Altın
para üzerinden tediye olunması esas mukavelede sarihtir, münakaşa
götürmez, hamiller haklıdır, bunu müdafaa etmeye mecburuz, siz borcunuzu altın para üzerinden
taahhüt edeceksiniz, sonra hamillerin karşısına
çıkarsınız ve imkânınız ne ise onlarla bir
uyuşma yapmaya çalışırsınız” diyorlardı. Biz
de böyle zamanı geçmiş, hiçbir memlekette artık müdafaa edilir
yeri kalmamış olan altın para esasını taahhüt
edemeyeceğimizi söylüyorduk. Esas olarak tediye akçesini kabul
etmediğimizi bu muahedeye yazacağız, ondan sonra uyuşmaya
gideceğiz, diye ısrar ediyorduk. Böyle birbirine taban tabana
zıt noktai nazarlar olduğu gibi açıkta duruyordu. 8 Mart notamıza
bunları belirterek görüşlerimizi yazdık.
Bizim notamıza 28 Martta
cevap aldık. Biz 8 Mart tarihli notamızda konferansın
İstanbul’da veya herhangi bir yerde 28 Nisanda toplanmasını
teklif etmiştik. Onlar, tekliflerimize birtakım itirazlarda bulunduktan
sonra, konferansın yine Lozan’da toplanmasını ileri
sürüyorlardı. Nihayet 28 Nisanda Lozan’a gitmek hususunda mutabık
kaldık.
İç Politikada Bir
Gelişme
Müttefiklerin 28 Mart
notasını aldığımız günlerde, iç politikada yeni
bir gelişme olmuştu. 1 Nisanda Büyük Millet Meclisi seçime gitme
kararı verdi. Bu, Lozan Konferansının iki devresi
arasındaki önemli meselelerden biridir. Büyük Millet Meclisi’nin
kuruluşunu ve çalışmasını tespit eden kanunda, bu Meclis
ne kadar müddet çalışır ve ne suretle yenilenir, buna ait bir
hüküm yoktu. Meclis o karakterdedir ki, kanuni vaziyeti odur ki, gelmiş
toplanmıştır, memleket işlerini ilanihaye görmek ve
memleketi ihya etmek için bütün salahiyetler daimi olarak elindedir. Meclis,
toplanma gayesi tahakkuk edinceye kadar devam edecektir. Henüz gaye de tahakkuk
etmemiştir. Buna kendisi karar verecektir. Sulh muahedesi imzalandıktan
sonra dahi, gaye tahakkuk etti mi, etmedi mi, bu karar da Meclise aittir. Böyle
bir durum vardır. Meclis böyle bir hava içindedir. Fakat, bu Meclis ile
çalışmak da son derece güçtür. Konferansın kesilmesi sebebiyle
Mecliste geçen müzakereleri ve Meclisin durumunu daha evvel anlattım.
Bunlar ilk defa karşımıza çıkan yeni güçlükler, yeni
meseleler değildi. En büyük sıkıntıyı çeken Atatürk’tü. Son günlerde Atatürk’ün idaresine karşı muhalefet
şiddetlenmişti. Halbuki Atatürk birtakım reformlar yapmak istiyordu. Yeniden sulh
konferansına gidilecekti. Meclisin yenilenmesi fikri esasen Atatürk’ün zihninde yer etmiş bulunuyordu. Meseleyi 120
imzalı bir takrirle Meclise intikal ettirdik. Bu takrirde gerekçe olarak
deniliyordu ki: Memleketin kurtarılması gayesi ile toplanan Büyük
Millet Meclisi gelecek nesillerin takdirini kazanacak şekilde vazifesini
yapmıştır. Şimdi sulh yapılması ile
uğraşılmaktadır. Bunun için, sulhun bir an evvel tesisi
için, seçimin yenilenmesine kati zaruret vardır. Düşman
işgalinden kurtarılan memleket parçalarında seçim
yapılarak, bütün halkı tam manasıyla temsil edecek yeni bir
Meclisin toplanması memleketin her türlü inkişafı için
faydalı olacaktır.
Meclisin Yenilenmesi Kararı
Böyle bir kanun teklifi
yapıldı. Teklif komisyonlara havale edilmeden Meclis Umumi Heyetinde
hemen görüşülmeye başlandı. İlk sözü ben aldım.
Meclisin verdiği salahiyete ve talimata göre sulh yapmak için çalışmaya
başlayacağımızı söyledikten sonra, içeriye ve
dışarıya karşı bütün millet namına en büyük karar
sahibi olan Büyük Millet Meclisi’nin yenilenmesi için seçime giderek milletin
umumi reyinin yeniden tecelli ettirilmesini teklif ediyorum, dedim.
Müzakereler başladı. Söz alan milletvekilleri özellikle memleketin
bazı kısımlarının düşman işgali altında
bulunduğunu ifade ederek, şimdi işgalden kurtulan bu yerlerde
oturan vatandaşların Millet Meclisi’nde oyları ile temsil
edilmesi lüzumu üzerinde duruyorlardı.
İstenilen kararın
alınması nispeten kolay oldu. Münakaşalardan sonra, Meclisin
yenilenmesi için karar verildi. Meclis ile Atatürk’ün beraber çalışması meselesi, bu son
safhasında, belki şimdiye kadar geçirdiği güçlüklerin en
mühimini geçirmiş değildir. Gayet iyi
hatırladığıma göre, Atatürk muharebeler esnasında, Meclis ile beraber
çalışmanın artık mümkün olmayacağı kanaatine
varmış ve ümidini kaybetmiş duruma birkaç defa gelmişti.
Bunlardan birini anlatacağım. 1922 Martında müttefikler bize bir
sulh teklifi yapmışlardı. Güya Sevr Muahedesinden farklı
hükümler ihtiva ediyormuş gibi görünen bir sulh teklifi. Bunun üzerine
Meclis kendi içinde ciddi bir kaynama gösterdi. Tabii orduya da tesiri
oluyordu. Ordu mensupları arasında geniş tahrikler
yapıldı. Sakarya Muharebesi, 1921 senesi ağustos ve eylül
ayları içinde geçmişti. Demek ki biz, 6 aydan beri taarruz edeceğiz,
ediyoruz, diye hazırlanıyoruz. Atatürk’ün hasımları sinirleri
dayanmadığı ve anlayışları kâfi
olmadığı için, hakikaten askeri yoldan bir neticeye varmak
mümkün olmadığına samimi olarak inandıklarından,
büyük bir telaş gösteriyorlardı. Esasında, menfi fikirli
olmalarından dolayı, memleketin kurtuluşuna daimi bir hal
şekli ararken, bütün gerçeklerin ilerisinde, ya teslim olalım veya
büsbütün başka çareler arayalım tarzında iki ucun tesiri ile
tahrikat yapmakta devam ediyorlardı. Mecliste bu cereyanlar hüküm
sürüyordu. Fakat Atatürk
bunların hepsine mukavemet ediyordu. Ben böyle bir zamanda, Atatürk’ten bir telgraf aldığımı bilirim:
“Artık Meclis ile beraber çalışmamız mümkün olmayacak,
Meclisin faaliyetine nihayet verdikten sonra orduda ve memlekette hasıl
olacak vaziyet hakkında mütalaan nedir?”
Benden bunu soruyordu. Kendisine
cevap verdim:
“Bu kadar emek çekilmiştir.
Bizim kudretimiz –ben daima bu kanaatte idim– karşımızda
bulunan Yunan ordusunu ve Yunan devletini bugünkü mahrumiyetler içinde bile mağlup
etmeye yeter. Bunu tecrübe etmeden hiçbir şey yapamayız. Bütün
imkânları kullanacağız ve yapacağız. Orduya bu kanaati
anlatabiliriz. Orduda subayların geçimlerinden ve askerin iaşesinden
dolayı çok sıkıntı vardır. Eğer bir karar
verecekseniz, ordunun maaşı ve iaşesi için bir
hazırlık yapmak lazımdır. Maaş için muvakkat,
diğeri için daha esaslı tedbirler düşünmeliyiz. Bunu temin
ederseniz orduyu muhafaza etmek ve düşündüğümüz taarruzu yapmak
mümkün olur. Yalnız bilmek gerekir ki, şimdiye kadar bir Millet
Meclisi’ne dayanılarak, millet namına muharebe etmenin bu mücadelede
bize çok itimat veren tarafı vardır. Şimdiye kadar buna
dayanarak bu mücadeleye devam edebildik. İstanbul Hükümeti, padişah,
bunların hepsi düşman elindedir. Meclis
dağıtılırsa millet namına, milletin kararı ile
mücadele ediyoruz tezi, elimizden gitmiş olacaktır. Bunu tamir etmek
lazımdır.”
Benim mütalaam bundan ibaretti.
Atatürk’ün 1922 Martında Meclisi dağıtmak
istediğini bildiren ve mütalaamı soran telgrafına verdiğim
cevabın sonunda dedim ki:
“Ne karar verirsiniz, bunu tayin
edemiyorum. Bunu tayin etmek benim için mümkün değildir.
Şartları siz biliyorsunuz. Biz vereceğiniz kararı tatbik
ederiz. Mülahazalarım bundan ibarettir.”
Cevap geldi.
Hallolunmuştur, çalışmaya devam ediyoruz, diyordu. Bu bir. Ondan
sonra bir defa da Atatürk
Ankara’da bizi toplamıştı. Yine, Mecliste
çalışmak artık mümkün olmuyor, bir çare bulamıyoruz,
tarzında şikâyette bulundu ve meseleyi aramızda uzun boylu
konuştuktan sonra, Meclisi devam ettirebilmek için çare bulmamız
lazımdır, kanaatine varmıştık. Şimdi, üçüncü
defa oluyor. Bu üçüncü safhada doğrudan doğruya Meclisin kararı
ile seçimleri yenilemeye gidiyorduk. Yaratılan vaziyetin içeride büyük
müşkülatı olmayacaktı. Atatürk’ün millet nazarındaki itibarı
erişilemeyecek bir noktadaydı. Esasen, hiç olmazsa, memleket
şimdilik bir tehlike karşısında bulunmuyordu. Kesin bir
zafer kazanılmıştı. İstenilen şey, Meclisin
kaldırılması, idarenin değiştirilmesi değil, seçimin
yenilenmesi idi. Bunu her suretle anlatıp tatbik etmek kolaydı.
İç politikada büyük bir güçlük görünmüyordu. Dış politika
bakımından da fazla bir endişemiz yoktu. Dış âlem,
yeni seçimlere gitmemizi, zaferi hazırlamış ve kazanmış
olan Meclisin büyük ihtilatların neticesi olarak artık çekilmesi tarzında
telakki edecekti. Ancak, yeni gelecek Meclisin, Atatürk idaresini Meclis hükümetini ve özellikle Lozan murahhas
heyetini ne kadar destekleyeceği belli değildi. Böyle bir
endişeyi, bizimle mücadele eden devletler, maksatlı olarak ve
etraflı olarak yayıyorlardı. İnat ediyorlar, mukavemet
ediyorlar, fakat seçim neticesinde nerededirler, kim gelecek evvela onu görelim
tarzında açıktan propaganda yapıyorlardı. Fakat biz
aramızda bu ihtimallerin hepsini görüşmüştük.
Atatürk’ün Siyasi Kudreti
Muzaffer olmuş, acil
tehlikelerden memleketi kurtarmış, sulhu müzakere safhasına
getirmiş, şanslı ve ümitli durumda bir idareyiz. Yeni seçimlere
gitme kararının güçlüklerini bu şartlar içinde bulunan bir
idarenin göze alması mümkündü. Bu güçlükleri yenmenin kabil olduğunu Atatürk ve Rauf Bey hükümeti, kabul ediyordu.
Seçim, tabii o zamanki usule
göre yapılacaktı. Atatürk yeni Meclis ile anlaşacağına, onunla
memleketi sulha götüreceğine ve düşündüğü reformları
veyahut idare tarzını tatbik ettirebileceğine güveniyordu. Atatürk’ün siyasi kudreti, birtakım vesilelerle
söylediğim gibi, esasen askeri kudretinden daha fazlaydı. Böyle
meselelerin hakkından gelebilecek bir kudrette idi.
LOZAN’A İKİNCİ GİDİŞ
İKİNCİ
GİDİŞİN FARKLILIĞI
18 Nisanda Lozan’a Hareket Ettik
Şimdi bütün bu
anlattığım meselelerden sonra, Ankara’da hariciye vekili ve
başmurahhas olarak vazifem, artık sükûnetle hazırlanmak devrine
girmişti. Lozan Konferansının ilk toplantısında
buradan büyük bir heyetle gitmiştim. O heyet şimdi gerek gazetecileri
ile ve gerek muhtelif mesleklerden mütehassıslarıyla hemen hemen
yarıya inmiş bir durumdaydı. Konferansın birinci devrinde,
istifadem olacak murahhasların, istifadem olacak müşavirlerin
çalışma istikametleri az çok belli olmuştu. Bu itibarla muhtelif
mesleklerden bu kadar çok mütehassısa artık ihtiyaç yoktu. Ona göre
evvelce benimle giden mütehassıslarla yeni mütehassıslar
arasında seçmeler yaptım. Bundan sonraki ihtiyaca uygun ve kâfi gelecek
bir murahhas heyet teşkil ettim. Ankara’da ve İstanbul’da temas
ettiğim basın çevreleri, vatandaşlar ve aydınlar umumi
olarak murahhas heyetinin devam etmesini teveccühle karşıladılar
ve aleyhimizde bir cereyana müsait bulunmadılar. Aksine, iyi
çalıştığımız ve konferansı bir sulha
vardırmak için bundan sonra da lazım olan gayreti
gösterebileceğimiz inancı yaygın bir haldeydi. Bu bana çok huzur
verdi. Böyle bir hava içinde Ankara’dan İstanbul’a geldik ve 18 Nisanda
trenle Lozan’a hareket ettik. Yolda fevkalade bir hadise olmadı.
İlkbaharın güzel günlerinde Lozan’a vardık. Bu sefer Lozan’da
bulduğum hava ilk gidişimden çok farklı idi. Birinci seferinde
yabancı bir muhite girmiştim. Kendimi İsviçre’de yabancı
hissetmiştim. Şimdi gördüm ki, bütün Cihan Harbi esnasında
Türkler aleyhine birikmiş olan uzak, teveccühsüz hava, birinci konferans
çalışmaları süresinde büyük ölçüde yumuşamış. Bu
defa, Türklere karşı bir teveccüh ve güven hasıl olmuş bir
muhite girdiğimi derhal fark ettim. Daha birinci konferansta, en
şiddetli ve ümitsiz mücadeleler yapılırken, Lozan’da
Türk-İsviçre Dostluk Cemiyeti kurulması imkânı hasıl olmuştu,
İsviçrelilerle beraber toplantılar yapmıştık. Ben
İsviçre başkentine giderek, cumhurbaşkanı ile ve devletin
ileri gelenleri ile dostane görüşmeler yapmak fırsatını
bulmuştum. Böylece tanıştığım bir muhit ve beni
teveccühle kabul etmeye az çok alışmış,
hazırlanmış bir muhit içinde Lozan’a varmış
bulunuyordum.
Diplomasiye ve Sivil Hayata
Girmiş Bulunuyorum
Lozan’a ikinci gidişimde Bayan İnönü’yü de beraber götürdüm. İlk toplantıya
giderken ne olacağımız belli değildi. Yabancı bir
muhite gidiyordum. Onun için yalnız gitmiştim. Bu sefer
bildiğim bir muhite Bayan İnönü ile giderek konferansın son
safhasını beraber geçirmiş olduk.
Muharebelerden sonra, hariciye
vekili ve başmurahhas olarak Lozan’a giderken ben, diplomasiye ve sivil
hayata girmiş oluyorum. Çizmeyi ayağımdan çıkarıp ilk
defa sivil iskarpin giyiyorum. Diplomatlar arasındaki merasimi o kadar
bilmiyorum ki, ilk günü Lozan’da öğle yemeğine ineceğimiz
vakit, ilk sorduğum sual, ne elbise giyeceğiz, idi. Bizim Paris mümessilimiz
Ferit
Bey zannederim o esnada yanımdaydı, çok zeki ve çok değerli
bir kimse olan Ferit
Bey, bana bu hususta fikir verdi. Şimdi karikatürize ederek,
mübalağa ederek anlatmak istediğim, sivil hayat ve diplomasinin
merasimli hayatı hakkında hiçbir fikrim, hiçbir tecrübem
olmadığıdır. Fakat Lozan’da Avrupalı
kılığında yaşamaya alıştık. Ankara’ya
geldiğim zaman kalpak da giymiyordum Fakat Lozan’da şapka giyiyordum.
Bayan
İnönü de şapka giyiyordu.
Sivil hayata ve diplomat
hayatına nasıl alıştığımı burada
kısaca anlatacağım. Birinci sefer gidişimde, ilk
görüşmelerimde tabii olarak bildiğim gibi görüşüyorum. Henüz
bir hafta geçmedi, iki-üç gün sonra gözlerim faltaşı gibi
açıldı. Bütün murahhaslarımı, müşavirlerimi
topladım. Onlara dedim ki:
“Bakın arkadaşlar,
burada biz, konferansta bir heyet olarak çalışacağız. Ben
şimdi anlıyorum ki, bir muharebe meydanından
çıkmış, bilmediğim bir diğer muharebe meydanına
girmişimdir. Ben bu meydanı tıpkı muharebede görülen bir
vazife gibi sayıyorum. Onun usullerini tatbik edeceğim. Gece, gündüz
vazife yapmak için her birimiz her an hazır bulunacağız. Ben
burada her birinize, gece gündüz, ne vaziyette olursa olsun vazife verebilirim.
Beraber çalışabilirim. Böyle bir şart içine girmişizdir.
Bilmeyerek yakalanmışızdır. Vazifemizi bu tarzda devam
ettireceğiz, bilesiniz.”
Konferans
çalışmalarının başladığı günlerde, bir
murahhas, zannederim Mösyö Montagna yanıma gelerek, şimdi
hatırlayamadığım bir meseleden dolayı protesto
ettiğini söyledi. Üzerimde bir fevkalade tesir yaptı. Derhal
kendisine;
“Mösyö Montagna, bana bak, ben protesto bilmem” dedim.
“Ne bilirsin?” diye sordu.
“Böyle protesto ettin mi, ben
bir saat sonra muharebeye tutuşuyoruz, deyiveririm” cevabını
verdim.
Beni protesto eden bu adam
derhal ciddiyetini bıraktı:
“Şimdi muharebe
lafını nereden çıkardın?” dedi.
Bunun üzerine şöyle
konuştum:
“Ben bütün ömrümde emir
aldım ve emir verdim. Bunun dışında protestoydu, cilveydi,
böyle şeyleri bilmiyorum” dedim.
Mösyö Montagna ile aramızda geçen bu hadiseyi, sivil
hayata, diplomatik hayata ne kadar yabancı bulunduğumu ve anlamaya
istidadımın ne kadar az olduğunu izah etmek için bir misal
olarak söylüyorum.
Bir müddet sonra yeni
hayatıma o kadar alıştım ve o kadar yüz göz oldum ki, bana
usulden bahsettikleri zaman, şöyle söylemek lazım, böyle
konuşmak lazım diye telkinde bulundukları zaman, bana bakın
derdim, sizin usul dediğiniz şey benim tatbik ettiğimdir. Ben
nasıl tatbik ediyorsam, onu usul olarak kabul ettiririm, merak etmeyin,
diye kendilerini teskin ederdim. Hulasa böyle bir rahat hale gelmiştim.
Başvekilin Kontrolü
Resmi vazifenin, konferans
çalışmalarının dışında hiçbir
sıkıntı çekmedim. İçinde bulunduğumuz hayatın,
muhitin bütün şartlarına intibak ettim. Para
sıkıntımız da olmadı. Bir muhasibimiz vardı.
Muhasibimiz sonradan parlak bir maliye vekili olan Fuat Ağralı idi. Heyetin masraflarını o
görürdü. Otel masrafı, yemek masrafı gibi hükümet kontrolünde olan ve
hükümet tarafından karşılanan hesabı muhasip yapardı.
Neye ihtiyacımız olursa ona söylerdik. Yevmiyelerimiz vardı.
Şahsi ihtiyaçlarımızın da hesabını yapar ve bize
verirdi. Masrafların hangisi gündeliğimize girer, hangisi devlete
aittir, onları ayırır ve ona göre hesaba geçerdi.
Resmi ziyafetleri, hangi
devletlere karşılık vermemiz gerektiğini protokol tayin
ediyordu. Bu ziyafetlerin masrafını devlet verirdi. Resmi vazife
dışında fazla dolaşacak bir ortam
bulamadığımız için gazinoya, sinemaya gitmek gibi
şeyleri bilmiyorum. Diğer arkadaşlar da aynı durumdaydılar.
Onlar da kendi özel masraflarını kendileri
karşılarlardı.
Ankara ile telgrafla temas
ederdik. Her gün muntazaman rapor yazardım. Özel görüşmeler, resmi
müzakereler, bunların hepsini bir harp raporu gibi her gün Ankara’ya
bildirirdim. Ben raporlarımı doğrudan doğruya
başvekile gönderirdim. Başvekil ile muhabere ederdik. Sonraları
aramızda karşılıklı şikâyetler olduğu
zaman, Büyük Millet Meclisi reisine yazdım. Fakat özel muhabere
vasıtam olmadığı için, onları da başvekile
gönderirdim. Yalnız “Büyük Millet Meclisi Reisine Mahsustur” derdim.
Başvekil de okur, sonra götürür, Büyük Millet Meclisi reisine verirdi. Mustafa Kemal Paşa’da bana yazacağı zaman,
aynı şekilde hareket ederdi. Yani başvekilin kontrolü
altındaydık.
Lozan’da
Beklenen Misafirler Gibiydik
Lozan Konferansının
ikinci devri 23 Nisan 1923’te başlayacaktı. Konferansın
toplanması için taraflar arasında teati edilen notalarla bu tarih
kararlaştırılmıştı. Biz 21 Nisanda Lozan’da
bulunduk. Lozan’a indiğimiz zaman, tanıdık bir muhite
gelmiş haldeydik. Yalnız şehri, şartları tanımakla
kalmıyorduk, halkla da yakın bir tanışmamız
vardı. Daha evvel de söylediğim gibi, ilk konferans
başladığı zaman, bütün Cihan Harbi esnasında Türkler
aleyhine yapılmış olan kesif propagandaların tesiri
herkesin yüzünden hissolunuyordu. Bu sefer, durum değişmişti.
Aramızda dostluk cemiyetleri kurulmuş, köyde kentte hepimiz ayrı
ayrı tanınmışız. Böyle bir sıcak hava içinde
Lozan’a girdik. Beklenen misafirler gibiydik.
Konferans 23 Nisanda yine
Uşi’de, Şato Oteli’nde toplandı. Bu defa ilk
açılışta olduğu gibi törenler, büyük meraklı
topluluğu yoktu. Herkeste doğrudan doğruya çalışmak için
gelmiş insanların, bir hafta evvel bir toplantıdan
çıkıp şimdi ikincisine gider gibi alışık ve tabii
bir halleri vardı. Bununla beraber Lozan Konferansının ikinci
devri bazı noktalarda birinci devrinden ayrılır ve bazı
noktalarda ondan daha canlıdır. En önemli değişiklik
şu: Lord Curzon gibi, Mösyö Poincaré gibi birinci derecede mesul ve çok
gösterişli insanlar bu sefer yoktu. Buna karşılık biz, ilk
konferansa nispetle daha hazırlıklıyız. Görüşülecek
meseleler ciddi bir çalışma ile inceden inceye, madde madde
hazırlanmış ve yeni bir çalışma devrine girmiştik.
Konferans bu şartlar içinde açıldı. Konferansta bir tek büyük meseleyi
gösteriş ve alayişle ortaya koyup anlatmak yerine, şimdi
elimizde bir muahede projesi var. Müttefikler teklif etmişler. Biz mukabil
proje teklif etmişiz. Bu projeler üzerinde madde madde çalışmaya
başlıyoruz. Ama bir maddenin görüşülmesine
başlandığı zaman, birbiri ile münasebeti olmayan meseleler
arka arkaya gelir gibi görünüyor. Konferansın umumi çalışma
tarzını teknik bir konu olarak burada kısaca hulasa etmek
isterim.
KONFERANS
BAŞLADI
Yine Trakya Hududu
Çalışmalara yine
toprak meselelerinden, hudut meselelerinden başlanmıştır.
Bir muahedenin tabiatında olan hassa budur. Bu defa yine görüşmelere
Trakya hududundan başladık. Müttefiklerin projesinde Trakya hududu
Meriç’in sol sahilinden geçiyordu. Biz Talveg hattı denilen hattı,
yani Meriç’in ortasını teklif etmiştik. Bunun üzerinde
münakaşalar oldu. Biz noktai nazarımızda ısrar ettik. Ondan
sonra İstanbul’un ve işgal altında bulunan arazinin tahliyesi
meselesi teknik konular arasında söz konusu edildi. Tahliye işinin
tali komisyonlara havale edilmesi gerektiğini söylediler. Halbuki bu
husus için, ilk evvel halledeceğimiz meselelerdendir, demiştik.
Müttefiklerin, alıştıkları bir erteleme usulüne tekrar
başvurduklarını gördük. Hudutlar üzerinde görüşmeler bu
suretle devam etti. Sıra Suriye hududunun tespitine geldi. Suriye hududu,
Fransızlarla yaptığımız 1921 Ankara İtilafnamesi
ile esasen tespit olunmuştu. Ve bir ihtilafımız yoktu. Muahede
metnine meseleyi böylece geçirirken, Ankara İtilafnamesinde olduğu
gibi kabul edilmiştir, diye bir kayıt konulması teklifimiz
vardı. Gariptir ki, bunun üzerinde münakaşalar çıktı.
Fransızlar teklifimize itiraz ettiler. Ankara İtilafnamesinin nihayet
hudut kısmını buraya yazabiliriz, itilafnameye bağlı
olan diğer maddeler bütün konferans azalarını ilgilendirmez,
diyorlardı. Halbuki biz, Ankara İtilafnamesini bir bütün sayıp,
bütün metninin ve bütün eklerinin Lozan’da taahhüde
bağlanmasını istiyorduk. Fransızların buna
itirazını hayretle karşıladık. Aramızda bir hayli
münakaşalar oldu. Sonunda, bu mesele üzerinde bir anlaşmaya
vardık. Suriye hududu ile ilgili hususları muahede içine
alıyorduk. İtilafnamenin hudut meselesinin dışında
kalan maddeleri ve ekleri Fransa Hükümeti tarafından bize verilen bir
mektupla tekrar teyit ve taahhüt ediliyordu.
Bizim Ankara İtilafnamesi
üzerinde durmamızın ve bu noktada ısrarımızın
başlıca sebebi, Hatay ile ilgili idi. Ankara İtilafnamesinde
Hatay’ın iç idaresi ve istikbali için konulmuş birtakım
haklarımız vardı. Tabii bu hakları kaybetmek istemiyorduk.
Ankara İtilafnamesinin hükümleri bölünerek, hudut meselelerinin Lozan
Muahedesine yazılması ve diğerlerinin açıkta kalması,
bu itilafnameyi taahhüde bağlanmamış gibi gösteren bir manaya
yol açabilirdi. İleride böyle bir mana çıkarılmasından
endişe duyarak ısrar ettik ve mektupla meseleyi bir neticeye
bağladık.
Adakale ve Meis Adasında
Israr Ettik
Hudutlar ve arazi meseleleri
görüşülürken, Meis Adası ve Adakale üzerinde münakaşalar oldu.
Biz Meis Adasını istiyorduk, Adakale’yi istiyorduk. Meis Adası,
İtalyanlar için mühim bir mesele mahiyetini aldı. Adakale meselesi de
Romanya için büyük bir mesele mahiyetini aldı. Bu iki ada için çok
münakaşa ettik. Adakale meselesinde, Berlin Muahedesi
hazırlanırken unutularak Türkiye’de kalmış bir meseledir
diye karşımıza çıkmışlardı. Meis
Adasının bizim bakımımızdan bir özelliği
vardı. İtalyanlar, hiç olmazsa karasularımız içinde
bulunan Meis Adası için ısrar etmesinler, diyorduk. Her
hakkımız üzerinde olduğu gibi, Meis Adası ve Adakale
üzerinde ısrar ettik ve kuvvetle müdafaa ettik. Nihayet bu maddeler de
talik olundu.
Bunlardan sonra, dağınık
meseleler kabilinden mali meseleler, borçlar, borçların taksimi
görüşüldü ve muhtelif iktisadi meselelerden bahsolundu. İktisadi ve
mali meseleler böylece umumi olarak bir defa gözden geçirildikten sonra,
ayrıca ilgili komitelerde teferruatı ile konuşulmak üzere tehir
edildi. Tehir olunan meselelerin hepsi konferansın nihayetine kadar devam
etmiştir.
Şimdi mühim olan, hangi
meselede ne kadar dayanacağımızı
karşımızdakilerin anlamamaları, kestirememeleridir. Bu
meseleler üzerinde konuşulurken, hangisinde nereye kadar, ne dereceye
kadar ısrar edeceğimizi kimse tahmin edemiyordu. Zaten
münakaşalar esnasında talebin ve ısrarın gösteriş
olduğu, ciddi olmadığı havasını vermek, bu münakaşayı
aşmakta hiçbir fayda bırakmaz. Mesele, bunu yapabilmektedir. Biz
bütün ısrar ettiğimiz noktaları samimi ve ciddi olarak
söylüyorduk ve anlaşma oluncaya kadar bu ifade tarzımızı,
ifademizin edasını muvaffakıyetle muhafaza ederdik. Bizim
müzakerelerdeki tutumumuzun özelliğine dair bir misal söyleyeyim.
Anlatacağım bu misal, bizim bir meseleyi savunmaktaki üslubumuz ve
bunun tesiri hakkında bir fikir verecektir.
Hudut meselelerinin, arazi
meselelerinin müzakeresi esnasında, İstanbul Hükümeti tarafından
Londra’ya tayin olunmuş eski vezirlerden bir zatla görüştüm. Galiba Mustafa
Reşit Paşa adında bir kimse idi. İstanbul Hükümetinin
memuru olduğu için, zaferden sonra memuriyeti hitam bulmuş ve özel
işleri için beni ziyarete gelmişti. Kendi meselesi üzerinde
görüştükten sonra bana, konferansa ait fikirlerini söyledi. Bazı
tavsiyelerde bulunmak arzusundaydı. Esasen gün görmüş, uzun zaman
devlet hizmetlerinde bulunmuş, iç ve dış münasebetleri
tanıyan, tecrübeli bir insandı. Konferans hakkında fikirlerini
söylerken, sulh yapmak ihtiyacından bahsetti. Sözü memleketin halinden
sulh yapmanın zaruretinden Adakale meselesi üzerine getirdi. Ve Adakale
meselesini bana teferruatı ile anlattı. Adakale, Berlin Muahedesinde
unutularak kalmış, fakat ondan sonra çok güçlüğe
uğramışlar. İşin ince noktası unutulmasında
değil, bir ilişki kesilirken mevkiin nazarı dikkate
alınmasındadır. Adakale coğrafi vaziyeti itibariyle de
bizim idaremizde kalmaya müsait vaziyette bulunmuyor. Bana bunları
söyledikten sonra, benim müdafaa tarzımı çok nazik bir eda ile tenkit
etti. Adakale meselesinden dolayı konferans inkıtaa uğrar ve
sulh bozulursa, bunun doğru olmayacağını uzun boylu
anlattı. Kendisine, konferansın inkıtaını nereden
çıkardınız, belki ikna edip alacağım, dedim. O da
bunun imkânı yok, çok ısrar ediyorsunuz, diyordu. Böyle bir vaziyette
sulh müzakerelerinin kesilmesi ihtimali onu endişeye sevk etmiş ve
ikaz etmeyi vazife saymıştı. Aramızda böyle bir
konuşma oldu, sonra ayrıldık. Demek istiyordu ki,
konferansın birinci safhasında arazi talepleri meyanında bunun
söylenmediğini, şimdi ilk defa ortaya
atıldığını ileri sürerler ve cevap verirlerken, beni
güç durumda bırakırlar. Adakale meselesinden ikinci konferansta
bahsedişim, onun da dikkatini celbetmiş ve benim bununla
uğraşmamı doğru bulmamıştı. Bu misali
vermekten maksadım, Adakale üzerinde hak iddia ederken, müdafaa
tarzımın bu sebeple konferansı inkıtaa sevk edecek bir
manzara ve kanaat uyandırdığını belirtmektir. Adakale
münakaşalarının İstanbul Hükümetinin eski Londra
mümessilinin üzerinde bile böyle ciddi bir tesir yapmış olduğunu
gördüm.
YUNANİSTAN
İLE MÜNASEBETLER
Venizelos Beni Ziyarete Geldi
Lozan Konferansının bu
ikinci devresinde başlıca hadiselerden biri Yunan
Başmurahhası Mösyö Venizelos ile aramızdaki temaslarda Türkiye ile
Yunanistan arasında gelecek siyasi münasebetlere ait temellerin görüşülmesi
ve tayin edilmesi olmuştur. Biz konferansta ilk zamandan itibaren
Yunanlılarla daima çatışma halinde bulunduk. Yunanlılar
hangi meseleye karışmışlarsa, bize teması
bakımından aramızda çetin tartışma başlardı
ve tabiatıyla bizim tutumumuz umumiyetle sert olurdu. Bu havada henüz bir
değişiklik yok iken, bir gün Mösyö Venizelos benimle mülakat istemişti. Geldi,
görüştük.
Mösyö Venizelos umumiyetle kendi durumundan ve bu konferansta
ifa etmekte olduğu vazifenin güçlüğünden yakınarak konuştu.
Konferansta çok müşkülata uğruyor, fikirlerini anlatamıyor.
Memleketinde askeri bir ihtilal idaresi var. Herkesin aklı, başından
bir karış yukarıda. Kimse söz dinlemiyor. Bu şartlar
altında burada vazife ifa etmek ve sulh yapmak durumundadır.
Bana bunları
anlatıyordu. Söyledikleri dikkatimi celbetmişti. Memleketinde askeri
bir idare var, herkesin aklı başından yukarı, bundan dolayı
da kimseye dert anlatamıyor. Bu sözleri başka bir hadiseye
bağladım. Muharebelerden sonra Türkiye’den çekilmiş olan Yunan
kuvvetleri Garbi Trakya’da ve hemen Edirne’nin yakınında
toplanmışlardı. Bu kuvvetler, zannediyorum, Kondilis isminde bir generalin kumandasındaydı ve general
çok ateşli beyanat verir, ordusunu toparlamış olduğundan
gösterişii bir şekilde bahsederdi. Bir aralık sözün
kesilmesinden istifade ederek Mösyö Venizelos’a, anlattıkları ile irtibat
kurduğum durumu izah etmek istedim. Kendisine dedim ki:
“Bir memlekette böyle askeri
idare bulunduğu veyahut ordunun başında bulunan
kumandanların siyasete karıştıkları zamanlarda,
bunların akılları başlarından yukarıda olursa,
akıllarını kendi tabii seviyesine getirmeye imkân yoktur.
Onlar, akılları neye eriyorsa onu yapmaya, ellerinde ne kudret varsa
onu kullanmaya çalışacaklardır. Müşkülata
uğrayınca onları kendi hallerine bırakmalı,
akılları neye eriyorsa, ne kudretleri varsa hepsini tekrar tatbike
koyulsunlar, tecrübe etsinler. Anlaşılıyor ki, sulh ancak ondan
sonra nasip olacaktır.”
Mösyö Venizelos’a nazik bir tarzda bunları söyledim.
Hemen, alındığımı kavradı ve buraya tehdit
manasına alınacak bir şey söylemek için gelmediğini izah
etti. Çok rica ederim, böyle bir mana çıkartmayın, aksine iyi
münasebetler kurmak için ne çare bulabileceğimizi görüşmeye geldim,
dedi. Durumu tamir etti.
Bundan sonra Mösyö Venizelos ile konuşmaya devam ettik. Mösyö Venizelos’u, bütün siyasi hayatında
başlıca Türk düşmanı bir politikacı olarak
tanımıştım. Kendisine o gözle bakıp konuşuyorum.
Zaten o zamana kadar memleket içinde ve memleket dışında bir
Yunanlı ve hatta bir Rum vatandaş ile herhangi bir mesele üzerinde
münasebette bulunmuş, konuşmuş değilim. Onun için Mösyö Venizelos ile çok dikkatli temas ediyorum. Her sözünü,
her halini manalandırmaya çalışıyorum.
Mösyö Venizelos bana ilkönce, kendisi Lozan Konferansına
başmurahhas tayin olunduğu vakit Londra ve Paris’e giderek,
İngiliz ve Fransız hükümet erkânı ile ve bu arada Lord Curzon ile görüştüğünü söylemişti. Lord
Curzon ile ne görüştüğünü, nasıl
görüştüğünü sordum. Şunları söyledi:
“Müttefik olarak, müttefiklerin
davası için vazife gördük. Felakete uğradık. Vazife görürken
yardım etmediler. Şimdi de, sulh görüşmeleri zamanında
bizi meydanda yalnız bırakıyorlar. Bundan şikâyet ettim.
Sevr’de yapılmış bir sulh muahedesi var. Lord Curzon’a bu eski muahede ahkâmını müdafaa
etmeleri lazım geldiğini söyledim. Cevap olarak, bana, yeni bir harp
olduğundan bahsetti. Sevr’den sonra yeniden bir harp olduğunu inkâr
edemeyiz, bugünkü şartlar tabiatiyle onun neticelerinden bir tesir
taşır, bunları kabul etmen lazımdır, dedi.”
Lord Curzon, Venizelos’a nazik bir şekilde bunları
söylemiş. Venizelos,
Curzon’a karşı isyan etmiş ve
şöyle demiş:
“Bu söylediklerinizi konferansta
anlatacağım. Sizin yüzünüzden felakete uğradık. Bu
felaketi beraber tamir etmeliyiz. Hakkımızdır, bunu isteyeceğim.
Görüyorum ki, siz kabul etmeyeceksiniz, size bu haklı talebimizi aleni
olarak reddettireceğim. Ta ki, İngilizlerle ittifak yapıp yola
çıkmanın nasıl bir felaketle neticelendiğini bütün dünyaya
göstermiş ve ispat etmiş olayım.”
Mösyö Venizelos’a sordum, Lord Curzon ne dedi, dedim. Mösyö Venizelos anlattı:
“Ne diyecek? Tekrar nasihat
etti. Bana, sen tecrübeli bir adamsın, böyle bir şeyi nasıl
yaparsın, tarzında birtakım nasihatlerde bulundu. Sonra oradan
ayrıldım.”
Venizelos Müttefiklerden Şikâyetçi
Mösyö Venizelos ile görüşmemiz devam etti.
Mösyö Venizelos, Londra’dan ayrıldıktan sonra,
Fransa’ya gelmiş ve Mösyö Poincaré ile konuşmuş. Onu da bana şöyle
hikâye etti:
“Mösyö Poincaré ile konuştum. Ondan da aynı
şeyleri istedim. O da yeni bir harp yaptığımızdan
bahsetti. Kendisine aynı cevapları verdim. Ve nihayet Mösyö Poincaré’ye dedim ki, bir tek ümidimiz kaldı o da
Türklerde. O zaman görüşürüz.”
Mösyö Venizelos, Poincaré ile yaptığı konuşmayı
anlatırken, söz arasında diyordu ki: “Bunlar İzmir’e
çıkmamız için rica ettiler, yalvardılar, biz öyle
çıktık. Şimdi gelmişler, hepsini inkâr ediyorlar. Bizi
yalnız bırakıyorlar. Kendilerinden bu şekilde şikâyet
ettim.”
Mösyö Poincaré, Venizelos’a sulh yapmak istediklerinden, meseleyi ona göre
değerlendirmek gerektiğinden bahsetmiş ve son harbin neticelerine,
yeni şartlara göre sulh mevzuunu muvafık bir tarzda beraber
hallederiz, tarzında teskin edici sözler söylemiş.
Mösyö Venizelos, bana bunları anlatınca,
merak ettim: “Türklerden ne ümidin kaldı, yani Türklerle ne
yapacaksın” diye sordum. Sualimi şu tarzda cevaplandırdı
ve düşündüklerini izah etti:
“Türkler konferansa muzaffer
olarak gelecekler. Talepleri aşırı olacak. Nihayet bu yüzden
konferans inkıta edecek. Gerçi biz yenildik, şöyle oldu, böyle oldu.
Ama yine hazır olan, elde bulunan ordu, bizim ordumuzdur. Muharebe edecek
yine biz varız. Konferans kesilince tekrar bize müracaat edecekler. O
zaman şartlarımı bunlara birer birer dikte edeceğim. Tek
ümidimiz Türklerde kaldı derken, kendilerine bunu anlatmak istedim.”
Mösyö Venizelos’a, “Peki, neticede ne oldu” dedim.
“Olmadı” dedi. “Tahmin ettiğimiz çıkmadı, siz Türkler
konferansı başka türlü idare ettiniz.”
Bu anlattıklarım, Venizelos ile yaptığımız mülakatın bir
günü. Bundan sonra münasebetlerimiz, konuşmalarımız ilerledikçe Mösyö
Venizelos’un Türkiye ile Yunanistan arasında
gelecekte iyi münasebetler kurulması ve mazinin unutulması için ciddi
bir arzu beslediği kanaatini edindim. Konuşmaları bana böyle
bir kanaat vermiştir. Bana daima sorduğu şudur: Milletlerimize
maziyi unutturup, dost komşular münasebeti tesis edebilecek, miyiz? Benim
de kendisine cevabım hep şöyle olmuştur: Mümkündür. Geçmiş
hadiseleri unutturarak, iki millet arasında istikbal için birbirine
istinat eden iyi komşular münasebeti vücuda getirmek mümkündür. Bunu yapabilmek
için evvela bizim, yani idare edenlerin bu kanaatte samimi olmamız ve
anlaşmamız lazımdır.
Mösyö Venizelos, ne tavsiye edersin, nasıl
anlaşabiliriz, diye sorardı. Düşündüklerimi izah ederdim:
“Şimdi burada henüz sulh
olmadı. Fakat sulh yapılacak. Bir defa burada sulhu kurtaralım.
Ondan sonra mübadele yaparız. Gerçi kendiliğinden bir mübadele
yapıldı. Şimdiye kadar bir kısım halk Yunanistan’a
gitti. Fakat mübadele edileceklerin büyük kısmı Türk olmak üzere,
henüz Yunanistan’dadır. Bunlar da geleceklerdir. Şimdi, bunların
oradan çıkıp Türkiye’ye gelmesinde dikkatli davranılırsa,
gelenler kırgınlık yaratacak haksız ve fena muamelelere
uğramadan gelirlerse, bu, vaziyetimizi kolaylaştırır.
Yahut Yunanistan’dan Türkiye’ye gelenler, fena muamele görürler,
haksızlığa uğrarlarsa, büyük bir hiddet ve kin içinde
geleceklerdir. Onların bizim memleketimizde mütemadiyen yapacakları
şikâyetlerin, elverişli olmayan tesirleri daima
yaşayacaktır.”
Mösyö Venizelos’a “Bunu hatırında tut” dedim.
Müspet cevap verdi: “Peki dikkat ederim” dedi.
Görüşmelerimizde
öğrendim ki, kendisinin de istikbal için Anadolu’da, İzmir’de düşündüğü
bir tertip varmış. Bundan bahsetti. İzmir’de kalabilmek için o
da bir mübadele düşünmüş. Gerek İzmir’in içinde, gerek büyük
İzmir vilayeti içinde bulunan Türkleri dışarı
çıkaracak, Anadolu’ya gönderecek, buna karşılık Anadolu’da
bulunan Rumları ve mübadelede Yunanistan’a giden Rumları İzmir
bölgesi içine alacakmış. Bana düşündüklerini anlattı.
Bunları sükûnetle dinlerken tüylerim ürperiyordu.
İhtilalci Venizelos
Mösyö Venizelos, buluşup görüşmelerimiz
esnasında bana, Türklerle geçmiş zamanlardaki münasebetlerini ve
Türklere karşı olan icraatını da
anlatmıştır. Bir defasında ben ona ihtilalci
hayatını sordum. İhtilalciliğe nasıl ve ne vakit
başladın, dedim. Anlattıklarının özeti şudur:
“Girit Adasındaydım. Çok
gençtim. 18-20 yaşlarındaydım. İhtilalciliğe pek genç
yaşta başladım. Girit Adasının idaresinde bir
Osmanlı valisi bulunurdu. Biz bir gün toplandık, vilayetin önüne
gittik. Nümayiş yaptık. Bağırdık,
çağırdık. Vali paşaya imtiyazlarımızı
isteriz, haklarımızı isteriz, dedik. Vali paşa bizi
dinledikten sonra, dağılın, dedi. Biz tekrar
bağırıp çağırmaya başladık. Bunun üzerine
zaptiyeler gönderdi, hepimizi dağıttı.”
Venizelos Balkan Harbini de Anlattı
Mösyö Venizelos bana Balkan Harbini ve bu harpte bize
karşı olan tutumlarını da anlatmıştır.
Bunları anlatırken, Türk-Yunan münasebetlerinin dostluk esasına
müstenit bir münasebet olmasını arzu ettiğini ve böyle bir
görüş içinde bulunduğunu bilhassa belirtmek istiyordu. Bana, Balkan
Harbindeki Yunan politikasını şöyle nakletti:
“Balkan Harbinde, diğer
Balkan devletleri ile müttefik olarak Türklerle harp ettik. Esas olarak ben bu
ittifakın aleyhindeydim. Ve sonuna kadar bu ittifaka girmek istemedim. Ama
bir şey yapamadım. Girit Adası Türklerle Yunanlılar
arasında başlıca mesele olmuştu. Girit, Osmanlı
Devletinden tamamıyla ayrılmış bir haldeydi, fakat Türk
Hükümeti bunu kabul etmiyordu. Girit’i kurtarmak için öteki Balkan devletleri
ile ittifak etmeye mecbur olduk ve birleştik. Balkan Harbinde Türklere
karşı muharebeyi o kadar istemeyerek yaptım ki, muharebeden
sonra Meclise geldiğim zaman, büyük bir zafer kazanmış insan
olarak bütün Meclis bana büyük takdir ve sempati hisleri gösterdiği halde
ben, Türk-Yunan münasebetlerinde dostluktan bahsettim. O zaman Mecliste
açıkça söylemişimdir: Türklerle muharebe etmek istemiyordum, ama
çare bulamadık. Bundan sonra münasebetlerimizin iyi olması için
teskin edici sözler söyledim ve gayet samimi olarak, Türklerle iyi münasebetler
kurulmasını beklediğim hususunda Meclise telkinde bulundum.”
Venizelos bu konuşmasını Anadolu işgaline
getirdi ve Anadolu’nun işgali esnasında İzmir’de vali olarak
bulunan kimsenin, kendi emirlerine uygun hareket ederek Türklerle olan münasebetlerinden
ve idaresinden çok takdirle bahsetmiştir. Bunları söylerken,
işgal zamanında Türklere bir fenalık olmasın diye elimizden
gelen gayreti sarf ettik, demiştir.
Venizelos Usta Bir Politikacıydı
Mösyö Venizelos hakikaten usta bir politikacı idi. Bende
bıraktığı intiba budur. Nitekim, Avrupa’da hükümet ricali
üzerinde son derece itibarlıydı. Onun Avrupa’daki nüfuzu ve
itibarı hakkında bir fikir vermek için burada, müttefik devletlerden
birisinin bana anlattıklarını da söylemeliyim. Murahhas
heyetlerinden birinde yüksek bir vazifede bulunan bu kimse bana dedi ki:
“Konferansta Mösyö Venizelos ile temas ediyorsunuz, görüşüyorsunuz.
Bu münasebetin ehemmiyetini takdir etmek mümkündür. Fakat bilesiniz ki, Venizelos mühim bir şahsiyete sahiptir ve gerek Versay Muahedesinde,
gerek diğer muahedelerde bütün devletlerin murahhasları arasında
yıldız gibi parlamıştır. Bütün bu faaliyetler
esnasında, daima Amerika Cumhurbaşkanı Wilson’un dizi dibinde idi. Wilson ve diğerleri her mesele için onun reyine müracaat
ederlerdi. O, Yunanistan’a taalluk etmeyen meselelerde bile, yakın vukufu
ile bir müşavir olarak söz sahibi rolünde bulundu. Adamın Versay
Muahedesinden itibaren bütün Avrupa muahedelerinde, karar verenler nezdinde bu
kadar yakınlığı ve kuvvetli tesiri vardı.”
Mösyö Venizelos ile Lozan Konferansı esnasında
birkaç defa görüştük. Konuşmalarımız çok defa istikbal
için münasebetlerimizin nasıl bir şekil alacağı hususu
üzerinde toplanıyordu. Bana, istikbale ait düşüncelerini
anlatır, Yunanistan’ın da, Türkiye’nin de başlıca kuzeyden
İslav tehditlerine maruz kaldığını hatırlatarak,
bu tehditlere karşı her iki memleketin el ele verip müşterek
bir hareket hattı takip etmelerinin menfaatleri icabı olduğunu
söylerdi. Ben kendisini dinledikten sonra, Ona derdim ki:
“Söylediklerin doğru. Her
iki memleket de böyle bir tehdit ile karşı karşıyadır.
Ama tehlikeye karşı işbirliği yapmaya daha ziyade sizin ihtiyacınız
var. Yunanistan birtakım komşularla öylesine çepeçevre
sarılmış vaziyette ki, hepsinin ondan istediği var. Benim
kanaatimce, Yunan ordusu kendi memleketini müdafaa etmeye muktedirdir. Büyük
ölçüde, kendi kendinizi koruyabilirsiniz. Elverir ki, bahsettiğim bütün bu
kuvvetler size karşı birleşmesin. Bizimle beraber
olursanız, bir defa, bize karşı kuvvet ayırmaya
ihtiyacınız olmaz. Bu mühim bir noktadır. Çünkü, bize
karşı kuvvet ayırmaya mecbur olduğunuz zaman, bütün
kuvvetleriniz doğuda toplanmış bulunacaktır. Bu takdirde,
her tarafınız açık kalır. Bizimle birlik olmanın
ikinci faydası, sizden talepleri bulunan diğer komşu
memleketlerin sizin aleyhinize bir harekete girişmeleri güçleşir.”
Venizelos söylediklerimi dinledi ve nihayet, canım beraber
olmakta ikimizin de menfaati var, bunu bırakalım, dedi. Peki, diye
cevap verdim.
Venizelos’la Konferans Sonrası
İlişkiler
Yunanistan’ın içinde
bulunduğu tehlikeleri Venizelos bir kâbus gibi zihninde taşıyor ve bunlardan
korunmak için Türklerle iyi münasebeti şart görüyordu. Bunu şuurla
hissediyordu. Ben de bütün görüşmelerde, aramızdaki iyi münasebetin
bizim menfaatimize olduğuna işaret ederek, bunu yapabiliriz,
istidadımız vardır, hiçbir sabit fikrimiz yoktur, diye bunlar
üzerinde kendisini temin etmeye çalıştım. Aradan zaman geçti,
Lozan Konferansı bitti ve Venizelos Türkiye’ye bir ziyaret yaptı. Türkiye’ye gelip Atatürk ile konuştuğu zaman, bu mülahazaların onda
çok daha kuvvetlenmiş olarak kanaatini
sağlamlaştırdığını müşahede ettim. Bu
suretle Mösyö Venizelos ile aramızda ciddi bir itimat hasıl
olmuştu. O ölünceye kadar bu karşılıklı itimadı
muhafaza ettik. İlave etmeye mecburum ki, Kıbrıs buhranı, Venizelos ve onunla beraber çalışmış olan
devlet adamları dışında işbaşına gelen yeni
insanların durumu takdir etmemesinden doğmuştur. Bu hükümetlerin
birinde Venizelos’un
oğlu Hariciye Nazırı idi. Venizelos’un oğlu Hariciye Nazırı bulunduğu
müddetçe, Kıbrıs meselesinin, sonradan olduğu gibi
patlamasına müsaade etmemiştir. Sofokles
Venizelos ile Amerika’da bir defa konuşmuştum.
Bu görüşme, Kennedy’nin
ölümü münasebetiyle Amerika’ya gittiğim zaman oldu. Sofokles
Venizelos’u babası gibi ciddi bir politikacı
olarak gördüm. Türklerle olan münasebetin bozulmaması için dikkatli
bulunduğunu müşahede ettim. Sonra o da öldü.
Venizelos Türkiye’ye gelip Atatürk ile görüştü ve memleketine döndü. Ondan sonra ben
Yunanistan’a gittim. Yunanistan’da iç politikada çok çetin çatışmalar
mevcuttu. Kral taraftarları ile de kendisi ile de bütün bu münakaşalar
esnasında münasebetlerim iyi idi. Her iki tarafla iyi münasebette
bulunmam dolayısıyla benden, vakit vakit Yunan ricali arasındaki
ihtilatlarda uzlaştırıcı ve tartışmadan
sakınıcı birtakım dost tavassutları yapmam bile
istenmiştir. Ben bu tekliflerin hepsini yapmaya çalıştım.
Lozan Konferansının
ikinci devrinde müttefiklerde kuvvet kullanmak ve Yunanlılarla bizi
karşılaştırmak arzusu uyandığı zaman, Venizelos, konferansın sonuna kadar bu arzuları
teşvik etmemiştir. Aksine, vaziyet alıp hepsinin hiddetini
celbettiği haller bile olmuştur. Hulasa, Türklerle Yunanlılar
arasındaki münasebetler, o günkü şartlar için olduğu kadar,
gelecekte iki memleket arasında iyi münasebetler yolunun
açılması ve devamlı bir dostluk kurulması imkânları
bakımından konferansın bu ikinci devrinin bir mühim eseri ve
neticesi sayılabilir.
Venizelos çok zeki, güler yüzlü, bembeyaz bir adamdı. Benden
yirmi yaş kadar büyüktü. Dünya meselelerini iyi bilen bir
politikacıydı. Kendisine itimadı tabii çoktu ve çok
güveniyordu. Çok tertipler içinde bulunmuş, çok tecrübe kazanmış
ve sözüne inanılan bir insandı. Konferansta münasebetlerimiz
düzeldikten, birbirimizle anlaştıktan sonra artık Venizelos’tan hiçbir güçlük çekmedim. Venizelos Türkiye aleyhinde herhangi bir kimseye vasıta olmak
için istidat göstermedi.
Konferans esnasında Bayan
Venizelos da Lozan’daydı. Bir gün görüşürken
beni evine davet etmişti. “Karım sizinle tanışmak istiyor”
diyerek davetini takviye ediyordu. Ben de “Gideriz” dedim, böyle bir vaatte
bulundum. Bizim arkadaşlar kıyameti kopardılar. Ben oraya
gitmek istiyorum. Murahhas heyetindeki arkadaşlar, “Sen Venizelos’un evine gideceksin, olmaz, kimse bunu anlamaz” diye
ısrar ettiler. Konferansın nihayetine geldik, bir türlü gidemedim.
Gitmek istiyordum, ama çok güçlük vardı. Kimse gitmemi istemiyordu. Bugün
olmadı, yarın derken, vakit geçti. Bir gün Venizelos bana dedi ki: “Bırakalım bunu, sonra
görüşürüz. Vaziyetini anlıyorum. Ben sana müşkülat
çıkarmak istemem.” Dediğim gibi gayet zeki bir adamdı. Durumu
kavradı, beni rahatlatmak için böyle konuştu.
Konferanstan sonra Yunanistan’a
gittiğim zaman olağanüstü emniyet tedbirleri
alındığını gördüm. Bunların hepsini Venizelos yaptırmıştı. Ve emniyet tedbirlerine
nezaret ediyordu. Beni bir gün Atina Belediyesine götürdü. Belediye beni çok
dostane kabul etti. Belediyede birçok meseleler konuştuk. Oradan
ayrıldıktan sonra, Venizelos bana, “Belediye heyeti kral taraftarıdır, seni
buraya mahsus getirdim” dedi. Ben hayret etmiştim. Kendisine, “Siz
cumhuriyetçisiniz, hükümet cumhuriyetçi, belediye kral taraftarı,
nasıl oluyor, beni oraya niçin götürdün?” diye sordum. “Orasını
sorma, işte bizde böyledir, seni oraya götürmekten maksadım
Türklerle Yunanlılar arasındaki münasebetin istikbal için de güven
verici olduğunu sana göstermek istedim” dedi.
Venizelos, Yunanistan’a yaptığım seyahat
esnasında kralcıların da Türk dostluğunun taraftarı
olacaklarına beni inandırmak için çok söylemiş, çok gayret sarf
etmiştir. Gerçekten böyle oldu. Kralcılar işbaşına
geldikleri zaman, Türk dostluğuna aynı derecede ehemmiyet verdiler.
Onlar Venizelos’a
düşman kesildiler, fakat bizimle olan münasebetlerinde Venizelos’un politikasını takip ettiler.
Aramızdaki bu dostluk münasebetiyle Yunanistan’ın içişlerini
yakından takip ettim ve Yunan ricali ile temasta bulundum. Yunanistan’da
yetişmiş devlet ricali çoktur. Yaşlı Çaldaris’i, General Kondilis’i tanıdım. Venizelos ile ve onun taraftarları ile Çaldaris taraftarları arasında ve General Kondilis ile yine Venizelos taraftarları arasında münasebetler nihayete
kadar son derece gergin olmuştur. İç ihtilaflardan birbirlerine çok
kırgınlardı. Bir defa Venizelos’a karşı bir suikast teşebbüsü
oldu. Atina’da ailesi ile beraber giderken hayatına kastedilmiştir. Venizelos bu suikast işinde o zamanki hükümet
erkânının bir tesiri, bir ilişiği olduğu kanaatinde
idi. Ne kadar doğru bilmiyorum ve bu kanaati ne kadar muhafaza etti onu da
bilmiyorum. Ama böyle bir üzüntüsü vardı. Bunu hissettim. Yunan devlet
ricali arasında münasebetler bu kadar çok gergindi. Birbirlerine
kıyasıya düşmandılar. Türkiye ile dostluk
anlayışının şampiyonluğunu Venizelos yaptı. Ondan sonra gelenler, iç politikada Venizelos’a son derece düşmanca davranmalarına
rağmen, Türkiye ile dostluk politikasını devam ettirdiler. Çaldaris, Venizelos’tan şikâyet ederken bana bunu delil
olarak söylemişti. Bak, demişti, Türklerle dostluk münasebetini Venizelos açmadı mı? Şimdi ben devam ediyorum,
fakat bundan memnun değiller. Venizelos bu dostluğun aleyhindedir. Mösyö Çaldaris’e, canım böyle şey yapmaz, dedim. Venizelos’u ona beğendirmek için çok emek sarf ettim. Fakat Çaldaris, ona güvenilmez, diyor ve kanaatini değiştirmek
istemiyordu. Sonra Venizelos ile görüştüğüm zaman, Çaldaris’in kendisini çok takdir ettiğinden bahsederek,
ısındırmak istedim. Her ikisi de kendi kanaatlerinde ısrar
ettiler. İşin hazin tarafı budur.
Venizelos’un Bize Emniyeti
Lozan’da Venizelos’un bize emniyet vermek için tutumuna dair başka bir
misal söyleyeceğim. Bir gün, Ankara’ya, hükümete müracaat ettim.
Yakında konferansa bir madde gelecek, bunun için talimat istiyorum. Mesele
şu: Muharebeler esnasında taraflar birbirlerinden ganimet olarak ne
almışlarsa, bunlar ellerinde kalsın. Bunun hesabı
görülmesin. Taraflardan kasıt, bir yanda Türkiye, bir yanda bütün
müttefikler. Böyle bir madde görüşülecek. Ankara’dan cevap verdiler: Biz
kimseden bir şey almadık, müttefiklerle bu tarzda bir anlaşma
için mutabıkız, ama Yunanlıları istisna edeceğiz. Yunanlılar
bizden ne almışlarsa onu iade etsinler. Talimat bu. Makul geldi ilk
nazarda bu.
Bu madde geldi,
görüşülüyor. Yunanlılarla aramızda böyle bir muamele
olmuşsa, karşılıklı bunları iade edelim, dedim.
Ne lüzumu var, mühim bir şey yoktur, tarzında cevap verdiler.
Münakaşa ettik. Olmaz dedim, bunun için ısrar ediyorum, dedim. Benim
ısrarım üzerine meseleyi tali komisyona havale ettiler.
Aradan pek az bir müddet
geçmişti. Daha bu madde komisyondan gelip görüşülmeden, Ankara’dan
ikinci bir talimat aldım. Muharebe esnasında bir Yunan gemisi
İnebolu’ya gelmiş. Bizimkiler Yunan gemisini zaptetmişler,
gemiyi de içindeki eşyayı da almışlar. Şimdi biz bunu
iade edecek durumda değiliz. Meseleyi kapatalım, müttefiklerle
olduğu gibi Yunanistan ile de bunun hesabı aranmasın.
Yeni talimatta bana bu esaslar
bildiriliyordu. Murahhas heyetini topladım. “Haberiniz olsun, bu tarzda
yapacağız” dedim. Hepsi birden, daha üç-dört gün evvel konferansta
vaziyet aldık, böyle dedik, şöyle dedik, şimdi aksini
nasıl yapabiliriz tarzında fikirlerini söylediler. “Olmaz, böyle yapmamız
lazım, ben söyleyecek bir şey bulurum” dedim. Zihnen bununla
meşgulüm. Bir imkân arıyorum. Bir gün konferansa giderken
İngiliz Murahhası Rumbold’a rasgeldim. Konuşarak konferansa gidiyoruz. Bir
aralık kendisine sordum:
“Bir ganimet maddesi vardı,
ne oldu?” dedim.
Durdu, bir düşündü ve cevap
verdi:
“Bilmem, herhalde komisyonda.”
Ben tekrar kendisine sordum:
“Komisyona niçin gitti? Ne
olacak?”
Tekrar düşündü, daha iyi
hatırladı:
“Zannederim sen itiraz ettin.
Biz bu hesaplar tasfiye olsun diye kararlaştırmıştık.
Ama siz itiraz ettiniz. Yunanlılar aldıklarını iade etsin
diye ısrarda bulundunuz. Madde komisyona onun için gönderildi” dedi.
Bunun üzerine ben;
“Canım bunun ayrıca
istisna edilecek bir yeri yok. Bir tasfiye yapılıyor, bari hepsini
yapın bitirin” dedim.
Adam bana tekrar sordu: “Siz
istemediniz mi?” dedi. Venizelos ile konuşmamı tavsiye etti. “Ben de ona haber
vereceğim” dedi ve böyle ayrıldık. Hakikaten Venizelos’a haber vermiş. Venizelos geldi, “Böyle bir şeyden bahsetmişsin,
şimdi ne olacak?” diye sordu. Ben de meseleyi mühimsememiş gibi
görünerek, Yunanistan için mutlaka ayrı bir hüküm getirmeye lüzum
olmadığını söyledim. “Sana müşkülât çıkarmam,
pekâlâ öyle yapalım, seni anlıyorum” dedi.
Lozan Konferansının
sonuna doğru mali ve iktisadi meselelerden dolayı mühim bir buhran
doğmuştu. Tekrar bir inkıta yapmak ve Yunanlıları
kullanmak arzusu belirmişti. Venizelos buna karşı kesin vaziyet aldı. Ne
olacaksa olsun, biz artık orduyu tutamayız, diye kesin vaziyet
aldı. Venizelos
aleyhine kıyameti kopardılar. Yani Venizelos istikbalde bizimle takip edeceği politika üzerinde
emniyetimizi tesis etmek için büyük gayretler göstermiş ve ciddi olarak
kendisine inanılır bir adam olduğu kanaatini bizde
uyandırmıştır.
Konferansın birinci
devrinde müttefiklerin himayesini sağlamak, Yunanistan’ın felakete
uğramamış, mağlup olmamış gibi muamele görmesini
temin etmek için çok uğraşmış, teşebbüsler
yapmıştır. Lord Curzon ile Poincaré ile görüştüğü zaman, onların Yunan
davasını takip etmek için Türklerle tutuşmak istemediklerini
anlamıştı Bu da tabii bir şeydi. Zaten sulh bu kanaatle
olabilirdi. Görüldü ki, Türkler konferansa geldikten sonra müttefiklerle harbe
sebep olacak esaslı bir ihtilafa, bir mevzua girmek istemiyorlar. Sulh
yapmak istiyorlar. İngilizler de Fransızlar da duruma böyle
teşhis koymuşlar. Onun için bu işi sulhla bitirmek imkânı
vardır ve bu imkân kendileri bakımından da kıymetlidir. Bu
kanaate vardıklarından ve yeni bir harp çıkarmanın, böyle
antipatik bir teşebbüsün kendilerince mahzurlu ve hatta imkânsız
olduğunu bilerek Venizelos’a müsait cevap vermemişlerdir. Venizelos, bu safhalardan geçtikten, bu teşebbüsleri
tecrübe ettikten sonra, nihayet Türkiye’ye karşı doğru bir
politika takip etmenin yolunu bulmuştur. Konferansın ikinci devrinde
Türk-Yunan dostluğunun temellerini hazırlayan yakınlaşma
karşılıklı anlayış içerisinde cereyan
etmiştir. Bu ikinci devrede tamirat meselesinden dolayı Türk-Yunan
münasebetleri bir aralık tekrar gergin bir hale girmişti. Biz Yunan
ordusunun Anadolu’da yaptığı tahribatın tamiri için bir
harp tazminatı talep ediyorduk. Venizelos Yunanistan’ın mali vaziyetinin son derece bozuk olduğunu
ileri sürerek, bu imkânsızdır, hiçbir şey ödeyemeyiz, diyordu. Mösyö
Venizelos ile bu meseleyi aramızda birçok defa
görüşmüşüzdür. Neticede müttefik devletler başmurahhaslarının
uzlaştırıcı aracılığı ile
konferansın inkıta yapması önlenebilmiştir.
PATRİKHANE
MESELESİ
İş, Türklük-Hıristiyanlık Meselesi Haline Geldi
Lozan’da Yunanlılarla
çatışmalarımızdan birinin sebebi de Rum Patrikhanesinin
İstanbul’dan kaldırılması için
açtığımız mücadele olmuştur. Bu mücadele uzun sürdü.
Tezimiz mütareke esnasında Patrikhanenin Türkler aleyhine
çalışan bütün tertiplerin merkezi olmasına dayanıyordu.
Patrikhane, Türklerle Rumların iyi münasebetlerini, bir millet halinde kaynaşıp,
bir devlet içinde yaşamalarını engelleyen unsur olarak, mutlaka
Türkiye’den çıkarılmalıdır tezini takip ediyorduk. Bu
mücadeleyi de diğer büyük meseleler gibi, başmurahhas olarak
başlıca ben idare ediyordum. Müttefikler bu yüzden konferansta çok
mukavemet ettiler ve çok aşırı sözler söylediler. Konuyu âdeta
Türklük-Hıristiyanlık meselesi haline getirmek istediler.
Patrikhanenin asırlardan beri gelen ananesinin ve politikasının
yerilmesini, tenkit edilmesini kabul etmek istemiyorlardı.
Bu mücadelenin çok hararetli ve
münakaşalı bir safhasında, bir sabah rahmetli Doktor
Rıza Nur yanıma geldi, sana bir bilgi
vereceğim dedi. O sabah Lord Curzon’un kâtibi Nicolson gelmiş, Rıza Nur Bey’le görüşmüş. Nicolson, bu konferansta Patrikhanenin kaldırılması
için yaptığımız mücadeleden çok şikâyet etmiş.
Aralarında uzun bir görüşme ve musahabe olmuş. Rıza Nur Bey’in bana naklettiğine göre Nicolson şöyle konuşmuş:
“Patrikhane mevzuundaki
tutumunuz bizim murahhas heyetlerimizi, Hıristiyanlık âlemine
karşı müdafaa edilmesi, izah edilmesi mümkün olmayan güç bir duruma
düşürmek gayretidir. Bu bizi son derece müşkül vaziyete koymakta,
yaralamaktadır. İngiliz umumi efkârı uyuyan bir aslan
halindedir. Mütemadiyen bunun zıddına gidecek her türlü eziyetleri,
tahrikleri yapmaktasınız, ıstırapları vermektesiniz.
Bu hayvan vurula vurula, dürtüle dürtüle, yaralana yaralana nihayet uyanacaktır.
Uyandığı zaman, artık gözü bir şeyi görmeyecek ve ne
yapacağını da kimse bilmeyecektir. Niçin böyle
yapıyorsunuz?”
Nicolson’un tehditle karışık şikâyetini
dinledikten sonra Dr. Rıza Nur, bu İsmet Paşa meselesidir,
bizzat kendisi meşgul oluyor, o bilir, biz karışmayız, ona
söylemek lazımdır, demiş.
Sen söyle, ben söylerim
laflarından sonra ayrılmışlar. Rıza Nur geldi, bana anlattı. Birden,
başımın içinde oda dönmüş gibi geldi. Daha evvel
konferansta Ermeni yurdu meselesinden bir tali komisyonda mesele
çıktığı ve ondan müteessir olarak, artık murahhas
heyetinden çekilmek istediğini söylemişti. Ben bilakis kendisini
takdir etmiş, devam et, ben bu buhranın altından kalkarım,
demiştim. Fakat bu sefer, kendisinin Nicolson’a böyle söylemesini tamir kabul etmez bir büyük noksan ve
yanılma olarak gördüm. Başımda odanın döndüğünü
hissetmem bundandır. Kendisine;
“Ne yaptın? Patrikhane ile
yaptığımız bütün mücadeleyi sıfıra indirdin. Sen
de benim gibi burada bir murahhassın. Demek ki Patrikhane meselesi
murahhasları bağlayan bir talimatın neticesi değildir.
Hükümetin politikası değildir. İsmet Paşa’nın
bir şahsi arzusundan ibarettir, o uğraşmaktadır. Senin
sözlerin, âdeta şikâyet eder gibi, ona söz geçiremiyoruz der gibi bir
ifade tarzıdır. Bir büyük mücadelede başmurahhasın
üzerinden hükümetinin, arkadaşlarının, umumi efkârın
desteğini kaldırırsan, karşı tarafta bu mücadelenin
herhangi bir tesiri ve ehemmiyeti kalır mı? Çok fena
yapmışsın” dedim.
Bu hadise konferansın
birinci devrine, Lord Curzon’un İngiltere başmurahhası
olarak Lozan’da bulunduğu zamana rastlar. Rıza Nur’un yanında hemen kâtibimi
çağırdım. Lord Curzon’u arayın, acele bir işim var,
kendisini göreceğim, dedim. Biraz sonra neticeyi bildirdiler. Lord Curzon beni bekliyormuş. Saatini söylediler. Bir
müddet sonra kalktım, Lord Curzon’a gittim.
Lord Curzon, beni büyük bir samimiyet ve neşe
ile karşıladı. Daha kapıdan girerken, ne için
geldiğimi, ne konuşacağımı bilmeden, “Ooo!” dedi.
“Demek bana armağan getirdin.”
Ben hayretle, “Hayrola, ne
armağanı? Ben seninle konuşmaya geldim” dedim.
“Bugün benim yaş günüm”
diye cevap verdi.
Oturduk, konuşmaya
başladık. Aylardan beri uğraşıp duruyoruz, ondan
sonra sen böyle yapıyorsun, dedi. Neden bahsettiğini sordum. Patrikhanenin
İstanbul’dan kalkması meselesi ortaya döküldü. Lord Curzon şöyle diyordu:
“Patrikhanenin dünya işleri
ile uğraşması yoktur. Hiçbir şeye karışmayacaktır.
Karışmamalıdır. Ama İstanbul’dan Patrikhaneyi
kaldırıp da bütün Hıristiyan âlemini örseleyecek bir muameleyi
neden istiyorsun? İş döndü dolaştı, meselenin mahiyeti
anlaşıldı. Ne hükümetinin talimatı var, ne arkadaşlarının
haberi var. Bu, yalnız senin kendi arzun. Nereden çıkardın böyle
bir meseleyi? Sabahleyin kâtibim görüştü, bana bu neticeyi getirdi.”
Ben kendisine, yanlış
anlamış, dedim. Nafile uğraşma, tamir edemezsin, diye
cevap verdi.
Bundan sonra Patrikhane
meselesi, işin esasına girmeksizin iki-üç gün içinde hiç ehemmiyet
verilmeyen bir mevzu haline geldi ve kapandı. Aradan zaman geçtikten
sonra, Mösyö Venizelos ile samimi görüşmelerimiz esnasında o, bana
işin bilmediğimiz taraflarını anlattı. Venizelos’un söylediğine göre, Patrikhane meselesinde
nihayetine kadar dayandıktan sonra, iş ters bir neticeye
kalırsa, onu halletmek için tertipler düşünmüşler. Patrikhane
İstanbul’dan kalkarsa, Aynaroz’a götüreceklermiş. Meseleyi bu
safhaya kadar düşünmüşler, hazırlanmışlar.
İşte bir macera! Doktor
Rıza Nur Bey’in bu hareketini, vazifesindeki
iyi niyeti ile çelişme halinde göstermek haksızlık olur. Onda
aslında böyle bir istidat yoktur. Bu hadiseyi, böyle şartlar içinde
mücadele usullerinin ne kadar güç olduğunu, onun
kayıtlarını her an göz önünde bulundurmakta gösterilen en ufak
bir dikkatsizliğin ne kadar ağır neticeler verebileceğini
belirtmek için önemli bir misal olarak zikrediyorum. Bir murahhas heyeti
içinde ve umumi bir müzakere esnasında dikkatlerin derli toplu olmasındaki
ehemmiyeti, ders olması için söylüyorum.
TEKRAR
KAPİTÜLASYONLAR MESELESİ
Montagna Formülü
Lozan’da, bu ikinci devrede,
kapitülasyonlar meselesi bizim karşımıza tekrar
çıkmıştır. Halbuki kapitülasyonlar üzerinde birinci devrede
konuşmuşuz, esas olarak bunların ilgası kabul
edilmiş. Şimdi yeniden, sanki bu muameleler geçmemiş gibi
kapitülasyonlardan dolayı ciddi olarak mücadele
yapmışızdır. Bu sefer mücadele şöyle oldu: 4
Şubatta konferanstan ayrıldığımız zaman,
kapitülasyonlar inkıta sebeplerinden birisi idi.
Ayrıldığımız son âna kadar bana bu konuda teklifler
taşınmıştır. Teklifleri getirip götürenler
İtalyan murahhasları idi. Hatta Mösyö Bompard, şubat inkıtaında yeni
teklifler bulmak için çok çalışmıştır. Nihayet, Montagna formülü adı ile anılan bir hal çaresi
bulunmuştu.
Biz, hukukçu ve iktisatçı olmayan
vatandaşlar, kapitülasyon belası denilince memleketin
yüzyıllardan beri mahkûm edilmiş olduğu mali ve iktisadi
kısıtlamaları anlar ve bunları kaldırmanın çok
güç olacağını, adalet sahasındaki kapitülasyonun
kaldırılmasının daha kolay olacağını zannederdik.
Gençliğimden beri kapitülasyonların yalnız iktisadi hükümlerinden
dolayı elimiz kolumuz bağlı bilirdik. İşin içine
girdikten sonra anladım ki, asıl ehemmiyet verdikleri, kapitülasyonun
adli kısmıdır. Nitekim, mali ve ticari hükümlerden dolayı fazla
güçlük çıkarmaksızın kapitülasyonların kalkmasını
kabul ettiler. Ama adli kısım üzerinde sonuna kadar direndiler.
Şimdi ben, kapitülasyonların adli hükümleri üzerindeki
çekişmeleri anlatıyorum.
Birinci konferansta inkıta
tehlikesini önlemek ve zevahiri kurtaracak bir şey yapmış olmak
için, bu Montagna
teklifi dedikleri teklifi getirdiler. Ben teklifi kabul ettim. Onlar da
kabul etmiş göründüler. Belki de imza edeceklerdi. Fakat kapitülasyonlarla
ilgili diğer meseleler muallakta bulunduğu için, bu adli beyanname
imzalanmadan kaldı.
İleri sürülen teklife göre,
memleketimizde adli idarenin ıslahı için bir zamana ihtiyaç
gösteriliyor ve hiç olmazsa, 5 sene müddetle Türkiye’de hukukçulardan
müteşekkil bir müşavir heyetinin bulunması isteniyordu. Bu hukuk
müşavirlerinin iştirak edecekleri bir komisyon Türkiye’de adli
idarenin, hapishanelerin ıslahına ait projeleri hazırlayacak.
Ecnebilerin davalarında daima ecnebi hukuk müşaviri bulunacak.
Ecnebiler hakkında celp, tevkif ve ev araştırma emirleri ancak
ecnebi hukuk müşavirlerinin tasvibi alındıktan sonra
verilebilecek.
Teklife göre, bu yabancı
müşavirleri beynelmilel adalet divanı seçecekti. Mahkemelerimiz
âdeta bunların kontrolü altında bulunacak, haklı görmedikleri
kararları, mahkeme kararlarını bozdurmak için Adliye Vekiline
itiraz edebileceklerdi. Ben, konferansın inkıta günü olan 4
Şubatta, teklife cevap verdim. Esas itibariyle geçici bir süre için
ecnebi hukukçulardan müşavir olarak faydalanmayı kabul ettim. Ama
bunlar Birinci Dünya Harbi’ne ve İstiklal Harbine iştirak
etmemiş devletler tebası arasından seçilecekler ve Türk memuru
olarak çalışacaklardır, dedim. Ecnebi müşavirler için
düşünülen salahiyetleri tahdit ettim. Müşavirler, mütehassıs olarak
ve bizim memurumuz sıfatıyla Adliye Vekiline bağlı bir
tarzda çalışacaklardı. Konferansın inkıta
yaptığı o hararetli zamanlarda bunlar üzerinde konuştuk,
teklifin bazı yerlerine olur dedik, bazı yerlerine olmaz dedik ve
böylece, adli bağımsızlığımıza halel
getirmeyecek bir formül üzerinde mutabık kalmış olduk.
Montagna formülü üzerinde bu görüşmeler
yapıldığı esnada Lord Curzon Lozan’dan hareket etmişti. Fakat Mösyö
Poincaré ile görüşmüşler, teklifi üst üste
teyit ettiler. Fransızlar İngilizlerle mutabık olarak bu teklifi
makul karşılamışlar. Biz de kabul edersek, kapitülasyonlar
meselesi bu suretle hallolunacaktı. Konferans Kâtibi Umumisi Mösyö Massigli bu kanaati izhar etti. Ve
dolayısıyla Lozan Konferansı kesilmemiştir, ertelenmiştir,
dedi. O tarihte Mösyö Moujin bir Fransız memuru olarak Ankara’da
bulunuyordu. Mösyö Moujin de, Ankara’da hükümete bir nota vererek,
bundan bahsetmiş. Hulasa, 4 Şubat inkıtaında, biz
kapitülasyonlar meselesini hallolunmuş kabul ederek Türkiye’ye
dönmüştük. Nitekim, konferansın tekrar toplanmasına
hazırlık olmak üzere Ankara’dan müttefiklere bildirdiğimiz
notada, tekliflerimiz arasında bunu hallolunmuş meseleler listesine
yazmıştık.
Konferans yeniden
başladığı zaman, kapitülasyonlar meselesi tekrar önümüze
getirilince, bu mesele hallolunmuştur, diye karşılarına
çıktım. Evvelce hallolunmuş meseleler arasında Mösyö Montagna’nın teklifi de vardır ve bu teklif
üzerinde mutabık kalmıştık, dedim.
1923 yılı Mayıs
ayının ilk haftasında kapitülasyonlar meselesi tekrar
görüşülmeye başlandı. Konferansın 4 Şubat
inkıtaında üzerinde mutabık kaldığımız Montagna formülü hiç mevcut olmamış gibi, adli usul
ortaya getirildi. Montagna
formülünde mutabık olduk mu, olmadık mı, bunun üzerinde
uzun münakaşa oldu. İngilizler, o zaman biz hareket etmiştik,
orada yoktuk, böyle bir mutabakat bizi bağlamaz, dediler. Bize haber
verildiğine göre, Fransızlarla sizin aranızda mutabakat
hasıl olmuş, dedim. Böyle bir şey olmadığı
hususunda ısrar ediyorlar. Hulasa, İngilizler bu sefer kapitülasyonlar
için yeni bir adli usul teklif ettiler. Konferansa böyle bir teklif getirdiler,
bunu konuşacağız, dediler.
Evvelce konuşulmuş,
hallolunmuş bir meseleyi tekrar dinlemem, konuşmam, dedim.
İngilizleri, diğer müttefikler desteklemeye başladılar. Mösyö
Rumbold, Montagna formülü üzerinde benim, mutabık olduk tarzındaki
beyanlarımı şöyle tavzih etmeye çalıştı:
“4 Şubat günü öğleden
sonra Lord Curzon’un yanında yapılan toplantı,
müttefikler ve Türk murahhasları arasındaki son
toplantıdır. Bu toplantıdan çıktıktan sonra ne
yapıldıysa, sulhu mümkün kılmak için yapılmıştır.
Sulh olmayınca, tarafeyn vaziyetlerini muhafaza ediyorlar demektir.”
Mösyö Rumbold bunları söyledikten sonra, ben söz
aldım ve dedim ki:
“Adli usul üzerinde 4 Şubat
akşamı görüştüğümüz metin iki tarafça ittifak edilerek
yazılmıştır. Konferansa yeniden başlamanın ilk
şartı, kararlaştırılan mutabık kalınan
işlere tekrar dönmemektir. Mösyö Montagna tarafından hazırlanıp bize
verilen metni kabul etmekle, bu mesele kesin olarak halledilmiştir. Bunun
için artık tekrar kapitülasyonlar mevzuunda konuşulamaz.”
Vaziyet bu kadar açık
olduğu halde, Montagna’nın ileri sürdüğü adli usul üzerinde kesin
mutabakat olmadığını ısrarla söylüyorlar, bize
yapılan bu son teklifin, sulha varmak için düşünülmüş ve hususi
surette konuşulmuş, halen muallakta bulunan bir teklif olduğunu
iddia ediyorlardı.
Kapitülasyonlarda Şiddetli
Mücadele
Mücadele şiddetli oluyor.
İngilizlerin getirdikleri yeni teklifi bir defa dinlememi istiyorlar. Ben,
dinlemem diye ısrar ediyorum. Bu sefer, komisyona gitsin diyorlar.
General Pellé araya girdi. Beni ikna etmeye
çalışıyorlar. Nihayet İngilizlerin yeni teklifini
öğrendik. Biraz teehhurla geldi. İngiliz teklifine göre,
kapitülasyonlar adli bakımdan yeni bir şekilde yine devam ediyor.
Hukuk müşavirleri Türkiye’ye gelecek, ama İstanbul’da ve
İzmir’de bulunarak hâkim gibi vazife görecek. Müşavirler, bir
yabancı hakkında herhangi bir tetkik ve araştırma
yapılacağı zaman, icradan evvel meseleyi bilecekler ve
onların muvafakati alınacak. Böyle bir teklif. Bunun üzerinde uzun
boylu konuştuktan sonra, adli usul nihayet bir neticeye
bağlandı.
Bütün bu münakaşalar
esnasında benim ısrarla üzerinde durduğum husus şu:
Mesele, Türkiye’nin hayati menfaatlerine dokunuyor. Bu ileri sürülen teklif,
Türkiye’ye diğer milletlerle müsavi bir muamele edileceğini
sağlıyor mu? Bunu anlatmak istiyorum.
Münakaşalara Amerikan
Murahhası Grew
de karıştı. General Pellé uzlaştırıcı
çabalarında devam ediyor. Esas teklif sahibi Mösyö Montagna beni ikna etmeye çalışıyor.
Ben ısrar ediyorum, eğer adli usulde ve her hususta müsavi muamele
görmeyeceksek, bunun müzakeresi tamamen faydasızdır. Bu
konuşmalar esnasında bir aralık, şöyle dediğimi
hatırlarım:
“Türk murahhas heyetinin adli
ıslahatı hedef tutan bir beyanname neşretmesi, Büyük Millet
Meclisi Hükümetinin Türkiye’de adli ıslahata girişmeye ne kadar
istekli olduğunu gösterir. Ama biz böyle bir ıslahatı yabancı
bir isteğe boyun eğmek için yapmayacağız.
Düşündüğümüz adli ıslahata, Türk adliyesinin
işleyişine yabancı kimselerin karışma
hakkını vermek için niyet etmiş değiliz. Türk murahhas
heyetinin imzalayacağı herhangi bir beyanname, bu yolda
tamamıyla ihtiyari bir senet olacaktır.”
Kapitülasyonlar müttefiklerin ve
bütün büyük devletlerin hassasiyetle üzerinde durdukları başlıca
mesele olmuştur. Başından beri, kapitülasyonlardan vazgeçmek
istemediklerini anlıyordum. Daha birinci konferans başlamadan
Paris’te Mösyö Poincaré ile görüştüğüm zaman bana,
başka bir şekil düşüneceğiz, bir intikal devri tanıyacağız,
gibi sözler söylemişti. Mösyö Poincaré ile bu konuşmamızı
anlattım. Şimdi tekrar etmeyeceğim. Fakat hatırlatma
kabilinden söyleyeyim. Mösyö Poincaré ile konuşmamız bitip
ayrıldığımızda, onu görüşlerinde
ısrarlı ve kararlı bulmuştum. Mösyö Poincaré’nin âdeti, karar verdiği şeyi, hiç
gösteriş iddiasında bulunmaksızın, gürültülü bir
tavır almaksızın sonuna kadar değiştirmeden takip
etmektir ve böyle de yapmıştır. Fakat bu sefer, yani
konferansın ikinci devrinde gerek Fransızlar, gerek İtalyanlar
kapitülasyonlar meselesinin içine fazla karışmış ve
bulaşmış oldukları için yeni bir teklifle gelmeyi
İngiltere deruhte etmiş, ötekiler bunu desteklemişlerdir.
Kapitülasyonlardan Kurtulmak
İçin
İstiklal Harbinin başlıca
amaçlarından biri asırlık kapitülasyon belasından
memleketi kurtarmak idi. Ve biz Lozan Konferansına giderken,
kapitülasyonları kaldırmak için kararlıydık. Şimdiye
kadar söylediklerimden de anlaşılmaktadır ki, Lozan’ın iki
devrinde, dokuz ay müddetle adli kapitülasyonların
kaldırılması için bütün müttefiklerle mücadele ettik, muvaffak
olduk. Kapitülasyonların adli hükümlerine müttefiklerin ne kadar önem
verdiklerini belirtmek maksadıyla bir küçük hikâye anlatacağım.
Konferans esnasında, özel
sohbetlerde, yabancı murahhaslar yakamdan tutarlar, bana, mahkemelerde
bir dava geçirip geçirmediğimi sorarlardı. Ben hayır
cevabını verince onun için adli kapitülasyonların kalkmasında
ısrar ettiğimi söylerler, halbuki memleketimizin bir adli yardım
devresi geçirmesi gerektiğinin bizim menfaatimiz icabı olduğunu
iddia ederlerdi. Ben de cevap olarak, bizim kendi
vatandaşlarımızın yargısına razı ve emin
olduğumuzu, kim memleketimizde mahkememize düşmek istemiyorsa
memleketimize gelmemesini, söylerdim.
Benim kanaatimce,
yargıçlık sanatı muhariplik vasfı gibi Türk milletinin
tabii kabiliyetlerindendir. Mütareke ve işgal sırasında,
İstanbul’da hepimizin işleri olurdu ve ailemiz efradı bulunurdu.
Bunlar mahkemeye giderlerdi. Aylardan beri maaş almamış, zaruret
içindeki hâkimler, bizim ailelerimizi, Kuvayi Milliyeci akrabası diye
mahkûm ettirmek için hâkimi tesir altında bulundurmak isteyen şirret
davacılara karşı adaleti yerine getirmekte tereddüt etmezlerdi.
Uzun müzakerelerden,
münakaşalardan sonra nihayet bir anlaşmaya vardık. Mühim olan,
muahede metni içinde kapitülasyonların ilgasına dair olan maddeyi
yazmak meselesi idi. Bana yapılan teklifler daima şu tarzda bir
formül oluyordu: Taraflar, kapitülasyonların ilgasında mutabık
olmuşlardır. Hep böyle söylerlerdi. Ben, basit bir şekilde
cevap verirdim: Mutabık olmuşlar nedir? İlga edilmiştir.
Niçin böyle söylemiyorsunuz? Nihayet bir gün, konferansın nihayetine
doğru, maddeleri hazırlayan, yazan mütehassıslar benim yerime
geldiler, nasıl istiyorsun, diye sordular. “İlga olunmuştur”
veya “ilga olunduğunu beyan ederler” tarzında yazılsın,
dedim. Müspet karşıladılar. Kendilerine sordum:
“Ne oldu, şimdiye kadar
böyle yazmıyordunuz?”
Şimdi emir aldık,
cevabını verdiler. Usule sığmıyor, asıl usul
budur, falan tarzında olan delillerin hepsi, karar verdikten sonra suya
düşmüştü. Adli kısım için de zevahiri kurtarmak
maksadıyla, muvakkat olarak yaşayacak bir usul bulmuşlardı.
Müzakeresini anlattığım bu usul, Montagna formülü, 4 Şubat inkıtaında mutabık
kaldığımız şekli ile karara bağlandı.
Şimdi bu vesile ile
söyleyeyim: Lozan Muahedesi yürürlüğe girdikten sonra adli beyannameye
uygun olarak biri İsviçreli, biri İsveçli, diğerleri de
İspanyalı ve Hollandalı olmak üzere dört hukuk müşavirine
vazife verdik. Bunlar memleketimizde beş sene çalıştılar.
Bu arada bir sürü adli ıslahat yapıldı. Bu çalışmalara
yabancı mütehassıslar hiçbir zaman katılmadılar. Türk
adliyesinin işleyişi hakkında kendilerinden birer rapor
istenildi. Mütehassısların dördü de Türk mahkemelerinin bütün medeni
memleketlerde olduğu gibi muntazam
çalıştığını, Türk hâkimlerinin vazifelerinin ehli
olduğunu itiraf etmişlerdir.
İmparatorluğun son
zamanlarında ve cumhuriyetten sonra demokratik mücadelenin
soysuzlaştığı günlerde hâkimlere türlü baskılar
yapılmıştır. Türk hâkimleri bu baskılara
karşı koymaya muvaffak olmuşlardır. Gelecek zamanlarda da
Türkiye’de adaletin, bu tabiatta hâkimler tarafından
sağlanacağından benim zerre kadar şüphem yoktur.
Türk hâkimlerinin istiklal ve
itibarını kurtarmak Lozan Antlaşması’nın
başlıca bir konusu olmuştur. Bu sonuçtan dolayı
memleketimiz, her medeni memleketin adaleti kadar haysiyet ve itimada
kavuşarak vazife görmüş, ün salmıştır. Bundan sonra
da hâkimlerimiz liyakatlarını ve kanunlarımıza desteklerini
göstermekte devam edeceklerdir. Buna kuvvetle inanıyorum.
GENEL AF
BEYANNAMESİ
Herkes Gelebilir
Lozan’da konferans
müzakerelerine mevzu teşkil eden büyük meselelerden birisi ekalliyetler
meselesi ve affı umumi beyannamesi olmuştur. Affı umumi
beyannamesi üzerindeki münakaşa, ikinci devrede de ayrıca devam
etmiştir. Müttefikler, affı umumi beyannamesi ile, muharebe esnasında
Türkiye’den çıkmış olan kimselerin, bilhassa ekalliyetlerin
tekrar yerlerine dönüp yaşamalarını şart
koşuyorlardı. Onların nazarında affı umumi bundan
ibaretti. Biz, esas olarak affı umumiye taraftardık. Fakat
şartlarımız vardı. İlan edilecek af, hıyaneti
teşvik etmemeliydi. Memleketten çıkıp gitmiş olanlar
gelebilirler. Herkes gelebilir. Ama komitacı, ihtilalci, fesatçı
gibi birtakım fena hareketlerle memleketin emniyetini her suretle ihlal
etmiş olan muzır insanları kabul edemezdik. Bunun için tekrar
yurda dönmek isteyecek kimseler hakkında hükümetin izin vermesi lazımdı.
Dışarıdan geleceklerin, memleketin emniyetini ihlal etmeyecek unsurlar
olmasını, hükümet tayin etmeliydi. Bizim şartlarımız
ve görüşlerimiz böyleydi. Çok münakaşalar oldu.
Mösyö Rumbold bana sordu: Geri gelecek olanlara müsaade için
onlardan ne isteyeceksiniz, dedi. Ben, bunun, gelecek olanlar ile hükümetleri
arasında bir münasebet olduğunu ve konferansın salahiyeti içinde
bulunmadığını söyledim. Bu husus, yalnız Türk
Hükümetini alakadar eder, dedim.
Affı umuminin ayrıca
mütekabiliyet esasına dayanmasını da şart koştuk.
Bizim memleketimizde milli davaya zararlı faaliyetlerde bulunan ve
müttefiklerle işbirliği yapanlar aftan faydalansınlar, ama
müttefikler tebalarından olup bize yardım etmiş kimseler de
affı umumiden faydalanmalıdır. Bu tezi savunduk.
Affı umumi beyannamesi
üzerindeki münakaşalar konferansın son günlerine kadar sürdü.
Fransız Başmurahhası General Pellé, Türkiye’den toplu olarak gitmiş
kimselerin affı umumi şümulüne girmesini teklif etti. Suriye’de
oturan yüz binlerce kişi geri dönsün diyordu. Buna şiddetle
karşı çıktım.
Konferansın ikinci dönemine
gelirken, Ankara’da bu mevzuda hazırlanmıştık. Bu ikinci
devrede affı umumi beyannamesi ile ilgili projemizde, yeni teklif olarak
150 kişinin aftan istisna edilebileceğini ileri sürmüştük.
Münakaşalar çetin oldu. Fakat tekliflerimizi kabul ettirdik.
Affı umumi beyannamesinin
ruhu, on seneden beri devam edip gelen birçok meseleyi bir defada hal ve teskin
etmek arzusudur. Kuvvetli olan noktası budur. Yalnız bu affı
umumiden, vatana karşı vazifelerini ihmal etmiş ve içinde
bulundukları suçluluktan kendilerini hiçbir suretle kurtaramayacak
olanlar da faydalanmışlardır. Affı umumi beyannamesinin
zayıf tarafı da budur. Fakat bu mahzuru, 150 kişiyi istisna
tutarak ve mazinin silinip unutulacağı ümidine bağlanarak göze
aldık.
Bundan sonra mali ve iktisadi
meseleler, konferansın yeniden inkıtaa uğraması tehlikesi
içinde konuşulmuştur. Konferansın nihayetine kadar hallinde
güçlük çekilen başlıca ihtilaflı konular olarak Düyunu Umumiye
ve kuponlar meselesi ile imtiyazlı şirketleri söyleyebilirim. Bunlar
Fransız davası olarak görünüyordu. Her iki mevzuda
İtalyanların da ilişiği vardı. İngilizler,
müttefikleri desteklemek kabilinden bir tutum içindeydiler. Beraber
görünüyorlardı. Fakat müttefikler arasında mutabakat hasıl olmadığı
anlaşılıyordu. Nitekim, konferansın yeni bir inkıtaa
uğramasına İngilizlerin razı olmadıkları
söylenmiştir. Daha evvel anlattığım gibi, benim konferansı
bir neticeye vardırmak için evvela doğrudan doğruya
İngilizleri ilgilendiren meseleleri halletmek tarzındaki usulüm
muvaffak olmuştur, denilebilir. Yalnız, buna rağmen
İngilizler, konferansın nihayetine kadar müttefiklerinden
ayrılmış ve onları feda etmiş bir vaziyette hiçbir
zaman görünmemiş ve böyle bir vaziyet olmadığını daima
hissettirmeye çalışmışlardır. Kendi aralarında
münakaşaların ne olduğunu
sızdırmamışlardır.
İktisadi ve mali meseleler
bu hava içinde konuşulmaya başlandı.
YABANCI
ŞİRKETLER VE
KUPONLAR
MESELESİ
Şirketlerin
İmtiyazları
Yunanistan ile aramızdaki
meseleleri hallettikten hemen sonra, konferansta Fransız
Başmurahhası General Pellé, imtiyazlar meselesinin
görüşülmesine geçildiğini söyledi. İmtiyazlı şirketler
üzerindeki görüşmeler bu suretle başladı. Harp
yıllarında Türkiye’deki yabancı sermayeli ve imtiyazlı
şirketlerin birtakım zararlara uğradıkları ve bu
zararların, bizim tarafımızdan tazminat ödenerek
kapatılması fikri ileri sürüldü. General Pellé, şirketlerden bahsederken,
“Osmanlı Şirketleri” tabirini kullanmıştı. Ben;
“Bu şirketlere
karşı ne bugün için ne yarın için, zarar ve ziyan tazminini
taahhüt edemem. Onlar Osmanlı şirketleridir. Ankara’da hükümetimle
görüşüyorlar. Eğer bu şirketlerin ecnebi olduklarını
kabul edersek, bu takdirde de tazminat meselesi aramızda daha önce
halledilmiş bulunduğundan, şirketler bir şey isteyemezler”
dedim.
Konferansın birinci
devrinde şirketlerin durumları bir aralık görüşülmüştü.
O zaman, bu meselenin muahede ile ilgisinin olmadığı,
şirketlerin Ankara’ya giderek hükümetle meselelerini halletmeleri
gerektiği kabul edilmişti. Ve şimdi tekrar şirketler mevzuu
görüşülürken, Türkiye’de faaliyette bulunan imtiyazlı
şirketlerin mümessilleri, Ankara’da hükümetle müzakere halinde idiler.
Son günlerde gerek müttefiklerle Türkiye, gerek Türkiye ile Yunanistan
arasında harp dolayısıyla tazminat meselesi halledilmişti.
Taraflar tazminat talebinden vazgeçmiş bulunuyorlardı. Bunları
ileri sürerek, şirketler meselesini konferansta görüşemeyeceğimi
söyledim.
General Pellé tazminat lafını
değiştirerek, şirketlerin imtiyazlarının yeni iktisadi
şartlara göre tadil edilmesinden bahsetmeye başladı. Görüşmelerden
sonra, meseleye tekrar dönmek üzere maddenin müzakeresi tehir edildi.
Fransızlar, İtalyanlar
ve İngilizler; bunların hepsinin Türkiye’de şirketleri
vardı. İstanbul Hükümeti bu şirketlere 1914’ten evvel
birtakım haklar tanımış, imtiyazlar vermiş.
Bunları olduğu gibi tanıyacaksınız, yeni iktisadi
şartlara göre durumlarını daha müsait hale getireceksiniz.
İddiaları böyle. Bize kabul ettirmek için
uğraşıyorlar. Halbuki, konferans çalışırken
şirketlerin mümessilleri Ankara’ya gittiler, hükümetle müzakere ettiler.
Bir kısmı anlaştı. Anlaşamayanlar, kendi
devletlerinden haklarını müdafaa için sonuna kadar ısrar
etmelerini istiyorlardı. İşin tuhaf tarafı, şirketler
isimleri bakımından milli şirket, yani Osmanlı şirketi
görünüyorlar, ama sermayeleri yabancı.
Müttefik devletler, başta
Fransa olmak üzere, şirketlerin haklarını korumak için meseleyi
ağır şartlarla üst üste, tekrar tekrar önümüze koyuyorlar.
Şirketlerin imtiyaz müddetleri var. Muharebe zamanında
çalışamamışlar. Çalışamadıkları devre,
imtiyaz müddetlerinden düşülecek. Muharebe esnasında zarara, ziyana
uğramışlardır. Bunlar tazmin olunacak. İktisadi
şartlar değişmiştir. Onların imtiyaz mukaveleleri de
lehlerine olarak değiştirilecektir. İstekleri bunlar.
Muahedede esas olarak,
şirketlerin imtiyaz haklarının devam edeceğini ve
imtiyazların yeni iktisadi şartlara göre gözden geçirileceğini
kabul ettik. Sonra muahedeye ek olarak beyanname verdik.
Karşılıklı mektuplar yazdık. Konferansı
inkıtaa uğratmamak için başka bir imkân bulamadığımızdan,
asgari ölçüler ve ifadelerle ileride memleketin menfaatine aykırı
emrivaki halinde bir taahhüde girişmeden, meseleyi bir neticeye bağladık.
Memleketimizde faal halde
bulunan imtiyazlı şirketlerden ayrı, bir de harbi umumi
öncesinde imtiyaz mukaveleleri yapılmış, fakat harp dolayısıyla
faaliyete geçememiş şirketler var. Bunlar, başlıca üç
şirketten ibaret. Bu şirketlerin haklarının mahfuz
vaziyette kalması da konferansta münakaşa edilmiştir. Armstrong
Whitworth and Company Limited ve Vickers Limited Şirketleri Türkiye’de
doklar ve tersaneler yapmak üzere imtiyaz almışlar. Bunlardan
başka Régie Générale des Chemins de fer adlı Fransız
şirketine de Samsun-Sivas demiryolunu yapmak ve işletmek üzere
1914’te imtiyaz verilmiş. Bir protokolle ve mektup teatisi suretiyle bu üç
şirkete de hak tanıdık. Taahhüdümüz şundan ibaret:
Muahedenin imzasından sonra geçecek beş sene içinde Türk Hükümeti, bu
şirketlere vaat edilmiş işleri ecnebi sermaye ile
yaptırmak isterse, bu şirketleri de niyetinden haberdar edecek ve
onların diğer yabancı şirketlerle tamamen müsavi olarak
rekabete girmesini mümkün kılacaktır.
İtalyanların da
ümitleri varmış. Söylediğim şirketler için İngiliz
Başmurahhası Rumbold’a ve Fransız Başmurahhası General Pellé’ye olduğu gibi İtalyan
Başmurahhası Montagna’ya da bu mevzuda bir mektup yazdım ve teyidini
aldım. İtalyanlarla ilgili imtiyazlı şirketlere de
mukavelelerin yeni iktisadi şartlara intibakı için bir senelik bir
hak tanımış oluyorduk.
Şirketler meselesi bu
tarzda hallolundu.
En Sona Kalan Mesele
Konferansta
takılmış ve halli en sona kalmış bir mesele, kuponlar
meselesidir. Düyunu Umumiye denilen Osmanlı borçlarının
tasfiyesi, önce bu borcun Osmanlı İmparatorluğu’ndan
ayrılan memleketlerle aramızda taksimi ve sonra da tediye akçesinin
tespiti hususlarının halline bağlı idi. O tarihlerde,
Düyunu Umumiyenin 70 senelik bir mazisi vardı. İlk istikraz 1854’te
yapılmış. 1854’ten 1874’e kadar 20 sene müddetle birçok istikraz
olmuş. Birçok mali muamele cereyan etmiş. Borç indirimi
yapılmış. Bir kere daha borç indirimi muamelesi olmuş.
1890’dan 1914’e kadar borçlanmanın ikinci safhasıdır. Bütün bu
70 sene içinde, devlet kasasına takriben 220 milyon lira kadar bir para
girmiş. Ve bu müddet zarfında borç ödemek üzere devlet
kasasından 170 milyon lira kadar para çıkmış. Harbi umumi
başladığı zaman 140 milyon lira borcumuz varmış.
Bu meselenin içine girdiğim zaman, benim edindiğim fikir şu
oldu: Borç alan, borçlandıktan sonra mütemadiyen verir. Ve aradan 50
yıl geçer, hesaplaşıldığı vakit,
borçlandığı zamanki kadar borcu olduğunu görür. Bilhassa
1854’ten 1874’e kadar yapılan istikrazlarda, 32 kuruş alıp, 100
kuruşa senet verdiğimiz olmuştur. 70 senede
borçlandığımız 220 milyona karşılık, 170
milyon ödendiği halde yine de 140 milyon borçlu
kalışımız, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerek
mutlakıyet, gerek meşrutiyet ricalinin mali politikasının
mahiyetini göstermektedir.
Biz Lozan
Konferansının ilk safhasında, evvela Osmanlı
İmpara-torluğu’ndan miras kalan bu borcun ne kadarını
yükleneceğimizi tespite uğraştık. Borcun esası taksim
olunamaz diye karşımıza çıktılar. Çok mücadele ettik.
Borcu sermaye üzerinden taksim edelim ve öyle bir usul bulalım, diye
zorladık. Bunun hukuken mümkün olmadığını
söylüyorlardı. Nihayet, tezimizi kabul ettiler. Bu arada, harbi umumi
içinde Almanya’ya yaptığımız borçları, müttefik
devletler üzerlerine aldılar. Şimdi konferansın ikinci
safhasında, borcun hangi para ile tediye edileceği meselesinde çekişiyoruz.
Borçları Altın Olarak
Ödetmek İstiyorlardı
Ödeyeceğimiz senelik borç
hangi para ile ödenecektir? İhtilaflı nokta bu. Harbi umumiden sonra
para değerleri değiştiği için, borcu bize altın olarak
ödetmek istiyorlar. Vaktiyle de bu paralar altın olarak verilmiştir,
bugün de altın olarak ödenmelidir, diyorlar. Eğer biz bunu kabul
edersek, hissemize düşen 91 milyon lira borç 600 milyon olacak.
Türkiye’nin böyle bir takati yoktur, tarzında ısrar ettik.
Borçların taksimini gösteren listeye hep altın diye
yazılmış. Asıl mühim olan diğer bir mesele, hisse
senedi sahipleri alacakları parayı isterlerse Fransa’da frank
olarak, isterlerse İngiltere’de sterlin olarak alabilirler. O zaman
İngiliz lirası altın ile başa baş
sayılıyordu. Fransız frangı devalüe olmuştu. Herkes
alacağı parayı İngiltere’den alıyorum diye altın
para ile alacaktı. Biz, altın ve altın muadili olan bir para ile
tediye yapamayız, diyorduk ve bunda ısrar ediyorduk. Birinci
konferans esnasında, siz bu borçları
tanıdığınıza dair bir beyanname vermeyi kabul
etmiştiniz, bunu verecek misiniz, vermeyecek misiniz? Bana hep bunu
soruyorlardı. Veririm, ama tediye akçesini altın olarak kabul
etmediğimi bunun içine yazarım, diyordum. Onlar da bunu kabul etmeye
bizim yetkimiz yoktur, biz hamillerin namına borçların
şartlarını görüşmeye, değiştirmeye salahiyetli
değiliz, hiçbir hükümetin buna salahiyeti yoktur, diyorlardı.
Mesele konferansta müzakere
ediliyor, devletler arasında müzakereler yapılıyor ve bizim
vazifelendirdiğimiz memurlar, Fransa’da hamillerle görüşmeler
yapıyorlardı. Bir aralık, konferans buhranlı bir safhaya
girdi. Bir adım ilerleyemiyoruz. Görüşmeler kesildi. Müzakereler ne
zaman başlayacak, belli değil. Böyle bir hava içinde bekliyoruz.
General Pellé, Fransa’dan talimat gelmedi, diyor.
Böylece uzun vakitler geçirmişizdir. Bunlar hepsi, devletler arasında
konuşup çare aramak ve Türklere kabul ettirmek için birtakım
tedbirler ve tertipler bulmak gayreti etrafında oldu. Ve nihayet bu yüzden
tekrar “mise en de mur” dedikleri tertipler düşünüldükten sonra, sulhu
tehlikeye koyacak bir usulden sarfınazar etmişlerdir.
Bu çekişme,
konferansın nihayetine kadar devam etti. En sonunda tehir ettiler. Biz de
beyannameyi vermedik. Bu mesele sulh muahedesinin imzasından bir hafta-on
gün evveline kadar bu şekilde sürmüştür. Nihayet sulh yapabilmek
için bunları muahededen çıkarmak, ne lehte, ne aleyhte hiçbir tarafa
herhangi bir taahhüt yüklememek gerektiği anlaşıldı. Bunlar
sulhtan sonraki meseleler haline sokuldu. Lozan Konferansı bu şartlar
altında bitirilmiştir.
Konferans Neticeye
Ulaşıyor
Üç komite halinde
çalışan konferans bütün işlerini 17 Temmuz akşamı
bitirmişti. Komitelerin son toplantıları, netice almanın
huzuru içinde ve başmurahhasların, konferans
çalışmaları ve gelecek hakkında görüşlerini belirten
konuşmaları ile kapanmıştır. Yapılan
konuşmaları bugün hatırlamakta fayda görürüm. Hulasa olarak
bunları nakledeceğim.
Birinci komiteye
başkanlık yapan İngiliz Başmurahhası Rumbold, konferansın neticeye ulaşmasından
duyduğu memnuniyeti belirttikten sonra, Türkiye hakkında şu
sözleri söylemiştir:
“Bu memnuniyete, vaktiyle
İngiltere’nin dostu olmuş olan Türkiye ile sulh haline yeniden
girmeyi çok isteyen Britanya İmparatorluğu Hükümeti ve halkı da
iştirak etmektedir.
Benim kanaatime göre, bir devlet
kuvvetli, feyizli ve sağlam olabilmek için iki şeye riayet etmeli:
Hürriyet ve müsamaha prensiplerinden mülhem olmalı. Zamanımızda
bir devlet için Çin seddinin arkasına çekilerek, ‘Ben kendi kendime
elveririm’ demenin mümkün olmadığını teslim eylemelidir.
Büyük devletler diye anılan
devletler, yalnız topraklarının genişliği, ahalisinin
çokluğu, kara ve deniz kuvvetlerinin ehemmiyeti ile değil, söylediğim
prensiplerden istisnasız mülhem olmaları itibariyle de büyüktürler.
Dünyada maddi kuvvetler ve
manevi kuvvetler vardır. Bugün içinde bulunduğumuz memleket,
İsviçre, küçükse de büyük bir manevi kuvvet teşkil eder. Zannederim
ki İsviçre, Türk devletine örnek olabilir.”
Bu kabil konuşmalar her üç
komitede de oldu. General Pellé, Amerika Başmurahhası Grew, Montagna, Romanya Murahhası Diyamandi, herkes kendi görüşlerini belirtti.
Konferansın nihayete ermesi vesilesiyle ben de
aşağıdaki konuşmayı yaptım:
“Lozan Konferansının,
açılış oturmasını kurduğu günden beri hemen hemen
dokuz ay geçti. Konuşmalar, temsil edilen devletler arasında
müsavilik prensibi dairesinde yürütüldü. Bu konuşmaların mutlu sonu,
bu prensipten mülhem olan müzakerelerin vardığı feyizli
neticenin parlak delilidir. Türk murahhasları, memleket ve milletlerinin,
medeni bütün memleket ve milletlerin istifade ettiği tam ve mutlak
istiklale layık olduğunu her vesile ile söylemekten geri
kalmadı. Sulh muahedesini, bu prensiplerden mülhem olan duygu ile
imzalayacağız. Burada temsil edilen devletlerin, bunu samimi bir
sulh arzusu ile tatbik etmek isteyeceklerinden şüphemiz yoktur.
Britanya heyetine samimi
teşekkürlerimi ifade etmeyi iltizam ederim, iki memleketin eski
dostluğunu hatırlamak lütfunda bulunulmuştur. Bu, bizim için
büyük mahzuziyeti muciptir. Eski dostluğa ait his ve hatıralar, Türk
milletinde çok zindedir ve süreklidir.
Türkiye ile Fransa arasında
asırlarca müddet mevcut olmuş ihlas dolu münasebetleri
hatırlatan Fransa heyetine dahi teşekkür eylemeyi iltizam eylerim.
Bu dostluğun hatıralarını münasebetlerimizde daima muhafaza
ettik.
Türk milletinin İtalyan
milletiyle münasebetleri daima büyük dostluk ve muhalesat duygularından
mülhemdir.
Değerli
yardımlarından ötürü, bütün murahhas heyetlere de teşekkür
ederiz.
Konferansın reisleri
tarafından sarf edilen takdire değer emeklerin
hatırasını, daima saygı ile anacağız.
Münakaşalarımız sırasında çıkan güç meseleleri
halletmek yollarını araştırmaktan geri durmayan
mütehassıslarla, hukuk müşavirlerine ve konferans umumi
kâtipliğine de teşekkür ederiz.
Dokuz aydan beri bize en
geniş ve en nazik misafirperverliği göstermiş olan İsviçre
Cumhuriyetine, Vaud kantonuna ve Lozan şehrine minnetlerimi ifade ile
sözlerimi bitiririm.”
ANTLAŞMANIN
İMZALANDIĞI GÜN
Lozan Günleri Hemen Hemen 9 Ay
Sürdü
Lozan Antlaşması 24
Temmuz 1923 günü imza edilmiştir. İmza törenleri medeni ölçüde ve
Türkiye için şerefli bir şekilde tertip edilmiş, neticelenmiştir
(bkz. Ek: 8).
Hemen hemen dokuz ay süren Lozan
görüşmeleri esnasında en çok sıkıldığım
günün, 4 Şubatta konferansın kesildiği gün olduğunu
söylemiştim. Müzakerelerin kesildiği ve bundan sonra münasebetlerin
ne şekilde gelişeceğinin henüz belli olmadığı
devir, benim için ıstırap verici bir zaman olmuştu. Türkiye
on-on beş seneden beri fasılasız harp içinde geçen hayatını
zafere bağlamıştı. Bunun bir sulh ile neticelenmesi bizim
için en hayati mesele idi. Sulh müzakerelerini neticeye vardırmak için
büyük çaba göstermiş, uğraşmış ve
çalışmış bulunduğumdan, kesilmeyi üzüntü ile karşılamıştım.
Buna karşılık, bütün güçlükler yenilerek, yalnız
başımıza, bütün devletler karşımızda olduğu
halde bir üniversite salonunda muahedeyi imzaladığım gün, en çok
memnun olduğum gündür. O gün, orada, muahede metinlerini önüme
getirdiler. Kâtibi Umumi Mösyö Massigli imzalanacak vesikaları birer birer
önüme uzatıyordu. Ben de her birine bakıyor, sonra imza ediyordum.
İmza edeceğim ilk vesikayı elime aldığım zaman,
görüştüklerimize uygunluğunu kontrol için baştan
aşağı okuyacakmışım gibi bir gözden geçirmeye
koyuldum. Benim bu hareketim, karşıda bir tesir yarattı. Gülerek,
şaka havasında, bana tariz ediyorlardı:
“Dokuz ay
uğraştıktan sonra galiba yine baştan
başlayacağız, başımıza iş çıkaracak”
diye şaka ediyorlardı.
Bu hava içinde muahedenin
kendisini, bütün eklerini imzaladım.
Türkiye Siyasi Bir İmtihan
Verdi
İstiklal Harbinin askeri
safhası bittikten sonra, siyasi mücadele safhası
başlamıştır. Bunun ilk adımı Mudanya
Mütarekesidir. Mudanya Mütarekesi günlerinde, karşımızdaki
devletlerle memleketimiz arasında derin bir emniyetsizlik havası
vardı. Uzun senelerin hadiseleri, herhangi bir siyasi temas için büyük bir
emniyetsizlik vücuda getirmişti. Karşılıklı olarak,
birbirinin, herhangi bir sözüne ve imzasına karşı duyulan bu
emniyetsizlik nasıl kaldırılabilecekti? Ve bu mücadele nihayet
bulacak mıydı? Gerek Avrupa’da, gerek bizim memleketimizde siyasi
bir teması faydasız gören ve bu yola hiç başvurmadan askeri
harekâtı nihayetine kadar yürütmek isteyen müfritler vardı. Fakat
biz düşündük ki, askeri hareket durduktan sonra milletlerle siyasi temasa
girmek ve siyasi anlaşmalar imza etmek mümkündür. Böylece, evvela Mudanya
Mütarekenamesi imzalandı. Bunu bir hata sayanlar, görüşlerini hâlâ
muhafaza ediyorlardı. Mudanya Mütarekenamesini yapmayarak, askeri
harekâta devam etmek suretiyle elde edebileceğimizi, şimdi
anlaşıldı ki, bir damla kan akıtmaksızın ve bir
taşı yerinden oynatmaksızın tamamen elde etmiş
bulunuyoruz.
Mudanya Mütarekesinden sonra
Lozan Konferansı, mıilletimizin Avrupa ortasında davet
olunduğu büyük bir imtihandır. Türkiye, medeni âlem ortasında,
davasını açık ve kesin olarak izah ve müdafaa edecek medeni ve
siyasi bir seviyede midir? Acaba ortadaki manzara Anadolu dağlarında
şu veya bu tesadüfün veya Türkiye’ye hasım devletler tarafından
işlenen şu veya bu hatanın tesadüfi neticesi midir? Yoksa bir
milletin belli bir hedefe doğru giriştiği şuurlu bir
mücadele midir? Lozan imtihanında, işte bu suallerin cevabı
verilmiştir.
İMZA
İÇİN TALİMAT BEKLİYORDUK
Istırap Verici Bir
Bekleyiş
Konferans müzakerelerinin
bitmesi ile imza günü arasında geçen zaman benim için çok üzücü
olmuştur. Muahede müzakereleri bitip, imza günü
kararlaştırıldıktan sonra vaziyeti Ankara’ya bildirdik.
Ankara, müzakere hitam bulmuştur, yakında imza merasimi yapılacaktır,
diye resmi bir tebliğ neşretti. Şimdi hükümetten muahedeyi
imzalamamız için talimat bekliyoruz. Beklediğimiz talimat bir türlü
gelmiyor. Bu esnada hükümetle aramızda, o kadar emekten ve beraber
çalıştıktan sonra çok üzüntü verici bir muhabere safhası
açıldı. Bu bir talihsizliktir. Biz hükümete neticeleri söyledikten
sonra, sıra imzaya gelmiştir. Buna cevap bekliyoruz. Müzakereler
bitti, imza ediniz diye cevap vereceklerini ümit ediyoruz. Bu cevabı
beklerken ateş üzerindeyiz ve hükümetten bir türlü cevap alamıyoruz.
Zaman ilerliyor. Birkaç gün sonra muahedenin imzası takarrür etmiş,
imzaya gideceğiz. Fakat muahedeyi imza etmeye salahiyetimiz olup
olmadığı hakkında henüz kendi hükümetimizden bir
tebliğ almamış durumda bulunuyoruz. Bu hal, vazife irtibatı
olarak çok üzüntü verici bir hadise olduğu gibi, insan olarak da sinirleri
her türlü hadisenin üstünde yorup yıpratacak bir tesir yapmaktaydı.
İşin bu safhası üzerinde aramızda muhabereler geçti. Bu
hadiseler, artık her tarafından, Atatürk’ün nutukları ile ondan sonraki hadiselerle,
dedikodularla söylenmiş, anlatılmış meselelerdir. Bunlar
üzerinde durmayacağım. Zamanla bütün bu kırgınlıklar
ve çekişmeler her türlü tesirini kaybetmiş ve gerek hükümet
erkânıyla gerek hükümetten ayrılan arkadaşlarla zaman içinde
tekrar beraber çalışmak, hayatlarımızı iyi
münasebetlerle tamamlamak imkânı hasıl olmuştur.
Düşman
karşısında bulunan bir kumandan ile veyahut siyasi konferanstaki
murahhas heyeti ile kendi hükümeti arasında vakit vakit münakaşaların,
çekişmelerin çıkması, daima olağan şeylerdir.
İmzadan önce hükümet ile aramızda bu mahiyette bir hadise
geçmiştir. Ama kırgınlık yapacak bir safha hiçbir zaman
hasıl olmamıştı. Bu son safhada, gerçi böyle bir istidat
gösteren işaretler görüldü, ama bunları zaman tasfiye etti.
Mustafa Kemal Paşa’nın Telgrafı
Böyle ıstırap verici
bir bekleyişten sonra, doğrudan doğruya, Türkiye Büyük Millet
Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa’dan muahedeyi imza etmekliğimiz
hakkında telgraf aldık (bkz. Ek: 9).
İmza töreni özel bir
dikkatle hazırlanmıştı. İsviçre Hükümetinin tertibi
ile geniş bir toplantı yapıldı. Her taraf davetlilerle
dolmuştu. Türkiye murahhas heyeti, bütün heyetlerin arasında bir
dikkat ve itibarın hedefi olmuştu. Lozan Muahedesini imza etmeye çok
neşeyle gelmiştik. Halk bize ilgi gösteriyordu. Türk murahhas
heyetini gösterişsiz, gürültüsüz, sempatik bir hava
kaplamıştı. Uzun bir mücadeleden sonra, herkes için aynı
nispetler ve aynı zahmetlerle olmasa bile büyük emekler, büyük
endişeler ve ıstıraplar içinde bir mücadeleyi bitirmiş
olmak zevki ve iç huzuru, murahhaslarımızın ve
müşavirlerimizin yüzünden okunuyordu.
İmza merasimi, İsviçre
Cumhurbaşkanının güzel bir konuşması ile sona
ermiştir (bkz. Ek: 10).
ANTLAŞMA
İMZALANDIKTAN SONRA
AMERİKA
İLE MÜZAKERELER BAŞLADI
Amerika Müşahit Devletti
Lozan’da müzakerelerin sona
ermesi ve imza töreni anlattığım gibi oldu. Bu esnada dikkati
çeken bir husus şudur: Amerikalılar ile biz, yeni bir müzakereye
girişmiştik, bunu bitirmeye çalışıyorduk. Amerika,
Lozan Konferansında müşahit olarak bulunduğu için, Lozan Muahedesini
imza eden devletler arasında değildi.
Lozan Muahedesi gibi Amerika ile
de bir muahede imzalayarak, iki memleket arasında tabii münasebetler
kurulmasını temin edecektik. Böyle bir muahede için Amerikalılar
arzu gösterdiler. Hükümetten izin aldım ve görüşmelere başladık.
Amerikalılar, bütün Lozan müzakereleri esnasında sulh
yapılması için yardımcı oldular, fakat kapitülasyonlar
üzerinde kuvvetli devletlerin asırlardan beri takip ettikleri politikada
müttefikleri engellemediler, desteklediler. Ne vakit kapitülasyonlardan bahis
açılırsa, ne vakit iktisadi imtiyazlardan bahsolunulursa,
Amerikalılar açık kapı politikasının taraftarı
olduklarını, Amerika tebaasının bulunduğu her yere
donanmaları ile gitmek hakkını muhafaza ettiklerini söylerlerdi.
Bu görüşlerini her vesile ile belli etmişlerdir. Müşahit olarak
görüşlerini teyit ederlerken ve Amerika’nın cihan
politikasını söylerlerken, Türklere karşı
yardımcı olmayı ve sempatik görünmeyi ihmal etmemişlerdir.
Bunu bir politika olarak mümkün olan ölçüde takip etmişlerdir. Lozan’da
Amerikalılarla muahede müzakerelerine bu hava içinde yeniden
başladık. Karşıda, bilahare bize sefir olarak gelen Mr. Grew vardı. Kendisine, elde hazır bir
muahede var, bu muahedede kabul edilmiş olan umumi hükümlerden hiçbirisini
Amerikalılardan esirgeyecek değiliz, dedim. Müzakelere biraz
ilerledi, fakat geldi, kapitülasyonlar maddesinde düğümlendi. Türkiye,
içinde kapitülasyonlar olmayan bir memlekettir, bunu kabul edeceksiniz, dedik.
Peki, teklifiniz nedir, dediler. Teklifimiz, müttefiklerle Lozan Muahedesinde
kabul ettiğimiz kapitülasyonlar maddesini aynen Amerika muahedesine de
koymaktı. Mr. Grew, kabul etti. Talimat almak üzere
vaziyeti Amerikan hariciyesine yazdı.
Amerikalılarla da
Anlaştık
Mr. Grew, hükümetinden aldığı
cevabı bana getirdi. O zaman, hariciye vekilleri Amerika’da şöhret
yapmış bir hukukşinas sayılıyordu. Kapitülasyonlar
onun ihtisasına giren bir meseledir. Aldığı cevap üzerine
Amerikan murahhası, müttefiklere kabul ettirdiğiniz maddeyi biz
kabul edemeyiz, dedi. Hükümetinde, müttefiklerin hata etmiş
oldukları kanaati varmış. Bunun üzerine ben, peki güzel, dedim.
Müttefiklerle uzun boylu konuşarak yaptığımız maddeyi
kabul etmiyorsunuz, size ikinci bir teklifim var, diyerek müzakereleri bir
neticeye vardırmak istedim.
Lozan Konferansına gelirken
Ankara’dan müttefiklere kapitülasyonlarla ilgili olarak getirdiğimiz
teklifi Amerikan murahhasına verdim. Kelime farklarının ne
olduğunu şimdi tasrih edemeyeceğim, bunu teklif ettim. Ve dedim
ki: Onlarla uzun boylu müzakere ettikten sonra, müttefiklerin kendi
muvaffakıyetleri sayarak imzaladıkları maddede
aldandıklarını kabul ediyorsunuz. O halde, bizim Ankara’dan
getirip müttefiklere ilk yaptığımız bu teklif üzerinde
duralım.
Bir defa Amerika’ya
yazayım, dedi. Oradan müspet cevap geldi. Bu bize daha elverişlidir
dediler. Bizim teklifimizi kabul ettiler. Kapitülasyonlar maddesini Amerika
ile yaptığımız muahedede böyle bağladık. Sonra,
bu muahede Amerika senatosundan geçmedi. Amerika senatosu yine bu maddeye
takıldı. Her iki teklifin de Amerika için faydalı
olmadığı görüşü ile Amerika senatosu muahedeyi reddetti.
Ancak birkaç sene sonra, Amerika ile münasebetlerimizi tanzim eden yeni
muahedeler yapılarak, münasebetlerimiz kurulmuş ve
geliştirilmiştir.
Müzakerelerin ve devletlerin
hukuk müşavirlerinin anlayışları çok değişiktir.
Onların ağına düştükten sonra, kim daha
akıllıdır ve daha çok isabet göstermeye muktedirdir, bunun ne
kadar takdire bağlı olduğunu canlandırmak için bu misalleri
zikrediyorum.
Türkiye’ye
Dönüş
Lozan Muahedesi
imzalandıktan sonra, Amerika muahedesi için birkaç gün orada kaldım.
Nihayet Atatürk
vakit geçirmeden avdet etmemizi emretti. Acele ettik. 6 Ağustosta
Amerika muahedesini imza eder etmez, trenle İstanbul’a hareket ettim.
İstanbul’da vatandaşlar bizi büyük bir sevgi ile kabul ettiler.
İstanbul’da henüz halife vardı. Orada beni halife namına da
karşıladılar. Ve görüşmek arzusunda olduğunu
söylediler. Geldim, acele Ankara’ya gidiyorum, Büyük Millet Meclisi
karşısına çıkmadan evvel hiçbir kimse ile görüşmem
mümkün değildir, diyerek siyasi temaslar yapmaksızın yoluma
devam ettim ve Ankara’ya vardım.
Ankara’da bizi
karşıladılar. Mustafa Kemal Paşa da karşılayanlar arasındaydı.
Rauf
Bey yoktu. O gitmiş. Atatürk nutkunda yazdığına göre, Rauf Bey’le görüşmüş, ortaya yeni bir mesele
koymuşlar: Bundan sonra kimler Atatürk ile beraber çalışacak? Atatürk’ün “apôtre”ları kimler olacak? Bunun üzerine
münakaşa açmışlar. Daha evvel bu münakaşaların
hiçbirinden ne bilgim, ne bir temasım yoktur. Geldim, onları bu
vaziyette buldum. Yalnız son hadiselerin teessürü de henüz üzerimden
tamamen kalkmamıştı. Bunları yenmeye
çalışıyordum. Mümkün olduğu kadar haksızlık etmemeye
dikkat ediyordum.
ANTLAŞMAYI
DİĞER DEVLETLERİN
ONAYLAMASI
GECİKMİŞTİ
Muahedenin Tahlili
Lozan Muahedesinin
yürürlüğe girip hüküm ifade etmesi, muahedenin ilgili maddesine göre
devletlerin meclislerince tasdikine bağlanmıştı. Bu maddede
muahedenin mümkün olduğu kadar kısa bir müddet içinde tasdik
edileceğine dair bir temenni bulunmuyordu. Tasdiknameler Paris’te toplanacak
ve orada saklanacaktı. Muahedenin yürürlüğe girişini tanzim eden
maddede İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’dan üçünün tasdiki ile
bunlar arasında yürürlük keyfiyetinin tamamlanmış
olacağı tespit edilmişti. Şimdi mühim olan, Türkiye’nin
bir an önce tasdik etmesidir. Çünkü İstanbul’un ve Boğazların
tahliyesi hakkındaki anlaşma, tasdikten sonra yürürlüğe
girecekti. Musul ihtilafının halli için tespit olunan zaman da
muahedenin tasdik tarihinden başlıyordu. Bu bakımdan, biz
muahedeyi ne kadar erken tasdik edersek, o kadar lehimize olacaktı.
Tarih gerçeği olarak bir
noktayı, Lozan Muahedesinin bir tahlilini zikretmem lazımdır.
Lozan Muahedesi imza edildiği ve tasdik için Büyük Millet Meclisi’nde az
bir müddet münakaşa edildikten sonra, aynı sene içinde 1923’te tasdik
edildi. Bunun önemli bir netice olduğu ve büyük ölçüde Türk
arzularını. Türk taleplerini sağladığı birden
kavranmamıştır. Lozan Muahedesi, bu ilk zamanlarda, memleket
içinde gereği gibi kavranıp, önemli bir vesika olarak değerlendirilememiştir.
Bunun yürürlüğe girmesi için, bizim tasdikimizden sonra imza eden
devletlerin çoğunluğunun da tasdik etmiş olması
lazımdı. Diğer devletler muahedenin tasdik edilerek
yürürlüğe girmesi için acele etmemişlerdir. Bizden sonra, muahedenin
tasdiki üzerindeki münakaşalar onlar içinde
başlamıştır. Bu devletlerin söz sahibi, rey sahibi
birtakım politikacılarına göre, Lozan’da Türkiye’ye
karşı lüzumsuz fedakârlıklar yapılmıştır. Bu
kadarı yapılmadan eski vaziyet muhafaza edilebilirdi. Kendi aralarında
bunun münakaşası yapılmıştır. Ayrıca,
muahedeyi tasdik için acele etmemişlerdir. Türk milli hayatında ne
gibi tepkiler olacağının, reformların nasıl
hazmedilebileceğinin bilinmesi için beklemek lazımdır,
zihniyeti hâkim olmuştur.
Muahede Bir Sene Sonra
Yürürlüğe Girdi
Muahede diğer devletler
tarafından tasdik edilip, meriyete girinceye kadar 9-10 ay kadar bir zaman
geçmiştir. Bu süre içinde, muahedenin tasdik edilmeyişinden,
memlekette büyük bir memnuniyetsizlik ve endişe duyulmuştur. Biz 1923
Ağustosu içinde muahedeyi tasdik ettik. Muahedenin meriyete girmesi,
takriben bir seneye yakın bir teehhurla, 1924’te mümkün oldu. Diğer
devletlerin muahedeyi tasdikte gecikmeleri, memlekette herkesin dikkatini,
merakını ve endişesini celbettikten sonradır ki, muahede
tasdik edilince, meydana gelen eserin kötüleyip atılacak bir yarım
netice olmadığı anlaşılabilmiştir. Ancak o zaman,
yapılan çalışmaların ve meydana gelen eserin önemli bir
netice olduğu hissolunmuş ve kabul edilmiştir.
Antlaşmanın Bazı
Hükümleri Tenkide Uğradı
Lozan Muahedesinin tasdiki için
Büyük Millet Meclisi’nde, hükümetçe sevk edilen kanun tasarıları
ağustos ayında müzakere edilmiştir. Gerek bu müzakereler
esnasında Meclis içinde, gerek daha sonra Meclis dışında,
Lozan Muahedesinin bazı hükümleri tenkitlere uğradı.
Şimdiye kadar Lozan’ın bir olumlu eser mi, yoksa bir kaybedilmiş
netice mi olduğunun kamuoyunda enine boyuna görüşüldüğü
zamanlar geçirdik. Fakat şimdi soğukkanlılıkla Lozan
Antlaşmasından, milletimizin bu eserinden takdirle ve saygıyla
bahsetmek mümkündür.
Evvela, Lozan Muahedesinin bir karakterini belirtmek
lazımdır. Muahedename, pek çok meseleleri kesin kararlar olarak
tamamıyla hallettikten sonra, uzun müzakerelerde çözülmemiş
bazı meseleleri birtakım geçici kayıtlara
bağlamıştır.
Şimdi Lozan Muahedesinin
geniş bir muhasebesini yapacağım.
Lozan Muahedesi, milli devletin
hudutlarını azami imkânda kurtararak vücuda getirmiştir. Azami
imkânda diyorum, çünkü bir memleketin hudutları fiilen kurulmadıkça,
yalnız müzakere ile temin olunamaz. Batıdan, doğu hududuna
kadar hudutlarımız, bütün memleketin işgalinden sonra önce kendi
çabamızla ve silah kuvveti ile fiilen kurulmuştu. Bunun
özelliği, milli bir devletin hudutları olmasıdır. İlk
günden beri milli bir devletin hudutları talebi ile ortaya
çıkmamız, bizi memleket bütünlüğü ve hudutlar meselesinde manen
ve maddeten kuvvetlendirmiştir.
Trakya’yı
Müzakere Yolu ile Kurtardık
Arap memleketleri ile
irtibatımızı kestiğimizi kendi ihtiyarımızla ilan
ettikten sonra, Türk hudutlarını kurmak için sonuna kadar ısrar
etmemizi, dünyada hiçbir vicdanlı insan haksız
bulmamıştır. Bizim kuvvetli tarafımız, haklı
taleplerle müzakerelere girişmemizdendir. Bu sayede, fiilen tesis
olunmadığı halde, Lozan’da temin ettiğimiz bir müstesna
başarı vardır. O da Trakya’dır. Askeri seferlerin
kaçınılmaz neticesi olarak ilkönce temin etmek fırsatı
varken, İstanbul’u ve Trakya’yı silahla işgal etmediğimiz
halde müzakere yolu ile netice almışızdır. Böyle bir
başarı, Milli Mücadeleye nasip olmuştur. Garbi Trakya’yı
ihtiyarımız ve rızamızla daha evvelki muahedelerle
kaybetmiştik. Buna rağmen Lozan’da Trakya hudutları azami ölçüde
elde edilmiştir. Bundan daha fazla memleketi hudutlarımız içine
katabilmemiz ne tarihte misali olan bir hadisedir, ne de bizim askeri ve siyasi
vaziyetimize göre hayal edilecek bir neticedir. Unutmamak lazımdır
ki, Lozan Muahedesini, müttefiklerimizle beraber Büyük Cihan Harbi’ni
kaybettikten ve bu kayıp neticesinde bir işgale uğrayıp
her türlü ümidini müttefiklerin insafına teslim etmiş bir hükümet haline
geldikten sonra temin edebilmişizdir.
Birtakım Eksiklikler
Olmuştur
Lozan’da, uzun müzakereler
esnasında tabiatıyla birtakım eksiklikler hasıl
olmuştur. Bu eksikliklerin başında, tabii Boğazların
açık olması ve en nazik geçitlerimizin tahkim edilmek hakkından
yoksun bırakılmasıdır. Boğazların gayri askeri
hale sokulmasından bahsediyorum. Bu, bir açık nokta idi. Bunu zamanla
tamir etmek, devletin ondan sonraki kudretine ve çalışmasına
kalmıştı. Gerçekten, Boğazların gayri askerlikten
kurtulması, 13 sene sonra sağlanabildi. 1936’da Montrö Mukavelesi
yapılarak, Boğazlar tamamiyle Türk hâkimiyetine terk edilmiş ve
müdafaanın bütünlüğü kayıtlarına sahip olunmuştur.
Lozan Muahedesi meydana getirildiği zaman,
Ruslarla münasebetlerimizin ne olacağı endişesinden
bahsedilmiştir. Bu muahededen dolayı Boğazların
açılması sebebiyle, Ruslarla münasebetimizin bozulduğu, bozulacağı
endişeleri tahakkuk etmemiştir. Aksine, Lozan’da Çiçerin ile benim
konuştuğum gibi, aramızdaki dostluk münasebetleri devam ederse
Boğazların açık bulunmasından kendilerine büyük bir tehlike
gelmesi ihtimali yoktu. Ancak bir an evvel sulh yapmak, bir ihtiyaç, bir
mecburiyet olarak görünüyordu. Muahededen sonraki devir içinde, benim bu
görüşüm teyit olunmuştur. 1925’te Ruslarla uzun süren
tarafsızlık ve saldırmazlık muahedesi imza edilmiştir.
Bu muahede de Lozan Muahedesi gibi, İkinci Cihan Harbi’ni geçirmiş ve
memleketi bu harpten selametle kurtarmıştır.
Araplar Aleyhimize
Çalışmışlardı
Lozan Muahedesinin, hudutlarla
ilgili olarak kesin neticeye bağlamayıp, Boğazlar rejimi gibi
tamirini ileriye bıraktığı diğer bir mesele,
Hatay’dır. Hatay’ın geleceği bu muahedede özel bir idare vaadiyle
geriye bırakılmıştır.
Misakı Milli’de Arap
memleketleri ile irtibatımızı kestiğimizi ilan etmiş
olduğumuz halde bile Türkler, kendilerinden ayrılmış olan
Arap memleketlerinin manda adı altında, başka devletlerin
himayesine konulmasını akden kabul etmemişlerdir. Yani bir manda
usulünü muahede ile kabul etmiş değiliz. Bizden ayrılan
memleketlerin kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesini istemişizdir.
Buna karşılık, bizden ayrılmış ve ayrılmakta
olan Arap memleketlerinin temsilcileri, Lozan müzakereleri esnasında
lehimize değil, aleyhimize çalışmışlardır Tarihi
gerçek budur. Arap heyetleri, Lozan’da kendi isteklerini müttefiklerle temas
ederek, konuşarak istiyorlardı. Müttefikler taleplerini kabul
etmeyince, “Bize de Türkler gibi muamele ediyorlar” diye şikâyet
ediyorlardı.
Nihayet bu Arap heyetleri,
Lozan’da bana müracaat ettiler.
Araplara Karşı Vicdan
Rahatlığı ile Konferanstan Çıktık
Kendi kaderlerini kendilerine
gönül rızası ile bıraktığımız Araplar,
memleketleri içinde bulunan yabancı devletlere karşı daha çok
haklarla teçhiz edilmek için bizden yardım istiyorlardı. Onları
iyi karşıladım, görüştüm. Kendilerine karşı
vazife dolayısıyla muahede esnasında hiç kusur
etmediğimizi söyledim. Çünkü bizden ayrılmış olan bu
memleketler Cihan Harbi içinde de müttefiklerle ittifak etmişlerdi. Yani,
bizim muharebe ettiğimiz devletlerle ittifak etmişlerdi. Onlarla
beraber olarak, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı her
vasıta ile mücadeleye girişmişlerdi. Bunları anlattım.
Sizin haklarınızı tanıdık, size karşı hiçbir
kırgınlıkla ayrılmıyoruz, bahtiyar olmanızı
isteriz, dedim. Ve kendilerine şunları söyledim:
“Siz bizden elimizde olmayan
şeyleri istiyorsunuz. Sizin haklarınızı fazlasıyla
korumak için bundan başka çaba göstermek maddeten mümkün değildir.
Bilmiyorum, hanginiz söyledi, neydi o söz? Bize Türkler gibi muamele
ediyorsunuz demeye, size ne kadar fena muamele etseler, bizim müşkül
zamanımızda müttefikleri haklı gören bir eda ile konuşmaya
nasıl razı oldunuz?”
Bu olumsuz ve
yakışıksız tutumlarından dolayı orada bulunanlar
birbirlerini yermişler, tenkit etmişlerdir. Ben yapmadım, filan
yaptı. O değil, falan yaptı, tarzında münakaşalar
benim önümde cereyan etmiştir. Demek istiyorum ki, bizden ayrılan
memleketlere karşı muahede müzakereleri esnasında, onların
hayati menfaatlerini ihlal edecek bir kayıt kabul etmedik. Büyük bir
imparatorluğun parçalanması karşısında bütün dünyaya
karşı, yalnız kendi kuvveti ile uğraşmaya mecbur kalan
Türkiye daha başka bir vaziyet alamazdı. Bu bakımdan, bilhassa
Araplara karşı Lozan’dan vicdan rahatlığı ile
çıkmışızdır. En dar zamanlarda, hatta kendilerinden
müşkülat gördüğümüz zamanlarda bile, selametlerini temenni etmekten
başka bir gaye takip etmedik.
Irak hududunun tespiti, birçok
münakaşalar yapıldığı halde mümkün olamadı. Bu
yüzden konferansı ve sulhu tehlikeye sokamazdık. Türk-Irak hududunun
9 ay zarfında İngiltere ile Türkiye arasında yapılacak
dostça müzakerelerle halline karar kılındı. Bir defa, Lozan
Muahedenamesinin neticelenmesi üzerine, birçok memleket ile aramızda
husumetin nihayet bulması ve dostluk münasebetinin kurulması
sağlanmış oluyordu. Bundan sonra, İngiltere ile
karşı karşıya kalarak Irak hududunun tespiti için uğraşmak,
bizi hiç değilse bir harp tehlikesinden uzak bulunduracaktı.
Azınlıklar Yüzünden
Çok Sıkıntı Çektik
Hudutlar meselesinden sonra,
diğer meselelere geliyorum. Bunlardan biri ekalliyetler mevzuudur.
Ekalliyetler mevzuunda Lozan’da büyük baskılara maruz kaldık. Cihan
Harbi içinde bütün dünyaya karşı padişah hükümetinin
yardımı ile haksız iftiralara uğradık. Padişah
hükümeti, millete tevcih edilen suçları kabul edip birtakım
insanlara yükleyerek, memleketi bu suçların bahanesi altında
hazırlanan suikastlere karşı koruyabileceğini
zannetmiştir. Karşımızda bulunan galipler, suçları bir
defa memlekete yükledikten sonra, onu yapanların adlarına ehemmiyet
vermeksizin cezayı tabiatıyla millete yükleyeceklerdi. Bu sebeple
biz, Lozan’da ekalliyetler meselesinden dolayı büyük
sıkıntılar çekmişizdir.
İmtiyazlarla ilgili
müzakerelerde, memleketimizin nüfuz mıntıkalarına
ayrıldığını açıktan gösteren kayıtlar,
teklifler reddedile edile nihayet, o mıntıkalarda devlet eli ile bir
kalkınma yapılamaz ve yabancı sermayeye müracaat etmek icap
ederse, vaktiyle kendilerine imtiyaz verilmiş veya vaat edilmiş olan
şirketlerin de ihalelere davet edileceği hususu kabul
edilmiştir. Bu meseledeki taahhüdümüz, Fransa ve İngiltere için
beş sene, İtalya için bir sene müddete
bağlanmıştır.
Adli beyanname ile, beş
sene müddetle devletin adli ıslahatına yardımcı olmak
şekli altında yabancı hukuk müşavirleri kullanmamız
muahedeye sokulmuştur. Yine diğer bir beyanname ile sıhhi
meselelerde, fikirlerinden istifade edilmek ve ıslahat işlerine
yardımcı olmak şekli altında üç yabancı doktorun
devlet tarafından istihdam edilmesi kabul edilmiş ve bu doktorlar
devletin kadrosuna alınmıştır. Bunun müddeti de beş
senedir. Bunlardan sonra, yine bir beyanname ile devletlerin tabii
haklarından olan kabotaj hakkı, yani kendi karasuları içinde
kendi sancağı ile nakliyesinin idare edilmesi hakkı, iki sene
sonra kullanılmak üzere bir kayda bağlanmıştır.
Ayrıca, ticaret ve ikamet meseleleri Lozan’ın güçlükleri
arasında, tali meseleler görünerek müzakere edilmiş ve
çıkmıştır. Ticaret mukavelesi ve ikamet mukavelesi ile de
birtakım süreler tespit olunmuştur.
Hasta Adamdan Bir Devlet
Doğdu
Bunların hepsi de,
aynı şartlar yenilenmeye lüzum kalmaksızın beş sene
sonra, yedi sene sonra hitam bulmuş, tarihe
karışmıştır. Demek ki, Lozan Muahedesinin
takıntıları ve eksiklikleri diye sayılabilecek bütün
meseleler, zamanla temizlenmiş, tamamlanmıştır. Bu sebeple,
Lozan Muahedesi, Türk siyasi hayatında başlıbaşına
bir yer tutan milli bir eser halindedir. Lozan Muahedesi yeni bir Türk
devletinin kurulmasında temel unsur olan bir siyasi vesika olmuştur.
Bu milli devlet, tam manasıyla medeni ve bağımsız bir
devletin bütün haklarına sahip olmuştur. Lozan Muahedesi
bunları tespit eder ve kabul ettirir. Ne vakit kabul ettirir? Bir cihan
harbinde bütün dünya dört sene harp etmişken, Türkler dört sene daha
fazlası ile sekiz sene harp ederek her taraftan işgal edilmiş
olan memleketlerini silahla tekrar kurtardıktan sonra kabul ettirir.
Müttefikler, asırlarca
takip edilmiş olan siyasetten niçin vazgeçmiş olarak Lozan
Muahedesini kabul etmişlerdir? Türk devleti hasta adamdan geliyordu. Bir
İngiliz tarihçisinin dediğine göre, Osmanlı devletinin
kaldırılması fırsatı Avrupa’nın eline 1300
senesinden beri ancak iki defa geçmişti. İkinci fırsat, milli
mücadele dediğimiz devrede zuhur etmiş ve Avrupa bundan
faydalanamamıştır. Müttefiklerin Lozan Muahedesini kabul
etmeleri, ilkönce mecburiyetten gelmektedir. Askeri vaziyet o halde idi ki,
Misakı Milli ile ve Büyük Millet Meclisi’nin mücadele devri ile bizim
tespit ettiğimiz temelleri reddetmek, nihayet yeni bir askeri harekete bağlı
kalmıştır. Türkiye 15 seneden fazla süren iç ve dış
seferlerden sonra, gerçekten barışa erişmek
ihtiyacındaydı. Ama Avrupa da Birinci Cihan Harbi’nin kanlı
fedakârlıklarından sonra, yeniden bir maceraya kolayca girecek
istidatta değildi.
Galip Devletlerin Tahminleri
Boşa Çıktı
Bu şartlar altında
barışın kabul edilmesi, Avrupa’nın yeni fütuhatı
hazmedebilmesi için de bir ihtiyaç sayılabilirdi. Bir anlaşma
ortamı bulunabilirse, barış tercih edilecektir. Bu
karşılıklı ihtiyaç tesirleri içinde, geniş bir netice
almak ne kadar mümkün ise, bu imkân ileri derecede elde edilmiştir,
denilebilir. Yalnız, Lozan şartlarını kabul eden galip
devletler, Türkiye’nin bu şartları koruyup
geliştirebileceğine aslında inanmıyorlardı. Harap ve
muhtaç bir memleket, yaşamak ve kurtulmak için avuç açıp bütün
kazandıklarını kısa zamanda kaybedecek
sanıyorlardı. Bu memleket hukuki ve sosyal bünyesi ile bütün
Avrupa’nın geçirdiği aydınlanma devrinden geçmemiş olarak
ortaçağın iptidai kuralları içinde 20. asrın medeniyet âlemine
nasıl girebilirdi? Adli beyanname, imtiyaz şartları, sıhhi
beyanname, ticaret ve ikamet mukaveleleri, Türkler bütün bu kayıtlardan
müddetleri doldukça kurtulabilirler mi, kurtulamazlar mı? Bu hesaplar,
geleceğe ait bir sınav devri olarak Lozan Muahedesini kabul edenlerin
zihinlerinde yaşıyordu. Biz, bu müddetlerin geçirilmesi ve doldurulması
hususlarında çok dikkatli ve sebatlı bulunmaya mecburduk. Adli usul
meselesinde, yabancı müşavirlerin bize verebileceği
akılların üstünde, yeni devletin sağlam adli temellere
oturtulması, onları lüzumsuz bir halde bıraktığı
gibi, beş sene dolduktan sonra vazifeleri hitam bulmuştur. Adli
müşavir beyannamesi böyle bitti. Sıhhiye mütehassısları
böyle bitti
Lozan,
45 Yıl Sonra Canlılığını Muhafaza Ediyor
Hulasa bu kayıtların
hepsi, müddetleri içinde, Boğazlara ait askeri kayıtlar daha uzun
vadeli çalışmalardan geçmiş, yani muahededen sonra ateş
üzerinde bulunulan dikkatli bir tutumla tamamlanmıştır. İktisadi
ve mali tehlikeler Lozan sonrasında silinmiş ve yeni bir ekonomik
düzenin temeli atılmıştır. Yabancı sermayeye müracaat
mecburiyeti hasıl olduğu zaman, imtiyazlı şirketlere de
haber vermek kayıtları hiçbir tatbike hacet kalmadan sona
ermiştir. Çünkü devletin, nazik bölgelerde yabancı sermayeye muhtaç
olarak onların getireceği şartları kabul etmek şöyle
dursun, en muhtaç farz olunan ilk senelerinde bile kendi gayreti ile
kalkınıp ihtiyaçlarını temin etmesi mümkün olmuştur.
Fakat müttefikler, Lozan Muahedesini harp yapmak imkânı
olmadığından dolayı mecburiyetle kabul ettikleri kadar,
bunu büyük ölçüde ümitle de kabul etmişlerdir. Ümit şu: Yeni devlet,
kuruluşu ile beraber, medeni ve hukuki bir devletin bütün
inkılaplarını da yapmaya başlayacaktır. Devletin idare
şekli değişmiş, milli iradenin hâkim olduğu bir
cemiyet hedef olarak alınmıştır. Bunun üzerinde yürümeye
başlanmış, hukuki ve idari sistemlerde büyük ıslahata
girişilmiştir. Bu ıslahatı memleket ne ölçüde hazmedecek ve
kabul edecek? Ve ne ölçüde tepkiler olacak? Bu bir muamma idi. Galip devletler,
kendisine hiçbir suretle yardım edilmeyecek yeni Türk devletinin, içeride
çıkacak karşı koymalara karşı ne kudret
göstereceğini görmek, ölçmek istiyorlardı. Bütün bu ümitler,
ayrı ayrı çetin imtihanlar geçirilerek silinmiştir.
Mali ve İktisadi Baskılar
En mühim baskı, mali ve
iktisadi yönde olmuştur. Öyle ki, yeni Türk devletinin
yaşamasında ve kalkınmasında kendisine hiçbir yardım
yapılmamıştır. Mali ihtiyaçlar esnasında, ben bir
defa, 5 milyon lira kadar bir kredi açılması için bir banka ile müzakereye
girilmesini arzu etmiştim. Bankaya bizim tarafımızdan böyle bir
kredi için müracaat edilmişti. Bana gelen cevapta, sene içinde devam
edecek 5 milyon liralık bir kredi de bir istikraz demektir, istikraz
muamelesini tamamlayarak konuşma açabiliriz, deniliyordu. Anladım
ki, eski fikirler olduğu gibi duruyor. En ufaktan, ihtiyaç içinde
bunaldık kanaati hasıl olmuştur. Bunları silmek
lazımdır. Derhal cevap verdim: İhtiyacımız yoktur,
meselemiz de yoktur. Kestim, attım.
Bu şekil muamele, öyle bir
memlekete yapılıyor ki, bu memleket iki asırdan beri mali
iktidarsızlığından dolayı içeride idaresini
düzeltememiş, hiçbir kalkınma yatırımını kendi
kudreti ile yapamamış, bunu daima yabancı devletlerin
istikrazlarından beklemeye alışmış ve nihayet istikrazlarla
günlük idarenin ve ihtiyaçların açıklarını kapatırken,
bunu büyük faizle, çok düşük ihraç fiyatı ile yaparken, aynı
zamanda birtakım imtiyazlar vermeye de
alışmıştır. Böyle bir idareyi anane olarak takip
ederek gelmiş bir memleketi her zaman amana getirmek mümkün olduğu
kanaatindeydiler. Bunu bana muahede esnasında açıktan
söylemişlerdi. Bu dikkatle, memleketin ihtiyaç zamanlarında büyük
buhran devirleri atlatılabilmiş, Lozan Muahedesi hükümlerinin
temellerine toz kondurulmamıştır.
Lozan’ı ve
sonrasını bir bütün olarak değerlendirmek lazımdır.
Lozan Muahedesi, milletler tarihinde nadir görülen misallerden biridir. 45 sene
sonra canlılığını hâlâ muhafaza ediyor. Lozan
Muahedesi üzerinden bir İkinci Cihan Harbi geçmiştir. Bu İkinci
Cihan Harbi’nden, Lozan hedefleri daha
sağlamlaştırılmış olarak çıkarılabildi.
Nihayet Türk tarihinde, 45 senelik bir barış devri, Lozan’dan sonra
onun tabii sonucu olan laik cumhuriyete nasip olmuştur. Lozan Muahedesi
bugün devletin temel idare kurallarına öncülük ve kılavuzluk
edebiliyor. Diğer milletlerin hayatında bir muharebeden sonra
yapılan siyasi akdin 45 sene sonra kendi değerini muhafaza eden bir
vesika olarak kalması, nadir misallerden biridir. Bu gerçeği gelecek
nesillerin hiçbir şekilde gözden uzak tutmamaları lazımdır.
Lozan Muahedesi, askeri zaferler
gibi milletimizin hakkı ve kendi kabiliyetinin mahsulü olan bir
kazançtır.