ATATÜRK KÜLTÜR, DİL VE TARİH YÜKSEK KURUMU

ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ

 

 

 

 

 

 

 

 

İSMET İNÖNÜ

 

 

Lozan Barış Konferansı

 

Konuşma, Demeç, Makale,

Mesaj, Anı ve Söyleşileri

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hazırlayan

İlhan Turan

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


KİTAP SATIŞI:

 

ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ

Gazi Mustafa Kemal Bulvarı No: 133

06570 Maltepe / ANKARA

TEL                 : 009 (0.312) 232 55 06 – 009 (0.312) 232 44 17 / 3

FAX                : 009 (0.312) 232 55 66

E-mail            : info@atam.gov.tr

 

 

 

ISBN              : 975-16-1660-3

İLESAM         : 03.06.Y.0150.200

BASKI            : BOYUT Tanıtım Matbaacılık

TEL                 : 009 (0.312) 384 73 51 - 52

ANKARA – 2003

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN

TAPU TESCİL ANDLAŞMASI: LOZAN

 

Prof. Dr. Sadık TURAL

Atatürk Kültür, Dil ve Tarih

Yüksek Kurumu Başkanı

 

I

 

Antlaşma iki veya daha çok devlet arasında barışın korunmasını sağlamak üzere karşılıklı güven temelinde çıkarların belirlendiği uzlaşmalar, sözleşmelerdir. Antlaşmalar sıcak çatışmaların, askerî ve siyasî gerginliklerin giderilmesi için yapılan türden olabilir. Antlaşmalar, siyasî ve askerî işbirliği türünden de olabilir. Antlaşmaların bir başka türü ise, inkâr edilmiş, yok sayılmış hakların kabullenilmesi, yeni bir anlayışla tarafların birbirine koyduğu sınırları yeniden belirlemesi gibi daha büyük ve geniş amaçları içinde taşıyabilir.

Ant kelimesi, karşılıklı olarak verilen söz, cayılmayacak uzlaşma, benimsenen anlaşma anlamlarını taşıyor. Antlaşma kavramı ile devletler arası ilişkilerin düzenlenmesini esas alan siyasî, askerî ve ekonomik yapılanmayı sağlayıcı bir tür özel hukuk oluşturan metinleri anlıyoruz. Zorbalığın önlenmesi güç gösterisi ve kullanımının durdurulması tarafların haklarının kabul edilmesi işlevini taşıyan bu türden metinlerin iki boyutu var:

Olmuş, tamamlanmış veya bitmesi istenen yahut muhtemel bir savaşın durdurulmasını hazırlayan metinler olmak değerini taşıması; ikincisi, zorbalığın askerî güç kullanımının ve çeşitli türdeki sömürgeciliğin durdurulması için öncelikle güçsüz ve çaresiz iken hakkını isteme konusunda bir mücadeleyi kazanmış olanların ısrarlı tutumları sonunda kazanımların kabullenilmesi. Zorbalık ve sömürgecilik anlayışıyla bir ülkenin, devletin veya devlet topluluğunun rahatsız edilmesi antlaşmalarla hazırlanacağı gibi, antlaşmalarla önlenebilir, antlaşmalarla durdurulabilir.

İnsanlığın utanılacak, yüzyıl sonra baktığında çirkin bulunacak saldırılarla birbirini kırması, devletlere, tabiata, mal ve hizmetlere en önemlisi de, cana zarar vermesini önleyici hukuk metinleri olan antlaşmaların, çoğaltılması, ve geçerliliği ölçüsünde dünya barışı korunabilir. “Bütün antlaşmalar bozulmak içindir, o gün bu antlaşmayı imzalayacak konumdaydık, şimdi reddedecek, yok sayacak durumdayız.” diyen emperyalist tavırlı, zorba davranışlı devletlerin dünya barışını ihlal ettiği çok görülmüştür. Bunu önlemenin tek yolu Birleşmiş Milletlerin birkaç ülkenin ağırlığıyla biçimlenen kararlar almasının durdurularak, insanlık federasyonu işleviyle çalışmasını sağlamalıdır.

 

II

Emperyalist tavırlı, siyasî ve askerî öfke dolu, zorba davranışlı Devletler 1800 yılından sonra, hem diplomatik zeminlerde, hem de savaş alanlarında Anadolu Türklüğünü yok etmeye çalıştılar.

Anadolu Türklüğü, Selçuklu’dan Osmanlıya oradan Türkiye Cumhuriyetine bağlanan Devletlerin başat (dominant) nüfusu ile yönetimi bakımından Türk olan bir tarihî topluluğun adıdır. Anadolu Türklüğü içinde Selçuklulardan, Osmanlılardan önce Tatar, Kun, Pomak, Kuman, Uz, Edige, Abar, Alpan, Çeçen, Kumuk, Gorlu (Goralı) Torbeş, Peçenek v.b. adlarla Doğu Avrupa’ya, Ukrayna’ya ve Balkanlara yerleşen Türk topluluklarının da bulunduğunu önemle ve özellikle vurgulayalım.

Bu toprakları vatanlaştıran Türkleri kovmak niyetiyle adı “Haçlı Seferleri” konularak emperyalist arzunun ilan edildiği siyasî ve askerî  hareketler 800 yıl önceye dayanır. Bir insan topluluğunu ezmek, sindirmek, yok etmek için 880 sene uğraşıldığını bir düşünelim: Başka halklar olsa, örtülü veya açık fakat, ısrarlı bu yok etme hareketleriyle kaybolup giderdi. Anadolu Türklüğü konusunda düşmanca  sert tavır 1800’lü yıllarda başladı: Sindirmek, baş eğdirmek, eğer bunlar mümkün olmazsa, yok etmek yönündeki düşünceler, Avrupalı Devletleri de, Çarlık Rusya’sını da, siyasî ve askerî plânlarında değişiklikler yapmaya zorluyordu. Zaman zaman Türklere karşı ittifak andlaşmaları yaparak diplomatik ve askerî alanlardaki vur kaçların, yıllarca süren savaşların merkezi Anadolu coğrafyasıdır.

Birinci Dünya Savaşı denilmesine rağmen, bütün kanlı çarpışmaların Anadolu merkezli Osmanlı Devleti sınırları içinde olduğu da, düşünülmesi gereken sorunlardan biridir.

20. yüzyılın ilk çeyreğinde kurumlaşmış devlet emperyalizminin dört ayağından üçü, İngiltere, Fransa ve Rusya Anadolu Türklüğünü parçalamaya, bağımsızlığını elinden almaya ve uydu devletçiliklerle yapay bir siyasî coğrafya oluşturmaya kararlı görünüyorlardı. Emperyalizmin dördüncü ayağı Almanya İmparatorluğu ise, Osmanlı Devletinin yanında yer almıştı.

1911’den sonra emperyalizmin üç temsilcisi, strateji birliğiyle, İtalyan, Yunan, Bulgar, Romen ve Ermenileri de, Müslüman Arapları da, Türk siyasetçisinin ve askerlerinin karşısına koyma başarısı gösterdiler. Maşa kullanarak ellerinin yanmamasını sağlayanlar, bizim “kirletilmiş bilgi,” “çarpıtılmış yorum” dediğimiz propagandayı da iyi kullandılar. Propaganda, en iyimser anlamıyla, benimsetmek, ikna etmek, kötü anlamıyla aldatmak değil midir?

Emperyalizmin üçüncü ayağı olan Rusya Komünist Ekim ihtilâli dolayısıyla Sovyetleşme sorunları ile uğraşmak ve bizi dört- beş yıl rahat bırakmak üzere Aralık 1917’de ülkemizden askerlerini çekti. Aldatılmış  Ermeniler ise, mahçup ve mahkum duruma düşürüldüler. Ermenileri yalnızca Ruslar değil, Emperyalizmin diğer iki ayağının da, hattâ Almanların da aldatıp kullandıkları açılan arşivlerle ortaya çıkmaya devam ediyor.

1914-1918 yılları arasında altı cephede savaşan Osmanlı Devleti, Çanakkale savunması ile Kafkas cephesindeki zafer dışında, askerî başarı kazanmamış sayılıyor. Çanakkale savunmasının ise, emperyalizmi nasıl şaşırttığını, Türk Ordusunun silah ve beslenme yetersizliğine rağmen üstün moral gücünü, Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale şiirinde bulabiliriz.

4 Kasım 19l8’de siyasî iradenin hükümet kanadını da askerî kısmını da temsil eden İttihad ve Terakki Fırkası liderleri İstanbul’dan ayrıldılar. Emperyalizmin askerleri ve gemileri İstanbul’a yerleştiler. Sindirdikleri sarayı ve mebuslar meclisini de, irade göstermeye mecali olmayan hükümetleri de gönüllerince yönetmeyi denediler.

Yaygın ve etkili bir askerî hareket sonunda öldürücü darbeyi vurma niyetiyle, İngiliz ve Fransız askerleri 16 Mart 1920’de İstanbul’u resmen işgal ettiler. 18 Mart’ta son Mebuslar Meclisini dağıttılar. Bu işgal Osmanlı Devleti’nin otopsisine başlangıçtır.[1]

Müttefik emperyalist cephe, öldürücü darbe anlamına gelen ikisi andlaşma, biri askerî hareket olmak üzere üç ağır saldırıyla Osmanlı Devletine boyun eğdirdiler:

1.       Mondros Mütarekesi (Andlaşması);[2]

2.       İtalyan, Fransız, İngiliz ve Yunanlıların ülkenin dört bir yanına ordularıyla çıkartma yaparak siyasî ve askerî sömürgeleşmenin başlatılması (bağımsızlığın yok edilmesi, bütünlüğün ve iradenin kırılması);

3.       Bir ölü üzerindeki otopsi çalışması anlamına gelen Sevr Andlaşması[3]

Bu iki andlaşmanın, emperyalist tavır ve zorba davranış belgesi olmak üzere insanlık tarihinin utanç belgelerinden olduğuna inananlardanız.

Bu öldürücü ilk iki darbe ile otopsî niyetli Sevr Anlaşmasını Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Millî Mücadele ile İstiklâl Harbine dönüştürdük. Ulusal direniş ve Bağımsızlık savaşı, sonunda, bütün dünya, başsız ve devletsiz kalan Anadolu Türklüğünün millî önderiyle önce emperyalizmin askerini mahcup ve mahkûm edişinin, sonra da yeni bir devlet kuruşunun tanığı oldu.

Anadolu’ya 1040 yılından itibaren dalgalar halinde göçüp gelmiş olanlar ile, Doğu Avrupa’yla Balkanlara ve Doğu Karadeniz’e 2000 yıl önce yerleşmiş olanların aynı kökten, Türk Ata’dan geldiğini, Hıristiyanlığı veya Museviliği seçenlerin büyük bir kısmının İslamiyet’le tekrar bütünleştiğini gerçek bilginler bilirler.

Avrupa emperyalist devletlerinin “Şark Meselesi - Doğu Sorunu” olarak adlandırdığının, arkasında ise, “Müslüman Türklüğü, önce Doğu Avrupa’dan, sonra da Anadolu’dan kovma, gitmezlerse yok etme düşüncesi”ne dayanan  önemli bir plânları vardı…

Bu plâna ait andlaşmalara yansıyan zorba davranış, emperyalist tavır konusunda T. Bıyıklıoğlu - T. Ercan’ın eseri[4] ile Fromkin’in[5] eserine bakılabilir. Emperyalistler “benlik; kimlik; bağımsızlık” kavramlarından vazgeçmediğimiz sürece, Türklere varlık alanı tanımamaya kararlı idiler.

Bu andlaşmalardan Osmanlı Devletine imzalattırılan Mondros Silah Bırakışması ve Sevr’de imzalanan metinlerin yeterince öğrenilip yorumlanması, emperyalizmin asıl yüzünü doğru tanımaya yardımcı olacaktır.

Millî benliğimizi, millî kimliğimizi, millî bağımsızlığımızı ve millî varlığımızı inkâr eden bu sözüm ona baş eğdirici, sindirici andlaşmalara karşı Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın başlattığı millî direniş, millî derleniş ve millî mücadele hareketiyle, ilk cevabı verdik.

Bu millî direniş ve mücadelenin karşısında emperyalistler, önce Mudanya Mütarekesi (Silah Bırakışması)’nı, sonra da Lozan Andlaşması’nı imzaladılar.

Bu belgeler, vatan tapusunun tescili, millî varlığın kabul ettirilmesi, millî bağımsızlığın tartışılmaz bir gerçeklik olduğunun içte ve dışta ilânıdır.

 

III

Tarihin ruhunu, ataların ruhunu,toprağın ruhunu kendi ruhlarında duyan, bu duyarlılığın yüklediği sorumluluğa sahip çıkan Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa ve arkadaşları 9 Eylül 1922’de İzmir’de tamamlanan büyük zaferi kazanmışlardı. Bu zaferin emperyalist devletlere kabullendirilmesi anlamını taşıyacak bir metin halinde, 11 Ekim 1922’de Mudanya’da imzalanan Andlaşma ile işgalciler barışı yıkan askerî yanlışlarını kabul etmiş oluyorlardı.[6]

Asıl mesele ise, bağımsız bir devletin doğuşunu kabul etmek anlamına gelecek olan, milliyetimize ve dinimize karşı öfke ve kinlerini bastırma tartışmalarının yapılıp, barış andlaşmasının imzalanması idi.

Yeni Türk Devletinin şafağı 26 Ağustos 1922, aydınlık sabahı 11 Ekim 1922 (Mudanya) idi; Vatanın Türklere tapu tescil işlemlerinin başlaması ise, kuşluk vakti saydığımız 21 Kasım 1922 tarihini taşıyor.

Mudanya Mütarekesi metnindeki hükümler, barışın en kısa zamanda sağlanmasını benimsiyordu, çok taraflı imza edilmiş siyasî sınırları ve ekonomik hakları belirleyen bir Barış Andlaşması imzalanmalıydı. Lozan Konferansı bu amaçla toplandı. İtilaf Devletleri denilen, emperyalist tavırlı, siyasî öfkeli, askerî kinli ülkeler, Osmanlı Devleti (?) ni var sayarak, irâdesiz İstanbul hükûmetini de masaya oturtmak istediler. Sadrazam Tevfik Paşa’nın telgrafı üzerine Atatürk’ümüzün verdiği cevap ve bu türden oyunları yorumlayışı[7] TBMM’sindeki görüşmeler ve İsmet Paşanın konuşması çok dikkate değerdir.[8] Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, Ankara’daki yeni devlet dışında davet yapılması hâlinde barış konferansına katılmayacaklarını açıkça ifade etti. O tarihte yeni oluşan İngiltere hükûmetinin Dışişleri bakanı, Lord Curzon’un barışta ısrarlı tutumuyla, diğer devletlerin de, yorgun, bezgin ve mahçupluğu birleşince, Ankara hükûmeti, tek temsilci olarak kabullenildi.

Ankara hükûmeti İsviçre’nin Lozan (Lausanne) şehrindeki konferansa gidecek olan heyeti seçti.

Gazi Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa heyetin oluşumuna bizzat müdahil olmuştur.

İsmet Paşa’nın, 3 Ekim 1922’de başlayan çetin tartışmalar sonunda 12 Ekim 1922 günü imzalanma başarısını kazandığı Mudanya Mütarekesi hatırlansın. Yeni Devlet’in Başkumandanlık makamı adına Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa tek yetkili temsilci olarak Mudanya’da bulunmuştu. İsmet Paşa, İngiltere, Fransa, İtalya gibi emperyalist üç devletin işgal orduları komutanlarıyla- tabiî bu alanda mağlubiyeti tescilli Yunan Ordusu temsilcileriyle- çok sert tartışmalardan sonra isteklerimizi kabul ettirme başarısını göstermişti. İsmet Paşa’nın Lozan’da da, Baş Delege (Heyet Başkanı, Müzakereye ve imzaya yetkili kişi) olması, Mustafa Kemal Paşanın isteği üzerine hükûmet kararnamesi haline getirildi.

Dr. Rıza Nur ile Hasan (SAKA) Bey’in, başkan yardımcılığı görevini üstlendiği hey’etteki diğer üyeler şunlar idi:

Müşavirler (Danışmanlar): Münir Ertegün, A. Muhtar Çilli, Veli Saltık, Zülfü Tigrel, Zekai Apaydın, Şefik Başman, Seniyettin Başak, Şevket Doğruker, Tevfik Bıyıklıoğlu, Tahir Taner, Nusret Metya, Hikmet Bayur, Zühtü İnhan, Fuat Ağralı, Mustafa Şeref Özkan, Şükrü Kaya, Hamit Hasancan, Cavit Bey, Hayım Naum, Baha Bey.

Basın Danışmanları: Ruşen Eşref Ünaydın, Yahya Kemal Beyatlı

Genel Sekreter ve Danışman: Reşit Saffet Atabinen

Mütercim: Hüseyin Pektaş

Kâtipler: Ali Türkgeldi, Mehmet Ali Balin, Cevat Açıkalın, Celâl Hazım Arar, Saffet Sav, Süleyman Saip Kıran, Rıfat Bey, Dr. Nihat Reşat Belger, Atıf Esenbel, Sabri Artuç

Yukarıdaki delegasyon. I. Dönem Lozan Konferansı’na ( 20 Kasım 1922 - 4 Şubat 1923) katılmıştır. Bu gruptan A. Muhtar Çilli, Veli Saltık, Zülfü Tigrel, M.Celal Bayar, Seniyettin Başak, Şevket Doğruker, Zühtü İnhan, Şükrü Kaya, Hamit Hasancan, Cavit Bey, Hayım Naum, Baha Bey, Ruşen Eşref Ünaydın, Yahya Kemal Beyatlı, Raşit Saffet Atabinen, Mehmet Ali Balin, Cevat Açıkalın, Celâl Hazım Arar, Saffet Şav, Süleyman Saip Kıran, II. Dönem Lozan Konferansı’na (23Nisan 1923 - 17 Temmuz 1923) katılmamıştır.

Fransa, İsviçre ve Almanya’da görevli hariciyecilerden Ferit Tek, Cemal Hüsnü Taray, Cevat Üstün ve TBMM Almanya-Avusturya basın temsilcisi ve Servet-i Fünun dergisi sahibi Ahmet İhsan Tokgöz bir süre konferans çalışmalarına katılmışlardır.

Seçilen Hey’etin çalışma yöntemi konusundaki 2 Kasım günlü ve vedâ için 3 Kasım günlü konuşmalarının ardından İsmet Paşa, Türk Heyetiyle 4 Kasım’da Ankara’dan hareket etti; 13 Kasımda toplanması kararlaştırıldığı halde daha önce gelip kulis faaliyeti yürüten Devletlerin konferansın başlamasını geciktireceği anlaşılınca, İsmet Paşa, Müttefik devletlerinin temsilcilerine ulaşmak üzere bir nota hazırladı.

1911’den başlayıp 1914’te şiddetlenen Doğu Avrupa’yı, Anadolu’yu, Kafkasları, ve Irak, Suriye, Arap yarımadası ile Kuzey Afrika’yı içine alan savaşlardan istediği askerî sonuçları alamayan Düvel-i muazzama (çok büyük devletler) veya Müttefikler yahut İtilaf Devletleri adlı güç birliği, T.B.M.M delegelerini öncelikle komisyonlara sokmamak, sonra konuşturmamak, en sonra da istedikleri metni imzalatmak yönünde diplomatik hile ve tuzaklarla ilgili çalışmalarından dolayı açılış oturumunun 20 Kasım 1922 günü yapılması mümkün oldu.

Ev sahibi İsviçre hey’eti başkanı Haab’ın, barış dileyen konuşmasından sonra, Barış Konferansının başkanı Lord Kürzon (Curzon) da, Avrupa ve Ön Asya’da barışın kurulması konusunda her-kesin elinden geleni yapması gerektiğini ve dünya barışı için çalışacaklarını söyledi. İsmet Paşa, Türkiye’ye yapılan askerî, siyasî haksızlıklar ve halkın çektiği işgal acılarına yer verdiği ısrarlı ve kararlı tavrın ifadesi olan konuşmasını yaptı.

21 Kasım 1922 günü Uşi Şatosu (CHATEAUD’Uchy) adlı otelin büyük salonunda Türk heyeti karşısında İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan oy sahibi üyeler olarak, A.B.D, Japonya, Romanya, Sırp-Hırvat Sloven Krallığı da gözlemci olarak yer aldılar. Boğazların yönetimi, konumu ve bağımsızlığı konusundaki görüşmelere, İngilizlerin oyunuyla Sovyet Rusya, Bulgaristan ve Romanya delegeleri de oy sahipleri olarak katıldılar.

1876’dan 1922’ye kadar yapılan çetecilik veya sıcak savaşlar sonucunda (Türk Yunan Harbini cephede biz kazandığımız halde) sözüm ona andlaşma metinleri ile Güney-Batı Trakya ile Balkanlarda yönetim yetkisi Türkler, Bulgarlar ve Yunanlılar arasında sık sık el değiştirmişti. Buradaki Türk sınırının Türk nüfusuna dayanması konusu arkasında itilaf devletleri ve Sovyet Rusya bulunan Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya’nın olumsuz tutumuna yol açıyordu. Musul meselesi İngilizlerin petrol sömürüsünün, Hatay meselesi Fransızların Suriye’yi petrol sevkiyatı ve Hıristiyan halka mal ulaştırma ön pazarı; Boğazlar ve azınlıklar’ın siyasî ve kültürel hakları ise emperyalist devletlerin vazgeçilmez sermayeleri(!?) saymaları yüzünden, tartışmalar uzuyordu.

Kapitülasyonların devam ettirilmesi ve Düyûn-ı Umumiye borçlarının ödenmesi de Düvel-i Muazzama’nın vazgeçilmez istekleri idi.

Emperyal devletler, 28 Ocak 1923’te raporlarını hazırlayıp DÖRT gün içinde imzalanması şartıyla bir andlaşma metni sundular. İsmet Paşa bu tutuma karşı kararlı ve ısrarlı bir davranış gösterince, görüşmeler ve anlaşma kesildi, Türk Hey’eti yurda döndü.

T.B.M.M bir ay içinde Türk tezine son şeklini verdi. İsmet Paşa  kabullenilmesinde ısrar edecekleri bu metni, İngiltere, Fransa ve İtalya’ya ulaştırdı. Karşılıklı notalardan sonra Lozan’da tekrar toplanılması kararlaştırıldı.

BU ARADA TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ 7 Haziran 1923 günü OSMANLI HÜKÜMETİNİN İMZALADIĞI BÜTÜN ANDLAŞMALARI FESHETTİ. Bu kanun Lozan’da da çok etkili oldu. Temmuz ortalarında İsmet Paşa ortak metni kabul ettirmişti; ancak Başbakan konumundaki Rauf (ORBAY) Bey ve hükümet üyeleri Lozan’da bulunan İSMET PAŞA’ya imza yetkisi vermek istemiyorlardı. İsmet Paşa durumu Atatürk’e şifreli bir telgrafla bildirdi, O da İsmet Paşa’nın yetkili olduğunu hükümete söyleyerek hükümetin konuyla ilgili bütün toplantılarına katılır.

Atatürkümüz 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında Ankara’da okuduğu Büyük Nutuk adlı tarihi eserinde, bu konuda Rauf Bey ile kendi arasında  geçenlere şöyle yer veriyor.

“ İsmet Paşa, barış antlaşması imzalanmadan önce Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey’e konferansın son bulduğunu ve meselelerin ne şekilde çözüme bağlandığını bildirmiş… Rauf Bey, olumlu veya olumsuz hiçbir cevap vermemiş… İsmet Paşa, bekleyiş içinde geçirdiği bu günlerde çok üzülmüş. Hükümetin hiçbir cevap vermeyişini, Ankara’da bir kararsızlığın hüküm sürmekte olduğuna bağlamış… Rauf Bey’e yazdıktan üç gün sonra 18 Temmuz 1923 tarihinde durumu bana da bildirdi. Telgrafında, Hükûmet’i kararsızlığa düşürebileceğini tahmin ettiği noktaları birer birer sayıp açıkladıktan sonra, düşüncelerine şu sözlerle son veriyordu:

Eğer hükûmet kabul ettiğimiz noktalardan geri dönmemiz hususunda kesinlikle ısrar ediyorsa, bunu bizim yapmaklığımıza imkân yoktur. Benim düşüne düşüne bulduğum yol, İstanbul’daki İtilâf Devletleri komiserlerine, imza yetkisinin bizden alındığını bildirmektir.  Gerçi, bu durum, bizim için yer yüzünde görülmemiş bir skandal olur. Fakat vatanın yüksek çıkarları, şahsî düşüncelerin üstünde olduğundan, Millî Hükûmet istediği gibi hareket eder. Hükûmetten teşekkür beklemiyoruz. Yaptıklarımızın muhasebesi milletin ve tarihin yargısına bırakılmıştır.

Efendiler, İsmet Paşa’nın yürüttüğü ve sonuçlandırdığı işin ne kadar önemli olduğunu açıklamaya gerek yoktur. Bu işin sonuçlandırıldığı, son günün, imza gününün geldiğini bildiren telgrafa sevinçle ve can atarak cevap verileceğini kabul etmek tabiîdir. Ankara ile Lozan arasında, bir veya iki günde haberleşmek mümkündü. Üç gün geçtiği halde, hiçbir cevap verilmemiş olması, en basit bir anlayışla, Hükûmet Başkanı’nın işi önemsemediğini ve aldırmazlıkla karşıladığını gösterir. Yapılan işin hükûmetçe noksan görülerek, kabul edilmemesi yoluna girdiği ve bundan dolayı da cevap verilmemekte olduğu zannına da düşülebilir. Bu durum karşısında, işi bitirmek için büyük ve tarihî sorumluluk yüklenerek imza kullanacak olan zatın ne kadar güç bir durumda kalacağı düşünülürse, İsmet Paşa’nın üzüntü ve ıztırap çekmesini haklı görmek gerekir.

İsmet Paşa’nın telgrafına hemen şu cevabı verdim:

İsmet Paşa Hazretleri’ne 18 Temmuz 1923 tarihli telgrafınızı aldım. Hiç kimsede kararsızlık yoktur. Elde ettiğiniz başarıyı en sıcak ve içten duygularımızla tebrik etmek için antlaşmanın usulüne göre imza edildiğinin bildirilmesini bekliyoruz, kardeşim.

Gazi Mustafa Kemal

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı

    Başkomutan

 

İsmet Paşa’nın çektiği ıztırap İsmet Paşa, bu telgrafıma cevap verdi. İsmet Paşa’nın ıztırabının derecesini gösteren bu cevabı, aynı zamanda temiz kalpliliğini, içtenliğini ve özellikle alçak gönüllülüğünü de gösteren bir belge olduğu için, aynen bilginize sunuyorum.

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne

Her dar zamanımda Hızır gibi yetişirsin. Dört beş gündür çektiğim azabı bir düşün. Büyük işler yapmış ve yaptırmış adamsın. Sana bağlılığım bir kat daha artmıştır. Gözlerinden öperim pek sevgili kardeşim, aziz şefim.

İsmet

 

Efendiler, İsmet Paşa 24 Temmuz 1923 günü antlaşmayı imzaladı. Kendisini tebrik etme zamanı gelmişti. Aynı gün şu telgrafı çektim:

Lozan’da Delegeler Hey’eti Başkanı

Dışişleri Bakanı İsmet Paşa Hazretleri’ne

Millet ve hükûmetin zâtıâlilerine vermiş olduğu yeni görevi başarıyla sona erdirdiniz. Memlekete birbiri ardıca yaptığınız yararlı hizmetlerle dolu ömrünüzü bu defa da tarihî bir başarıyla taçlandırdınız. Uzun çarpışmalardan sonra vatanımızın barış ve istiklâle kavuştuğu bu günde, parlak hizmetiniz dolayısıyla zâtıâlinizi, pek sayın arkadaşlarımız Rıza Nur ve Hasan Bey’leri ve çalışmalarınızda size yardım eden bütün Delegeler Hey’eti üyelerini şükran duygularımla kutlarım

Gazi Mustafa Kemal

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı

     Başkomutan

 

Efendiler, Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey’in İsmet Paşa’ya kutlama telgrafı çekmediğini anladım. Kendisine bunun gerekli olduğunu hatırlattım. Rauf Bey’e bu konuda bazı arkadaşlar da uyarıda bulunmuşlar.

Daha sonra öğrendim ki, Rauf Bey, İsmet Paşa’yı kutlamayı ve ona yaptığı bu önemli ve tarihi görevden dolayı teşekkürü gerekli görmüyormuş. Yapılan uyarı üzerine Kâzım Paşa’ya bir mektup yazarak, ondan kendi adına, İsmet Paşa’ya bir kutlama telgrafı yazmasını rica etmiş. Bunun anlamı nedir?

Kâzım Paşa, bu mektubu Bahriye vekili İhsan Bey’in evinde bulunduğu bir sırada almış. Maliye Bakanı Hasan Fehmi Bey de orada imiş…

Hep birlikte, Rauf Bey’in ağzından uygun bir telgraf müsveddesi yaparak İsmet Paşa’yı kutlamışlar ve ona teşekkür etmişler. Bu müsveddeyi bir zarfa koyup Rauf Bey’e göndermişler. Fakat Rauf Bey müsveddeyi beğenmemiş. İsmet Paşa’ya başka bir telgraf yazmış veya yazdırmış. Rauf Bey Kâzım Paşa’yı gördüğü zaman demiş ki: “Sizin yaptığınız müsveddede sanki her işi yapan İsmet Paşa imiş gibi gösteriliyor. Biz burada bir şey yapmadık mı?”

(..)

Efendiler, Delegeler Heyet’etimiz görevini tamamladıktan sonra, Ankara’ya dönmek üzere yolda bulunuyordu. Herkes Delegeler Hey’etini yakından alkışlamak için can atıyordu. O günlerdeydi. Hükumet Başkanı Rauf Bey, Meclis İkinci Başkanı bulunan Ali FUAT Paşa ile birlikte, Çankayada bana geldiler.

Rauf Bey; ‘ben, dedi İsmet Paşa ile karşı karşıya gelemem. Onun karşılanmasında bulunamam. Müsaade ederseniz, o geldiği zaman Ankara’da bulunmak için, seçim bölgemde dolaşmak üzere Sivas’a doğru bir geziye çıkayım.’

Rauf Bey’e bu şekilde davranmasına bir sebep olmadığını, burada bulunarak İsmet Paşa’yı bir Hükûmet Başkanı’na yaraşırcasına karşılamasının ve görevini başarı ile sona erdirdiği için onu sözle de takdir ve tebrik etmesinin uygun olacağını söyledim.

Rauf Bey, ‘kendime hâkim değilim; yapamayacağım;’ dedi “ve geziye çıkma hususunda ısrar etti. Hükûmet Başkanlığı’ndan ayrılması şartıyla çıkmasını kabul ettim.”

Büyük Nutuk’da Lozan Konferansına ilişkin çok bilgi vardır; Atatürkümüzün Lozan ile Sevr karşılaştırması da ayrıca dikkate değer bir konudur.

Atatürkümüz İsmet (İNÖNÜ) Paşa’nın Lozan’daki başarısı dolayısıyla daima önde görünmesinde ısrar etmiş, Paşa’yı kıskananlara karşı da İsmet Bey’i ve Andlaşmayı savunmuştur. Lozan’da çözümlenemeyen meselelerden Hatay konusunu, Atatürkümüz bizzat temellerini attığı çalışmalarla çözümlenmesini hazırlamıştır.[9] Irak Meselesi, daha doğrusu Türk nüfusun 2/5 olduğunu İngilizlerinde kabul ettiği petrol çıkarları dolayısıyla sömürüsünden vazgeçmediği konu ise tarihi bakımdan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin haklılığına rağmen çözülememiştir.[10]

 

IV

İsmet Paşa, cephelerde savaşmış bir topçu subayıdır. Ankara’ya gelip Atatürkümüzün yanında Millî Mücadeleyi örgütlemeye katılması, Şevket Süreyya Aydemir’in söyleyişiyle “İkinci Adam” olması Bağımsızlık Savaşı temellerinin sağlam atılması anlamına gelir. O’nun asıl şöhreti Sakarya Zaferinin muzaffer komutanı olmasıyla başlayıp Mudanya ve asıl önemlisi de Lozan Andlaşmalarında bir siyaset adamı, bir diplomat yeterliliğiyle kazandığı üstün başarıdır.

İsmet Bey, Yeni Türk Devletinin kuruluşunda Atatürkümüzün yanında yer alarak verdiği üstün hizmet yanında, ikinci Cumhurbaşkanımız ve bir çok hükûmetin başbakanı olarak Türkiye’ye hizmet etmiştir, hem de çetin zamanlarda, çetin işlerde…

İsmet (Paşa) İNÖNÜ, bugün Ankara’da Çankaya’ya giden yol üzerinde Pembe Köşk adıyla bilinen müze ev’de kırk yıla yakın yaşadı. Eşi Mevhibe Hanım, çocukları Özden Hanımefendi ile Erdal ve Ömer Bey’ler ile dâima mutlu bir aile babası olan İNÖNÜ de, Mevhibe vâlide de bugün vatan toprağındadır. Kızları Özden Hanım ise, yeni yetişen kuşakların Pembe Köşk’ü ziyaretlerinde tarihle buluşturuyor, babasının, annesinin tarihleşen hayatları ile yaşayan ve yaşayacak olanlara sorumluluklarını hatırlatıyor.

İçinde bulunduğumuz yıl Lozan Konferansının 80., İsmet Paşa’nın ölümünün 30. yıl dönümüdür. Bu yıl dönümünde başkanı olduğu İNÖNÜ Vakfı aracılığıyla, orta yaşlıların ve yaşlıların hafızalarını tazelemek, yeni yetişenlere ise, bu vatana niçin sahip çıkılması gerektiğinin mantıklı sebeplerini göstermek üzere bir kitap hazırlanmasını sağlayan bilinç anıtı saydığım Özden İNÖNÜ - TOKER Hanımefendi’ye derin saygılarımı ve sevgilerimi belirtmek isterim.

Bu kitabın düzeni bütünüyle onlarındır. Özverili çalışmasıyla Lozan Barış Konferansının özel bir düzenle kitaplaşmasına ait emekler İlhan TURAN Bey’e aittir. Lozan Konferansı konusunda hâtırât kitaplarını bir kenara bırakırsak Ali Nâci Karacan, Ali Rıza Cihan, Cemil Bilsel, Bilal Şimşir ve Baskın Oran’ın kitap düzenindeki çalışmaları ile İNÖNÜ VAKFI’nın 70. Yılında Lozan Barış Andlaşması adlı Uluslar arası seminerin bildiriler kitabına elinizdeki eserle, Lozan Konferansıyla ilgilenen bilinçlere, yeni bir ışık tutmuş olacağız.

Resimler ve karikatürler ile kitabın metinleri bize düzgün çıktılı bir bilgisayar disketiyle emanet edildi. Sayfa düzenine taşınması ve basılması dışında bir katkımız olduğunu söyleyemem. İlhan Turan Bey Atatürk Araştırma Merkezi ve basımevinde çalışarak çok kısa bir zamanda  kitaplaşmayı başardı. Mustafa Cöhce enerjik bilinci ile işi sonuçlandırıyor. Atatürk Yüksek Kurumu’nun bağlı kuruluşlarından olan Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı olarak biz eserle okuyucuyu buluşturma görevini üstlenmeye çalışıyoruz.

İsviçre’nin bir şehrinde bir avuç Türkün, İsmet (PAŞA) İNÖNÜ’nün komutasında dünya diplomasisine karşı kazandığı sivil zafer, bilinç sahiplerinin övüncüdür.

Atatürkümüzü, İnönümüzü ve onların yanında hizmet vermiş insanları rahmetle, minnetle, saygıyla selamlıyorum.

12 Temmuz 2003

 

 

 

 

Sunuş ve Teşekkür

 

Bu yıl Lozan Barış Antlaşması’nın ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 80. yıldönümünü birlikte kutlayacağız.

Bilinir ve bilinmez; Kurtuluş Savaşının cephelerdeki başarıları ve 9 Eylül’de ordularımızın İzmir’e girişi; iki koldan Çanakkale ve İstanbul üzerine yürüyüşleri üzerine işgalci güçler Türkiye’yi önce Mudanya ve ardından Lozan Konferansına  çağırırlar. İsmet İnönü Başkanlığındaki delegasyonlarla Türkiye bu iki konferanstan tam bir başarı ile çıkar. Mudanya’da ateşkes, Lozan’da barış imza altına alınır.

Lozan’da aylar süren çetin mücadelelerin sonucunda siyasi tarihteki en uzun ömürlü barış antlaşmalarından biri imzalanır ve böylece “yeni Türkiye”nin kuruluşu olanaklı olur. Ekonomik, siyasi, adli, hukuki bağımsızlık, bu antlaşma hükümleriyle kayıt altına alınır. İşte bu kazanımlarla bu coğrafyada bir sayfa kapatılıp bir yenisi açılıyor ve Lozan’dan 3 ay sonra Cumhuriyet’in ilanı ile Kurtuluş Savaşı’nın ve Lozan’daki temel amaçlarımızın güvencesi yaratılıyor, modern Türkiye tarihe ve gelecek kuşaklara kazandırılıyordu.

Lozan ve Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte Türkiye, bütün ulus ve devletler karşısında eşit ve saygın bir konuma ulaşıyordu. İsmet İnönü, bu konumu sık sık şu sözlerle açıklamıştır: “Lozan, temel fikir olarak ulusal devletin kurulmasını, bağımsızlığı, uluslararası hak ve hukuk eşitliği kavramlarını amaç olarak benimsemiş bir konferanstır. Aydınlarımız ve gençlerimiz bu düşünüş biçimiyle antlaşmayı değerlendirirlerse, siyasî tarihimizin geçirdiği başlı başına birçok değişiklikleri çok iyi kavrarlar.”

Atatürk de Söylev’inde ve daha pek çok konuşmasında bu antlaşma için: “Lozan Barış Antlaşması’nın içerdiği esasları, diğer barış teklifleriyle karşılaştırmaya yer olmadığı fikrindeyim. Bu antlaşma, Türk ulusu aleyhine, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması’yla tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın sonuçsuz kaldığını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasî zafer eseridir.” diyordu.

Lozan’ın 80. yıldönümü dolayısıyla yapılan bu derleme aynı zamanda İsmet İnönü’nün aramızdan ayrılışının 30. yıldönümüne denk geliyor. Bu kitap ile Lozan’ın bir kez daha güncelleştirilmesine katkıda bulunan Sayın İlhan Kamil Turan’a,  Dışişleri Bakanlığı Kültür İşleri Genel Müdürü Büyükelçi Sayın Şule SOYSAL ile Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’na ve Yüksek Kurum Başkanı Sayın Sadık TURAL’a içten teşekkürlerimizi sunuyoruz.

 

Özden TOKER

İnönü Vakfı Başkanı

 

 

 

 

İsmet İnönü’nün Yayınlanmış Kitapları*

 

TBMM Konuşmaları

·         İsmet İnönü’nün T.B.M.M.’deki Konuşmaları 1920 – 1973; 3 Cilt, Derleyen: Ali Rıza Cihan; TBMM Kültür Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları, Ankara, 1992,

 

Söylev, Konuşma, Söyleşi, Demeç, Makale ve Mesajları

 

Defterleri

 

Yurt Gezisi Gezi Konuşmaları

 

Anıları

·         İsmet İnönü; Hatıralar; 2 Cilt, Hazırlayan: Sabahattin Selek; Bilgi Yayınevi, Ankara, 1985 ... Kurtuluş Savaşından Cumhurbaşkanlığına seçilişine kadarki konuları kapsamaktadır ve tefrika olarak ilk yayın tarihi 1968’dir.

 

Anı ve Atatürk, İstiklal Savaşı ile Lozan Konferansına İlişkin Eser, Söyleşi ve Konferansları

·         İnönü Atatürk’ü Anlatıyor; Hazırlayan: Abdi İpekçi; İstanbul, Cem Yayınevi, 1968 ... Kurtuluş Savaşından Atatürk ile ilişkilere dek olan konuları kapsamaktadır.

·         İsmet İnönü; İstiklal Savaşı ve Lozan; Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 1993 … 1973 yılı Ekim ayında verdiği konferans metnini içermektedir.

 

Mektupları

·         Baba İnönü’den Erdal İnönü’ye Mektuplar; Basıma Hazırlayan: Sevgi Özel; Bilgi Yayınevi, Birinci Basım Aralık 1988 … Erdal İnönü’ye yazılan 1947–1960 tarihlerine ilişkin mektupları kapsamaktadır.

 

Söylev, Konuşma ve Eserlerinden Yapılan Seçmeler

·         İsmet İnönü’nün Maarife Ait Direktifleri; Maarif Vekilliği Yay. 1939, İstanbul

·         Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlarının Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri (içinde); Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayınları, Milli Eğitim Basımevi, 1946 – Ankara

 

 

 

 

 

Hazırlayandan Kitap Hakkında Notlar

 

Bu kitap, Lozan’ın öngünlerinden İsmet İnönü’nün yaşamının sonuna dek yapılan bir tarama sonucunda ortaya çıkmıştır.

 

İsmet İnönü’nün “Hatıralar” adlı  anlatımını içeren iki cildin 2. kitabındaki ayrıntılı ve bütünlüklü Lozan anlatımları ile “Lozan Telgrafları” adlı Bilal N. Şimşir’in iki ciltlik çalışması ve “Lozan Tutanakları” adlı takımlar dışarıda tutulursa, İsmet İnönü’nün Lozan Barış Konferansı ve Antlaşması ile ilgili söyledikleri, Türkçe basılı kaynaklar itibarıyla bu kitapta hemen hemen eksiksiz olarak içerilmiştir.

 

Kitapta, İsmet İnönü’nün Lozan konulu konuşmalarının bütününe yer verilmiş; yalnızca birkaç metinde noktalama (...) yoluna başvurularak, kitabın ve ilgili metnin ekseninin ayrıntılardan (bunlar genellikle bağlantılı ikincil, üçüncül konulara ilişkindir) korunmasına çalışılmıştır.

 

Yine az sayıdaki metnin ana konusu Lozan olsa da, Lozan bağlamı dışındaki konulara değinildiği durumda aynı yola (...) başvurulmuştur.

 

Kitapta, Atatürk’e gönderilen bir mesaj hariç, Lozan dolayımlı kutlama mesajlarına verilen yanıtların tamamı dışarıda tutulmuştur. Zira bu yanıtların tümü, nezaket yanıtları olup, Lozan’a ilişkin anlatı içeriği taşımamaktadırlar. Bu kitapta yalnızca, dönemin Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Başkumandan Gazi Mustafa Kemal’e konferans sırasında yazılan mesajların tamamı ile Bakanlar Kuruluna gönderilen mesajlardan bazılarına yer verilmiştir.

 

İsmet İnönü konferans sırasında Bakanlar Kuruluna toplam 320 telgraf göndermiş ve bunlar iki ciltlik “Lozan Telgrafları” adlı çalışmada içerilmiştir. Burada, basılı bir eserdeki mesajların bütününün alınması yeğlenmemiş, konferansın gelişimine uygun bir seçme yapılmıştır. Kitabın ana kurgusu, esasen “Konuşma, Demeç, Makale ve Söyleşileri” eksenli olup, mesajlara seçmeli şekilde yer verilmiştir.

 

Kitapta yer alan metinlerin dil – yazı – konuşma özgünlükleri korunarak aktarılmıştır. Yararlanılan her kaynağın dil ve yazım kurallarına ilişkin farklı duyarlılıkları, doğal olarak bu çalışmaya da yansımıştır. Söz konusu metinleri yayıma hazırlarken yalnızca bariz dizgi yanlışlarında az sayıda harf düzeltileri yapılmış; bunun dışında yine az sayıdaki anlamsal harf veya tekil sözcük ekleri köşeli parantez içinde gösterilmiştir. Ancak bütün düzeltilere karşın, kullanılan bazı harf ve sözcükler itibarıyla metinler arası farklılıklar ve hatta bir metin içinde kimi farklılıklar bulunduğu gözetilmelidir.

 

Kaynakça bilgileri, her metnin bitiminde sayfa altlarında özel olarak belirtilmiştir. Kimi açıklayıcı bilgiler de, sayfa altlarında dipnot olarak, özgün metinlerden ayrıksı olarak verilmiştir.

 

               Kitabın arkasında bulunan sözlükte, sözcüklerin doğru yazımı verilmiştir. Kitaptaki metinlerin içinde, (çıkış yeri ve dilin durumuna göre) “kalın ünlü” harfler [a, ı, o, u] ile “ince ünlüler”in [e, i, ö, ü]; (dudakların durumuna göre) “düz ünlüler” [a, e, ı, i] ile “yuvarlak ünlüler”in [o, ö, u, ü] ve (ağzın açıklığına göre) “geniş ünlüler” [a, e, o, ö] ile “dar ünlüler”in [ı, i, u, ü] sözcükler içindeki kullanımı bazen yer değiştirebilmektedir. Ayrıca a-ı, e-i, i-ı, u-ü; b-p, c-ç, d-t, ğ-v, n-m değişmeleri; ünsüz türemesi olarak y-v değişimi de olabilmekte ve nihayet Osmanlıca’nın kimi özgünlükleri yansıyabilmektedir. Bu nedenle okuyucu sözlükte arama yaparken, mantıksal olarak iki ve daha çok seçenekli tarama yoluna başvurmalıdır.

 

Sözlüklerde bulunmayan az sayıdaki sözcüğün kitapta geçtiği ayrıca gözetilmelidir. Bu tür sözcüklere ilişkin zorlama açıklamalar yapma yoluna başvurulmamıştır. Bu durumlarda okuyucu, metnin akışına göre yorum gücüne başvurmak durumundadır.

 

Kitapta kısaltma olarak, yalnızca age (adı geçen eser), agg (adı geçen gazete), agd (adı geçen dergi) ve BMM (Büyük Millet Meclisi) kısaltmaları yapılmıştır.

İlhan K. TURAN

 

 

 

 

 

 

 

Lozan Konferansının  Öngünü

 

 

 

 

Sadrazam Tevfik İmzasıyla Gelen Telgraflar

Üzerine Lozan Konferansında Türkiye’nin Temsiline İlişkin

BMM Görüşmesinde Yapılan Konuşma[11]

(30. 10. 1922)

 

Efendiler Türkiye’nin mukadderatına bilâkaydüşart vâzıülyed bulunan Türkiye Büyük Millet Meclisine bu telgrafla vukubulan müracaatın bir mahiyet-i resmiyesi olamaz. Mevzuubahsolan mesele, mesele-i hariciyeye, Sulh Konferansına taallûk ettiği için, bir ehemmiyet iktisab etmektedir. Bunda benim mucib-i teessüfüm olan nokta, öteden beri olduğu gibi Garp devletlerinin halâ Şark milletlerini taht-ı işgallerinde bulundurdukları heyet vasıtasiyle bütün milleti taht-ı hâkimiyetlerinde tutmak imkânını görmekte olmalarıdır.

Türkiye milletiyle, Türk milletiyle bir sulh konferansı akdedebilmek için, Türkiye'nin meşru ve hakiki mümessilleriyle karşı karşıya bulunmak lâzımdır. Bu evvelce de; İstanbul'da birtakım heyetler ve bu telgrafname sahibinin arkadaşları milletimize muhik kararname metalibini kabul etmekliğimiz ve bundan başka çare olmadığına kaani olmaklığımız için tavassut etmişler, uğraşmışlar, müracaatte bulunmuşlar ve bu suretle ecnebilere de birçok ümitler vermişlerdir. Teessüf olunur ki; aynı gaflettedirler. Burada âlem-i islamın cihet-i alakasından da bahsolunmaktadır. Biz âlem-i islamın mücahedenin yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından yapılmakta olduğunu tefrik edecek kadar müterakki olduğuna kemal-i ihtiramla kaani bulunuyoruz. Eğer biz, Türkiye büyük Millet Meclisi murahhaslarının Sulh Konferansında mümessil-i yegâne oldukları kanaatinde israr edersek sulhun bu yüzden teahhur edeceğini ifade etmek suretiyle fesadâmiz ve tahrikcuyane bir mütalâa da yapmış oluyorlar. Türk milletinin, milletimizin samimi ve hakiki bir sulh arzusiyle takibettiği hattı harekete karşı ve telgraf sahipleri, sulhu tehir etmek ve milletin ıztırabatını temdit ve tezyid etmek tehdidiyle karşımıza çıkıyorlar. Halbuki; millet, çok karanlık ve çok müşkül zamanlarda ümidbahş ve milletin selametini temin eden bir neticeye varmak için çalışırken onlar milletin çektiği ıztırabatı temdid ettirmişlerdir. Bugün sulhu tehir etmek teşebbüsünde bulunanlar, yalnız bu telgrafın sahibi olanlardır. Onun için biz, bütün dünyaya karşı ilan ediyoruz ki: Eğer Türkiye'nin mümessili olarak başka heyetler aranır ve bu yüzden sulh teahhur ederse, davet edenlerle bilahak kendilerini muhatap görenler sulhu tehir etmiş olurlar. Bizim devletlerin Sulh Konferansına karşı bu davet üzerine ittihaz ettiğimiz hattıhareketi, Meclisi Aliye arz etmiştim. Onda şifahen verilen malumat üzerine, biz de böyle şifahen İstanbul'a verilen bir Notanın Türkiye'ye mütaallik [müteallik] bir keyfiyet olmadığını ve Türkiye'nin Sulh Konferansına ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi mümessilini göndereceğini ve Türkiye mümessili olarak başka yerlerden mümessil gelecek olursa, onların iştirakini bizim iştirakimize mâni addedeceğimizi ve Mudanya Konferansı ahkâmının da, bu suretle muhtel olacağını ifade eyledik. Bununla Büyük Millet Meclisi azâ-yı kirâmının hemen müttefîkan tezahür eden noktai nazarı esasisini iblağ etmiş oluyoruz. İşgal olunan manatıkta [menâtıkta] sabahleyin de arz etmiştim ki; ancak mahalli idareyi tanzim edecek birtakım heyetler mevzuubahsolabilir. Hatta bu heyetlerin bile intihapla olması icabeder. Bu manatıkı meşgule heyetlerinden hiçbirisinin Türkiye mukadderatı üzerine bir vaziyet olmasına şimdiye kadar kendi hamiyetleri müsaid olmadı. Meselâ evvelce İzmir'den, Edirne'den, Bursa'dan, Eskişehir'den ve hatta bugün Çatalca'dan ve bunların hiçbirinden böyle bir heyet çıkarmaya muktedir olamadılar. Gerçi Yunanlıların son idare-i muhtaresi zamanında, Türkiye namına söz söyleyen mahdut ve mahiyetleri meşkuk adamlar vardı. Fakat Türk Milletinin en müşkül zamanlarında bir sahibi hamiyet düşman işgali altında bulunurken kendisinin Türkiye mümessili olmak cüretini meydana koymamıştır; hiçbir zaman içlerinden böyle efrat çıkmamıştır. Bu teşebbüsle mıntakai meşguleden kendisini mümessil göstermeye teşebbüs edenler kendilerini millet muvacehesinde ağır bir mesuliyete maruz kılmışlardır. Millete sulhun tavik ve işkali teşebbüsünün birtakım yeni nifak arayanlar tarafından alındığını ilan edeceğiz. Bütün millet ve bütün hakikati idrak edenler, bizimle beraber olacaktır.

 

 

 

 

 

Lozan Konferansına Katılacak Heyetin Bileşimi ve

Çalışma Yöntemine İlişkin BMM’de Verilen Söylev[12]

(02. 11. 1922)

 

Arkadaşlar, bir sulh konferansının ifa-yı vazife etmesi hususunda Hükümet, bidayetten beri, en seri ve en katı bir usule tevessül etti. Bu usul ne idi? Bu usul; sulh konferansının memleketimiz dahilinde bir yerde inikad etmesi idi. Eğer memleketimiz dahilinde bir yerde inikad ederse, teklif ettiğimiz gibi, İzmir'de inikad ederse, Büyük Millet Meclisi yakından konferans müzakeresinin her safhasına vakıf olacaktı. Nasıl ki Mudanya konferansında vakıf olmuştu. Vakıf olacak ve sonra muallak olan, gerginliği mucib olan her noktada müdahale ederek kararını izhar edecekti. Binaenaleyh Hükümet sulh müzakeresini neticeye isal edecek şekilde olmak üzere, Büyük Millet Meclisinin yakından haberdar olması ve daima eli içinde imiş gibi müsterih olması ve müzakeresini takip etmesi ve nihayet kararların sürüncemede kalmayarak anında ittihaz olunması meselesine ehemmiyet vermiş ve bunu bir meselei esasiye addetmiştir. Fakat bu şekil ve suretin imkânı olmadığı malumunuzdur.

Hariçte, bitaraf bir mıntakada muhariplere nazaran bitaraf olan memlekette sulh konferansının inikadı hemen emrivaki haline gelmiştir. Hariçte çalışacak bir sulh murahhasamızın konferansta nasıl çalışacağını Hariciye Vekili olarak şu tarzda tasavvur ediyorum. Bizim bir heyeti murahhasamız olacak. Bu heyeti murahhasamızın meselemizi, tamamiyle kavramış, mevzuubahis olan her meseleyi ariz ve amik tetebbu ettikten sonra bir karar ittihazına muktedir ve ondan sonra mevzuubahis olan bütün mesailde tevhidi mesai ve tevhidi efkâr edecek ve asla aralarında ihtilafı efkâr olmayacak ve bütün dünyaya sızdırmayacak bir heyet lazımdır. Tevhidi efkâr edecek ve muhafazai efkâr ederek çalışacak olan bu heyet asgari adedde olmalıdır. Ne kadar asgari olursa tenus, tevhidi efkâr ve ittihazı karar o nisbette mümkün olur. Yalnız bu kadar mühim mesail; iki üç murahhasın reyine tevdi olunamaz ve iki üç murahhas Türkiye Devletine müteallik bütün mesaili bütün teferruatı ile iddiayı malumat edemez. Bunu da bir heyeti müşavereye bırakıyor.

Heyeti müşaverenin mütehassıs ve muktedir ve kafi adedde olması tabiidir. O halde asgari adedde bir heyeti murahhasa vardır. Sonra bir de ihtiyaca kafi adedde bir heyeti müşavere vardır. Herhangi bir mesele mevzuubahis oldu. Mesela bir mesele ele alalım. Boğazlarda sefainin müruru meselesi: Bahri bir meseledir, berri bir meseledir, ticari bir meseledir, adlî bir meseledir, siyasî bir meseledir. Binaenaleyh ticaret noktai nazarından malî ve iktisadî bir meseledir. Adlî müşavirler, malî müşavirler, iktisadî müşavirler bahri ve berri müşavirlerin her birinin reyini alırsınız. Gayri mesul olan bu müşavirlerin her birisi her türlü kuyudu siyasiyeden ari olarak ihtisası dairesinde mütalaalarını söylerler. O söyler, bu söyler, hepsini şifahen dinlersin. Heyeti mecmuasını toplayıp bir karar ittihaz için birini kabul etmek, öbürünü kısmen kabul etmek, diğerini kâmilen reddetmek, öbüründen bir parça almak, diğerinden bir iki nokta almak suretiyle heyeti mecmuasından bir karar hasıl eder ve buna göre mesele mevzuubahis olur.

Şimdi Meclisi Ali’yi müşavere noktai nazarından müsterih edecek nokta şudur: Bir mesele üzerinde heyeti murahhasa karar verirse meselenin taalluk ettiği bütün mesailde müşavirleri sabır ile, tahammül ile nihayete kadar dinlemiş midir, aramış mıdır? Bunu maslahatın selameti noktai nazarından temine mecburuz. Müsterih olmalısınız, bütün müşavirlerin fikirleri ariz amik dinlenecektir ve onların bütün reyleri alınacaktır. Buna müsterih olmak lâzımdır.

İkinci bir mesele var. Heyeti müşavere kendisine tevdi olunan bir vazifeyi ifa edecek midir ve ifaya muktedir midir?

SALAHADDİN BEY (Mersin) — Evet...

MEHMET ŞÜKRÜ BEY (Karahisarı Sahib) — Mesele burada.

İSMET PAŞA (Devamla) — Heyeti müşavereyi dinlemeyi bir kaç türlü yapacağız. Bir defa toptan taalluk eden bir mesele olursa müşavirleri muhtelit olarak toplayarak kendi aramızda bir konferans yaparız, ekseriyeti ara alırız ve onu mevkii tatbike koyarız. Bir sureti hal bu. Bu ekseriyeti arada herkes birinin sözünü dinledikten sonra bundan hasıl olacak netice olabilir ki bütün hacatı temin edecek bir mesele olabilir. Bunu alemi İslâm, dünya herkes dinliyor. Herkes bildiğini söylesin, sahibi akıl ve mantıktır, ondan sonra reyini vermişlerdir. Bazan olur ki, böyle olmaz. Bunların hepsi fikir ve kanaatinde müşirdirler. O zaman karar verecek olan zatın ve heyetin bunları dinledikten sonra kendisinin ittihazı karar eylemesi lazım gelir. Onların ittihaz ettikleri kararı heyeti müşavereyi dinleyerek kararını verir. Evet fennen böyle lazımdır, amma adlî, bahrî noktai nazardan bu gayrı kabili icradır. Mesele yoktur. Bazan der ki; hayır efendim ben iktisat müşaviriyim. İktisat noktai nazarından kendi kanaatimi izhar edeceğim. Hepsini dinlerim. Hepsini dinledikten sonra kendi istinad ettiğim esbabı müstakillen riayet edilecek kadar kuvvetli bulurum. Halbuki heyeti murahsasa bu fikri kabul etmemek fikrindedir. Kabul etmek imkânı yoktur. O vakit heyeti murahhasa der ki, size karşı borcum bu mesele hakkında ihtisasından tamamen istifade ettiğimi, bu mesele hakkında reyinizi nihayete kadar dinlediğimi ispat ediyorum. Yazarsınız, yazdıktan sonra gördüm, mütalaa ettim, altına imzamı korum ve size veririm. Çünkü bunun heyeti mecmuasını Meclis karşısında ben müdafaa edeceğim. O zaman bir anket yaparsa, filan müşaviri dinlediniz mi, evet dinledim. İşte reyi. Peki niçin yapmadınız. Çünkü o müşavir böyle söylüyor. Filan söyledi. Filan sebep vardı ve bunlardan maada İngiltere, İtalya, Fransa ve filan böyle söyledi ve bunların hepsini böyle hulasa ettim. Siz de benim tarzda hulasa edersiniz, imzanızı edersiniz. Siz bizim gibi hulasa etmezseniz reddedersiniz mesele hallolur. Demek heyeti müşavereye karşı onların behemahal dinlenmesini ilzam ettikleri bir lâyihayı alırım ve işte imzamı koyup onlara verirsem, heyeti murahhasayı mesul bir vaziyete sokmuş oluruz.

Heyeti müşaverenin çalışmak noktai nazarından murahhaslara karşı mesuliyeti lazımdır. Yarın cevap vermeye mecburuz. Şu mesele akşama kadar hazır olmalıdır ve akşam saat dokuzda toplanacağız, haber vereceğiz. Binaenaleyh efendiler, siz şimdi başlayınız, akşama kadar cevap veriniz. Bunu yapınız, bunu yapınız. Birisi çalışmazsa, vesaiki getirmedim derse, malumatım yoktur derse heyeti müşavere mesul olur. Heyeti murahhasa o heyeti müşavereyi Hükümete mi şikâyet edecek, vazifelerine nihayet mi verecek veyahud hakikaten alelfevr bir mesele hasıl olmuştur. O mesele için heyet içinden mütehassıs bulundurmaya imkân yoktur. Başka mütehassıs aramaya mı karar verelim? Demek ki, başmurahhasın heyeti müşavere üzerinde vazife noktai nazarından kati olarak heyeti müşaverenin heyeti murahhasaya kendi mütalaatını behemahal isma etmek vaziyetinde olması heyetin mesaisini tanzim ve tevhit eder.

Arkadaşlarım; benim teşkil ettiğim heyeti murahhasa ile müşavere arasında beş, altı veya daha fazla ayrıca bir heyetin bulunması lüzumunu müdafaa ettiler. Heyeti mutavassıta diyelim yahud heyeti murakaba diyelim. Bu heyet vazi imza salahiyetini haiz olmayacak. Fakat kendi aramızda karara iktiran etmek salahiyetini haiz olacak. Bu heyetin harice karşı olan şeklini bertaraf edecek olursak hakikaten bunlar heyeti murahhasa demektirler. Mademki mevzuubahis olacak meselede ittihazı karar edeceklerdir. Heyeti murahhasanın kendisi demektir. Bir mesele hakkında ittihazı karar edilecek, bu mesele hakkında müştereken, tesanüden çalışmak dokuz kişi ile müşküldür. Her meselede bunların tevhidi efkâr etmeleri mümtenidir. Demek ki mevzuubahis olan her meselede bugün o taraftardır, yarın öteki aleyhtardır.

Her meselede ârâ iktiran edecektir. Bu, harice sızar. Lozan gibi bir yerde bütün dünyada bütün vesaiti ile olan bir mahalde bu, harice behemahal sızar. Bir defa anladılar mı ki mevzuubahis olan meselede başmurahhas kabul etmiyor. Amma heyeti murahhasa içinde kabul edenler vardır, bir takım aza bunda mahzur görmemektedir. Değil böyle heyeti müşavere içinde... hissederlerse davamız zayıflar, ısrar ederler ki onun muhalefetinde bulunan mebuslar daha çok hak kazansınlar. Daha çok müşkülat gösterirler ve daha çok uzatırlar. Daha çok müşkül vaziyette kalırız. Demek ki, heyeti murahhasa düşman karşısına çıktığı zaman bir kişi gibi, bir şey izhar etmesi meselei esasiyeyi teşkil eder. Ondan sonra dokuz kişinin ekseriyetinin iradesinde isabet olmayabilir. Ekseriyeti iradede isabet demiyelim. Katiyeti icraiye yalnız Büyük Millet Meclisinde olur. Bu meseleye geleceğiz.

Heyeti murahhasamız gelecek, diyecek ki, heyeti murahhasa bu mesele için inkitaa uğradı, buraya geldik. Ne oldu? Bu meselede bize böyle bir teklifte bulundular. Müzakere ettik, biz de kabul etmedik. Ey; niçin kabul etmediniz? Reye vaz ettik, beş kişi olmaz dedi. Dört kişi olur dedi, amma beş kişi olmaz dedi. Sonra Meclis bunu müzakere edecek, bir de Meclis reye vaz edecek. Bunun için mi geldiniz; hata, nasıl şey bu diyecekler. Başmurahhasa diyecekler ki, sen neredesin? Ben diyecek Başmurahhas; dört kişinin içindeyim. Fakat diğer beş kişi öyle dediği için böyle oldu. Ne olacak? Ekseriyeti ârâ ile ittihazı kaar mesuliyeti maneviyesi yalnız Büyük Millet Meclisine aid olur ve mahiyeti katiyeyi haiz olur. Diğer heyetlerin şeylerine ekseriyeti ârâ ile tespit edecekleri karara şekli katiyet vermeli [vermek?], maslahat noktai nazarından muvafık değildir.

Efendim; heyeti murahhasa arasından böyle heyeti mutavassıta veya heyeti murakabe esasen heyeti murahhasanın mesuliyetini tahfif eden bir iştir. O noktai nazardan şayanı nazar olması lazımdır. İşte bir kişi, iki kişi bir mesele hakkında ittihazı karar etmek üzere güç bir karar verileceği zaman neden heyeti murahhasa yalnız kalsın. Meclis dokuz kişi intihap etsin. Altı kişi olur dedi. Pekâlâ olur. Altı kişi yedi olmaz. Pekâlâ olmaz. Fakat heyeti murahhasa Meclisin karşısına geldiği zaman, heyeti murahhasa niçin bunu kabul ettiler? Ben kabul etmedim. Ekseriyeti ârâ ile kabul olundu.

Bu heyeti mutavassıta onun vazifesini teshil eder ve onu mesuliyetten teberrî eder bir meseledir. Halbuki bu mesuliyetin ağır olmasına ihtiyaç vardır. Heyeti müşavereden tamamiyle istifade eden asgari bir heyet, azamî mesuliyetle karşınıza gelmelidir. Orada meseleleri halledip de gelecek bir heyet kendisini itirazatta karşı müdafaa edilmiş bir vaziyette görür. Sonra heyeti murahhasanın dar zamanlarda bu işi bizim Meclis kabul etmez, bu işi bizim Meclise kabul ettiremeyiz. Bunların elinde başlıbaşına bir silahtır. Nitekim onların elinde de böyledir. Doğru söylüyorsunuz amma, biz bunu Hükümete kabul ettiremeyiz. Herkes kim yanında yok ise, ondan ayrıca kuvvet almaya çalışır.

Biz mebusların adedini çoğalttıkça ve onlara mesuliyeti verdikçe ve böyle bir heyeti murakebe gönderdikte[çe] bu silahı elimizden atmış oluruz. Halbuki bırakınız heyeti murahhasanızı bir çok mesailde sonuna kadar... desin ki, bizim Meclisimiz bunun mahiyetin mahsusasını anlamış ve fakat kabul etmiyor ve bunu şappadak reddeder. Reddederler. Bunları söylemişizdir ve söylemek mecburiyetindeyiz.

Sonra dokuz kişi orada bulunursa ayrı ayrı tesiratı onlara yaparlarsa, o zaman Meclisin en ziyade harice gönderdiği arkadaşların çokluğu nispetinde harice tesir yapar. Hulasa efendim: Heyeti murahhasanın vazifesi noktai nazarından adedinin az olması ve ondan sonra heyeti murahhasadan maada bir heyeti mutavassıta bulunması, bu iki şekil ortasında olan ayrı bir heyet yalnız vazifeyi iğlak eder, ameli bir neticeye varmasını işkal eder ve ameli olarak hiç bir faideyi münteç olamaz.

Bir de heyeti müşaverenin –Salahaddin Beyefendi buyurdular– mahdud bir dairede olmamasını... ve hariçten istenildiği gibi intihap olunmasını... Zaten Hükümetin kabul ettiği şekil buna imkân bırakmıştır. Yani heyeti murahhasa gerek propaganda noktai nazarından, gerek sulh mesailini hal noktai nazarından masarif iktihamına salahiyettar kılınmıştır. Bu suretle herhangi bir mesele mevzuubahis olursa dünyanın dört köşesinde, gerek hariçte düşmandan, gerek bizden müşavir almaya selahiyet verilmiştir ve bağlanmamıştır. Müşavir meselesinde Hariciye Vekili olarak ben, sırası gelince düşman memleketine mensup adamlardan dahi istifade edilmesi fikrindeyim.

Herhangi bir meselede, faraza Boğazlar meselesinde bir İngiliz müşaviri bulursak, İngilizlerin fikrini hiç bilmediğim zamanda bir İngiliz hukuk müşaviri bulursak para verir ve ona bu noktadaki fikrini bir meselei fenniye olarak söyletirsek, bizim için şayanı istifadedir ve onu da düşman fikri budur diye alırız. Demek İngilizler bu meselede böyle düşünüyorlar ve o mesele hakkındaki müşavereden azamî istifade etmek için teklif olunan eşkalde teminat vardır.

Sonra temenniyat arasında heyeti müşaverenin muktedir olması söylenmiştir ve bunda ısrar edilmiştir. Bunun esasında hepimiz ittifak ederiz. Bunun için başka türlü söylenemez. Zevat ve eşhasa taalluk eden cihet, takdiri bir meseledir. Heyeti Hükümet, muhtelif mesailde hakkında reyinden istifade olunacak müşavirler için ariz amik düşündükten ve tetebbu ettikten sonra bir heyeti murahhasa kabul etmiştir. Şekil ve esas itibariyle sulh konferansında meselenin tarzı cereyanını bu tarzda düşünürüz ve ameli olarak da bu tarzdadır ve zannediyorum ki, Heyeti Celileye kanaatbahş olacak bir şekildir. Burada bir sual vardır. Heyeti müşavere meyanında bulunan bir memur ve bir zatın ecnebi memleketlerde memur olması mevani yok mudur? Bununla kimi kastettiklerini derhatır etmiyorum. Yalnız heyeti müşavere meselesi için bilmünasebe ne düşünüldüğünü, kimin üzerinde ne gibi husumeti varsa o husumetiyle beraber rey ve mütalaasından ve müşaveresinden istifade olunur. Bir daire veya bir müessesede ilişiği vardır. O ilişiği dolayısıyle, bilhassa onun reyinden istifade ederiz. Bilhassa bu, şayanı tercihtir. Biliriz ki onun her reyinden istifade ederken ilişiği olan filan daire ve müesseseler bu hususta ne düşünüyor acaba? O zaman o bizi irşad eder. Der ki karşınıza çıkacak ilk taarruz, ilk muhalif müessese olacaktır.

 

 

 

 

 

Lozan Delegasyonunun Konferansta İzleyeceği

Çizgiye İlişkin BMM’de Yapılan Konuşma[13]

(03. 11. 1922)

 

Arkadaşlar, Heyeti Celilenizin itimadına mazhar olarak Sulh Konferansına Heyeti Murahhasamız gidiyor. Heyeti Murahhasamızın Avrupa’da takibedeceği müddeiyatın hututu esasiyesi şimdiye kadar cihanca malumdur. Bu, milletimizin öteden beri metalibi milliye yolunda takip ve tespit eylediği hututtur ki Misakı Millî ile tavzih edilmiştir. Binaenaleyh Misakı Millî ve Heyeti Celilenizin siyasetimize esas olarak kabul ettiği muahedat bizim hattı hareketimizin esasını teşkil eder. Misaki Millî ile mûnakit muahedat dairesinde hukukumuzu müdafaa edeceğiz. Ümidediyoruz ki hak ve hakikat dünyada o kadar terakki etmiştir ki mutalibatımızı suhuletle izaha muvaffak olacağız. (İnşallah sadaları) İnşallah Sulh Konferansı insaniyetin, hakkı kabul hususunda çok munsif ve çok müte­rakki olduğuna bürhan [burhan] olur. Heyetimiz için Meclisi Alinin daimî müzahereti tevfikatı ilahiyenin tecellisine vesile olacaktır. (İnşallah sadaları)

 

 

 

 

 

 

Lozan Konferansının Başlamasındaki Gecikme*

Üzerine Müttefik Ülke Temsilcilerine İletilen Nota[14]

(12. 11. 1922)

 

“Sulh konferansının içtimaı hakkında, Fransa, İngiltere, İtalya hükümetleri tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetine resmen yapılan davet ve bu hususta alınıp verilen notalar üzerine konferansın açılma tarihi 13 İkinciteşrin olarak kati surette kararlaştığı cihetle, Lozan’a muvasalat eden Türk murahhaslar heyetinin sureti müşterekede takarrür eden yukarda yazılı tarihte müzakerata girişmeye hazır olduğunu zatı asilanelerine tebliğ ile kesbi şeref eylerim. Sulhun tehiri Türk milleti için büyüklüğü takdir edilemeyecek fedakârlıkları ve zahmetleri uzatacak ve bertaraf edilmesi münhasıran bizim iyi niyetimize bağlı olmayan beklenmedik neticeler doğuracak bir mahiyette olduğunu benimle birlikte zatı asilaneleri de takdir edecektir. Bu cihetle cihan sulhunun menfaati namına konferansın çabuk toplanması için beslediğim en hararetli temennileri zatı asilanelerine tebliğe ve yüksek saygılarımın teminine müsaraat ederim.”

İSMET

 

 

 

 

 

Lozan’da Yabancı Gazetecilere Verilen Demeç[15]

(13. 11. 1922)

 

(…) Türkiye başdelegesi bu demecinde Türkiye’nin müttefiklerin gösterdiği görüşme yerine tam zamanında geldiğini, fakat karşısında kimseyi görmediğini söyledikten sonra dedi ki:

 

“Türkiye epey zaman sulh yapılmasını bekledi. Fakat sulh yerine, bilakis, her hududundan aynı zamanda hücuma uğradı. Bu suretle dahilde aksülamel unsurlarına cesaret verildi. Padişah her türlü terakki fikrine karşı idi ve milliyetperverler aleyhine mevki almıştı. Onun için Türk milletinin kendi davasını kendi eline almaktan başka çaresi kalmadı. İstiklalimizi fethetmek bize pahalıya mal olmuştur. Memleketimiz tahrip edilmiştir. Bazıları on asır kadar eski olan en büyük şehirlerimiz bugün kül halindedir. Eskiden mamur olan geniş  yerlerimiz bugün viranedir. Yeni tahripleri önlemek ve sulha kavuşmak için Türk milleti hiç bir fırsatı kaçırmadan ve hiç bir zaman sulh çarelerinin hepsini kullanmadan silaha sarılmadı. Büyük Taarruzdan evvel Londra’ya mümessillerimizi gönderdik, fakat kabul edilmediler. Taarruzun nihayetinde Fransa’nın müslihane [muslihane] tavassutuna müsait cevap verdik. Bu hareketimiz hüsnüniyetimizi ispata yeter delildir. Lozan Konferansının içtimaı alakalı devletler tarafından kabul edildi. Devletlerin davetine ilk cevap veren memleket sulh arzusunu ispat etmiş değil midir? Türk murahhaslarının konferans muhitine herkesten evvel gelmiş olması da Türklerin nasıl sözlerinde durduklarını bir kere daha ispat etmiş oluyor. Türkiye’de ecnebi düşmanlığından bahsedenler oldu. Türkiye’deki ecnebilerin can ve malları, her şeyden mahrum olmamıza rağmen, tarafımızdan herhangi bir tecavüze maruz kalmamıştır. Türkiye’de Fransızca tedrisatın kaldırıldığı da yalandır. Bilakis Fransızca dersler artırılmıştır. Ankara Büyük Millet Meclisi üç seneden beri memleketi idare ediyor. Bu meclis bütün selahiyet ve iktidarı nefsinde toplamıştır. Halife şimdiye kadar siyasi bir vasıta idi. Umumi Harpte mukaddes cihadı halife ilan etti. İnkılabımız esnasında Ankara mümessillerini mahkum eden yine halife olmuştur. Bu hareketin hiç bir dini mahiyeti yoktur. Yeni vaziyetiyle halife bütün siyasi cereyanların üstünde ve müstakil bulunacaktır.”

 

Paşanın sözleri bitince, muhabirler arasında bulunan bir İngiliz gazetecisi: “Babıali, konferansa iştirak edecek mi?” diye sordu. Paşanın verdiği cevap kısa ve kesin oldu:

“Babıali yoktur!”

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Bakanlar Kurulu Başkanlığına

Gönderilen Mesaj[16]

(14. 11. 1922)

 

Heyet–i Vekile Riyâsetine

14 Teşrin–i sânî 338

No. 2     (14 Kasım 1922)

 

Bugün Fransa’nın Bern sefâreti müşteşârı Lozan’a gelerek Konferansın İngiltere ve İtalya’ya aid ahval–i dâhiliye i’tibâriyle tehire uğradığını ve Teşrin–i sânînin yirmisinde in’ikâd  edeceğini bildirmeğe Hâriciye Nezâretinden me’mûr olduğunu ve Konferansın in’ikâdına intizâren şâyed Paris’e gidecek olursam Fransa hükümeti pek dostâne bir suretde hüsn–i kabul edeceğini beyân eyledi. Teehhürden şikâyet ettiğim gibi da’vet nasıl ve ne gibi tarîk ile vâki’ olmuş ise te’hirin de o şekilde resmen bildirilmesi lâzım geldiği halde böyle yapılmadığından şikâyet ve Konferansın yirmi Teşrin–i sânîde toplanacağının hey’et–i murahhasaya resmen ve tahrîren bildirilmesi lüzûmunu hükümetine yazmasını ifade ettim. Bilâhire dün akşamki telgrafıma cevaben Lord Curzon ve Mösyö Poincaré’den birer telgraf geldi. Bunlar da Konferansın düvel–i müttefikadan ba’zılarına âid esbabdan nâşi ayın yirmisine teehhür ettiği bildirilerek i’tizâr edilmektedir. Birkaç gün içinde dönmek üzere bugün Paris’e gideceğim. İngilizler Konferansa gelmezden evvel müttefikleri ile tevhîd–i metâlib etmek teklifindedir. Fransız mehâfili Paris’te mülâkat içün pek ziyade sarf–ı mesai etmişlerdir. Matbuatda hararetle çalışmaktayız.* İstanbul ahvâlinden ma’lûmat isterim. Tarih–i vüsulunun iş’ârı.

 

 

 

 

 

Lozan Konferansının İlk Evresi

 

 

 

Lozan Konferansı Açılış Oturumunda Yapılan Konuşma[17]

(20. 11. 1922)

 

Sayın Başkan,

Dört yılı aşan bir süre önce, başkan Wilson’un ilkelerine ve bunlara inanç duygusuna dayanarak yapılmış bir silâh – bırakışımı, Osmanlı İmparatorluğunun da katılmış olduğu çarpışmaları resmen durdurmuştu.

Barışın nimetlerinden her zaman yoksun kalan Türk ulusu, o tarihten bu yana, hak ve adalet elde etmek için ara vermeden yaptığı barış girişimlerinin yetersizliğini ve hiç bir şeye yaramadığını görerek ve artık hiç bir kurtuluş umudu kalmadığını anlıyarak, varlığını korumağı ve maddi ve manevî kendi kaynaklarıyla bağımsızlığını kazanmayı başarmıştır. Türk ulusu, bu yolda, pek çok acılara katlanmış, sayısız fedakârlıklara rıza göstermiştir.

Özgür uluslar, bütün bunlara, içten bir yakınlık ve anlayış duygusuyla tanık olmuşlardır. Kadın ve çocuk, her yaşta ve her durumdaki Türkler, bu savunma savaşına katılmışlardır. 1918 den bu yana, Türk ulusunun karşılaştığı sonu gelmez saldırıları ve acıları burada hatırlatmaktan kendimi alamıyorum. Gerek bu saldırılara ve acılara, gerekse hiç bir askerî zorunluluk olmaksızın, Türkiye topraklarının en zengin ve en bakımlı parçalarında, yok etmekten başka bir şey düşünmeyerek, sistemli bir şekilde yapılmış yakıp – yıkmalara tek bir özür bulunamaz.

Hala bu dakikada bile, bir milyondan çok masum Türkün, Küçük Asya ovalarında ve yaylalarında, evsiz ve ekmeksiz, başıboş dolaştıklarını da hatırlatmak isterim. Türk ulusu, insan gücünü aşan bu fedakârlıklara katlanmakla, uygar insanlık içinde, köklü bir yaşama gücüne sahip uluslara özgü olan varlık ve bağımsızlık haklarıyla, barış, huzur ve çalışkanlık unsuru olarak, büyük bir yer kazanmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisinin kesin amacı, bu yeri korumak ve güçlendirmektir. Son yılların olayları insanlığın vicdanında genel barış ve huzurun, Devletlerce, birbirlerinin haklarına, özgürlüklerine ve bağımsızlıklarına karşılıklı olarak saygı gösterilmedikçe gerçekleşemeyeceği gerçeğini bir inanç ilkesi halinde yerleştirmiş bulunduğundan, bu olayların anısı, gelecek için bir barış ve huzur güvencesi olur umudundayım.

Düşünülmesi mümkün en büyük bir iyi niyetle dolu olan Türk Temsilci Heyetinin, öteki Temsilci Heyetlerinde de aynı iyi niyeti bulacağı ve böylece, konferans çalışmalarının memnunluk verici bir sonuca ulaşacağı umudunu besliyorum.

Sayın Başkan,

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti adına, İsviçre Cumhuriyetine, konferansımızın burada toplanmasını kabul etmekle lütfen göstermiş olduğu konukseverlikten dolayı teşekkür ederek sözlerime son vereceğim. Tarihi şanlı, soylu bir ulusun, kendi bağımsızlığına ne kadar büyük bir değer verdiğini inkar edilmez şekilde gösteren bu ülkenin, konferansa toplanma yeri olarak seçilmesinden büyük bir mutluluk duymaktayım.

 

 

 

 

 

Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[18]

(20. 11. 1922)

 

Büyük Millet Meclisi Riyâsetine

                                                                                             

No.  8, 9, 10           20 Teşrin–i  sânî 38

 (20 Kasım 1922)

No. 8. Mösyö Poincaré aynı otelde bulunduğu cihetle ihsâs ettiği arzu üzerine Konferansın küşâdından mukaddem kendisiyle görüştüm. Bu def’a pek ziyade hüsnü kabul ve nezâket gösterdi. Riyâset mes’elesini mevzu–î  bahs ettim ve riyâsetti münâvebeten düvel–i müttefika–î selâse ile Türkiye arasında tedâvül etmesi teklifinde bulundum. Fransa, İngiltere, İtalya da’vet eden devletler olduğu cihetle kâide–i riyâsetin bu üç devlete ait olması lâzımgeleceğine ve da’vet edilen devletler, yani Türkiye, Romanya, Yugoslavya ve Yunanistan’ın dav’etçi olmadıkları cihetle riyâset etmeyeceklerini düşündüğünü söyledi. Türkiye devletleri İzmir’e da’vet etmiş olduğu cihetle bizim de riyâset etmemiz icap edeceğini bildirdim. İkinci derecede komisyonlarda Türkiye’nin riyâset növbetine ithal edilebileceğini ve esasen Türklere müsâvi muâmelesi yapılacağı ve asıl iş müzâkerâtda olup bunun o kadar i’zâm edilmemesini rica ettim. Talebimden ferâgat ma’nâsını ifâde edecek bir şey söylemeden başka mesâile geçtim. İstanbul’un tesrî–i tahliyesi bahsinde İstanbul ve Trakya’ya ahden girmek, harben girmeye müraccah olduğunu, çünkü bu son taktirde gerek İngilizlere ve gerek Yunanlılara karşı bir hiss–i husumet bırakılmış olacağını, halbuki muâhede imza edilince İstanbul’daki vaz’iyyetimiz kendilerinin de imzaları altında kabullerini mukârin olacağından çok sağlam olacağını izâh etti. Tahliye ne zaman olacak dedim. İmzâ edildiği gün ne İstanbul’da, de Boğazlarda bir tek Fransız ve İngiliz veya diğer bir ecnebi asker kalmayacağını, Boğazların serbestîsi için Türklerin riyâseti altında bir komisyon mutasavver olduğunu ve Türkiye’nin İstanbul’da bilâ kayd u şart hüküm süreceğini, yalnız Avrupay–ı Türki’deki askerimizin jandarma dâhil olmamak üzere tahdîd–i mikdârı düşünüldüğünü, ekalliyetlerin mübâdelesi meselesi arzumuza muvaffık bir surette hallolunabileceğini, kapitülasyonlarda ecânibin menfaati ihlâl edilmemek şartı ile bilâ müşkilât hallolunabileceğini suallerim üzerine izâh etti ve halli çok müşkilâtı istilzâm edecek mâhiyetde mesâil gördüğümü beyan etmekliğim üzerine her müşkilâtın hallolunabileceğini ve Türkiye’nin bugün ümmid edilmez derecede müsâid bir vaz’iyyette bulunduğunu ve hattâ karîben anlaşılacağı üzere Lord Curzon’un dahi Türkiye’ye karşı gayet müsâid bir hale gelmiş olduğunu ve Yunanistan’dan alınacak tamirat bedeli hususunda Yunanlıların Anadolu’da tahrip ettikleri Fransız emvâl ve menâfiini Türkiye’de olmak i’tibârıyle bizden isteyeceklerinden bize karşı yapılan tahribat bedelâtı ile birlikte bunları bizim Yunanistan’dan almamıza müzâheret edecekleri tabiî olduğunu mahremâne bir surette ilâve etti.

 

No. 9 – Hülâsa söylenilen şerâit aynıdır. Yalnız bugün muâmele daha nâzikânedir. Bu da  bir iki gündür gazetelerde görülen fena havâdisleri tahfife de matûf olabilir. Konferansın küşâdında İsviçre Reis–i cumhûrunun nutkuna benimle Lord Curzon’un cevâb vermesi takarrür etmiş olması üzerine hazırladığımız nutkun muhteviyâtından bahsettim. Bir iki cümlesini tahfif husûsunda çok rica etmeleri üzerine muvaffakat etmeyi münâsib gördüm. Esâsen yalnız İsviçre’ye teşekkür edilmesi mevzû–ı bahs  olduğundan ve halbuki nutkumuzda esâs olan aksâmı tamâmen muhâfaza ettiğimizden bunda bir mahzûr yoktur. Konferans salonuna girilmezden evvel Lord Curzon takdîm edildi. Ve bir müktezay–ı nezâket âfâkî bazı şeyler konuşuldu. Bize karşı bunu da tavrı şâyân–ı dikkat bir suretde nâzikâne idi.

 

No. 10 – İsviçre Reis–i cumhûru Konferansı alenî bir celse ile açarak beyânı hoşâmedî etti ve İsviçre’nin konferans mahalli olmak üzere ta’yîn edilmesine memnuniyetini izhâr ettikten sona düvel–i muâkidenin gösterecekleri kiyâset ve hiss–i müsâlemetkârâne ile fecâyi–i harbin ve bir ân evvel zâil, hal–i sulhün hâsıl olması temenniyâtını izhâr etti.

Müteâkıben Lord Curzon nutkunu söyledi. Bu devletlerin mütekabilen gösterecekleri efkâr–ı itilâfcuyâne sayesinde sulhun husulü temenniyatını izhâr ederek İsviçre’nin daima efkâr–ı müsâlemetkâranenin tatbik ve intişârında oynadığı rol i’tibâriyle sulh konferansı için en münâsib bir mahal olduğunu beyân ve reis–i hükümete teşekkür etti.

Ba’dehu ben irâd–ı nutk ettim. Bunun metni aynen açık telgraf ile arz edilmiştir. Yalnız İngiliz ile benim tarafımdan nutuk iftitahı yapılmıştır.

 

Ba’dehu İsviçre Reis–i Cumhuru kendisine gösterilen hissiyâta karşı her ikimize teşekkür ettikten sonra yarın kablez – zuhr saat on birde murahhaslar ictimâ’ etmek üzere bu umûmî ve alenî celseye nihâyet verildi.

22 Teşrin–î sânî 38 tarihli ve 10 numaralı raporudur. Vusûlünün iş’ârı.

İSMET

 

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Bakanlar Kurulu Başkanlığına

Gönderilen Mesaj[19]

(21. 11. 1922)

 

No: 13

 

Heyet–i Vekîle Riyâsetine

 

 

No. 11, 12           21 Teşrin–i  sânî 38

 (21 Kasım 1922)

 

Bugün Konferanstan sonra Lord Curzon tarafından izhâr edilen arzuya binaen iâde–i ziyaret etmesi te’min olunduktan sonra görüştüm. Konferansın tarz–ı mesâisi nasıl olacağından ve mesâil tefrîk edilerek komisyonlarda tedkîk edilmesi kendisinin yarınki konferans içün sûret–i hususiyede dermîyan edilen mülâhazası olmamakla beraber heyet–i murahhasalara isterlerse mülahâzat–ı umumiye dermîyan etmeleri teklîf olunacağından bahsetti. Riyâset mes’elesini buna da söyledim. Oda Poincaré ile aynı nazariyeyi dermîyan etti. Türkler içün en ehemmiyetli mes’ele hangisi olduğunu sordu. Mesâilin hepsi yekdiğerine merbût ve hepsi aynı derecede mühim olup bunların esâs–ı müşterki [müşterek?] istiklâl–ine karşı gülerek sulh dedi ve Noel yortularını memlekette geçirmek arzusunda bulunduğundan mesâilin o vakte kadar hallolunması temennisini izhâr etti. Bu kendilerinin elinde olup isterlerse bir saatte mes’elenin biteceğini söyledim. Buna karşı da gülerek aynı şey sizin de aynı vechile elinizdedir dedi. Yunan tahribatından ve bunların ta’mirinden bahsettim. Yunanlılar da Türklerin tahribinden bahsediyor. Her ikiniz söylersiniz. Biz bitaraf bir suretde dinleriz dedi. Bugünkü nutukda bazı cümleler sert olduğundan şikâyet ederek birbirimize karşı sert nutuklar irâd etmememizi rica etti. Iztırâb çekmiş bir milletin mümessili olduğumdan şiddetli addettiği nutukların şikâyetden başka bir şey olmadığını, Anadolu’da söylediğimiz nutuklarda bile hiçbir milletin izzet–i nefsine karşı hiçbir kelime söylemediğimizi ve ben de gerek münâsebât–ı resmiye ve gerek münâsebât–ı şahsiyemde sözlerime fevkalâde i’tinâ etmek i’tiyâdında bulunduğumu bildirdim. Yunanlılara karşı zaferimize diyecek olmadığını, fakat müttefiklere karşı da muzaffer olmadığımızı söyledi. Cevâp verdim. Yarın veya öbür gün iâde–i ziyaret edeceğini söyleyerek sık sık görüşmemizi arzu ettiğini ilâve etti. Ben de bi’l–mukâbele görüşmeğe âmâde bulunduğumu ve konferansın devamı müddetince işlerin bu suretle daha kestirme hallolunabileceğini beyân ettim. Mes’elenin zevâhiri fırtınadan evvel tatlı yel mâhiyetindedir. İlk evvel mesâil–i arziyeyi mevzû –ı bahs etmek fikrindedirler.

 

İSMET

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Bakanlar Kurulu Başkanlığına

Gönderilen Mesaj[20]

(21. 11. 1922)

 

No: 14

 

Heyet–i Vekîle Riyâsetine

 

No. 13, 14    21 Teşrin–i  sânî 38

(21 Kasım 1922)

 

Bu sabah konferans açıldı. Resmî tebliğ aynen açık olarak arz edilmiştir. Bugün yalnız Konferansın nizamnâme–i dâhilîsi müzâkere edilmiştir. Bunun hemen her maddesine i’tirâz mecburiyetinde kaldık. Harâretli münâkaşât oldu. Konferans hangi devletlerin murahhaslarından teşekkül edeceğine dâir olan birinci maddenin dâire–i şümûlünden notalarda taayyün eden devletlerden mâadâsının ihrâc edilmesinde sûret–i katiyyede ısrâr ettik ve murahhasların adedinin iki olmasına binâen her ictimâ’da murahhaslardan yalnız ikisinin murahhas addedilmesi teklifini de şiddetle reddettik. Boğazların rejimine âid komisyondan bahsolunurken Sovyetlerin iştirâki lâzım olduğunu ifade ettim. Curzon da’vet olunduklarını, henüz bir cevâb vermediklerini söyledi. Boğazlar meselesini Sovyetlerin iştirâki olmaksızın takarrür ettirilemiyeceğini tekrâren te’yid ettim. Riyâsete Türk hey’eti murahhasasının da iştirâkini resmen taleb ve aynı talebi komisyonların riyâseti içün de tekrar ettik.

No. 14 – Öğleden sonra olan ictimâ’ dahî İsviçre hükümetine karşı teşekkürü ve sulhün akdı hakkındaki temenniyâtı mutazammin olarak Fransız, İtalyan ve Japon murahhaslarının irâd ettikleri nutuklarla geçti. Yarın Lord Curzon’un riyâset edeceği Arazi, Umûr–i askeriye ve Boğazlar komisyonu toplanacak ve Trakya hududu mevzû–i bahs olacaktır. Bugün yalnız şeklî mesâil konuşulduğu halde birçok nikatda şiddetli münâkaşât mecburiyetinde bulunduk. Konferansın hitamından sonra iâde–i ziyaret içün otele gelen Lord Curzon ile nâzikâne görüştük. Ruslarla aramızda kavga olup olmadığını sordu. Reddetmekliğim üzerine dostluk ne kadar devam edecek dedi. Dâimâ ve ilânihâye dedim. Sonra teklifsiz ve âfâkî şeylere geçti.

Mösyö Poincaré dahî iâde–i ziyaret ederek diğer devletlerin iştirâkinde mahzûr olmadığını iknâ’ etmeğe çalışmıştır.

 

İSMET

 

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Başkumandanlığa Gönderilen Mesaj[21]

(11. 12. 1922)

 

NO. 119

Lozan’da İsmet Paşa’dan Başkumandanlığa

 

No. 82        11 Kânunuevvel 338

(11 Aralık 1922)

 

Sunnisi’nin seyahatini İtalyanların da talep edip etmediklerini anlayamadım. Eğer İtalyanlar Sunnisi’nin gittiğini biliyorlarsa ve bilecekler ise tarafımızdan bir muavenet gibi burada meseleyi İtalyanlarla görüşmek derhatırdır. İradelerine muntazırım.

İSMET

 

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[22]

(11. 12. 1922)

 

NO. 120

Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

 

Tel.                        11 Kânunuevvel 338

No. 83                           (11 Aralık 1922)

Başkumandan Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine.

Sıhhatınız ve vaz’iyete dair ihtisâsâtınız hakkında malumât itâsını istirhâm ederim. Mesâili esasiyenin hemen kâffesinde dayanıp kaldık. Belki hepsini birden mütekabil pazarlıklar ile birden çıkaracağız. Ancak Boğazlardan sefain–i harbiyenin geçmesini İstanbul için bir tehlike mâhiyetinde kabul etmeğe asla mütemayil değildirler. Zaten Boğaz açıklığının esas Rusları donanma altında tutmak ve Türk – Rus tevhidi harekâtına mâni olarak Türkleri Entente politikası kabulüne sevk ve icbar eylemektir. Boğazlar arasında bulunacak harb gemisi mikdârı bizim donanmamızdan aşağı olsun demek hemen hemen harb gemisi geçmesin demek olduğu gibi Karadeniz’e harbde donanma geçmesini kabul edince muhârip devlete karşı münferiden tehlikeye düşmemek için bütün kuvvet–i harbiyenin geçmesini de talep ediyorlar. Bu kuyûdu mesele–i esâsiye addedip etmemek veya iktizâ–ı hale göre hareketi buraya bırakmak şıkkını mülâhaza ve irade buyurmalarını istirhâm ederim. Bizim harb halinde mudâfaa imkânına ve mudâfaa hakkına mâlik olmaklığımız serbesti–i harekâtımızı te’min edecek bir vâsıtadır. Hakîkat–i halde bu sistem Rusya’nın za’afını ve bizim Entente politikasına mümâşatımız demek ise de bizim kuvvetli memleket yapmak için kuvvetlerimizi nerede muhâfaza ve inkişâf ettirmek istediğimiz gözönüne alınırsa ve esasen Gelibolu dahil olduğu halde bütün İstanbul havalisinden işgali mündefi ve kuvve–i berriye yakın ve hazır bulunursa donanmanın mürûru halen sebebi inkıtâ addedilmemesi mütâleasındayım. Musul işi ağırdır. İştigalâtımız fevkalade ise de vazifeyi hüsn–i ifâ etmek gayreti cümlemize medâr–ı kuvvet olmaktadır, Aziz Reisim ve Başkumandanım. 11 Kanunuevvel 338.

İSMET

 

 

 

 

 

Lozan’da Yeni Kurulan

İsviçre – Türkiye Dostları Derneği

Tarafından Düzenlenen Baloda Yapılan Konuşma[23]

(18. 12. 1923)

 

O akşam İsviçrelilerle Türkler arasında bir dostluk derneği kuruldu. İsviçreli Miralay Fonjella’nın reisliği altında toplanan İsviçre – Türkiye Dostları Cemiyeti de Lozan Palas’ta bir suare verdi. Biri Mustafa Kemal Paşa’ya, diğeri İsmet Paşa’ya ait olmak üzere iki altın madalya verdiler. Beşi bir yerde altından daha büyük çapta olan bu madalyaların bir tarafında “İsviçre Türk Dostları Cemiyeti” ibaresi ve 922 tarihi yazılı ve yan yana İsviçre ve Türkiye bayrakları bulunmakta idi. Arka tarafında “Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine”, diğerinde ise “İsmet Paşa Hazretlerine” ibareleri yazılıydı. Salonda İsviçre’nin her tarafından gelen bir çok kimseler toplanmıştı. Bunlar arasında Lozan valisi, Lozan merkez kumandanı, polis müdürü, İsviçre meclis azaları, nazırlar, üniversite hocaları, İsviçre ticaretine, sanayiine mensup kimseler, gazeteciler bulunmaktaydı. Özel olarak getirilen bir bando Türk marşını çaldı. Saat dokuz buçukta İsmet Paşa salona geldi ve reis Fonjella tarafından hazır olanlara takdim edildi. Bu takdim merasiminden sonra Miralay Fonjella bir nutuk söyledi. Türkiye hakkında çok dostça cümleler kullandı. Ondan sonra İsmet Paşa söz alarak, İsviçrelilere teşekkür etti ve Türk davasını bir daha özetledi:

“Türk milleti mukaddes davasının hayat dolu timsali olan reisine karşı gösterilen saygı ve takdirden dolayı iftihar duymaktadır. Bana gelince, lütfen verdiğiniz madalyayı, şerefli İsviçrelilerin ruh yüksekliğinin bir hatırası olarak iftiharla saklayacağım. Nazikâne kabulünüzden dolayı teşekkür ettiğim sırada giriştiğimiz sulh çalışmalarının şimdiki vaziyetinin ne merkezde olduğunu İsviçreli dostlarımıza bildirmeyi manevi bir borç sayarım.” İsmet Paşa’nın bu başlangıçtan sonra izah ettiği Türk davasının özeti, kendi cümleleriyle şu idi:

“Milli ayaklanmamızın kati ve mesut neticesinden sonra istiklalimizi müdafaa uğrunda katlandığımız nihayetsiz fedakârlıklara ve memleketimizin sahne olduğu munzam tahribata rağmen sulh şartlarımız tarihimizin en karanlık günlerinde bahsedilen terki imkânsız asgari şartların tamamıyla aynıdır. Ahvalin bize müsait görünmesinden istifade ederek aşırı veya haksız isteklerde bulunmaya kalkmadık. İlk istediğimiz şey, Türklerin ezici bir çoğunlukla doldurdukları topraklarımızın mülki bütünlüğüdür. Bu noktada her ne şekil, isim ve bahane altında olursa olsun zerre kadar fedakârlığa muvafakat edemeyiz. Türkiye’de kalmış ekalliyetlere Avrupa’da son zamanlarda imzalanan muahedelerdeki bütün faydaları tatbik etmeye hazırız. Başkaca istisnai tedbirler kabulü hakimiyet hakkımıza kabul edilemeyecek surette halel getirir. Muhtelif unsurların hayat şartlarını bozar ve devlet içinde devlet teşkilatı vücuda getirmek suretiyle Türk hükümetinin nüfuzunu azaltır. Hiç bir Türk hükümeti bu gibi müdahaleleri kabul edemez. Saltanatın kaldırılması, Türklerin asrın icaplarına uygun bir varlık temin etmek için eskiden beri kökleşmiş ve köhne engellerden kurtulmak hususunda besledikleri kati azmin inkâr edilmez delilidir.

“Türk milleti siyasi, adli, iktisadi, hukuki münasebetleri beynelmilel kaidelere ve mukabelebilmisil esasına göre kati surette tayine azmetmiştir. Hiç kimse bu taleplerin aşırı olduğunu ve bu istekleri ileri sürmeye hakkımız olmadığını iddia edemez. Bunlar, bütün dünya kavimlerinin itiraf ve tecrübeleriyle sabit olduğu gibi bir milletin varlığı ve inkişafı için vazgeçilmesi imkânı olmayan şartlardır. Bu sözlerimin necip ve kahraman İsviçrelilerin kalbinde bir makes bulduğunu işitmekle bahtiyarım. Vatandaşlarıma karşı gösterdiğiniz alaka ve iyi hislerden dolayı sizlere bir daha teşekkür ederim.”

 

 

 

 

 

Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[24]

(19. 12. 1922)

 

NO. 176

Lozan’da İsmet Paşa’dan Ankara’da Mustafa Kemal Paşa’ya

19 Kânun-i evvel 38

(19 Aralık 1922)

Aziz kahramanım, reisim ve kardeşim.

Tehassürümün [tahassürümün] derecesini ifade edemem. Anadolu’da aylarca görüşemediğimiz zamanlar olmuştu. Ama kendimi bu kadar uzak ve istediğim zaman hemen sizi bulamaz görememiştim. İstediği zaman sizinle konuşmak ve buluşmak ihtimali bile biz insanların en büyük kuvveti olduğunu bir daha tecrübe ediyorum.

Konferansın hassa–i mesaisini (10 Kânunuevvele kadar) takdim ediyorum. Bu mesaiye hazırlanmak için çok çalışılıyor. Şimdi ben 15 Kânunuevvel akşam raporunu bitirdim. Bu mektubu yazıyorum ki saat sabahın dördü oluyor. En uzun çalışmak yorgunluğunda senin bir hâtıranı anlatmak yeni bir hayat kudretindeki tesiri yapıyor. Benim güzel paşam, bilmezsin bu anda ne kadar tahasasür ve teessürüm vardır.

Bana ordudan malumât veriniz. Büyük kumanda makamlarında tebeddül var mıdır? Bir telgrafını aldım. Sureti umumiyede  istirahat ve memnuniyetini ifade ediyordu. Bana büyük teselli oldu. Ne kadar tehacüm içinde bulunduğumu ve bundan ne kadar sıkıldığımı mükemmelen tasavvur edersin. Fakat senin herhangi bir imzanın derece–i şifasını da bildiğin halde bundan niçin imsak ediyorsun Mutmain olman için söyliyeyim ki iyi çalışıyoruz.

Ben Sana hiç bu kadar silik ve rabıtasız yazmamıştım. Tekrar edeyim ki tahassürümün şiddetindendir. Neticeden memnun olacak mısın; bahusus tekrar görüşebilecek miyiz?

Hayatımdan Suret–i umumiyede memnunum. Heyetimizde ahenk ve intizam vardır. Ciddiyetle çalışıyoruz. İş hakkında ne yazayım, raporumu okursun. Şahsen mevkiim suret–i umumiyede saygıya müstenid addolunabilir. İsviçre muhitinde dahi mevkiimiz vardır.

Benim güzel şefim, sevgili kumandanım. Seni ne vakit göreceğim? Gözlerinden öperim. Çok laubaliliğimi affet, çok tahassürüm.

Kelimeler çok eksik ve içim hiç tatmin edilmemiştir.

İSMET

 

 

 

 

 

Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[25]

(22. 12. 1922)

 

NO. 191

Heyet–i Vekîile Riyâsetine

 

Zâta mahsusudur       22 Kânun-i evvel 38

(22 Aralık 1922)

No. 125

Maliye işlerimiz iyi değildir. Düşmânın metâlibi çoktur. Adamları son derece kuvvetli mütehassıs, musırr, ve mukni’dir. Hükümetten aldığımız ta’limât da mütehassısların söylediğine göre mümkinü’l–icrâ değildir. Ben memleketin bütün maliyecilerini etrafıma topladım. Hasan Bey*, Ferid Bey**, Cavid Bey***, Şefik Bey aralarında ittihâd–ı efkâr olmuyor. Bu ahvâl tahtında Hasan Bey ahvâli bir def’a Ankara’ya şahsen anlatmağa lüzûm–i kat’î görüyor. Benim istisâsime göre müşarün ileyh çok müşkilât karşısında kendisini kuvvetli görmüyor. Müşârün ileyh murahhas olduğundan re’sen i’zâmı salâhiyetim dahilinde değildir. Evvel emirde hükümetten me’zuniyet istedim. Ferid Bey heyet–i murahhasaya me’mûr ediliyor. Hasan Bey gidip gelinceye kadar iki murahhas ile iktifâ câizdir. Zaten herkesin iki murahhası vardır. Bir def’a Ankara’ya gitmek bizzat Hasan Beyin de taleb ettiği bir tedbir olduğundan bunun tervîcini rica ederim.

İSMET

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[26]

(22. 12. 1922)

 

No. 194

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

 

No. 135                Lozan, 22 Kânun–i evvel 38

      (22 Aralık 1922)

Zâta Mahsûs

Marki Garroni’nin gala ziyafetinde şetâret içinde bulunduk. Büyük ziyâfetlere büyük milletlerden başka kim gidebilir. İtalya, Fransa, Britanya, Türkiye murahhasları mevkii ihtiramda, diğer milletler kendi sıralarındadırlar. Curzon ile ziyâfete riyâset eden İtalyan hanımın tarafeyninde bulunduk. Geçen gün de böyle idi. Curzon bir aralık bana “çetenin sıhhatine içiyorum” dedi. Sonra ben de onun sıhhatine içtim. Liste üzerine imza atarken birkaç defa hep benim altıma rastgelen Curzon bana dedi ki “hep ayağına rast geliyorum, çekemem.” Sonra bir defa “tepene imza ediyorum” dedi. Birkaç gündür pek ziyâde gerginlik hüküm sürüyor. Bugün de gündüz böyleydi. Gelip geçici buhranlar ile zâhirî tatlılık arasında çok gergin vakit geçiriyoruz. Ziyafetten sonra işte saat üçtür ki raporu bitirdim. Birkaç saat istirahât edeceğim. Nasılsın? Sıhhatinden, neş’enden bize kuvvet ver şanlı Gazi. Görüştüğümüz zaman saçlarımı bembeyaz, yaşımı on sene ileri bulacaksın.

İSMET

 

 

 

 

 

Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[27]

(10. 01. 1923)

 

NO. 324

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

No. 217                10 Kânun-ı sânî 39

       (10 Ocak 1923)

 

Şeyh Sunnusi için Marki Garroni ile bir kaç gün evvel görüştüm. Hükümetinden soracağını söyledi. Şeyh Hazretlerinin ilk önce müracaat ve arz–ı hizmet ettiğini söyledi ve müstağni göründü. Şimdiye kadar bu babta bir malûmat vermediler. Alınacak malûmat derhal arzedilecektir.

İSMET

 

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[28]

(20. 01. 1923)

 

NO. 390

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

 

No. 250                               20 Kânun-ı sânî 39

       (20 Ocak 1923)

Büyük ziyaın* murahhas arkadaşlarımızla cümlemizi cidden ve samîmen müteessir ettiğini arzeder Hey’et–i Murahhasa nâmına kıymetdâr vücudunuza âfiyet ve selâmet temennî eylerim.

 

İSMET

 

 

 

 

 

Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[29]

(23. 01. 1923)

 

NO. 414

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

 

No. 262                23 Kânun-i sânî 39

      (23 Ocak 1923)

 

Bugün son derece buhranlı oldu. Curzon bütün vesâitini bütün gün isti’mâl etti. Musul’un siyâsî muharebe günüdür. Konferansın mebâdisinde olmadığımızı bütün cihân efkâr–ı umûmiyesine karşı Musul yüzünden sulh âlemini tehlikeye koymak mes’uliyeti ağır olduğunu iddiâ ve Musul’u taleb ettim. Cemiyyet–i Akvâm’a müracaat etmeğe karar verdi. Onun mahrem niyeti sulh projesinin hey’et–i umûmiyesini pazarlığa koymazdan evvel Musul mes’elesini halletmek idi. Çünkü müşkil vaz’iyete girdi. Ve ric’at etti. Büyük müsademe akabinde İspanya Sefirinin ziyafeti münâsebetiyle anladım ki İtalya ve Amerika mahâfilinde meserret var idi. Belki muzafferiyet günüdür. Zafer çok buhrânlı günde olur. Fakat anlaşılmaz. Ben böyle söz sarfetmişim. Bilesiniz ki çok yorgunum. Üç gece uyumadım. Bugünkü Musul müsâdemesini düşündüm. Curzon inkıta karşısında şimdilik ric’at etti. Büyük ve mütemâdi tertibât ve tehdidât yaptı. Çok yoruldum. Benim güzel Gazi Şefim beni bu kadar imtihâna niçin fedâ ettin. Büyük ziyâfetlerin birinci damlasını hep senin sıhhatine ve en büyük buhrânlardan sonra benimle içerler. Selâm selâm! Acab seni tekrar görecek miyim? Curzon sandalyesinde yığılmış idi. Vedâ’ ederken Garroni bana çok çalımlı halin var diye gülüyordu. İngiliz’i Musul yüzünden sulhu tehdîd eder gösterdik. Dehşetli propaganda ve mücadele.

                                                                                                                   İSMET

 

 

 

 

 

Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[30]

(24. 01. 1923)

 

NO. 424

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

 

No. 270                        24 Kânun–i sânî 1339

      (24 Ocak 1923)

 

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine mahsustur.

 

Çiçerin’den aldığım 22 Kânun–i sani tarihli mektubta muhterem validenizin ziyaından pek ziyâde müteessir olduğu ve Türkiye’yi yeniden tesis ve İstanbul’u ikinci def’a fethedip Türk milletinin prestijini kazanan Zat–ı Âlilerinin kederine tamâmile iştirâk ettiği bildirilmekte ve iş bu hissiyatın Zat–ı  Devletlerine arzı rica edilmektedir. Bundan mâadâ müşârünileyh birkaç senelik bir teşrik–ı mesâi sâyesinde muzafferiyetimizde hissesi olmakla müftehir olduğunu ve eski ve yeni Türkiye’yi yekdiğeri ile mukayese ettikten sonra Türk milleti ve onun kahraman Reisi ile Rus teşrîk–i mesâisinin İstanbul’un emniyetini kâfil yegâne tedbir olan Boğazların harp gemilerine mesdûdiyetini istihsâl edebileceğini beyan ve bu neticeyi görmekle bahtiyâr olabilmek ümmidini izhar eylemektedir.

 

Alacağım cevâbı derhal kendilerine iblâğ edeceğimi arzederim.

                                                                                                                             İSMET

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[31]

(26. 01. 1923)

 

NO. 438

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

 

No. 278                                26 Kânun-i sânî 339

        (26 Ocak 1923)

Zata mahs’usdur

C. 25 Kanun–i sânî ve 321 numaraya:

 

Fransızlar bize hiçbir şeyde müsaid değildirler. Onlardan hayır yoktur. Sulh olmadığı halde dahî inşâata devam etmek ve ikrâzı yapmak şartını ayrıca te’min ederek Çester’i [Chester] tercih etmek muvâfıktır.

                                                                                                                    İSMET

 

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Bakanlar Kurulu Başkanlığına

Gönderilen Mesaj[32]

(27. 01. 1923)

 

No 442

Hey’et–i Vekile Riyâsetine

 

No. 281                27 Kanûn–i sânî 39

       (27 Ocak 1923)

26 Kânun–i sânî raporudur.

 

1 – Bir iki tâlî komisyon son işlerini bitirip rapor yaptılar. Fransızlar verdikleri yeni projelerde yeni ağır maddeler göstermişlerdir. Fransızlar ya bizim sulh yapmamızı istemiyorlar veya hem bize her fenalığı yapmak hem de yüzümüze gülerek hazmettirmek kabil olduğuna kani’dirler. İnkısâr intibâhımızı sarîh bir sûretde kendilerine ihsâs ettim. Bugün bana eğer inkıtâ’ olursa Suriye’de dahî Fransızlara hücum edileceği rivâyetinin esâsını sordular. Vazifem sulh yapmağa çalışmaktır. İnkıtâ’ olursa mâbaadını bilemem dedim. Ciddi infiâlimizi Mougin’le hissettirmeliyiz. Son âna kadar İ’tilâfa sadâkatımızı muhâfaza ettik. Son âna kadar kendilerinden iğfâl gördük.

 

2 – Müttefikler Konferansı inkıtâa götürdüklerinden bu hâlde Amerika ile ayrı muahede yapmak imkânını istîzâh ettim. Burada olamayacağını, Konferanstan sonra hükümetten alacakları ta’lîmâta göre hareket edeceklerini bildirdiler. Denildiğine göre çarşamba günü alenen bize muâhede projesi verecekler. Cuma günü Curzon gidecek diğer hey’etler kalacaklar. Müttefikun aleyhdir ki vaz’iyet ağırdır ve vâhamet Musul’dan münbaisdir.

 

3 – Bugün burada hey’etimiz a’zâsına gazeteciler demişler ki burada böyle taleb ve iddiâ ediyorsunuz. Halbuki milletiniz orada sulh istiyor. Bu gibi zaîf tereşşihâta [tereşşuhata] mahal verilmemesini bilhassa rica ederim.

 

                                                                                                                             İSMET

 

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Bakanlar Kurulu Başkanlığına

Gönderilen Mesaj[33]

(30. 01. 1923)

 

No 460

İcra Vekilleri Riyâsetine

 

 

No. 290, 291                      30 Kanûn–i sânî 39

       (30 Ocak 1923)

 

 

Madde 1 – Müttefikler hazırladıkları muâhede projesini verdiler kurye ile geliyor.

Son günlerde bilinenden ağır şekildir. Musul Cemiyyet–i Akvâm meclisinin vereceği karara ta’lîkan 15 milyon Liralık ta’mirâtı Yunanlılarla mütekabilen bağışlamak gibi mevâdd–i malûmeden mâadâ İstanbul kuvveti dâhil olduğu halde Trakya’daki kuvvetimizin yirmi bir bin kişiye tahdidi kapitülasyonların adlî sisteminde beyânât hâlinde muhtelit mahâkim usûlü, ticarî ve adlî müttefiklerle takarrür eden mevâddın sâir bilcümle teşmîlî gibi mevâdd vardır. Muâhede ağırdır. Konferansta görüşülen mevâddan reddolunanlar ibka olunduktan mâadâ yeniler de ilâve olunmuştur.

Trakya hududu Karaağaç’ı vermeyerek evvelki hududdur.

 

 

 

No. 291

 

Madde 2 –  Amerika murahhasının telkinâtı şudur: Musul mes’elesini hakeme havâle etmek. Müttefiklerin istedikleri tazmînâta mukabile zabtettikleri beş milyon altın lira ile İngiltere’deki gemilerin bedelini hasretmek ve sâir mesâil–i mâliyeyi hakeme hâvale etmek ve Yunan ta’mîrâtına beddel kim ne aldı ki siz alacaksınız mütâlaasiyle iktifâ etti.

 

Kapitülasyonlardan hiç bahsetmeyerek ilgaya devâm etmek gibi şerâitle sulh mümkündür. Şerâitin sun’î olarak ağırlaştırılmasına bakmayınız. Başmurahhaslar toplanırsak esâsları sür’atle hallederiz diyor. Curzon gidecek. Hariciye müsteşarını murahhas olarak bırakacak, herkes kalacak, bir çâre–i hall aranacaktır.

 

Musul içün re’y–i âm usûlünü ve kendileri ile ayrı sulh imkânını mevzû–i bahs ettim. Her ikisi aleyhinde bulundu. O halde Musul’un hakeme hâvalesini kabul eylediği (taktirde) müzâkereye başlamak mümkündür. Yahud ısrâr ile inkıtâa gitmek lâzımdır. Evvel ma’rûzâtımda bunu söyledim.

 

                                                                                                                             İSMET

 

 

 

 

 

 

 

 

Lozan Konferansının İlk Evresinin Sonlarına

Doğru Türk Gazetecilere Yapılan Açıklama[34]

 

Proje verildikten sonra Lozan’daki Türk gazetecileri hemen başdelegemizin etrafını alarak ilk izlenimini öğrenmeye çalıştılar. İsmet Paşa sakindi. Vaziyeti soğukkanlılıkla muhakeme ediyordu. Müttefiklerin bu tehlikeli oyununu hayret verici bir sessizlikle karşılamıştı.

 

“Muahede projesi hakkında fikir dermeyan etmeye lüzum yoktur” diyordu. “Uzun uzadıya tetkik etmeden diyebilirim ki müttefikler bunu bize vermekle sulhun imza edilmemesini kastediyorlar. Burada geçirdiğimiz iki buçuk ay, bütün o münakaşa ve müzakereler bir komedyadan ibaretmiş. Nihayet bize konferanstan daha evvel hazırlamış oldukları teklifleri dermeyan ediyorlar. Lozan Konferansı 13 İkinciteşrinde toplanacaktı. Müttefikler Lozan Konferansından evvel Paris’te bir içtima akdettiler ve bu içtimanın nihayetinde bir beyanname neşrederek şark sulhunun bütün maddelerinde anlaşmış ve birleşmiş olduklarını ilan ettilerdi. Burada uzun uzadıya teklifler, mukabil teklifler, münakaşalar cereyan etti. Bütün bunların bir sahne oyunundan başka bir şey olmadığını şimdi anladım. Çünkü verdikleri bu muahede ile Lozan Konferansının müzakereleri arasında büyük bir münasebet yoktur. Komisyonlarda hiç görüşülmemiş  bir çok maddelerin muahedeye konduğunu görüyorum. Aramızda kararlaştırılmış, taayyün etmiş bir çok meseleler muahedede şiddetlendirilmiştir. Bu şerait dahilinde sulh nasıl imzalanır? Trakya’da bulunduracağımız kuvvetlerin sayısı tayin edilmişti. Muahedede bu sayı bize hiç sorulmadan eksiltilmiştir. Düyunu umumiye idaresi âdeta Türkiye devleti içerisinde başka bir devlet haline konmak isteniyor. Anlaşılıyor ki iki buçuk ay evvel İngiltere ve Fransa arasında takarrur etmiş bir takım şartlara müttefikler konferans süsü vermek istediler. Artık her şey anlaşıldı...”

 

İsmet Paşa odasında aşağı yukarı gezinerek konferanstan duyduğu bu umutsuzluğu anlatırken ne gözlerinde endişe gölgesi, ne de çehresinde bezginliğin çizgileri vardı:

“Evet” diye devam etti. “Sulhun şimdi olmasını istemiyorlar. Belki kendileri için daha menfaatli başka vaziyetlerin husulünü bekliyorlar. Fakat cihan efkârı karşısında bunu mesuliyeti bizim değildir.”

 

 

 

 

 

Lozan’dan Bakanlar Kurulu Başkanlığına

Gönderilen Mesaj[35]

(04. 02. 1923)

 

No. 499

İcra Vekilleri Riyâsetine

No. 313, 314                      4 Şubat 39 (1923)

 

3 Şubat raporudur:

 

Madde 1 – Bugün baş murahhaslarla mülâkât ettim. A’zamî şerâiti söylediler. Trakya’da tahdîdât–i askeriyeden vazgeçtiler. Borçların sermâye üzerinden taksimini kabul ettiler. Ellerinde bulunan beş milyon altın ile İngiltere’deki gemiler bedelini karşılık tutarak taleb ettikleri on iki milyon altın ta’mîrâtdan vazgeçeceklerini, Amerika murahhası vâsıtası ile istimzâca cevâben ihsâs ettiler.

 

Adlî sistemde tarafımızdan beyânât ile iktifâ olunacağını tasrîh ederek bu beyânâtda müşâvirler istihdâmını ve kanunlarımızın ıslâhını ve müşâvirlere ba’zı vazâif ta’yînini ifâde ediyorlar. Yunanlılardan her halde peşin bir şey almak mütebâkîsini tahkîk (bu kelime açılamamıştır)* eylemek tarzında kat’î teklifime daha bir şekil bulamadılar. Dört Şubat akşamı mühlet bitiyor ve İngiliz hey’eti avdet etmek kararını muhafaza ediyor. Müttefikler bizden bugün kat’î cevâb istiyorlar.

 

No. 314

 

Madde 2 – 370 numaralı ta’limâtınızın birinci maddesi mesâil–i mâliye adliyede tebeddülâtdan dolayı kabil–i tatbik değildir. Bununla beraber mes’eleyi ta’lik ve Ankara’dan ta’limât ahzı da kâbil bulunmuyor.

 

Va’ziyyete göre ittihâz ettiğimiz karar şudur:

 

Şimdiye kadar tevâfuk hâsıl olmuş veya yakınlaşmış mevâdd ya’ni Musul’dan mâada mesâil–i arziye, Boğazlar, ekalliyetler, takrıben gümrük, takriben düyûn–i umûmiye, üserây–ı harbiye ve mekâbir ve sâir mukavelâtı ta’dâd ederek ihtilâf mevcud olan noktalar, ya’ni alelumûm mesâil–i iktisâdiyeye ve ecnebilerin ikâmet (burada bir kelime açılamamıştır) ..sindeki farkları irâye eylemek, tevâfuk hâsıl olan noktaları imzâ ederek bir sulh yapmak, ihtilâf mevcud olan noktaları müzâkereye devam etmek sûretinde teklif hazırlıyoruz. Musul’u bir sene zarfında İngiltere ile halletmek şeklini de irâe eyleyeceğiz. İnkıtâ’ muhakkak gibidir.

                                                                                        İSMET

 

 

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Bakanlar Kurulu Başkanlığına

Gönderilen Mesaj[36]

(06. 02. 1923)

 

No. 504

İcra Vekilleri Riyâsetine

No. 318, 319                        6 Şubat 39 (1923)

 

Beş Şubat raporudur:

 

Madde 1 – Fransız hey’eti öğle vakti avdet etti. Hareketinden evvel Bompard ile defeâtle görüştüm. Amerika ve İtalya ve diğerleri henüz gitmediler. Mülâkâtımın hülâsası şudur:

Zâhiren ittihâz ettikleri tedâbire göre Konferans resmen inkıta’ etmemiştir, devam ediyor. Adlî sistem hakkında yapılacak beyânnâme husûsunda en sorn bir şekle muvâfakat ettim. Bu muvâfakatımı bildirirsem ve muâhedenâmenin mevâdd–ı iktisâdiyesinin çıkarılmasını taleb ederek mütebâkisini aynen hey’eti aslıyesini imzâ edeceğimi yazar isem Amerika ve İtalya ayrı ayrı bana tavassut ederek gidenleri toplayacaklarını söylediler. Diğer mevâdd üzerine ufak ufak fakat hey’et–i umûmiyesinde mühim ta’dilât yapılmasına meyyâl değildirler.

 

 

No. 319

 

Madde 2 –Va’ziyyeti ber vech–i âtî mütâlaa ettik: Konferans resmen devam ediyor nazariyesi altında bizim evvel emirde Ankara’ya avdetimiz lâzımdır. Çünkî verdiğimiz şerâitde fevkalâde fedâkârlık ettiğimiz halde istihsal olunan netâyic bir def’a orada mütâlaa adilmek icab ediyor. 7 Şubat sabahı bir kâtib bırakarak avdet etmek ve Yunanlılar içinden geçmemek içün Köstence ve Burgaz tarîklerini arıyorum. Bu sûretle bir iki gün geç kalacağım. Tavassut tekliflerine Ankara’ya gidip gelmek mecburiyetinde olduğumu söyledim.

 

Madde 3 – Hükümete teklifâtım ber vech–i âtîdir:

 

A – Konferansın inkıtâı resmen tebliğ olunmadığından devam etmektedir. Ba’zı hey’et–i murahhasaların hükümetlerine gitmeleri gibi fâsıladan istifâde ederek Türk murahhasları da merkez–i hükümete geliyorlar.

 

B – Orduyu maddeten ve ma’nen kavî ve hâzır bulundurmak.

 

C – Memlekette sulh olmadığından dolayı endişe izhârına katiyyen mahal vermemek.

 

D – İngilizlerle hiçbir noktada müsâdemeye mahal vermemek.

 

                                                                                        İSMET

 

 

 

 

 

 

Konferansın Kesintiye Uğradığı Dönem

 

 

 

Lozan Konferansının Kesintiye Uğraması

Üzerine Gazetecilere Verilen Demeç[37]

(05. 02. 1923)

 

Efendiler, sulh akdetmek için 11 İkinciteşrinde Lozan’a herkesten evvel geldik. Bütün konferans esnasında en büyük fedakârlıkları yaptık. Dünya efkârı bunları tasdik edecektir. Müttefiklerin tekliflerine karşı cevabi tekliflerimizi bildirdik. Bunlara yazıyla cevap almadık. Bugün görüyorum ki bütün murahhaslar payitahtlarına gitmişlerdir. Konferansın inkıtaına dair hiç bir taraftan tebligat almadım. Bilakis, konferans umumi kâtibi, konferansın kesilmiş sayılmadığını, yalnız başka zamana bırakıldığını söylüyor. Bu vaziyet karşısında ben de konferansı inkıtaa uğramış telakki etmiyorum. Yalnız fırsattan istifade ederek, diğer murahhasların yaptığı gibi, bütün murahhaslardan sonra, Ankara’ya gidiyorum. Diğerleri gibi ben de hükümetimle görüşmek ihtiyacındayım. Vaziyet bundan ibarettir.”

 

 

 

 

 

 

Lozan Dönüşünde Bükreş’ten

Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[38]

(10. 02. 1923)

 

NO. 523

İsmet Paşa’dan İcra Vekilleri Riyâsetine

 

                                                                                              Bükreş, 10 Şubat 39 (1923)

(Vürudu 11 Şubat 39)

Gazi Paşa Hazretlerine mahsustur.

 

Cihanın vaziyeti umumiyesinde harp endişesi vardır. Herkes isteyerek veya istemeyerek bu ihtimali mevzubahis ediyor. Biz kısmı azamını istihsal etmiş olduğumuz sulha kat’i olarak varabiliriz. Fakat ufak sebeplerle hiç kimse istemediği halde harp de vaki olabilir. Ahvali tesadüf ve fevrana bırakmayınız.

 

Yakından sıkı bir inzibat ile vaziyete hâkim olunuz. Avdetime kadar ahvali muhafaza etmek elzemdir. İzmir hadisesi üzerine buralarda harbin kabili ictinab olmadığı zihniyeti hasıl olmuştur.* Böyle bir zihniyet karşımızdakileri ümitsizliğe ve şiddete sevkedebiliyor. Derhal Ankara’ya gelmenizi istirham ederim.

                                                                                                              İSMET

 

 

 

 

 

Lozan Dönüşünde İstanbul’dan

Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[39]

(13. 02. 1923)

NO. 536

İstanbul’dan Adnan Beyefendiye

 

Cevap 13                                      13 Şubat 1923

Saat: 11.30

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

Ankara’ya beraber gitmek (hakkındaki) telgrafınızı aldım, samimen teşekkür ederim. Eskişehir’de birleşecek surette hareket ederiz.*

İSMET

 

 

 

 

 

Lozan Dönüşü İstanbul’da

Konferans Hakkında Verilen Demeç[40]

(16. 02. 1923)

 

İsmet Paşa’nın vatan toprağına ayak basar basmaz konferans hakkında söyledikleri şu oldu:

“Lozan’a herkes istediklerini cebine koyup gelmişti. Çok mücadele ettik. ‘Konferans inkıta bulmadı’ prensibini herkes kabul etti. Fakat bu esas benden çıkmadı. Galiba geçen pazar günü idi; İngiliz murahhasları Lozan’dan hareket ettiler. Ertesi gün Mösyö Bompard’la görüştüm. Sordum: ‘Ne olacak?’ İnkıtaın resmen bildirilmesini istedim. Mesuliyetin ağırlığından bahsederek vaziyete göre Mudanya Mütarekesinin bitmesi lazım geldiğini söyledim. Mösyö Bompard, ‘Hayır, konferans inkıta bulmamıştır’ dedi. Bundan sonra konferansın başka bir zamana bırakılması lafları ortaya çıktı. Şimdi vaziyet bu merkezdedir. Konferans umumi kâtipliği Lozan’da kalmıştır.

 

“Görüştüğümüz başlıca meseleler; toprak meseleleri, bilhassa mali ve iktisadi meseleler sona bırakılmış, halledilememişti. Nihayet toprak meselesini bağladık, fakat mali ve iktisadi meseleler bağlanamadı.

“İktisadi meseleler pek çoktur. Büyük kısmı iki taraf arasında uzun uzadıya görüşüldü, fakat aradaki noktai nazar ihtilafları halledilemedi. Verdikleri muahedeye bu meselelere dair hiç görüşülmemiş maddeler ilave etmişlerdi. İktisadi meselelerde kati ısrar gösterdim, buna mecbur idim. Hakikatta bizce toprak meselesi ikinci derecededir. İktisadi bakımdan kurunuvusta memleketi olamayız. Bizi bu derekede görmelerine de tahammül edemeyiz. Yeni Türkiye’nin yaşamak azminde olduğunu söyledim. Hasarat ile mali meselelerde henüz uyuşamadığımız kısımlarına ait bir çok maddelerin hususi müzakereler sonunda muahededen çıkarılması kararlaştı. Bununla beraber yine üzerinde anlaşılmayan maddeler kalmıştır. Bunlar hakkında mukabil teklifler yaptık. Neticede mesela düyunu umumiye idaresinin vereceğimiz imtiyazları tasvip etmesi kaydı kaldırıldı. Müttefikler hususi müzakereler sonunda harp hasaratı ve tazminat meselesinden tamamen vazgeçtiler. Evvela 15 milyon altın lira istiyorlardı. Bu parayı senede 900.000 altın lira ödeyerek 37 senede vermemizi teklif ettiler. Sonra bunu 12 milyon liraya indirdiler. ‘Bu talepten vazgeçmezseniz sulh olmaz. Memleketime bir kuruş bile borç götüremem.’ dedim. Lord Curzon Fransızları bu istekten vazgeçirmeye çok çalıştı. Nihayet bu meselede, biz de, birinci tertip evrakı nakdiye karşılığı olarak Viyana bankasında iken müttefiklerce el konan beş milyon altın lira ile İngiltere’ye bedelleri verilmiş dretnotların iadesinden vazgeçtik, bu suretle takas yaptık. Yunanlılardan istediğimiz tazminat meselesi son ana kadar halledilmişti. Kararlaştırılan nihai şekle göre biz ve Yunanlılar aramızda anlaşacağız.

“Ben en son olarak dedim ki: İktisadi meseleleri toptan muahededen çıkaralım ve diğer esaslı meseleleri çabucak müzakere ve imza edelim. Evvela red, sonra kabul ettiler. Fakat ihtirazi kayıtlar koymaya kalktılar. Bu maddelerin muahede projesinde kalmasını, fakat altı ay zarfında halledilmesini istediler. Bu teklife, bu şekilde bir muahedenin tamam olmayacağı cevabını verdim.

“Evvela Lord Curzon, sonra birer birer diğerleri gittiler. Ben de harekete karar vermiştim. Beni alıkoymak istediler. Mütemadiyen ‘gitme’ diyorlardı. Halbuki diğer taraftan gazeteleriyle benim kalmak istediğimi yazarak vaziyeti yanlış gösteriyorlardı. ‘Türklerin ayakları artık suya erdi’ demek istiyorlardı. ‘Gitme’ ısrarlarına cevaben ‘Beş günde Ankara’ya gider, beş gün kalır, beş günde de Lozan’a dönerim’ cevabını verdim.

“Adli kapitülasyonların en son şekli şudur:

“– İstanbul ve İzmir’de ecnebi adli müşavirler kullanacağız. Lahey mahkemesinin bitaraf devletler tebaasından mürekkep olarak vereceği bir listeden bu müşavirleri biz intihab edeceğiz. Bunu, sulhu elde etmek için en son olarak ben teklif etmiştim. Bunları mahkemeler haricinde, istediğimiz yerde kullanabileceğiz. İhtilaf noktalarından biri bu idi. Nihayet sulhu elde etmek için tarafımızdan yapılan müsaadelere işaretle, kararlaştırılan esasların hepsinin bir topluluk olduğunu söyledim. ‘Aksi takdirde bu müsaadelerin ilerde tarafımızdan kabul edilip edilmeyeceğini kimse bilemez’ dedim.

“Kararlaştırılan meseleleri teyit için yazılı bir beyanname istediler. O zaman ‘Ankara’dan yazarım’ dedim, hareket ettim. Sulh için her türlü fedakârlığı yaptık, fakat yalnız İngilizler değil, herkes kendi arzusuna göre bir sulh istediği için, sulhu yapamadık.

“Fransızlarla çok mücadele ettik, çok çarpıştık. Bunlar her meselede bizi apıştırmaya uğraştılar. Lord Curzon irili ufaklı bütün murahhasları söylettikten [konuşturduktan] sonra bana cevap verdirmek istiyordu. Halbuki o, kendi cevabını evvelden hazırlamıştı. Ben söylesem de hazır kâğıdını okuyacak ve ben söylemiş olduğum takdirde bana da cevap vermiş sayılacaktı. Bunun için cevaplarımı ekseriya ertesi güne bırakıyordum. Boğazlar ve hudut meselelerinde, bilhassa başlangıçta çekingen davrandım. Bin bir millet oraya toplanmıştı. Hepsinin ayrı ayrı görüşleri vardı. Evvela beni söyletmek istiyorlardı. Bu itirazımda haklı idim.

“Patrikhanenin siyasi ve idari imtiyazları kalmayacaktır. Hatta bizzat Lord Curzon, patrikhanenin ruhani sıfatından tecerrüt ettiği anda hareketimiz serbestisini muhafaza edeceğimiz hakkını alenen beyan ve tasdik etmiştir.

“Musul meselesini İngilizlerle aramızda bir sene zarfında halledeceğiz. Lehimize bir sureti hal bulacağız.

“Karaağaç’ta ısrarlarının iki sebebi var: Evvela küçük İtilaf devletleri Meriç’in garbına geçmemize katiyen karşı koyuyorlar. Koz olarak Yunanistan’ı kullandılar. Küçük İtilaf devletlerinde, hele Yugoslavya’da Meriç’in garbına geçince alabildiğine ilerleyeceğimiz zannı büyük bir hassasiyet halindedir. Bunlar başlangıçta blok halinde karşımıza çıktılar. Meriç boyunda bir bitaraf mıntıka yaratmak fikri ortaya atıldıktan sonradır ki endişeleri zail olmaya başladı.

“Bulgarlar Karaağaç ve Dedeağaç’ı istiyorlar. Bu mesele için boyuna Yunanlılarla tutuşuyorlar. Biz araya girdik mi, iki taraf için de ilk hedef oluyoruz. Bulgarla Yunanlı birbirinin can düşmanıdır. İngilizler Gelibolu’daki mezarlığın kutsi mahiyetinden, buradan gayri askeri olarak istifade etmek istediklerinden bahsettiler. Avustralyalı ölüleri ileri sürdüler; bu meselede çok propaganda yaptılar. Bununla beraber mezarlık İngilizler için hareket üssü olamaz. Gayrı askeridir, icabında kullanılamaz.”

İsmet Paşa, Poincaré tarafından mali meselelerin kabulüyle ekonomik meselelerin antlaşma dışında bırakılması şeklinde bir teklifle karşılaşıp karşılaşmadığı sorusuna şu şekilde cevap verdi:

“Bu yolda bir müracaat şifahen vuku buldu.”

“Şimdi vaziyet ne olacak?”

“Ben hariciye vekiliyim. Bugün ordu ile alakam mevcut değildir. Biz her türlü fedakârlığı yaptık. Dünya sulhuna hizmet etmek istedik. Yeni açılacak müzakerelerden evvel bir takım diplomatik muhaberelerin cereyan etmesi tabiidir.”

 

 

 

 

Lozan Konferansının Kesintiye

Uğramasına İlişkin BMM’de Verilen Söylev[41]

(21. 02. 1923)

 

Arkadaşlar, Lozan Konferansında cereyan eden müzakeratın hututu umumiyesini, konferansın nasıl talik olunduğunu ve bugün içinde bulunduğumuz vaziyetin ne olduğunu Meclisi Alinize arz etmek istiyorum. Henüz merkezi hükümete dün sabah yeni geldim, hükümetteki arkadaşlara da vaziyeti izah ettim. Fakat vaziyetin teferruatı üzerinde, konferansın mesaili muhtelifesi üzerinde ariz ve amik müdaveleri efkâr etmek için henüz vakit müsait olmadı.

Uzun müddetten beri son vaziyet hakkında bizzarur malumat almamış olan Meclisi Alinizi müstacelen vaziyeti umumiye hakkında tenvir etmek için bu celsei hafiyeyi rica ettim.

Arkadaşlar; bizim konferansta sulh mesailimiz başlıca üç grup halinde mevzuubahis olmuştur. Birincisi, siyasi mesail; arazi mesaili; siyasi mesail yani arazi mesaili, hudutlar, sonra boğazlar. Sonra yine siyasi mesail meyanında ekalliyetler. Başlıca bu meseleler ve buna müteferri mesaili saire.

İkinci büyük grup olarak malî ve iktisadî mesail mevzubahis olmuştur.

Üçüncü grup olarak da kapitülasyon namı altında belki dahili ve idarî dini denmesi caiz olacak mesaildir. Bu üç parça mevzubahis olmuştur. Düveli müttefika bir dereceye kadar her birisi hangi çeşit mesail ile daha çok alakadar ise o mesailin idaresini ve intacını o tercih ediyordu. Siyasi ve arzi mesaili İngiliz murahhası, malî ve iktisadî mesaili Fransız murahhası, kapitülasyon mesaili de İtalyan murahhası tarafından takip olunuyordu. Arazi ve hudut mesaili ile ve gerek diğer mesail ile halledilmiş diğer bir takım mesail vardır. Bu mesailin konferansta muhtelif celselerde ne suretle safahat geçirdiği hakkında Meclisi Alinin umumi malumatı lahik olmuştur. Çünkü daha evvel gerek heyeti murahhasadan gönderilen malumat ve hükümetinizin, azayı kiramın Meclisi Aliye izahat vermiştir. Fakat bir şey söyleyeyim ki; bu mesailden boğazlar mesaili üzerinde gayri kabili hal çok müşkülat vardır. Bir dereceye kadar tevafuku efkâr hasıl olmuştu bir dereceye kadar.

Bidayetten itibaren bu üç büyük grupun mesaisi esnasında bir çok meselede müttefiklerle hali ihtilafta bulunduk. Mesela arazi mesailinde hudutlarımızdan biz Garbı Trakya’da reyiam tatbik olunacağını, 1913 hududu ve Meriç’in Garbi olmasını bidayetten itibaren izah ettik. Bir çok delail ve efkârı umumiye karşısında bilcümle hüccetlerden bilistifade bu noktai nazarı müdafaa ettik. Müttefikler gerek delile ve gerek mantıka istinat ederek ve doğrudan doğruya bir takım siyasî delail serdederek noktai nazarlarını muhafaza ettiler. Hudut bugünkü huduttur. Çünkü Yunanlıların Meriç’in garbini ve elyevm tahtı işgal ve idarelerinde bulunan yerlerin bir kısmını istiyorlardı. Diğer bir kısmını reyiama havale ediyorlardı. Reyiam demek, ahalinin doğrudan doğruya bize karşı iltihakı ilan etmesi demektir ve bu tarzda telakki ettiler. Bu, Garbi Trakya’da istiklali idare ve istiklal talebinde bulunan Yunanlıların elindeki toprağı almak demektir. Onlar yine mukavemet ettiler. Yunanlılara yeniden fedakârlık tahmil ettirmemek için, İngilizler bunu şiddetle terviç ediyorlardı. Küçük antant dediğimiz Sırbistan itilafına şiddetle hücum ettiler. Sırplar diyordu ki; Türk ordusu daha sahile gelirken ve İstanbul’a yerleşirken ta Bosna Hersek’e kadar bütün anasır yerinden oynamıştır. Biz Sırplar, Hırvat ve Sloven namını taşıyoruz. Gerek istiklâli idare için ve gerekse hemcinsleri bulundukları hükümete iltihak etmek için ateş üzerindedirler. Hiç bir suretle ne istiklali idare için ve ne de istiklal için bir ümit verenlere biz şiddetle muhalifiz, dediler. Bu vaziyet hasıl oldu.

Vaziyeti umumiyeyi arzedeyim: Şimal hududu Ruslarla ve garp hududu Macarlarla meskun olduğu için cenupdan herhangi bir surette endişeye düşmek istemiyorlar. Onun için Trakya’ya yeni bir unsur grup kuvvetli bir surette istilaya başlarsa diye endişeler başladı. Onun için garbi Trakya’da bizim Trakya hududumuzla müteferri mesailde gerek İngilizler ve Yunanlılar ve antant doğrudan doğruya alakadar olarak İtalyanlar, Fransızlar müttefiklerine iltihak etmek zaruretini ileri sürerek müttehit bir cephe halinde bulundular ve bizi bu talebimizden vazgeçirmek için ısrar ettiler. Biz noktai nazarımızı muhafaza ettik ve mesele halledilmeyerek öylece muallak olarak kalmıştır.

Arazi mesailinde bilhassa şark hududunda Musul vilayeti meselesi vardır. Elyevm bilvasıta veya bilavasıta İngiliz işgali altında bulunuyor.

Bu Musul meselesinin bize iadesi mevzuubahis oldu. Bunu bidayette aleni celsede mevzuubahis etmek vardı. Hususi mülakatımla alakadar olan İngiliz mümessili ile görüştüğümüzde bunu aramızda bir sureti halle vardırmak için çalışalım, dedi. Kabul ettim. Hususi bir surette bir çok müdavelei efkâr ettik. Sonra yekdiğerimize muhtırlar [muhtıralar] teatisi başladı ve matbuata düşerek efkârı umumiye Musul meselesi üzerinde tahrik olundu. Mücadele ettik, muhtıralarında istinat etmek istedikleri delaile karşı ırkî, coğrafî, iktisadî, siyasî bir takım delaile istinat ederek ne cevap icabediyorsa cevap verdik ve kendi hakkımızı iddia ettik ve dünyaya neşrettik. Sonra bu meselede yekdiğerimizi ikna etmek ihtimali yoktur. O halde tekrar komisyonda mevzuubahis olunsun dediler, kabul ettik, tekrar komisyona çıktı. Biz Musul üzerinde kendileriyle anlaşalım, bir sureti hal bulalım dedik. Musul vilayetini derhal işgal edelim. Fakat onların iktisadî inkişafı ve petrollerinden istifade etmek vesaire gibi menafii varsa veyahut bir takım anasırı kendi aleyhlerinde tahrik edeceğimizden endişeleri varsa onu da tatmin edelim, bir sureti hal bulalım dedik. Onlar da bir sureti hal arıyorlardı. Musul şehrini kendi ellerinde muhafaza etsinler, eğer biz menafii iktisadiyesinden, petrollerinden dolayı vermiyorsak herkese verdikleri gibi onlar da bize bir hisse versinler. Umumi celsede mevzuubahis olduğu zaman mesele bu safhada idi. En nihayet son ve kati olarak bütün müttefikler müttehit bir cephe olarak inkıta tehdidi ile bizi tehdit ettiler. Bize Musul meselesinde ricate icbar ettiler. Mukavemet ettik, noktai nazarımızı muhafaza ettik. O gün hakikaten inkıta varken, diğer bir mesele daha varmış gibi talik olundu ve konferansa devam edildi. Arazi ve siyasi meselelerden olmak üzere bir de Gelibolu şibhiceziresi üzerinde bir büyük kuvvetimiz bulunsun istiyorduk. Bunlar ona kuvvetle şundan bahsediyorlardı:

Gelibolu şibhiceziresi o kadar dardır ki üzerine kuvvetli bir top koymak ve onu çevirir, çevirmez hemen boğazı kapamak demektir. Tahkimat yapmak gayri kabildir. Bizim de kuvvetli delilimiz Gelibolu şibhiceziresinde kuvvet bırakmamız boğazları kapatmak için değil, harbi umumide olduğu gibi, hariçten gelecek debarkman (deberguement)lara karşı müdafaa etmekti. Siz burayı işgal etmek mi istiyorsunuz? Yoksa boğazların işgalinden mi bahsediyorsunuz? Tarzında mücadele ettik. Bunlar müttehit olarak noktai nazarlarını muhafaza ettiler. Bu arzettiğim mesail, garbi Trakya’da garbi Trakya’nın hududu, Musul vilayeti ve Gelibolu meselesi doğrudan doğruya Yunanlılarla İngilizleri alakadar eden mesailden idi. Yunanlılar mağlubiyetleri müteakip atıldıktan sonra, yeniden kuvvetlerini garbi Trakya’da süratle tahşit ettiler. Sulhun istinat ettiği kuvvetlerden tazyik ve tehdit saiklerinden biri olmak üzere Trakya’da bazı mevki ettiler. Diğer Musul vilayeti meselesi veyahut Gelibolu’da bir garnizon meselesi doğrudan doğruya İngilizleri alakadar ediyordu. Sulh müzakeratının leh ve aleyhinde icrayı tesir edecek olan İngiliz donanma ve kuvvetidir. Buna istinat ediliyordu.

Arazi mesaili olarak İtalyan işgali altında bulunan Oniki ada mesaili vardı, ki konferansta mevzuubahis olmadı. Böyle düşünülmüştü. Esasen işgalleri altındadır. Kâmilen muahedeye dercetmek istemişlerdi. Bu kendileri için olmuş, bitmiş bir meseledir. Müttefikler arazi meselesinde adalar, Suriye hududu ve Musul meselesini yekpare bir mesele olarak bize tasdik ettirmek istediler. Fakat biz bütün kuvvetlerimizi birisi üzerine, bir mesele üzerine temerküz ettirmek için diğer meselelere temas etmeksizin yalnız Musul meselesi üzerinde teksif ettik. Onun için heyeti umumiyesini bir günde bir celse halinde getirip de birden çıkarmağı muvafık görmedik ve nihayet de bunların birisini halledelim diye nihayete kadar meseleyi sürükleyerek mukavemet ettik. Diğer meselelerde de gerçi müttehit cephe olarak gösteriyorlardı. Fakat hakikat bütün dünyaca malum olan yalnız Musul meselesi için konferansın bidayetinden nihayetine kadar arazi mesailinde büyük mesele olarak, halledemediğimiz büyük mesele olarak, hali ihtilafta kaldığımız malî ve iktisadî mesailde bidayetten itibaren bir çok esaslı meselelerde hali ihtilafta kaldık. Evvela, bu sulh muahedesiyle beraber borçlarımızın diğerleri beyninde fiilen ve hakikaten itminanbahş olacak bir surette taksim edilmesini teklif ettik. Onlar bize borçlarımızın taksimi hususunda füruğ ve eşkalinde ve ciheti tatbikiyesinde daima bizi tatmin edecek yollardan ihtiraz ediyorlardı. Mesela borçlarımız Berlin muahedesindenberi ayrılan memleketlere taksim olunacakmış, fakat bunlar taksim olunmamış idi. Onun için taksim olunacağından hakikaten emin olalım. Şekil olarak senevi verilecek faizlerin taksimiyle iktifa ettiler. Faizlerin de sermayenin taksimi gibi taksim olunmasını bir mesele ittihaz ettik. Malî mesailden düyunu umumiyeye ait daha bir takım şeyler vardır. Harp düyunu meselesi harbi umumi esnasında yaptığımız borçlarımızın Suriye ve Irak’a taksimini kabul etmediler. Malî sebepden ziyade siyasî meseleyi ileri sürüyorlar. Malî sebepler, yani siz harbi umuminin mağlubusunuz, halbuki borçlarımızı bize yüklüyorsunuz. Bu nasıl şeydir? Biz de onlara iddia ediyoruz, ki harbi umumiyi yapmış olan Osmanlı imparatorluğunda Suriye ve Irak dahildi. Bu İmparatorluk şimdi inkısama uğramıştır. O halde herkes borcunu alacaktır. Mesuliyet meselesini Osmanlı İmparatorluğu ile görüşünüz, onda Suriye ve Irak’ın Türkiye kadar mesuliyeti vardır. Bu, hali ihtilafta kaldı. Ayrılan memleketlerde Suriye’de Irak’ta devlete ait emlaki hususiye ve hazinei hassa emlâki bazı pek çok emlak vardır, ki bunların Türkiye’ye ait olmadığını iddia ettiler. Sonra İstanbul hükümetinin yaptığı mukavelat, bunların tasdik edilmesini istediler. Bunun için hali ihtilafta kaldık.

Bundan başka olarak iktisadî mesail namı altında malî mesailden maada tamirat* mevzuubahis idi. Onların bizden istediği tamirat ve bizim Yunanlılardan istediğimiz tamirat, Müttefiklerle yapılan müzakerede asıl kasdettikleri mesaili esasiyeyi nazardan kaçırmak istiyorlardı.

Mesela tamirat diye sarahaten ifade ettiğimiz bu kelime konferansın nihayetine kadar ifade edilmedi. Diyorlardı ki harpte tarafeyn tebaası zarar görmüştür. Binaenaleyh tebaamızın zararlarını ödeyeceksiniz. Nihayetine kadar buna mukavemet etmek için harpten dolayı tarafeyn zarar görmüşse yine tarafeyn ödesin. Nihayet münasip bir şekilde müttefikler tebaalarının zararlarını telafi için tamirat bedeli olarak otuz milyon lira altın istediler. Nihayet bunu on milyon lira olarak talep ettiler ve bu parayı 1337 [1921] senesi zarfında ödeyeceğiz. Senevi dokuz bin lira vereceğiz. Malî mesailden olarak borçların taksimi gibi bir de tamirat meselesi vardır.

Müttefiklere vereceğimiz para Yunanlılarla bizim aramızdaki tamirata gelince; Yunanlılar memleketimizi işgal ettikleri esnada tahrip etmiş oldukları her nevi gerek alıp götürdükleri, gerek öldürdükleri hayvanat ve her cins eşya ve zahire gibi vücuda getirdikleri maddî zararları alelmüfredat heyeti mecmuasının esmanını tamirat parası olarak istedik ki dört milyon altun para olarak istedik. Yunanlılardan biz istedik. Onlar gerek vaktiyle ve gerek bu zaman tehcir edilmiş olan hıristiyanların emlak ve arazisi olmak üzere el’an tediye etmekte oldukları masarif namı altında külliyetli para istediler. Bir çok münakaşatı siyasiye olmuştur. Bu, müttefiklerin istedikleri Türklerle Yunanlıların tamirat parasını yekdiğerine bağışlayacak şekilde ifade ettiler. Bunun da nihayetine kadar hali ihtilaftayız.

Sonra iktisadî mesail vardır. İktisadî mesailde belli başlı bir iki mesaili arz etmek isterim. Bizde ecnebi şirketler vardır. Eski Osmanlı kanunlarına göre teşekkül etmiş şirketler vardır. Bunların bir çok zararları olmuştur. Bu zararları, nasıl bizim tebaalarımızın zararlarını ödemeyi taahhüt edeceksiniz diyorlar ve bu şirketlere ait birtakım metalip dermeyan ediyorlar. Bunlar Türk tebaası, hukuken Türk efradıdır. Bunlara herhangi bir meseleyi beynelmilel bir ahitnamede, bunları kabul edebiliriz. Bunun lehinde ve aleyhinde delail vardır. Mesela diyorlar ki, böyle size bırakalım; ama bunları Osmanlı kanunlarına göre teşekkül etmiş ve Türk tebaası olarak muhafaza edeceksiniz. Fakat burada mevzubahis olan sermaye bizim tebaamızın sermayesidir. Şimdi buradaki zararları vermezseniz doğrudan doğruya mutazarrır oluyoruz, dediler. Türk tebaasının göreceği zararı nasıl vereceksiniz, bunları da vereceğiz deyin. Münakaşa ettik. Noktai itilafımız olan şudur ki biz, Türk tebaasına ait olan mesaili burada konuşabiliriz. Diğer büyük mesele olarak şimendiferler vardır. Bu Anadolu şimendiferleri siz istimlak iştira ettiniz, bunları bize devrediniz. Onu da böyle tarzı telakki ettik. Bizi tekalüfü [tekalifi] maliye altına sokarak yeniden kendilerinden borç alarak kendilerine vereceğiz. Kabul etmedik. Mevcut olan şirketlerin şeraiti imtiyaziyesini tadil ediniz birtakım imtiyazlar da vardır ki harbten evvel verilmiştir. Konuşulmuş muamelat tamam olmamış. 1913 senesinde verilmiş vasi imtiyazlar varmış ve bu imtiyazların şeraitini bugünkü şeraiti iktisadiyeye göre takip ediniz, diyorlar. Nihayetine kadar kaldık. Büyük mesail grubundan olmak üzere malî ve kapitülasyonlar mesaili vardır. Kapitülasyonlara ait olan mesele esasen adlî sistem üzerinde buhranlar vücuda getirdi. Biz bidayetten itibaren herhangi iki devlet yekdiğerinin tebaası için mütekabiliyet esasına müsteniden mukavelat akdediyorsa sizinle onu akdederiz ve en serbest hükümleri de kabul ederiz. Bundan başka bir şey yoktur. Onlar ona mukabil kapitülasyonlar usulünde haksız olduğunu esas itibariyle kabul ediyor, ancak muvakkat bir devrei intikal lazımdır. Onun içindir ki sizin hükümetinizde bir çok sermayeler yerleşmiştir. Bu sermaye bu şirketler gelirken mevcut olan kapitülasyonlar esasına istinat ediyorlar. Bu usul üzerine sermeye getiriniz dediniz, biz de sermaye getirdik. Şimdi bu usulü kâmilen kaldırıyorsunuz. Ne yapacağız. Sermaye isteriz. Onun için dört beş senelik bir müddet kabul ediniz, bu dört beş sene zarfında kalan bu ecnebi şirketler ya sizin yeni sisteminizi kabul ederler veya etmezler çekilip giderler, dediler. Böyle zahiren mukni ve makul görülecek bir şekilde kapitülasyonları tadil ederek idame etmek istiyorlar. Velev ki beş sene olsun adlî sistemde bidayetten itibaren esaslı bir fark yaptılar. Konsoloslar mahkemesinden vazgeçtiler, bunun için de bütün adliyeye ecnebi hâkim, hiç olmazsa muayyen yerlerde ecnebi hâkim usulünü mübeyyin bir şey teklif ettiler.

Ecnebi hâkimin sansürü altında artık münakaşaya girdik. Bidayetten itibaren hususi içtimalarda tâli komisyonlarda, umumî komisyonlarda müteaddit defalar müzakere edildi. Musırren dünyaya karşı propaganda ettikleri şey budur ki, biz bunu teklif ediyoruz sizin usulü idarenize Türk hâkimi koymak, usulü adliyeyi ecnebilere teminat bahis bir hale koymak lazımdır dedik, siz kabul etmediniz. Siz bize teminat veriniz bir usul teklif ediniz dediler. Biz, ecnebiler için bir usul teklif etmeye hacet yoktur. Her memlekette ne ise usul o usul bizde de aynen cari olacaktır, esasını teklif ettik. Kapitülasyonlar hakkında bütün müttefiklere Amerika, Japonya düveli selase ve diğerleri seslerini çıkarmıyorlar. Tabii yakından alakadar oluyorlar, ona şüphe yok.

Nihayetine kadar hali ihtilafta kaldığımız adlî sistemdedir. Onlar evvela hâkim dediler. Sonra hâkim vazaifini ifa edecek müşavir dediler. Müşavir namı veriyorlar. Fakat hâkim vezaifini gördürüyorlar. Mecliste bulunuyor. Mahkemede bulunuyorlar, İlamatın icraatına nezaret ediyorlar? Biz müşaviri usuli adliyemizde islahat için, usuli adliyemizde mevcudiyetimiz itibariyle sırf islahat memuru kabul etmiştik. İstikşafatında baktım ki bunu ortasında kabul edersek, ötesini kabul edemeyeceğiz. Bu meseleyi kapatamayacaklar. Ancak nihayet çalıştılar, biz de nihayete kadar bunun üzerinde çalıştık. Adlî müşavirler istihdamı suretiyle bir sureti tesviye bulmayı teklif ettim ve son tekliflerini söylesinler. O son teklif üzerinde bir sureti hal bulmaya çalışalım.

Malî kapitülasyonlar müzakeratı müsait bir surette ilerledi. Onlar esas itibariyle çok şeyden vaz geçtiler. Gerçi hali itilafta birtakım noktalar kaldı. Umumiyet itibariyle malî kapitülasyonlardan vazgeçtikleri kabul edilebilir.

Bir de ecanibin ikametine vesaireye ait mukavelat vardır ki bu mukavelat güzel ve müsait bir surette hal olunmakta iken vaz geçtiler.

Bu umumî tabloyu ikmal için bir de Ticaret mukavelesinden bahsetmek isterim. Evvela esas olmak üzere İstanbul’da evvelce mer’i olan % 11, % 15 Gümrük Resmini % 15’e iblağ ederek beş sene müddetle mer’iyetini teklif ettiler. Bu uzun uzadıya münakaşa olunduktan sonra, tarife esası üzerine diğer bir ticaret mukavelesi esası üzerinde müzakerata başlandı bir çok maddeler üzerinde mutabakatı efkâr hasıl olmuştur. Fakat kararı kafiye [kat’iye?] iktiran etmedi. Şimdi şu haleti ruhiyeye göre konferans nihayetine doğru giderken gerek arazi mes’elesini kapitülasyonlarda malî ve iktisadî mesailde hali ihtilafda olduğumuz halde ayrı ayrı halletmişiz. Bunların heyeti mecmuası bir anda müsaveme olacaktır. Bu müsaveme neticesi ne olacak kimse bilmiyor. Müttefikler bütün mesailin birden müzakere edilerek müsaveme edilmesi şeklini heyeti mecmuasını bir muahhede projesi şekline koyup vermeyi teklif ettiler. İlk tertibleri şudur:

Bu muahhede projesini verecekler, sonra gıyaben kabul ediniz diyecekler. Bizi bu muahhede projesini alarak buraya gelmeyi tevlit edecekler. Bu şimdi mevcut olan muahhede projesi o muahhede projesini tertip ettiren esas plan, hiç kimse inkıtaı yalnız kendi meselesinden dolayı vukua gelmiş addettirmesin. Bu reddolunacak olursa heyeti mecmuasiyle mücadele olupta inkıta olursa, mesuliyeti kendilerine atfettirmesin. Belki Musul meselesi üzerinde, şunda bunda inkıta oldu diyerek bizim noktai nazarımızdan hiç bir mesele halledilmemiş, olanların noktai nazarından mesuliyet ya İngiliz’dedir ya şundadır ya bundadır, tarzında dolandıracaklar. Muahhedeyi gördükten sonra baktık ki o zamana kadar konuşup halledilmiş olan bazı mesail tadil edilmiştir. O zamana kadar konuşup da hali ihtilaf da kaldığımız bazı mesail müttefiklerin noktai nazarı olarak ithal edilmiştir. O zamana kadar hiç konulmayan şey açıktan ithal edilmiştir. Biz mahalli bir yerde imtiyazat verecek olursak düyunu umumiye Meclisi bunun hakkında beyanı fikir edecek gibi değildir. Müsbet bir neticeye varmak için yapılmış bir tertip değildir. Bilakis muhakkak bir inkıta tahmin ederek, mümkün olduğu kadar çok milleti aleyhimize tahrik edecek mesail olarak ithal etmişlerdir. Mesela; adlî mesailde diğer meselelerden müteferri mukavelatta teklif ettikleri mevad alelıtlak diğer bitaraf milletlere de şamil olduğunu ilan etmek istiyorlardı. Gerek mesaili iktisadiye ve gerek mesaili maliyede diğer devletler daima müzakereye iştirak etmek istediler ve biz daima muhalefet ettik. Konferansa giremediler, iştirak edemediler. Bazı devletlerle hali harbde bulunuyoruz. Onlarla sulh temin etmek için gelmişizdir. Biz, cihana ait bir arazi var da onu temin edeceğiz, böyle bir matlabımız yoktur. Böyle bir mesele de yoktur.

Kim bizi mesul etmek istiyorsa, onu mesul yapmak için gelmişlerdir. Bir çok devletlerle, gerek kapitülasyon işleriyle ve gerek diğer mesail de tatmin edilecek tadilat yapıyorlar, İnkita olacak olursa şu veya bu bütün milletlerin ve bitaraf devletlerin hukukunu temin etmek için keenne hasbetenlillâh silaha sarılmışlarmış tarzında propagandaya başladılar. Bunları görüyor ve buna mukabil biz de müdafaamızı yapıyor ve neşrediyoruz. Efkârı umumiye müşevveştir. Yani bunlar böyle demekle tevellüt edecek netayici tatmin etmek istiyorlar. Biz ayırıyoruz ve bütün gürültüleri vuzuhuyle beraber şundan ibarettir diyoruz. Bütün bunları cesaretle, vuzuhla ifade ettikten sonra manavralar [onlara manevralar yapmak] düşüyor.

Şimdi muahhedeyi yukarda arzettikten sonra, bu muahedeyi son şekil budur diye Ankara’ya götürmek muhakkak inkita, muhakkak harbdir dedik. Niçin dediler? Çünki çok ağırdır. Bilirsiniz ki bunun bir çok mevaddı üzerinde konuşulabilir, dediler. Biz Ankara’ya böyle bir muahhede ile gidersek ve buradaki mevad üzerinde konuşulmak için vaz olunmuştur dersek buna kimse inanmaz, dedik. Lâf götürülür mü? Binaenaleyh bu behemehal inkitadır ve behemehal harbdir, dedik. Şimdiye kadar bir çok şeyleri konuştuk. Onların hulasasını veriyoruz.

Bir de heyeti umumiyesi üzerinde konuşulan parça parça meseleleri birleştirmişsinizdir. Onun üzerinde de konuşabiliriz, dediler. O zaman müttefikler arasında bir manzara hasıl oldu. Aralarında verecekleri karar daha mevkii tatbika konmazdan mukaddem sallandı. Fakat İngilizler tuttular orada beyanname verdiler: Nasıl şeydir bu muahhedeyi imza etmeden neşrediyorsunuz ki muahhedeyi verecekmişsiniz ama üzerinde tesiri de kalmıyor, dediler. Fransızlar bunu tekzip ettiler. Müttefikler daima hangi mesele bizim için diğer mesailden daha mülhemdir ve nihayet hangi meselelerin diğerlerinden daha ziyade ehemmiyeti vardır? Bunu anlamağa ehemmiyet veriyorlardı. Halbuki ifade ettiğim, teşrih ettiğim muhtelif mesail kendi sahasında hayatî ve değerli olduğu ve hiç fark göstermediğimiz için umumiyetle zan ediliyordu ki memleketin dahilinde taalluk eden malî ve iktisadî mesail nihayet bizim için haizi ehemmiyet olmayabilir. Bunları kabul ettirebilirler zan ediyorlardı. Herkesi kendi fikri üzerine mütalaa dermeyan ediyordu. Yalnız devletler inkıta vaki olduğu takdirde harbi fiilen deruhte etmek netayicinden dolayı, mesela İngiltere inkitaın kendi meselelerinden dolayı olmaması için muharebe ederken yalnız kendi işlerinden naşı muharebe etmiyor, bütün devletlerin menafii için muharebe ediyor manzarasını vermek için, son derece takyit ediliyordu. İngiliz Murahhası ile bu muahhede projesi hakkında görüştüm ve dedim ki, muahhede projesini gördüm ve resmen de vereceğiz. Bu muahhede projesi muhakkak inkitai tevlit edebilir. Şimdi bunun üzerinde, bazı mesail üzerinde anlaşmak kabil olduğunu ihsas ettirdiler. Ne ise o şekli görelim dedim. Bundan maksat; muahhedenin heyeti umumiyesi üzerinde kabili istihsal olan azamı şekil belli olduktan sonra takyit edelim, onların yapacakları feragatları yaptıralım muahhedeyi alalım getirelim. Bunu his ettiler dediler ki; yani bu kadar sarahaten bunu söylediler:

Muahhedeyi Ankara’ya götüreceksiniz, bunun üzerinde bir takım tadilat yaptıktan sonra imza edilmezse hepsini yırtarız. Şimdi bunun üzerinde tadilat olacak mı olmayacak mı? Bunun üzerinde konuşalım denildi. Bu esas olduğu zaman muahhede resmen verildi ve müttefiklerin her biri ayrı ayrı söz aldı, resmen ve alenen bir çok ağır beyanatta bulundular, kabul etmek, alenen ilan etmek lazımdır. Sulh alem için bunu kabul etmek elzemdir, dediler. İki gün sonra da İngiliz heyeti hareket edecekti. Muahhedeyi aldıktan sonra biz, Türkiye haricinde kalacak olan memleketler hakkında noktai nazarımızı bir daha ifade ettik. Bir ifadem var, onu söyleyeceğim dedim. Mesela Mısır, Suriye, Irak vesaire vesaire bu memleketlerin ahalisi kendi mukadderatına hakim olmak için.

NEBİZADE HAMDİ BEY (Trabzon) — Paşa Hazretleri Musul buyurdunuz. Sehven midir. (Hayır Mısır’dır sesleri)

İSMET PAŞA (Devamla) — Bu memleketlerin istiklali uğrunda fedakârlık etmiş olanlar için affı umumî yapılsa çok iyi olur, dedik. Muahhedeyi bize verdikleri vakit bir çok propaganda yaptılar. Filan böyle böyle olmuş, Ermeniler şöyle olmuş. Bir çok şeyler söylediler. Bu muahhedeyi şimdiye kadar konuşulmuş olan muhtelif mesailin hulasası ve levhası olmak üzere alıyoruz, buna mütalaa için en aşağı bir hafta zaman lazımdır. Bir hafta sonra mütalaamızı arz ederiz dedik. Hususi bir celse yaptılar ve sonra İngiliz murahhası dedi ki şahsi olarak size bir mazeret arz edeyim, İngiliz hükümeti memleketinin birtakım hususatı için kendisinin daha ziyade burada kalmasını muvafık görmeyerek bir an evvel azimet istirarında [ıstırarında] bulunduğunu söyledi. Bu çarşamba günü oluyordu. Cuma günü hareket etmek için her şeyi taarrür ettirmiştir ve her şeyi hazırlamıştı. Şimdi daha muahhede üzerinde çalışıp ta cevap vermek için müsaade istiyorsunuz, arkadaşlarınız çalışkandırlar. Daha iki gün tehir etmekle çıkarabilirler.

Hal edelim ve bitirelim dediler. Cevap verdim; Üç dört gün içinde değil bir iki saat içinde bile hal etmek için sarfı mesai ederiz. Fakat bu muahhedede kabili tadil olan nedir ve ne dereceye kadar kabili tatbiktir? Bu üç dört gün içinde bir birimizle temas ederek kararımızı vereceğiz. Fakat zan etmiyorum ki, bu maddeten üç dört gün içinde hal olunabilsin. Binaenaleyh, sizin hususi ve şahsi vaz’iyetinizi nazarı dikkate alarak şunu söyleyebiliriz ki üç dört gün içinde mütalaa için sarfı mesai ederiz. Fakat üç dört gün içinde cevap vereceğim kaydına bağlanamam. Mümkün olduğu kadar bir haftayı maddî olarak kaydetmeyi muvafık görmüşümdür. Mümkün olmazsa meşguliyet deruhde edemem şeklinde ayrıldık. Bu pazartesi günü oldu ertesi Pazartesi günü de gidecekleri. Perşembe günü bir Boğazlar konferansı olmuştur, öğleden sonraya kadar onunla uğraştık. Perşembe günü öğleden sonra İngiliz murahhasiyle görüştüm. Orada ifade ettiği büyük mesaili saydım. Şöyle bir takım mesail var. Arazi mesaili. Böyle mesailde nasıl anlaşacağız, bu mesail olduğu gibi duruyor. Bir defa bu mesail üzerinde, ana hatlar üzerinde esaslı ihtilaflar var. Bunlar var. Bunlarda anlaşırsak teferruatında maddelere tevafuk eden şeylerde de anlaşabilmek kabilidir. Bir defa esasda ihtilaf vardır. Nasıl anlaşılır, dedim? Arazi meselesini açtılar. Ben de bu mesele üzerinde israr ettim. Çünki o arazi meselesi kendilerine aittir. Bilahere adlî, malî, iktisadî meseleler üzerine taalluk eden bir takım mütalaattan sonra ve tarafımızdan bir tarzı hal gösterildikten sonra, diğer muhtelif mesail üzerinde çalışacaklarını ve müttefikler tekrar vaz edecekleri bir takım mevaddı söyleyecekler. Ben de pekala dedim. Bu Cumartesi günü çağırdılar, yapacakları son şeyleri söylediler. On beş milyon altın istiyorlar. On iki milyon lira altına kadar inmişlerdir. Borcumuzu sermaye üzerinde taksim etmelerinden vaz geçiyorlar. Esas üzerine kabul ediyorlar. Esas üzerinde muahhedeyi değiştiren ve hasredilen bir iki noktadadır. O da Trakya’da Tahaddus eden askeri mesail vardı ki ondan da vaz geçtiklerini bildirdiler. Cumartesi sabahı 24 saate kadar cevap bekleriz, dediler. Bundan başka bir şey yok mudur dedik? Cevaben yoktur, dediler. Şimdi bu muahhedeyi aldım tetkik ettim. Neticei tetkikatımda gördüm ki bir iki noktayı tadil etmişler. Bizden tamirat parası istiyorlar, arazi meselesine gelince onu da olduğu gibi muhafaza ediyorlar. Malî mesele de bizden para istiyorlar. Fakat Yunanlılara verdirmiyorlar. Sonra iktisadî meselede şimendiferler, şirketler ve diğer imtiyazat olduğu gibi muhafaza ediliyor.

Cumartesi günü öğleden sonra vaziyeti bu tarzda müzakere ettik. Meseleyi muhakkak bir inkıtaa sevk edenler yüzünden bir harp çıkarsa, mesela İngilizlerle, Fransızlarla vuruşacağız. Onlar Dünyanın mesaili hukukiyesini hal için uğraşıyorlar tavrını takınmışlardır. Her esas noktada tamamen hali ihtilafda olarak geçerse ne gibi fedakârlıkla şu vaziyeti kurtarmak çarelerini düşünüyorduk.

Geldiğimiz zamanda cereyan eden şu mesailin hepsinde hali ihtilaf meydana gelmiştir. Binaenaleyh heyeti mecmuasını ret edeceğiz. Bu da kafi değildi. Bu muahhedenin neresinden tutarak diğerleri istikşaf edilebilir. Binaenaleyh inkita olursa ve bundan harp çıkarsa bütün cihan efkârı umumiyesine hitaben Türkler hiç bir şeyde uyuşmak fikrinde değildirler. Bidayeten ne söylemişlerse, nihayetinde onu israrla kalmışlar, bir eseri hal gösterememişlerdir ve bunlar söz yapmak için gelmemişler. Kendi şartlarını bize dinlettirmek için gelmişler tarzında bir propagandaya mahal vermemek lazım ise bile, her millet bunun ne gibi avamil tesirinde inkita olacağını cihan efkârı umumiyesine karşı aranılacak mühim bir noktadır. İkincisi, şu veya bu şekilde bir takım usullerle meseleyi hal etmeye imkân var mıdır? Bunun için esaslı bir istikşaf yapmak lazımdır. Bu da ancak cihanı alakadar eden mesaili araştırarak hal etmek lazımdır. Binaenaleyh Cihanı alakadar eden boğazlar, akalliyetler, tabiiyetler meselelerini hal etmişizdir ve milletlerin münasebatı ticariyeye girmeleri esaslı bir surette ilerlemiştir. Bir takım mesaili araziye vardır ki şark’da, garp’te bu mesaili araziye, münhasıran istilayı arazi idi ki orada Musul meselesi idi. İnkıtaı bu mesele üzerine hasredilmemek için bunu muahhedenin imzasından bir sene sonra İngilizler ile aramızda hal etmeyi kabul ettik. Trakyada Yunanlıların silah ile hal edecekleri tarzında yapılacak propagandaya mani olmak için 1901 hududunu kabul ederiz, dedik. Bu şekilden sonra mesaili maliyede, tamirat meselesinde bir takım maddeler kabul ederiz, fakat mesaili iktisadiyeyi de kâmilen ihraç etmek şartile müzakeresine devam ederiz dedik ve şimdiye kadar üzerlerinde muvafakat efkar olan mesaili bir araya topladıktan sonra, onu bir tarafa bırakarak muvafakati efkar olmayan diğer mesail üzerinde müzakereye devam olunarak bir şeye varılabilir, hal olunabilir veya olmaz. Hakiki ve ciddî istikşaf olmakla beraber, kendimizi kabul veya inkita halinde bağlamak için bir hatvei umumiye üzerinde kalmak icabediyordu. Zira bir kısmını kabul etmedikleri taktirde hiç bir kayıt altında değiliz demek hakkını haiz olabilmekliğimiz için idi. Bunu da nitekim Pazar sabahı söyledik. Arazi meselesinde bir sureti hal göstermemişlerdir.

Kapitülasyonlara gelince, noktai nazarımızda musırrız. Adlî mesaile gelince; diğer milletler gibi ve sizin kabul ettiğiniz gibi adlî icraata müdahale etmemek şartile, adlî müşavirler bulunmasını teklif ettik ve bu teklifimiz de asla sulh hâkimlerine taalluk etmeyen bir şekilde idi ve bu suretle mukabil tekliflerine öğleden evvel cevap verdikten sonra, bir iki saat içtima ettik, müzakereye başladık, yeniden bazı şeyler teklif ettiler. Mesela tamirat meselesi sonra onlardan alacağımız gemi bedeli, biz bunları kabul ettirmek için iddia ediyorduk. Onlar vermiyorlardı ve gemileri harbe girmiş kanaimden addediyorlardı ve sizin alacağınız yoktur, diyorlardı. Biz de alacağız diye iddia ediyorduk, onlar vermiyorlardı. Ondan sonra hiç bir taahhüdümüz yoktur, diyerek ayrıldıktan sonra ikindiye doğru İtalyanlar Amerikalılar bizim heyeti murahhasamızın bulunduğu daireye geldiler. Kapitülasyonlar meselesinde iktisada ait bir iki maddede çıkaralım dediler. Bu çıkarılan madde imzasında altı ay sonra müzakeresine devam etmek şartiyle. Bittabii biz de olmaz dedik. Muahhede yarımdır. Kâmilen çıkacak tamam olacaktır. Sulh olacak İstanbul’dan çıkılacaktır, dedik ve bir taraftan da mali komisyon vazifesine devam edecektir.

Vaktin dar olması sebebiyle tasvip ettiğimiz dakikada İngiliz heyeti hareket etmiştir. O gün düşündüler, dediler ki kapitülasyonlar yüzünden Lozan Konferansı inkıta etmiştir. Ecanibin Türkiye’de oturması ve yaşaması için Türklerden teminat istedik, vermediler. İnkita hasıl oldu. Güya, dünyadaki bütün ecanib Türkler aleyhine düşman olacaktır. Böyle düşündüler. Türkiye’yi başdan aşağı tecrübe ettikten sonra, bakı kalını [baki kalanı] soymak istediklerinden inkita olmuştur. Bankerler harb etmek istiyorlar. Biz böyle, bil mukabele, bunu ilan ettik. Pazar günü akşam üzeri herkesin asabı alabanda, herkes bir sureti hal ve çare arıyor ve bulmak istiyor. Fakat mes’ele bitmiştir. Her tarafdan mesaili maliye ve iktisadiyemiz üzerinde şiddetli neşriyatta bulundular. Vaz’iyet nedir? İngiliz heyeti ayrıldıktan sonra Pazartesi sabahı Fransız murahhasiyle temas ettik, hareket edeceğiz dedik.

Vaziyetin tenvirini müttefiklerden beklediğimi söyledim. Çünki dedim, hususi bir vaziyet vardır. Aramızda akdedilen Mudanya mukavelenamesi mucibince sulh konferansının halline kadar mütareke halinde bulunacaktık. Şimdi eğer konferans inkıta etmiş ise, Mudanya mütarekenamesi mündefi olmuştur ve tarafeyn serbestli harekatını iktisab etmiştir. Böyle midir, dedim. Hayır değildir, dediler. Sizce mesele nasıldır dedik [dediler]. Ben inkita cihetine gitmedik, bu işi müttefikler yaptılar, dedim. Biraz görüştük, konferansın inkitaı hakkında bir tebliğ olmamıştır. O halde konferans nazari olarak devam ediyor, vaziyet tavazzuh etmiştir.

Mucibi inkita olan meseleye gelince; siz ne istiyorsunuz? Dedim ki, ben bunu söyledim; mesaili iktisadiye kâmilen çıkarılsın ve diğer malum olan mesaili görüşelim ve diğer muvafakat hâsıl olan şeyler üzerinde sulh yapalım. Onun üzerine ayrıldı gitti. Bizim heyeti orada bir müddet daha oturması için israr ettiler. Fransız heyeti murahhasası hareket etmişti. Çarşamba günü ben de hareket edeceğim, dedim. İki esaslı nokta tezahür etti: Konferans inkita etmemiştir, talik olunmuştur: Diğer noktada herkes son celselerde ben şundan vazgeçeceğim, sen şundan vaz geçeceksin diye birtakım sözler söylendi. Türkler talep ettikleri şeyleri, kabul ederiz kabul etmeyiz; taleplerini kâğıt üzerinde tekrar etsinler denildi. Amerikalılar tavvassut ettiler. Biz konferansı toplarız, siz bunu kabul ederseniz, dediler. Biz noktai nazarımızı yazdık, dedik. Eğer o noktai nazarınızda sabit iseniz, bunu da yazınız, imza ediniz. Ondan sonra tavassut ederiz dedi. Bunun üzerine anladık ki bizden bir taahhüt alarak vaziyeti tetkik etmek istiyorlar, imtina ettim, biz teklifatımızı dermeyan ettik. Müttefikler tarafından bir cevabınız varsa veriniz, dedim, İtalya Heyeti de hareket etmiş idi. Dediler ki, biz yalnız murahhaslar gideceğiz, heyeti burada bırakacağız, siz de kalınız. Murahhaslar gitti diğerleri de gittiler; biz niçin duralım, biz de gidelim denildi. Vaziyet halledilebildiği kadar hal edilmiştir. Ortada bir muahhede vardır. Bu muahhede üzerinde ne tadilat yapılmıştır ve ne de yapılması mamuldür. Biz hiç bir taahhüde girmemişizdir. Bunu safahatiyle gidip hükümete ve Meclise görüşmek lazımdır diye biz orada bu kararı verdik. Şimdi artık onların taahhüt tekliflerini kabulden imtina ediyor ve memlekete gelmeye çalışıyorduk. Müttefikler ise vaziyet inkişaf ettikden sonra artık bunu imzalı bir senede bir an evvel vardıralım ve Türkleri bir kayıt altında bulunduralım zihniyetinde göründüler. Hâsıl Salı günü İtalya ve Amerika heyetleri de gittiler. Çarşamba günü sabahleyin de ben hareket ettim. Onlar birer kâtib bırakmışlardı. Ben de bir iki kâtib bıraktım. Konferans nazari olarak devam ediyor. Mütebaki heyet kâmilen hareket etti. Milano’da İtalyan Heyeti müşavirlerinden birisini bırakmıştır. Eğer ki noktai nazarınızı muhafaza ediyorsanız mesaili iktisadiye ve maliyeye bir sureti hal bulalım dedi. Fakat bu defa böyle büyük komisyonlar halinde değil, her devletten birer müşavir ile hal edelim dediler. İtalyanlar biraz da telkin yapıyorlardı. Mesele uzar ve bir takım ihtilafat olur ve bu ihtilafat ile sarfedilen mesai kâmilen heba olmuştur. Bir harb çıkar, yeni bir şey çıkar, bir vaziyet hâsıl olur, Köstence yolundan gelmiştim. Romanya hükümeti mütelaşı görünüyordu. Tavassut etmek istedi ve dedi ki, eğer kabul ettiğiniz ve etmediğiniz maddeleri bize söylerseniz, biz müttefiklere tebliğ ederiz. Belki tekrar toplanmak için imkân bulunur. Hatta evvelce imtina ettiğim gibi; müsaade ediniz, biz diyelim ki sizin tarafınızdan İsmet Paşa ile görüştük.

Son celsedeki maddeler kabul edilmiştir. Şu maddelerin şu tarzda kabul edilmesini istiyor. Şu tarzda şu maddelerin tadilini ihracını talep ediyor, diyerek size atfen biz yazmış olalım, siz yazmayın dediler. Muvafakat edilmedi. Lozan Konferansında bir çok şeyler görüşüldü mesele talik edildi. Herkes merkez hükümetine girmiştir. Ben de yoldayım, merkezi hükümete gidiyorum. Hükümetimle temasım yoktur. Merkezce benim talimat almadıkça bir şey yapmak imkânım yoktur, esasında kaldım. Sonra İstanbul’a geldiğim zaman üç devletin komiserleri ayrı ayrı geldiler, ziyaret ettiler. Evvelce arz ettiğim şeyleri derhatır buyurursanız, şüphe içinde daha kızdırırsanız muahhedeyi bazı tadilatla imza ederiz, götürürsünüz veyahut olduğu gibi götürürsünüz, hükümetinizle görüşürsünüz. Bu denilen şeyleri şayet konuştuktan sonra kabul etmeyecek olursanız imza etmezseniz artık bu muahhede mevcut değildir demişlerdi. Artık İstanbul’da Muahhedeye son zamanda bir çok mevad koymuştuk. O mevad üzerinde sebat ediyoruz. Kabul etmediğiniz şeylerin üzerindeki teklifatınızı biliyoruz. Mesela bir kısım mevadın ihracı gibi bunlara bir sureti hal bulalım. Muahhedeyi olduğu gibi imza etmek elinizdedir.

Müteallik ve bazen müteakıs cümlelerle muahhede henüz meydandadır. Bir sureti hal bulunuz, bulalım tarzında tebligat yapmak istediler. Her birisini ayrı ayrı Lord Curzon’dan İngiltere Hariciye Nazırından ayrıca bir telgraf tebliğ ediyorlar, bir çok mesele de Lozan’da anlaşdık; fakat daima Türkiye heyetine karşı itibar ve ihtiramımızı muhafaza ettik, muahhede meydandır. Bir çok mesail konuşulmuştur. İmza edilmesi tarzında tebligat yaptılar. Bunların hepsinde sarih bir vaziyet almakdan içtinap ettim. Tabii şimdi son vaziyet şudur ki, muahede elde mevcut olan şekliyle herkesin bütün talebleri[ni] içine yazarak bir hülasa halindedir. Bunun üzerine şifahi müzakere açılmış ve müzakere edilmişti. Mesela tamirattan şu tarzda vazgeçmek bir de vaktiyle bir teklif yapmışız ki mesaili maliye ve iktisadiyeyi çıkaralım, muahhedenin mütebakisini kabul edelim. Ret etmiştik. Hiç bir teahhüdümüz olmayarak bu mevcut olan muahhede üzerinde ne tadilat yapılmış ve ne de yapılması ümit edilmiştir. Böyle bir vaziyet içindeyiz. Hükümete vekillere de bu tarzda vaziyeti teşrih ettim. Şimdi biz bir defa muahhedeyi madde madde hükümette mütalaa ederek heyeti umumiyesinden bir fikir hâsıl ettik ve vaziyeti mütalaa ederken muvafık bir karara varmak ihtiyacındayız, ondan sonra Meclisi Aliye bu şekilde arz olunacaktır. Eski muahhede sureti tercüme olunmuş ve Meclis mazbatasında tab olunmaktadır. Demek ki bir iki gün zarfında azayi kiramda bunu mütalaa edeceklerdir. Heyeti umumiyesi görüldükten sonra takip olunması lazım olan hattı hareket hakkında Meclisi Aliye teklifat yapacağız. Meclisin vereceği karar hattı hareketimiz olacaktır. Bugünki vaziyet kâmilen takip ettiğimiz vaziyetin inkita etmiş ve meçhule, suya düşdüğünü tavzih noktai nazarından vaziyeti tenevvir [tenvir] içindir. Taahhüt ettiğimiz bir şey yoktur. Hiç kimse bize şunu verdiniz, bunu verdiniz diye isnat edemez. Ne karar verirseniz kimse bir şey diyemez, onu serbestçe tatbik ederiz. Mesele bundan ibarettir.

REİS — Celsei açıyorum efendim. Buyurun Paşa Hazretleri.

 

İSMET PAŞA (Hariciye Vekili) (Edirne) — Trabzon mebusu Ali Şükrü Beyefendi söylediler ki bizim teklif etmiş olduğumuz şu muahhede tatbik edilmiş olsaydı Trakya ve İstanbul derhal tahliye edilecek mi idi. Yoksa Musul meselesinin halline kadar işgal altında mı kalacaktı? (Eşitemiyoruz sesleri) Bir defa daha konferansın ortasında şöyle bir ihtimal mevzuu bahis olmuştu, İngilizler tasmim etmişlerdi ki mukaddematı sulhiyeden bir takım prensipleri, esaslı noktaları bir kere aramızda takarrür ettirelim. Sonra bu takarrür eden prensipler üzerine ayrılalım. Konferans bu mevadı esasiye üzerine muahhedenameyi mütehassıslara tanzim ettirsin. Yani evvela anlaşacağız. Şark hududu şöyle olacak, garb hududu böyle olacak. Filan mesele böyle olacak diye başlıca mesail üzerinde uzlaşacağız. Bir kâğıt üzerine yazacağız. Muahhedeyi ve bütün mesaili hal etmek için nihayetine kadar beklersek çok zaman geçer. Bunları komisyona mütehassıslara, hukuk müşavirlerine bırakalım. Onlar muahhedeyi tanzim ederler ve konuşuruz. Konferansa başladığımızdan üç hafta sonra veyahut bir hafta sonra sulh için şu veya bu şekilde bir sureti hal bulalım. Mukaddematı sulhiye yapalım. Mütebakisine devam edelim veyahut hepsini bitirelim. Tam bir sulh yapalım, dediler. Bunun üzerine her ikisini düşünebiliriz, dedim. Şu şartta ki her neyi imza edersek sulh tamam olmalı, İstanbul, Gelibolu ve Boğazımız tahliye edilmeli. Biz daima bu noktayı müdafaa ettik. Onun için teklifatımızda mütaleatımız da sulh olur olmaz hiç bir şeye hacet kalmaksızın tahliye tamam olsun. Sulh tamam olsun, noktai nazarını takip etmiştim. Demin de arkadaşlara söylemiştim. Mesaili iktisadiyeyi hariçde bırakalım dediğimiz zaman, muahhedeye bir madde ilave edelim ve altı ay zarfında bunların müzakeresine devam edelim, dediler. Ben o zaman itiraz olarak dedim ki: O zaman muahhede tamam olmaz, bunları çıkarmalıyız ki muahhede tamam olsun. Tahliyeyi murat etmiştim.

Konferansda “Meriç boyunun gayri askeri bir hale sokulmasında mahzur var mıydı?” diye Trabzon mebusu Nebi Zade Hamdi Bey efendi soruyorlar. Müsaade buyurursanız muhtelif devletlerin vaziyeti siyasiyelerini de bir iki kelime ile izah edelim.

Aynı zamanda Rus Heyeti murahhasası ile bizim heyeti murahhasamız arasında ki münasibata [münasebete] dair suale de cevap vereceğim. Rus Heyeti murahhasasası ile bizim heyetimiz baştan nihayetine kadar daima dostane bir temas ve münasibet halinde bulundu. Cereyanı ahvalden, gerek vaziyeti siyasiyeye ait olsun ve gerek sulh konferansına müteallik olsun, yek diğerimizi haberdar ederdik ve dostane ayrıldık. Biz boğazlar meselesinde bir çok mücadele ettikten sonra Boğazların tahkim edilmemesini ve sefaini harbiyenin serbest olarak mürurunu kabul ettik. Halbuki Rus heyetinin noktai nazarı esas itibariyle Boğazların tahkim edilmesi ve kapalı olması zemininde idi. Onun için Boğazlar meselesinde aramızda ihtilaf vardı. Bu ihtilaf nihayete kadar daim olmuştur ve zaruridir. Diğer münasibatı siyasiye ve münasibatı umumiyede anlaştık. Fransız Heyeti mesaili muhtelife arasında Ankara İhtilafnamesine [İtilafnamesine] istinaden ve Ankara ihtilafnamesini muhafaza ederek Suriye hududunu muhafaza etmek esasını takip etmiştir. Mesaili Milayi [Maliye] ve iktisadiyede alakaları ve menfaatleri ziyade göründü. Gerçi hususi muahhedatta hal olunmayan mesaili Maliye ve İktisadiye ile diğer müttefikler de aynı derecede alakadardır. Fakat kendileri daha ziyade alakadar görünüyorlardı.

Kapitülasyon mesailinde de musir görünmüştür. İtalya heyeti bize ait olan mesailde ve bilhassa kapitülasyonlarda alakadar oldular. Kapitülasyonları iltizam ve terviç ediyorlardı. Meclisi Alice malumdur ki Ankara İtilafnamesinde bu gibi mesailde kapitülasyon meselesinde ve sair mesailde Fransızlar birtakım şeyler taahhüt etmişlerdir. Bu şu muahedenamesinde de kapitülasyonların ilga edilmesine diğer müttefikler razı olduğu halde kendileri de razı olacaklarını taahhüt etmişlerdi. Şimdi burada kapitülasyonların ilgasını esas itibariyle kabul ediyoruz. Fakat sözlerimize intikal lazımdır, şeklini muhafaza etmişlerdir. Herkes kendisine ait olan mesailde yakın bir menfaat, yakın bir alaka gösterdikleri halde diğerlerine ait olan mesail mevzuubahis olurken Japon Heyeti sureti umumiyede Büyük Britanya noktai nazarını terviç ettiler. Asıl ısrar edilen kapitülasyonlardır. Onlar bir devrei intikal şeklinde behemehal lazımdır, diyorlar. Romanya konferansında yakinen alakadar olduğu mesele Trakya’nın gayri askeri olması meselesidir ve bu yönde alaka göstermiştir. Bir de boğazların açılması ile alakadar olmuştur. Siyaseti umumiyesini arz ediyorum. Tabiî ekalliyetler meselesinde kendilerine ait bir madde olmamasına ehemmiyet verdiler. Karadeniz Boğazının açık olması ve Romanya’nın Karadeniz için de kapanmaması politikasını takip ediyorlardı.

Biraz evvel arz ettiğim veçhile, Balkan muhasebesinden evvel Berlin Muahedesinden beri taksim olunacak borçlar vardır. Yugoslavya Sevr Projesinin tashihatında da bu borçlara itiraz etmiş imiş. Bizim haberimiz yok. Borçlar için müstenkif bir vaziyet aldı. Bir ona ehemmiyet veriyor, bir de Meriç garbine geçmeyelim. Buna da bütün kuvvetiyle ehemmiyet veriyordu. İngilizler bizimle olan mesailde Musul meselesinde sair mesaili arziyede birinci derecede alakadar olmuşlardır. Yani bir Musul meselesinde, bir de Yunanlıları daha fazla ezilmekten kurtarmaya çalışmışlardır. Kapitülasyonlarda mesaili maliye ve iktisadiye daima müttefiklerle beraber bulundular ve onların taleplerini fazlasiyle terviç ettiler. Fakat zan olunabilir ki birinci derecede alakadarlık gösterdikleri mesaili arziyedir.

Diğer bitaraf devletlere gelince; İspanya, Hollanda, Danimarka, İsveç, Belçika devletleridir. Bunlar evvela konferansa iştirak etmeyi emri vaki yapmak istediler. Şiddetle mukavemet ettik. Bundan sonra konferansa bir defa iştirak ettiler ve bana berayı malumat bir nota verdiler. Lozan Konferansında müzakere olunan mesaili muhtelife içinde kendilerini alakadar eden mesail var. Bu mesail de hal olunsun dediler. Sureti umumiyede bitaraflar davet olunduğu vakit bilhassa kapitülasyonlarda onlar da bize irası müşkilat edeceklerini zan ediyordum. Konferans esnasında hariçte seyirci olarak kalmışlardır. Bugün Avrupa’da bir Ruhr işgali münasebetiyle Almanya ve Fransa meselesi vardır. Bunu Fransızlar haklı oldukları tamirat parasını Almanlardan almak için rehin olduğunu iddia ediyorlar. Almanlar ise Ruhr işgalini Fransa hududunu (Ren’e) kadar dayamak için bir bahaneden ibaret olduğu iddiasında bulunuyor. Almanya’da infial ve inkisar tesiri vardır. Maatteessüf sulh hareket ve faaliyeti yoktur. Tarafeyn yakında böyle müsellah bir hareket ve faaliyete ihtimal görmemektedir. Fakat çok teessür, infial ve inkisar vardır. Mukavemet ediyorlar. Merkezi devletlerden bir de Macarlar vardır. Birçok Macar arazisi diğer devletler tarafından işgal edilmiş, ahali pek çok ızdırap içinde görünüyorlar. Hükümetleri milliyetperver ve serbesttir. Fakat ıstıraplarına veya sıkıntı halinde bulunmalarına rağmen sakindirler ve sakin kalmak arzusundadırlar. Bulgarlar, Bulgarların konferansında başlıca şey ettikleri Meriç vadisini alarak Meriç şimendifer hattı boyunca mahreç iddia ettiler. Müttefikler Bulgaristan’a Yunanistan’ın muvafakatiyle Dedeağaç’ı da bir mahreci iktisadî teklif ettiler. Ayrıca bir liman verecekler. Bulgar emvali için bundan istifade edecekler. Bulgaristan’a kadar şimendifer hattı muhafazası beynelmilel bir komisyona tevdi edilecek, komisyon nazaret etsin diğer arazi Yunan elinde kalsın dediler. Yunanlılar bunu kabul etmediler. Bulgarlar, Bulgaristan’dan itibaren Dedeağaç’a kadar boydan boya Meriç’in Garbinde bulunan şimendifer aksamını talep ettiler ve Yunan idaresindeki araziden tren geçmesini kabul etmediler. Yunan tahtı tasarrufunda bir Bulgar şeyinin imkânı yoktur, dediler. Bulgarlar Boğazlar meselesinde, bilakayıt, müttefikleri iltizam ettiler. Diğer mesaili sairede ve ahvali umumiyede harice karşı müsalemetkârane surette, fakat dahile karşı...

Şimdi bu suale Konferansın daha başlangıcında Meriç boyunda gayri askeri bir mıntaka bulunmasında bir fenalık var mıdır? Bir zaruret var mıdır? Derhatır buyurursunuz ki, Konferansa başladığımız zaman Balkan ittifakı beraber mevzuu bahis olmuştu. Romanya ve Bulgaristan’ın da dahil olacağı murabba bir itilaf âdeta tebarüz etmişti. Başlıca istinat ettikleri şey bu idi: Rumeli’ye yeni bir ordu, yeni bir kuvvet dahil olmasın, isteniyordu. Balkan şibinceziresinde şimdiye kadar yapılan muahedeler muhtel olmuştur. Romanya birçok arazi almıştır ve Yugoslavya birçok arazi almış, bunlar bütün kuvvetlerini Macarlara ve Rumlara karşı serbest olarak kullanabilmeyi politikalarının esası addetmişlerdir. Yugoslavya’nın birçok müttefikleri vardır. Hulasa Trakya’ya yeni bir unsur dahil olmuştur. Bu unsur Meriç’in Garbine geçecektir. Buna karşı Balkan Bloku hazırlayalım. Sulh konferansına başlarken mutalebemiz aleyhimizde yeni birtakım siyasi tertipler vücuda getiriyor. Garbi Trakya hududunu şimendifer hattının Garbinden olmasını kabul ediniz, hakikatte ve ilmiyatta bir tek mahallî tatbiki vardır. O da Edirne’yi Kale yapmaktan feragat ediniz. Demek başka bir yerde veyahut behemehal asker bulundurmaya mecbur olduğumuz bir yer yoktur. Bu teklif bu denizden diğer denize kadar baştan başa gayri askeri bir mıntaka olsun demek Edirne’yi başlıca kale yapılmasın. Eğer Edirne kalesi yapılırsa Bulgarların Dedeağaç’a olan şimendifer muvasalaları münkatı olmuş olur. Bu üssül harekete [üss–ül–hareke] istinaden Türkler Meriç’in Garbine geçerler ve tehlike yayabilirler. Bunu tehlike halinde ifade ederlerdi. Biz düşündük ki konferanstaki hattı hareketimiz muhasımlar ve müttefikler arasında yeniden resanet getirmeye müsait olursa konferansın vaziyetinden istifade etmemiş oluruz. Vaziyetimizi daha ziyade iğlak etmiş oluruz. Çünki bir mesele de ittifa[k] halinde, diğer bir meselede bir blöf olarak karşımıza çıkmış olurlar. Memleketin müdafaası noktasından gayri askeri mıntaka meselesini memleketin müdafaasını esaslı bir surette haleldar eder bir mesele halinde görmedik. Onun için zararı esaslı değil, fakat siyaseten gayri kabili içtinap olarak şeyi gayri askeri bir mıntaka olarak kabul ettik. Derhatır buyurursunuz ki Balkan Bloku meselesi gittikçe çürümüştür ve vücut bulmadı. Yani Romanyalıların Sırplarla beraber Şimale ve Garbe karşı; Yunanlıların ve Bulgarların da dahil olduğu bir ittifak murabbaı henüz vücut bulmamıştır. Henüz o bu kadar. Binaenaleyh böyle gayri askerî bir mıntakayı kabul ettirmeye sevk eden avamil bunlardı.

“Musul meselesinin bir sene zarfında İngiltere ile aramızda hallinden heyeti murahhasamız ve [ne] kasdetmiştir?” buyuruldu. Bugün Musul meselesini aramızda hal etmekten ne kastediyorsak ve ne intizar ediyorsak o noktai nazarı takip edebiliriz diye kasdetmişimdir. Konferans talik edilmiş olduğuna nazaran, heyeti murahhasamız tarafından kabul olunan esasatı keenlemyekûn addetmek, yeni müzakerata bırakılan noktadan başlamak kabil midir? Demin ifademde arz ettim ki konferansta birçok mesail baştan aşağıya kadar müzakere edilmiştir. İmza ettiğimiz mesele Yunanlılarla aramızda mübadelei üsera ve ahaliye ait olan mukaveledir ki tatbik olunuyor. Bütün teferrüatiyle görüşüp hal edilmiş nazariyle bakılabilecek meseleler boğazlar mukavelesi, ekalliyetler mukavelesidir. Mahaza bunlarda daha bir imza ve taahhüt yoktur.

Diğer son yaptığımız şeyde bunu böyle kabul ediyoruz. Şunu şöyle kabul ediyoruz. Bunlar heyeti umumiyesiyle bir küldür. Bu hiç bir taahhüdü tazammun etmez. Hepsi bir şeye bağlanmıştır. Müzakerata karar verdiğiniz zaman istediğiniz yoldan ve vereceğiniz talimattan başlarız. Altından kalkmayacağımız herhangi bir taahhüt olduğunu zannetmiyorum. Bunun en kuvvetli misali ayrıldıktan sonra bizden taahhüdü tazammun edecek bir kâğıt almaya çalışmalarıdır. Taahhüt ifade edeceği için evvela Meclise vaziyeti arz ettikten sonra, Meclisi Ali ne karar verirse ona göre hattı hareketimi tayin ederim, dedim. “l Şubat müttefikler tarafından verilen projenin... İzahat verilmesini rica ederim.” Sualin biri de bu. 4 Şubatta bizim yaptığımız teklifata taalluk ediyor. Şarkta ve bir sene zarfında Musul meselesini halledelim, iktisadî mesaili harice çıkaralım. Diğer mesail üzerinde sulh yapalım. Kapitülasyonların ilgası kabul edilsin... Heyeti umumiyesi gayri kabili inkisam. Muahede madde madde sizce malum olacağı gibi bu teklifatı aynen mütalaa buyuracaksınız. “İktisadı mevad...

Böyle bir kabul yoktur. Bunlar muhaveratı hususiyedendir. O zeminde hiç çalışılmamıştır. “Heyeti murahhasamız tarafından derpiş olunan proje neden ibarettir?” Arz ettim ki, Hükümet bunu tetkik ve mütalaa etmektedir. Ondan sonra Hükümetin teklifi ile beraber Meclisi Aliye gelecektir. Bir kararımız yoktur. Boğazlar hakkında kabul ettiğimiz şekil muhadenet ahidnamesinde Ruslarla beraber Boğazlar meselesinin itilaf devletlerinin ve alakadar devletlerin dahil olacağı bir konferansta tetkik ve hallini kabul ettik. Taahhüdümüz Konferansa iştirak edip Boğazlar meselesini hal etmekten ibarettir. Yoksa Boğazlar meselesinin şu veya bu şekilde halli hususunda ahitleşmemiştik. Bilakis bizim Misakı Millide İstanbul’un ve Marmara’nın atisini ihlal etmeksizin boğazların ticarete ve münakalatı beynelmilele küşade bulunmasını kabul etmişizdir ve muhadenet ahitnamesinde de kabul olunmuştur. Baştan aşağı bilcümle müzakeratta ve bilcümle münasebatta imza ettiğimiz ahitnameye mugayir hiç bir taahhüde girmedik ve bir vaziyet almadık. Herkese karşı kendileriyle akdetmiş olduğumuz ahitnamelere muvafık bir surette hareket ettiğimizi ispat etmişizdir. Başka sual yoktur.

 

 

 

 

 

 

Lozan Konferansında İzlenecek Stratejik

Esaslara İlişkin BMM’de Yapılan Konuşma[42]

(27. 02. 1923)

 

Muhterem efendiler, bir kaç günden beri müttefiklerin verdikleri sulh muahede projesini mütalaa ettik, bir kaç kelime ile projeyi Heyeti Celilenize tekrar arz etmek isterim.

 

Bir defa mesaili arziye hudutlar: Garbde Meriç olacak. Hudut Şarkta Musul vilayetine taalluk eden hudut ve Cenubda Fransızlarla Suriye ile olacak hudut, bundan sonra mesaili maliye ve iktisadiye vardı. Mesaili maliye başlıca düyunu umumiyenin taksimi. Düyunu umumiye tamirat ve mevaddı müteferrikadır. Sonra mesaili iktisadiye vardı. Bizim idarei dahilî ve istiklali muhtelif namlar altında zikrettiğimiz mesail vardı, ki umumiyet itibariyle kapitülasyon namiyle zikredilmektedir. Adlî, malî mesaile müteallik bundan başka muahhedede Boğazlar mukavelesi vardır.

 

Gümrük ve ticaret mukavelesi vardır. Asıl muahedenin esasını teşkil eden mesaili arziye, mesaile maliye ve iktisadiye bunların her üçünü ayrı ayrı tetkik ettik. Her üç esasta bize tebliğ olunan sulh projesi şayanı kabul görülmemiştir. Mesaili arziyede konferansa başladığımız zamandan itibaren ve öteden beri bila tadil istihsalini arzu ettiğimiz mesaili kabul etmemişlerdir. Mesaili maliye ve iktisadiye de bizim esas olarak gösterdiğimiz bir takım maddeler vardır ki bunlar da verilmemiştir. Binaenaleyh muahede heyeti umumiyesi itibariyle ret olunmak lazım gelir. Heyeti Vekile böyle muhtelif esaslarda bizim ihtiyacatımızı tatmin etmeyen bir muahedenamenin ret olunmasıyle konferansın inkita edeceğini görmüştür ve bu inkita, muallak sulh imkânını halen bertaraf eder ve hali harbi ikame edebilir. Ondan sonra gerek dahilî memlekete ve gerekse harici memlekete karşı hakiki bir surette sulh imkânını aramak için ittihaz olunacak bir hattı hareket var mıdır ve bir çare var mıdır. Bunu tetkik edelim. Muahede heyeti umumiyesiyle ret olunmuştur ve olunmalıdır. Fakat bunun husule getireceği inkitaa ve harbe mahal vermeksizin, samimi bir arzu ile yeniden sulh imkânını bulmak mutasavver midir ve böyle bir çare var mıdır? Bunu tetkik ettik, böyle bir çare aramak büyük mesailden mesaili arziye, mesaili maliye ve iktisadiye diğer mesailden mesaili idariye. Bu mesailden hangilerinde düveli itilafiyeye, müsait bir hattı hareket takip edebiliriz ve hangilerinde mesailin heyeti umumiyesi, yani şu bundan daha ziyade mühimdir vesaire tarzında tefriki bizim için müşkil olan noktalar vardır. Gerçi hepsi bizim için mühimdir ve mühim olduğu içindir ki senelerden beri bütün dünyaya karşı mücadele ederek israr etmişizdir, davamızı müdafaa etmişizdir. Süs olarak yapmadık. Samimi ve ciddî haklı bir suretle müdafaa ettik. Elbette davamızın istihsali için ehem ve esaslı olan noktalardır. Fakat bir muahedeyi... ederek mutabakatı tarafeyn ile husule gelecek bir senedi münhasıran bizim metalibimizi son haddine kadar tahsil etmek azmiyle yaptığımız mücadele bu şekilde bir manzara göstermiştir. Şimdi yeni bir safha hasıl oldu. Mesaili maliye ve iktisadiye ve idariyede onları tatmin etmeyi müsait göstermek, onlarda olduğu gibi israr etmek. Şahsen düşündük ki temin edeceğimiz herhangi bir vatanda, hududu daha büyük ve daha geniş her ne halde olursa olsun, hayatımızı müemmen bir hale koymuyor. Onun için esaslı bir mesele Türk Vatanı neresi olacaksa onun dahilinde her millet gibi yaşamaktır. Bu esas üzerinde yürüdük ve müttefiklere dedik ki mesaili arziyede misaki millî ile kabili telif bir şekli hal bularak, müttefikleri tatmin edecek vaziyet alalım. Malî, iktisadî, idarî mesailde böyle itilafkâr olan bu hattı harekete mukabil malî, iktisadî, idarî mesailde yeniden bir teşebbüs yaparak menafimizi temin etmeye çalışalım. Şu halde veçhe olarak, büyük hattı hareket olarak Heyeti Vekilenin musib gördüğü hattı hareket şu oluyor: Mesaili arziyede misaki milli ile menafiimizi azami surette kabili telif bulalım. Bir sureti hal ile müttefiklerin teklifine yaklaşalım. Buna mesaili sairede menafii hayatiyemizi temin edecek tadilat ile yeniden teklif ederek teşebbüs edeceğiz. Bizim verdiğimiz karar budur.

 

Bir şey daha söylemek istiyorum. Mesaili arziyede düşündüğümüzü Heyeti Celileye söylemek isterim. Mesaili arziye metalibinizde ötedenberi şiddetle israr ettiğimiz garp hududunda 1913 hudududur. Yapacağımız teklifte Meriç garbindeki araziyi isteyerek 1913 hududundan başladık. Yalnız Karaağaçla dahi iktifa ettik ve israr ettik, mümkün olmadı. Şimdi biz yapacağımız teklifte Meriç Garbindeki araziden feragat edelim. Bu noktai nazara tekarrup [tekarub] edelim mi, düşünüyoruz. Biliyorsunuz ki Karaağaç istasyonunun ve Meriç garbindeki arazinin bizim için ehemmiyeti, kıymeti vardır. Onları dermeyan etmişiz ve bütün dünyaya karşı neşretmişiz. Bununla beraber bu talebimiz misakı millinin ahkamı sarıhasından değildir. Bu talebimizi menafii milliyemiz noktai nazarından israrla istemekle beraber, misaki millî noktai nazarından bir mecburiyeti katiye altında bulunmuyoruz. Bununla nazarı dikkatinizi celbetmek istiyoruz. Şarkta Musul vilayeti için, Musul vilayetinin hallini ve Türkiye'nin Irak ile [ilgili] olarak hududunun, yani Musul vilayetinin hallini talik ettik. Bir sene zarfında İngiltere ile hal edilecektir. Mutabakat hasıl olamazsa Cemiyeti Akvama müracaat edilecektir tarzındaki bir şekli hal ile müttefiklerin noktai nazarına yaklaşmak istiyoruz. Şark ve Garb hududu için düşündüğümüz bunlardan ibarettir.

 

Şimdi Heyeti Celile mesaili arziyede bu noktaları ve bu esasları istisna ederek diğer mesailde hayatımızı telafi edecek bir hattı hareketi tasvip ederse, buna devam edeceğiz. Mesele bundan ibarettir. Mesaili arziyede, bilfiil işgal etmediğimiz bir yeri işgal etmek, % 99 silahla oraya girmeye mütevekkiftir. Bu her memlekette ve bizim memleketimizin tarihinde de baştan aşağı öyle olmuştur. Sonraki mesele bundan müstesnadır. Yalnız Boğazlara kadar müsellah olarak dayandığımız vakit Edirne'ye kadar olan araziyi mukavele ile tahliye ettirmişizdir. Harben girmediğimiz halde tahliye ettirdiğimiz yalnız bu mesele vardır. Vaziyeti olduğu gibi söylüyorum. Arada yine müttefiklerin vesaiti lazımesi mevcuttur. Bununla sizin kararınız üzerine tesir etmek istemiyorum. Biz bir noktayı silahla alabiliriz veyahut alamayız veyahut almak için teşebbüs ederiz, etmeyiz o başka bir meseledir. Siyasî olan vaziyet Heyeti Umumiyesiyle budur.

 

Bizim inkıtai, hali harbi davet etmezden evvel dahile ve harice karşı sulh imkânını yeniden temin etmek için, samimi ve hakiki bir surette yeniden tecrübe etmek için düşündüğümüz hattı hareket şudur: Mesaili arziyede müzakereye girerek bu hesaptan diğerlerine tekrar başlamaktır. Bu şekli hallin, bu tedbirin mesaili maliyede, mesaili iktisadiye ve idariyede sonuna kadar her talebimizi behemahal temin edecek bir manzarası yoktur. Bu tarzda teşebbüs ettiğiniz halde, nasıl ki senelerden beri bir çok defalar teşebbüs etmiş isek, müttefikler henüz sulh kararını vermemişler ise, bu sefer de ihtimal ki sulh kararını vermemişlerdir. Olabilir ki malî, iktisadî ve idarî mesailden dolayı menafii hayatiyemiz temin olunamaz ve bizim teşebbüsümüz akamete uğrar. Fakat o zaman biz kendi vicdanımıza, kendi memleketimize karşı ve bütün dünyaya karşı yapılacak olan fedakarlığımızı yapmışızdır. Fakat bu adamların maksadı tavazzuh etmiştir. Mesele şu ve bu değildir. Vaktiyle düşündükleri gibi, bize hayat temin etmek istemiyorlar, deriz. Bu meydana çıktıktan sonra gerek dahildeki, gerek hariçteki milletlere karşı herhangi bir kararımızda bittabi daha ziyade salabet olur. Maruzatım bundan ibarettir.

 

 

SORU — CEVAPLAR

 

YUSUF ZİYA BEY (Mersin) — Paşa Hazretleri bir sual soracağım. Cenup hududunda hükümet yeni bir vaziyet almayacak mıdır? Yani İskenderun ve Antakya için Hükümet bu defa yeni bir teşebbüs almıyor mu?

 

İSMET PAŞA (Devamla) — Efendim, mesaili arziyade Cenub, Suriye hududu için düşündüğümüz Ankara itilafnamesinde vardır, İskenderun için bir hudut vardır. Bir de İskenderun ve Türk ekseriyetiyle meskun olan yerler için itilafname metninde veyahut protokolda bir takım ahkam vardır. Bu ahkamı kâmilen muhafaza ediyoruz.

 

RASİH EFENDİ (Antalya) — Biz ediyoruz, fakat Fransızlar etmiyor.

 

İSMET PAŞA (Devamla) — Cenup hududu için vaziyet budur. Şimdi Heyeti Celileye karar vermesini teklif ettiğimiz mesele şudur: İki şey var: Biri mesaili arziye, iktisadiye ve idariye. Hiç bir noktadan bizi tatmin etmiyorlar. Kamilen ret ederiz. Bu elinizdedir, ikincisi: Yeniden sulh imkânı aramak lazımdır. Bu imkânı aramak için şunda fedakarlık edebilirsiniz. Şunda edemezsiniz diye tayin etmeniz lazımdır. Biz noktai nazarımızı söyledik. Mesaili arziyede bu şekilde bir sureti halle iptina ederek sair mesailde hayatımızın tatminine çalışmak.

 

SIRRI BEY (İzmit) — Bu beyanatı projenin tetkikinde ve mukabil projenin tazmininde Heyeti Vekile mûttefikan mı kabul ettiler, yoksa arada bir ihtilaf var mıdır?

 

İSMET PAŞA (Devamla) — Mûttefikan efendim.

 

TUNALI HİLMİ BEY (Bolu) — Efendim Ziya Bey arkadaşımızın sualine vermiş olduğunuz cevapta, “Fransızlarla akdedilmiş olan Ankara itilafnamesi mucibince hududumuz alâhalihi kalacaktır” buyurdunuz ve aynı zamanda buyuruyorsunuz ki İskenderun mıntakasına ait itilafnamenin bir ahkâmı vardır. Ahkam protokollarla tavzih edilmiştir" Halbuki Fransızlar o ahkamın en ufağına, en hafifine, en adisine bile hürmet etmemişlerdir. Binaenaleyh atiyen ne gibi bir ümidimiz vardı ki Fransızlar bunları icra etsin?

 

İSMET PAŞA (Devamla) — Efendim, bir muahede yaparız. İcra etmezlerse o başka bir meseledir.

 

 

 

 

 

Lozan Barış Antlaşması’nın Bölümleri Üzerine

Açılan BMM Görüşmesinde Yapılan Konuşma[43]

(02. 03. 1923)

 

 

Arkadaşlar heyeti murahhasa refaketinde bulunan müşavirler filan meselede hafif oldu ve filan meselede kuvvetli oldu diye tetkik etmeyiniz. Etmeyiniz ki müşavirler istirahatı vicdan ile bildiklerini arkadaşlarına söylesinler. Eğer müşavirler bilahara böyle söylerim veya böyle yaptım diyenden hesap soracaklar endişesinde ve korkusunda kalacak olurlarsa akıllarının erdiklerinden başka şey söylerler ve bunun içinden çıkılmaz. O zaman yanımızda olan on beş müşavir, on beş de olur. İşte oturdukları zaman on beş devlete hâkim olmuş gibi her şeyde en müfrit şeyi söyler. O zaman işin içinden çıkmak imkânı kalmaz. Biz varız. Müşavirler ne söyledi derseniz, aramayınız. Benden sorunuz. Arkadaşlar müşavirler bir meseleyi müfrit telakki etmesinden kâfi derecede hakikati çekinmeden söyleyeceğim. Bırakınız söylesinler. Eğer biz onların dirayetini, salahiyetini kafi görmezsek çıkarmak mecburiyetindeyiz.

 

RIZA NUR BEY (Devamla) — Şimdi bakınız burada diyor ki, o mesail hakkında rapor verecekler, asayişi umumiyeyi ihlal ve tahkikatı işkal etmeyecek ahvalde cünha maznunlarının kefaletle tahliyei sebili icra olunacaktır. Kefalet ettikleri şahsa kefaleti nakdiye de vereceklerdir.

 

NEŞ'ET BEY (Kângırı) — Kanun mevcuttur. Hatta kefaletsiz tahliyesi bile mevcuttur.

 

RIZA NUR BEY (Devamla) — Efendim arz edeyim. Neş’et Beyin maksadı şudur, ki emniyet etmiyorsa kanımıza.

 

İSMET PAŞA (Edirne) — Bunun sebebi şudur ki bazı memleketlerde bu usul yoktur. Yarın siz de bir kanun yaparsınız, kaldırırsınız. Onun için beş sene müddetle tatbik olunacak.

 

 

 

 

 

Lozan Konferansında İzlenecek Stratejik

Esaslara İlişkin BMM’de Verilen Söylev[44]

(03. 03. 1923)

 

Muahedenin baş tarafında bulunan mesaili arziye ve siyasiyeyi en nihayete bırakacağım. Evvel emirde muahedede bulunan sair mevaddı askeriyeyi ve memleketin müdafaasına taalluk eden mesaili arz edeceğim. Kitabın (75) inci sayfasındaki üserayı harp vardır. Üserayı harbe taalluk eden bu faslı nihayetine kadar kabul ettik. Üserayı harp, mezarlıklar; (75) inci sayfada üserayı harp, ondan sonra mezarlıklar vardır. (82) nci sayfada ahkâmı umumiye dediğimiz şeyler geliyor. Onlar hariç... Mesaili askeriyeden değil. Üserayı harbiye, mezarlıklar meselesinde muvafakati efkâr hasıl olmuştur. Bu muharebeden sonra, muhaberat esnasında tarafeyn elinde kalan esirlerin mütekabilen iadesine mütealliktir. Mezarlıklar meselesi tarafeyn muharipler yekdiğeri arazisinde mezarlıklar yapmak ve bu mezarlıkları kendi taraflarından idare edebilmek... (İşitmiyoruz sesleri)

FEYYAZ ALİ BEY (Yozgat) — Paşa Hazretleri işitmiyoruz.

İSMET PAŞA (Devamla) — Benim sesim bu kadardır. Sesinizi keserseniz dinlersiniz. (Handeler) Mezarlıklar; mütekabilen muharipler kendi memleketlerinde mezarlıklara hürmeti ve mezarlıkların muhafazasını taahhüt ediyorlar. Burada şayanı dikkat bir şey vardır. Gelibolu şibih ceziresi üzerinde yapılmış olan mezarlıklardır. Bu mezarlıkları şimdi kendi ellerinde iken ihzar etmişler. Onları olduğu gibi kabul ettiniz dediler. Bu hususta derhatır buyurursunuz ki bir çok münakaşat cereyan etmiştir. Nihayet mütekabil olmak üzere bu mezarlıkları olduğu gibi muhafaza etmeyi kabul ettik. Bir de, Arıburnu arazisinden mezarlık arazisi gibi istifade etmeyi teklif ettiler. Derhatır buyurursunuz ki, Arıburnu arazisini, dört kilometre arzında ve 1,5 – 2 kilometre tulünde bir arazidir. Bu araziden mezarlık gibi intifa etmeyi talep ettiler. O zaman münakaşat cereyan etti. Bir maksadı askeri ile istifade... uzun münakaşat cereyan etti. Bir maksadı mahsus tahtında istifade olunabilir ve bu Arıburnu onun elinde adeta Gelibolu şibih ceziresinin bir kısmını almışlar gibi bir mahiyette kullanılır endişesiyle fevkalade mücadele ettik. Nihayet mezarlık maksadından başka diğer maksatta kullanılmak üzere kullanılmasını temin ederek kabule mecbur olduk. Burada nazarı dikkate aldığımız mesele bir mezarlıktan ibarettir. Maksadı aslide istimal olunamayacaktır. Mezarlıkların herbirinde bulunduracakları muhafızlar tayin olunmuştur. Şimdi muahede müddetlerini şey edersek okuyayım bir defa dinleyin. 184 üncü madde: Harp esirleriyle sivil mevkufları derhal memleketlerine iadeyi taahhüt ederler. Yunanlılarla aramızda münakit mübadelei üsera mukavelenamesi Heyeti Celileye arz olunmuştur ve tasvip buyurdunuz. 135 nci madde: Üseradan kabahat işlemiş ve mahkûm olmuş olanların affına mütealliktir. Zaptı rapta ait olan ceraimden maada vakayiden dolayı cezaya çarpılmış veya maznun olanlar alıkonulacaktır. Onların tarafından... Fakat sonra ayrıca bir beyanname yaparak bunları da bırakmayı taahhüt etmişlerdir. Beyannamede Heyeti Celilenin hatırında kalacak nokta konferansın başladığı tarihten sonra ika olunan ceraimden dolayı ellerine geçirdiklerini bırakmayacaklarını söylediler. Konferansın başladığı 20 Teşrinisani tarihinden itibaren cinayetler ve bundan dolayı ellerine adam geçerse bunu bırakmayacağız diyorlar. Çünkü bir vaziyet hasıl olacak ki, kabahat yapacaklar. Bir ay sonra bırakmaya mecbur olacağız ve İstanbul işgal mıntıkasında bir çok suikastlar oluyordu. Bu suikastten endişe ettiler. Uzun münakaşa neticesinde kabule mecbur olduğumuz bir meseledir.

136 ncı madde gitmek istemeyenlerin tahkikata mani olacağına dairdir. Sonra mezarlıklar meselesi geliyor. Mezarlıklar meselesinde 141 nci maddesinde de hususî kayıt vardır. Yani bu mezarlıklar ahkâmına Romanya dahil olmuyor. Yani bizim onların memleketinde ve onların bizim memleketimizde mezarlık yapmağa sebep yoktur. Bizim onların memleketlerinde yapacağımız mezarlıklar için hususî bir surette ve ayrıca itilaf hasıl olmuştur. 144 üncü madde demin arz ettiğim mahzura aittir.

Britanya Hükümeti ancak arazisi dahilindir. Bunun bir lahikası vardır. Bu lahikada bir maksadı aslî ile istimaline mani olan şerait kabul ettirilmiştir. Bundan sonra askeri mesailde Boğazların serbestisine dair mukavele geliyor. Boğazların serbestisi bütün Cihanı alakadar eden başlı başına bir meselei mühimmedir. Serbesti tabiriyle esasen kasdettikleri büyük devletlerin kast ettikleri mana sefaini harbiyenin geçmesidir. Yani sefaini ticariyenin harpde ve sulhda gece ve gündüz geçmesi zaten umumiyetle kabul olunmuştur.

 

Fakat Boğazların serbestisi namı altında gerek İngilizlerin ve gerek Rusların ve gerek diğer devletlerin vesair alakadarının takip ettiği mesele sefaini harbiyenin geçmesidir. Bunda Ruslar Boğazların kapalı olması sistemini müdafaa ettiler. Tahkim olunsun, Türklerin elinde bulunsun ve kimse geçmesin veyahut ahden kapalı kalsın. Yani tahkimat olmasa bile gemilerin geçmemesi için öyle kuyut vaz edilsin ki hakikati halde siyaseten Karadeniz’e büyük donanmalar geçmesin. Bu Rus politikası Rus emelidir. Diğer taraftan düveli müttefika İngilizler ve Fransızlar ve diğer devletler Boğazlar sefain harbiyeye açık kalsın. Bizim noktai nazarımız Boğazlar hakkındaki noktai nazarımız esasen misakı millîde sefain ticariyeye Boğazların küşade olunmasını kabul etmişizdir.

 

Bir de Misakı Milli’de Münakalatı Beynelmilele küşade olunmasını kabul etmişizdir. Binaenaleyh, Münakalat beynelmilel namı altında kendi vaziyetimize, kendi arzumuza göre şu cins gemilere tahsis etmeğe imkân vardır. Fakat bizim Karadeniz Devletleriyle Bahri devletler arasındaki politikaya müdahale etmek ve müessir olmaktan ziyade kendi menfaatimizi misakı millînin dediği gibi İstanbul ve Marmara’yı tahtı emniyette tutacak bir açıklıkla iktifa etmeyi muvafık bulduk. Biz zaten o noktai nazardan temin ettiğimiz Boğazlar Mukavelenamesine temin ettiğimiz mevad şunlardır. Bir defa Türkiye harbe girerse gerek sefaini ticariye için gerek sefaini harbiye için memleketin müdafaasının istilzam ettiği her türlü tedabiri ittihaz edebiliriz. Ondan sonra.. Ha yalnız bunda bir şey vardır. Muhatap olduğumuz devletler aleyhine her türlü tedabiri ittihaz ediyoruz. Bitaraf bulunan devletlerin seyrü seferine mururuna ahkâmı mahsusa vaz edilmiştir. Mesela şu kayıtla ve şu tertiple geçebileceklerdir, diyoruz.

 

Fakat büsbütün kapamak imkânı yoktur. Ondan sonra kâfi kuvvet temini. Bahri ve berrî. Marmara’da ve her yerde istediğimiz gibi donanma yapmak ve istediğimiz gibi kullanmak. Bu hakkı muhafaza etmişizdir. Bir de İstanbul’u baskınlara karşı ve muhtemel tehlikelere karşı müdafaa edecek mühim bir kuvvet 12 000 kişi mevzubahis olmuştur. Bu da mutat olduğu veçhile silahı bu olacak, teşkilatı şu olacak vesaire gibi bir kayıt yoktur. İstediğimiz silahla istediğimizi, istediğimiz teşkilatla gayrı müstahkem ve gayrı askerî mıntıka dahilinde 12 bin kişilik kuvvet bırakabiliriz. Cüz’i bir şey olmak üzere bütün memleketin müdafaasına taalluk eden ve esaslı bir surette olarak müdafaa hakkı için hiç bir kayıt ve tahdidat kabul etmemişizdir. Boğazlar Mukavelesi biri gayrı askeri kılınacak tedabire, biri de mürura ait olmak üzere başlıca iki fasıldır. Burada birinci fıkra namı altında gördüğümüz sefaini gayrı harbiyenin sefaini ticariye vesairenin sulh zamanında mürurlarını taahhüt ediyor, hiç bir resim vermeksizin gece ve gündüz geçmeğe serbesttirler.

Yalnız şimdi bir takım resimler vardır. Fener resmi vesaire bunlar alınmakta olunduğu gibi idame edilecek. İkinci fıkra namı altındaki gördüğünüz mesele sefaini harbiye ve askeriyenin sulh zamanında müruruna mahsustur. Yine gece ve gündüz geçeceklerdir. Geçen kuvvetin miktarı Karadeniz’de en kuvvetli olan donanmaya göre tahdit edilmiştir. Esaslı fark budur. Her devlet Karadeniz’de en kuvvetli olan şimdiki vaziyette Ruslar dersek o kuvveti haiz olan kuvvet aynı zamanda ondan büyük bir kuvveti geçirmeyeceklerdir.

 

Harp zamanında Türkiye bitaraf olduğu taktirde sefaini harbiye vakti sulhda olduğu gibi geçerler. Türkiye bitaraf olduğu zaman Karadeniz’de herhangi iki devlet arasında harp varsa umumiyetle vakti sulhda olduğu gibi devam edecek. Fakat bir devlet diğer bir devletle muharip ise bir Akdeniz devleti bir Karadeniz devleti ile muharip ise bu devletler bütün do­nanmalarını yekdiğeri aleyhine kullanacaklardır ki bir denizden diğer de­nize geçmek. Üçüncü fıkra geçecek donanmaların bize miktarını haber ver­mek üzere, yani işaret yerleri yapacağız. Medhallerde bize malumat vere­cekler. Bu geçen kuvvetlerde tahdidat var. Geçecek donanma Karadeniz’­de en kuvvetli olan devletin sefaininden fazla olmayacaktır.

 

Mütenasip olacak. Ondan fazla olmayacak. Bunu bize haber verecekler. 4 üncü fıkra harp sefinelerinin müruru müddetlerinin tahdidi. Bir boğazdan diğer boğaza geçmek için mürur müddeti bu müddet kadar duracaklardır. Bu müddet zarfında geçeceklerdir. Ahvali mücbirede bu müddet ayrıca zam olunacak, sis, kaza vesaire dahil üçüncü madde burada sizin elinizdeki projede olmayan son zamanda bir fıkra ilave edilmiştir. Vezaifi sıhhiyeye aittir. Sefahini harbiye geçerken vazaif sıhhiye ifa için boğazlar komisyonuna bir de heyeti sıhhiye ilave edilecektir.

 

Dördüncü madde gayrı askerî tedabiri müşirdir. İstanbul Boğazının tarafında on beş kilometrelik arazi gayrı askerî hale, yani tahkimat olmayacak, kuvvet bulunmayacak, İstanbul boğazlarının tarafeyninde on beşer kilo metrelik arazide. Gelibolu şibih ceziresinde, burada gösterilmiştir. Kavak – Halat cenubundan geçer. Şarka doğru bütün Gelibolu şibih ceziresini ihtiya [ihtiva?] eder ve Çanakkale boğazında ve Anadolu sahilinde iki kilometre dahilinde bulunan arazi oralarda kuvvet bulunmayacak. İstanbul’da yalnız 12 bin kişi bulunacak, gayri askerî tedabirinde İmralı adası müstesnadır.

 

Adalar denizinde Semendirek, Yimmi, İmroz, Bozcaada ve Tavşan adaları bunlar gayri askeri tedabire dahildir. 96 ncı sahifede nihayette Fransa, İngiltere ve Türkiye Hükümetleri tarafından diyor. Beşinci madde olacak. Tercüme yanlış, gayrı askeri tedabir miktaya gelince 97 nci sayfada beşinci madde, buyurduğunuz ağır maddedir. İstanbul hakkında dermeyan edilen kuyudu ihtizayiye baki kalmak şartiyle, yani İstanbul’da 12 bin kişilik bir kuvvet bulunmak şartiyle gayrı askerî hâle ifrağ edilmiş mıntıka ve adalarda hiç bir istihkâm, sabit toplar, tahtelbahirler sefain, bulunduramayacağız.

 

Askerî bataryalar bulundurmayacağız. Ve askerî tayyare alanları da bulundurmayacağız. Gayrı askerî mıntıkalarda İstanbul Boğazının bir tarafında on beş kilometre, diğer tarafında on beş kilometre, yani üç saatlik bir mıntıka sayılır. Onun haricindeki bütün menatik müstesnadır. Tahtelbahir aletleri, tayyare, aletleri kalkacak, yalnız orada asayişin muhafazası için elzem olan polis ve jandarmadan maada oralarda kuvvei müsellaha olarak hiç bir kuvvet bulunmayacak. Mesela Gelibolu şibih ceziresinde orada bulunduramayacağız.

 

Son güne kadar Gelibolu şibih ceziresinde bir kuvvet bulundurmak için ısrar ettik. Gelibolu şibih ceziresi o kadar dar ki orada bir kuvvet bulundurursak orasını gayrı müstahkem kılmaktan ve boğazları serbest yapmaktan bir fayda hasıl olmayacak iddiasını dermeyan buyurdular. Bizim iddia ettiğimiz eğer orada hiç bir kuvvet bulunmazsa tarassut edemeyiz. Ani bir baskına ve muhacemata maruz kalırız. Ansızın baskınlara maruz kalırız dedik. Buna mukabil adedi tahdit olunmamış bulunacaktır. Diyorlardı ki filhakika öyledir. Bu emniyetimizi teyit eden bir maddedir.

 

İstanbul’da bulunduracağımız, 99 uncu sahifeye bakarsanız orada ilk maddede İstanbul Beyoğlu, Galata ve adalar civarında azamî on iki bin kişilik bir kuvvet asayişin icabatı için bulunacaktır. İstanbul’da bir terrane üssü bahri idame edebilecektir. Gayri askeri bu mıntıkada on iki bin kişilik mühim bir kuvvet bahri ve tersane bulundurabileceğiz. 9 uncu madde demin arz ettiğim gibi harp halinde Türkiye, Yunanistan, Yunanistan’ın mevzubahis olması Limni adası haricinde şamandıra bu adalar Yunanistan tarafından gayri askerî tedabire yine dahildir. Harp olursa o da Limni adasında ve şamandıra adasında serbestçe kendisini müdafaa edebilecek. Hali harp bittikten sonra Türkiye bir harbe girerse müdafaa etmek için her türlü vesaiti kullanırsa hali harp mündefi olursa tekrar eski hale ircar edilecektir. Ondan sonra gelen madde Boğazlar komisyonu bir Türk murahhasının riyasetinde mukaveleye vazıül imza olmak şartiyle Fransız ve İngiliz, İtalya, Japonya, Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Rusya devletleri murahhaslarından mürekkeptir. Amerikalılara komisyonda bulunmak hakkını bahşediyor. Boğazların serbesti meselesinde Boğazlar komisyonu başlı başına bir meseledir. Alakadar devletlerin murahhaslarından mürekkep İstanbul’da bir komisyon. Bu komisyon yalnız sefaini harbiyenin burada tahdit edilmiş olan şerait dairesinde müruruna dikkat edecektir. Okuyayım “Boğazlar Komisyonunun vazifesi Cemiyeti Akvamın himayei alilerinde ifayı vazife edecek ve her sene faaliyeti hakkında Cemiyeti Akvama bir rapor verecektir. Komisyon ikinci ve üçüncü fıkralarda mevzubahis olan sefaini harbiye ve havaiye ve askeriye usulü dairesinde münhasıran harp sefinelerinin müruru hakkındaki ahkama riayet olunup olunmadığını usulü dairesinde tetkik edecektir.[”] Boğazlar Komisyonunun vazifesi konferansı ciddî bir surette inkitaa uğratacak bir çok buhranlar getirmiştir, çünkü onlar boğazlar komisyonuna sefaini ticariyenin müruru ve kavaide riayet edip etmediğini görmek istiyorlar. Sefaini ticariyenin liman, fener vesair bilcümle hidemat yolunda mıdır, değil midir? Bunun da murakabe etsin diyorlardı ki adeta seyri sefer için devletin hukuku tabiiyesinden olan bir çok mevaddı boğazlar komisyonuna almak istiyorlardı. Bundan da mühim olmak üzere istedikleri, mademki bir takım yerleri cihanın emniyet seyri seferi için tahkim etmiyoruz, asker bulunduruyoruz, tedabir ittihaz ediyoruz. Bu tedabire riayet olunup olunmadığını mürakabe edecektir. Malumdur ki; diğer şeylerde bir takım tahdidatı askeriye vazedilmiş olan diğer devletlerde ve diğer milletlerde bir takım komisyonlar vardır. Zaten mağlup milletleri galiplerin pençesi altında bırakan daima iki tedbir vardır. Birisi tamirat komisyonlarıdır. Almanya’da, Avusturya’da: Bulgaristan’da, Macaristan’da mucibi asap ve iztirap olan iki nokta budur. Bundan biz çok tevehhüm ettik. Komisyon boğazlar meselesine ve gayri askerî mıntıkalara bakarsa nevama [nev’an–mâ] İstanbul Boğazları ve İstanbul’un idarei dahiliyesini elde tutacak endişesi, onun için ısrar ettik ve ret ettik. Komisyonun vazifesi sefain; harbiyenin müruruna ait olmak mümkün oldu. Hatta son anda bile İngilizler Boğazlar Komisyonuna herhangi bir vazifei murakebe vermemekle ne büyük fedakarlıklar yaptıklarını tebarüz ettirmeğe çalışıyorlardı. Boğazlar komisyonu, Cemiyeti Aliyei Akvamın himayesi altında ifayı vazife edecektir. Ticaret ve seyrüsefer noktai nazarından her türlü faydalı malumatı verir. Bu maksatla komisyon seyrüsefer muamelesinde Türk idaresiyle temasta bulunacaktır. “İşgal eden Türk sefain...” (Okudu)

 

Burada mevzubahis olan ticaret hususunda komisyon seyrüsefere bakarken Cemiyeti Akvama ticari seyrüsefer hakkında malumat ita edecektir. Malumat almak için Türk devairiyle muhabere edecektir. Tahattur buyurursunuz ki arz ettim. Bu komisyonun reisi Türktür, Boğazdan geçen sefainin miktarı, tonilatosu [ton ilâ’sı?] vesairesi hakkında malumat vererek bunu da şeye verecektir. Murakabe meselesi idarî hususatta yalnız cemi malumat şekline inmiştir. 16 ncı madde; vazifesinin ifası için elde bulunan talimatı yapmak komisyona aittir. Bu faslın ahkamı Türkiye’nin Türk sularında sefaini harbiyenin serbestçe icrayı hareketine iras halel etmeyecektir. 101 inci sayfanın nihayetinde bir madde vardır. Madde (17) denmiştir. Madde (18) denilecektir. Bu da teminatı siyasiyedir. Boğazların gayrı askerî kılınması Türkiye için gayrı muhik bir sebebi zaaf olmamak için imza edenler bir takım taahhüt yapıyorlar. Birisi serbestii mürur ahkâmına karşı vukubulacak bir tecavüz veya nagihani bir tecavüz boğazların seyrü seferi ve boğazları tahtı tehlikeye koyacak olursa akitler herhalde İngiltere, Japonya hükümetleri bu maksatla Cemiyeti Akvamın vereceği kararla müştereken men edecektir. Yukarıki fıkrada muahedeyi hazıra ile ahkâm... (Okudu)

 

Teminatı siyasiye meselesi de bizim ihtiyar ettiğimiz fedakarlığa mukabil biz istedik ki herhangi bir devlet Karadeniz’den veya Akdeniz’den Boğazlara ve İstanbul’a hücum ederse imza edenler o devlet aleyhine kendiliğinden münferiden ve müştereken hali harp yapacaktır. Boğazlar hakkında yapacağımız azamî teminat budur. Mademki açıyoruz, fedakârlık ediyoruz birisi haksızca bir tecavüz ederse o zaman bu tecavüzlere karşı hep birden düşman olsunlar.

 

RASİH EFENDİ (Antalya) — Cemiyeti Akvam bu kararı vermezse?

İSMET PAŞA (Devamla) — Esasen talebimiz bu değildir. Onu ifham edeceğim. İmkân hasıl olmadı, iki esası ihtiva ediyordu. Bir defa Boğazlara vukubulacak tecavüzlere karşı esbabı kafiyei [kat’iyei?] müdafaa[ya] bırakılmıştır. Şimdi siz Türkiye herhangi bir devletle harbe girerseniz, biz hiç hayrımız yok iken bütün vesaiti maddiye ve maneviyemiz ile o devlet aleyhine hareket etmek mecburiyetinde kalacağız. Bunu milletler kabul etmez. İkincisi diğer bir şey daha söylediler. Eğer biz sizin İstanbul’a karşı Payitahtımıza karşı hareket edecek bir devletle kendiliğimizden hali harbe girişirsek, o halde sizin o devlet münasebetiniz hali harbe müncer olmamak için daha evvelden, yani nevama bizim politikamızı tahtı murakabeye almak kendiliğinden zaruri olacaktır. Sizin birisiyle münasebetiniz var. Romanya ile, Romanya ile harp yapar yapmaz bütün Japon donanması, Japon milleti Romanya’ya karşı ilanı harb etmiş olacaktır. O zaman siz daha Romanya ile münasebette bulunurken bu iş harbe müncer olur mu, olmaz mı? Biz de bunu mütemadiyen takip etmeliyiz ve böyle bir harbe mani olmak kendi menfaatimiz noktai nazarından muzır olunca müdafaa etmeliyiz. Hülasa konferansın baştan nihayetine kadar cereyan eden müzakerat neticesinde hukukşinaslar ve bütün murahhaslar istediğimiz teminatı siyasiye için bizim istediğimiz şekil kabul edilmedi. Esasen kuvvet noktai nazarından uhut ve teminatı siyasiyenin hakikatte derecei kıymeti hepimizin malum ve mücerrebidir.

 

Bununla beraber herhangi bir şeyin munzam bir fayda olmak üzere herhangi bir şeyin istisnasını iltizam ettiler. Çünki bu tarzda olan teminattan böyle sarfı nazar etmekten evlâ görüyorlar. Bu Boğazlara ait mukavele bundan ibarettir; bugün bunun mevaddında muvafakati efkâr hasıl olmuştur. Bundan sonra Trakya hudutlarına ait proje gelir. Trakya hudutlarına ait itilafname Trakya hudutlarının tarafeyninde otuzar kilometre tarafeynin gayrı askerî kılınması, bir de Yunanistan’ın elinde bulunan Midilli, Sisam, Sakız adalarının gayrı askerî kılınması vardır. Trakya hudutlarının gayrı askerî kılınmasında sureti mahsusada istihdaf ettikleri nokta Edirne Kalesinin istimal olunamaması, maddî olarak. Buna mukabil Bulgarlar da Yunanlılara otuzar kilometrelik mesafe dahilinde kendi mıntıkalarındaki araziyi gayrı askerî kılacaklardır. Her ne olursa olsun müdafaai memleket meselesinde hudutlar tahdit edilmeden zarar hasıl olacaktır. Esasını iddia ederek biz de bu hudutların siyaseten gayrı kabili mürur olmasını bidayetten itibaren ısrarla müdafaa ettik. Buna rağmen yine Cemiyeti Akvam ile men etmek tarzında bir madde konmuştur. Biz kendi içimizden Trakya hududu askerî olacak, gayrı askerî olacak bunu bir mesele yapmak kararında idik.

 

Çünki bu meselede müdafaai memleket noktai nazarından esaslı bir surette zarar etmeyiz. Zaten memleketin, Trakya’nın müdafaası için seyyar ordu, seyyar vesaiti tercih etmişizdir. Bu noktai nazardan ledelicap Trakya’ya kuvvet gönderilmesini men edecek kaydın ortadan kaldırılmasına ehemmiyet verdik ve burada İstanbul’la beraber Trakya’da (20) bin kişilik kuvvetimiz bulunacaktır. Buna çok ehemmiyet verdik. Sulh olsa bile ihtimal ki İstanbul’la beraber Trakya’da yirmi bin kişi ya bulundururuz, ya bulundurmayız. Fakat olabilir ki icabeder. O zamana karşı kayıt altında bulundurmamak için, memleketimizi müdafaa için asker göndermek imkânı hâsıl olabilir. Bu otuz kilometrelik mıntıka dahilinde yalnız Jandarma bulundurulacaktır. Onların Jandarması mecmuuna muadil olmak üzere beş bin kişi bu demin arz ettiğim dördüncü maddedir. Bu dördüncü sayfadadır. Bu Trakya’da Kuvvetlerin tehdidine mütealliktir. Bu tay edilmiştir. Mesaili askeriye muahede de mesaili askeriye hitam bulmuştur. Bununla muahedede sulh projesinin muahedenamede mevzubahis olmuş olmamış nokta kalmamıştır. Şimdi baş tarafını açalım. Mukaddemede siyasî mevad meyanında madde birdir. Orada tarafeyn arasında münasebatı siyasîye vücut bulacak ve memurini şehbenderiye hukuku düvel kaividi [kavaidi] umumiyesiyle tayin edilmiş esasat dairesinde muamele edilecektir. Bunu tadilde teklif ettiğimiz şekil de şudur. İşbu muahhedei Sulhiyenin vesairenin Türkiye Büyük Millet Meclisince tasdikini müteakip, sairenin tasdikina intizar olunmaksızın düveli itilafiyenin tahtı işgalinde bulunanların kaffesi derhal tahliye olunacaktır. Bunu teklif edeceğiz. Çünki muahhedenin tasdik olunmuş demek üç parlamento tarafından imza ettikten sonra bir taraftan Türkiye, diğer taraftan diğerleri imza etmiştir. Memleketin tahliyesi o zamana kalmamak için bizim Büyük Millet Meclisi tasdik eder etmez İstanbul ve Boğazlar tahliye olunsun diye talep ediyoruz. Ondan sonra araziye tealluk ediyoruz. Araziye müteallik mevat Bulgaristan’la Yunanistan’la olan huduttur. Meriç nehrinin sol sahilinde istiyorlardı. (Burada kalsın sesleri) Biz Meriç’i teklif ediyoruz. Araziye müteallik mevatla Bulgar’la Yunanistan’la olan hudutları yalnız Meriç Nehrinin sol sahili olarak kabul olunmuştur. Onu mecrayı asliden çıkarmağa çalışıyor. Suriye’deki hudutlar. 2 Teşrinievvel 1921 tarihinde akdolunan Türkiye – Fransa arasındaki itilafnamenin sekizinci maddesinde musarrah olan itilafname bizim teklif ettiğimiz budur. Teşrinievvel 1921 tarihinde Akdolunan itilafnamenin heyeti mecmuası meriyetini tamamen muhafaza eder. Fransa ve Türkiye itilafnamesinin sekizinci maddesinde muayyen ve musarrahtır. Yani Suriye hududunu mevzubahis ederken burada onlar Suriye itilafnamesinin yalnız hududa ait olan kısmını almışlar. Çünki malumu aliniz Ankara itilafnamesi Fransa Parlamentosu tarafından imza olunmamıştır. Yanlış bir iltibas hasıl olmasın. Çünki o mahalde Ankara itilafnamesinde hudut yalnız değildir. İskenderun’dan Antakya’ya kadar Türk ekseriyetiyle meskun yerlerin tarzı muamelesine dair bir takım hukuk vardır. Eğer maa merbutat heyeti mecmuasını muhafaza ederlerse Antakya ve İskenderun üzerinden ve diğer Türk ekseriyeti olan Türkçe konuşulan yerler üzerinde hukukumuzu muhafaza etmiş oluyoruz. Ondan sonra Irak için diyor ki işbu madde hakkında Cemiyeti Akvam tarafından bu babda ittihaz karar edilecek ve hüküm verilecektir. Bu madde hakkındaki teklifimizin tarihi şu olacaktır. İşbu hudut Türkiye ile Irak arasındaki hudut ve işbu muahedenin tasdikinden bir sene sonra Türkiye ile İngiltere arasında dostane bir surette halledilecektir. İtilaf hasıl olamadığı takdirde Cemiyeti Akvam Meclisine müracaat edilecektir. Beşinci madde geliyor. Beşinci maddede:

 

ETHEM FEHMİ BEY (Menteşe) — Yine İngiltere memurlarına müracaat edilecek.

 

İSMET PAŞA (Devamla) — Şimdi beşinci maddeye başlıyoruz. Dördüncü sayfada Tahdidi hudut komisyonundan bahsediyor.

 

HACI ŞÜKRÜ BEY (Diyarıbekir) — Cemiyeti Akvam bir sene sonra bizim hakkımızı vermezse.

 

İSMET PAŞA (Devamla) — O zaman harp ederiz. Ondan sonra mesaili araziyede bir de bir şey var. Onu arz edeceğim. Madde 12 Şark ve garp hatları üzerinde ve İmroz ve Bozcaadaları üzerinde, Bozcaadaya merbut ve merkep (eşek ad.) adalardan, orada ufak adalar vardır. Ondan ibarettir.

 

Ondan sonra on beşinci madde Adalar, terkibi İtalya lehine atideki adalar üzerindeki hukuktan feragat eder. Tahtı işgalinde bulunan Jopulba, Rodos, Kalimnos, Delos, Ligus, Leros, Limni burada koyduğumuz madde budur. Burada Meyis adasını kara sularımıza raptedebiliyoruz. Yani İtalya elinde bulunan adalar[ın] Türkiye hâkimiyeti elinde kalmasını talep ediyoruz. Ondan sonra on altıncı madde feragati ifade ediyor. Ona diyor 20 teşrinievvel 1921 tarihli Ankara itilafnamesinin yedinci maddesiyle itilafnameyi mezkureye merbut ve maddei mezbureye matuf bir protokolün ahkâmına halel getirmeyecektir. Burada mevzubahis ettiğimiz hudut haricinde kalan yerlerdeki hukukumuzdan feragat edeceğiz. İskenderun, Antakya vesaire hukukumuzdan feragat ediyoruz. 17 nci madde:

 

ÖMER LÜTFİ BEY (Amasya) — Bu madde ile Adakale’yi yazdınız mı? Buradan Adakale hakipayinize yazılmıştır. Yani hariciyeden yazılmıştı. Bu madde ile onu bırakıyor musunuz?

 

İSMET PAŞA (Devamla) — Bütün hukukumuzdan feragat.. Bunlar üzerinde kâin arazi işbu muahede üzerinde, hatta bu suretle tanınmış olan, lütfedin efendim, 17 nci madde Türkiye’nin Mısır ve Sudan üzerindeki bütün hukukundan feragattir. Temin edilen kaffei düyun ve taahhüdattan Türkiye ibra olunmuştur. Sonra Kıbrıs adasında 19 uncu madde: Kıbrıs adasında sakin olanların Britanya tabiyateni iktisap ettiğine dair bir şey. Diğer ayrılan yerlerde ahali Türk tabiiyetine avdet etmek için iki sene muhtardırlar. Bu Kıbrıs adası için İngilizler bunu kabul etmemişlerdir. Oraya da bunu ithal ediyoruz. Diyoruz ki Britanya tabiiyetini terk eden bu eşhasın Türk tabiiyetini ihraz için filan yerde muharrer ahkama tabidir. Şimdi burada bir şey vardır. Kıbrıs Adasında mütevellit veya sakin olan Türk tebası demişlerdir. Onlar Kıbrıs Adasında mütevellit veya sakin olan Britanya tabiiyetini iktisap edecek ve bunlar da iki sene müddetle Türk tabiiyetine avdette muhtar olacaklardır. Ahkamı mahsusada boğazların serbestisine dair bir şey vardır.

 

HACI ŞÜKRÜ BEY (Diyarıbekir) — Yetişir Paşam, yetişir. Artık kafa kalmadı.

 

İSMET PAŞA (Devamla) — Kâmilen bitti efendim. Ufak tefek teferruat vardır. Eğleniniz diye söylüyorum. Ahkamı mahsusa var, kabul olunmuştur. Bir de yirmi beşinci madde: Burada diyoruz ki memurini ruhaniyenin ruhani imtiyazatına hâlel gelmeyecektir. Bununla dahili bir imtiyaz gibi telakki edilmemelidir. Sonra 26 nci madde mühimdir. Bilhassa bu hatırınızda kalsın. Tarafeyn akideyn Türkiye’de duhul ve ikamet hususunda gerek adlî ve vergi hususatında kapitülasyonlar usulünü ilga ediyoruz ve yine kapitülasyonlardan mütevellit usulü İktisadiyenin mülga olduğunu söyletiyoruz. Muahede dahilinde kapitülasyonların olduğunu sureti sarihada olan bir şeydir. Onlar diyorlar ki bu hususta bugün ifa edilen hususi mukavele bilmem nedir. Onu çıkarıyoruz.

 

HACI ŞÜKRÜ BEY (Diyarbekir) — Evet hususi mukavele nedir Paşam?

 

İSMET PAŞA (Devamla) — Bu muahede münderiç imiş gibi tatbik edilecek. Bunu ifa ediyoruz, bir madde yalnız kapitülasyonların mülga olduğunu ifade ediyoruz. Tâbiiyet meselesi geliyor ki geçen gün bahsettim. Heyeti Vekile bize vermiş olduğu projeyi baştan aşağıya maddeyi de tetkik etmiş ve tamamen malumat ita etmiş bir vaziyette bulunuyorlar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Lozan Konferansındaki Barış Önerilerine

İlişkin BMM’de Yapılan Açıklamalar[45]

(04. 03. 1923)

 

 

SORULAR — CEVAPLAR

 

HAKKI SAMİ BEY (Sinop) — Paşa Hazretleri “Karadeniz’e geçecek olan sefain miktarı Karadeniz’de mevcut olan hükümetlerden en ziyade bahriye kuvvetini haiz olan bir devletin sefaini harbiye miktarını tecavüz etmiyecek” buyurdunuz. Paşa Hazretleri, bu gün bir takım zümreler vardır. Meselâ: İngiltere, Fransa, İtalya bu gün aynı gayeyi takip eder bir zümre olmak itibarile, bunların her üçü namına da Karadeniz’e sefain geçe­cek mi? Yoksa bunlardan yalınız birisinin sefaini mi geçecektir? Bugün taazzuv etmiş züm­reler vardır Meselâ: İtalya orada bulundukça diğerleri geçmeyecektir. Konferansda bu söy­lenmiş midir? Nazarı dikkate alınmış mıdır? Yoksa söylenmemiş ve hiç mevzuubahis ol­mamış mıdır?

İSMET PAŞA (Hariciye Vekili) (Edirne) — Bir zümrei ittifakiyenin geçireceği kuvveti cem’an Karadenizdeki en kuvvetli donanma kadar olmak. Şöyle yapalım, Meselâ: On gemi geçecek. Bu on gemi, İtalya ayrı, İngiltere ayrı, Fransa ayrı, her biri böyle ayrı ayrı onar gemi geçirmek hakkına mı maliktir? Yoksa itilâf namı altındaki altı devlet cem’an on gemi mi geçire­cektir? Hakkı Beyin tavzihine istedikleri hususun bu olduğunu zanne­diyorum.

Bizim kabul ettiğimiz, mevzuubahis olan Boğazlardan her devlet ayrı ayrı on gemi geçirecek. Beyefendinin buyurdukları gibi, bir zümrei ittifakiyenin cem’an on gemi geçirmesi mevzuubahis olmuştur. Bir çok teklifat gerek onlar tarafından, gerek bizim tarafımızdan yapılmıştır. Fakat kabul edilmemiştir. Bu şekil kabul edilmiştir.

 

HAKKI SAMİ BEY (Sinop) — Müsaade buyururlarsa: Şu halde, devleti müttefıkanın Boğazlardan serbestii müruru hakkındaki teklifatının suikaste ve niyete müstenit olduğu bu teklifi ret etmeleri ile meydanda iken İstanbul’un emniyetini temin ettik diye biz ne suretle kanaatte bulunacağız?

İSMET PAŞA (Devamla) — İstanbul’un emniyeti için birinci derecede mevzuubahis olan vasıta, hali harp karşısında bulunursak, vesaiti müda­faayı bilâ kaydüşart kullanmaktır. Hali harbte vesaiti müdafaayı kullanmak elimizdedir. Sonra, gayri müstahkem mıntaka o kadar tahdit edilmiştir ki İstanbul Boğazının iki tarafından, yani Şark tarafından ve Garp tarafından on beşer kilometre, yani üç saatlik mesafe dahilinde (12) bin kişilik hazarı bir kuvvet bulunduracağız ki bu mühim bir kuvvettir. Bunun haricinde istediğimiz kadar kuvvet bulundurabiliriz.

 

Şimdi arkadaşlar, bundan daha fazlası, yani eskisi gibi tahkim edip mü­dafaa etmek bu esas itibariyle başlı başına bir siyasettir ve biz bunu Misakı Millîde bir esas olarak kaydetmemişizdir. Bir fedakârlık kabul etmişiz­dir. Kabul ettiğimiz esas dahilinde azami emniyet istihsal edilmiştir.

HAKKI SAMİ BEY (Sinop) — Paşa Hazretleri bir de Gelibolu sahilinde düşman tarafından Çanakkale muharebesinde tahtı işgalde bulundurulmuş ve düşman maktullerini ihtiva eden kabristanın İngiltere’ye terk edildiği söyleniliyor. Bu terk, İngiltere’nin kendi bir cüz’ü arazisi gibi, istediği şekilde tasarruf mahiyetinde ve binaenaleyh imtiyazı haiz bir şekilde midir? Yoksa ancak orada bulunan mekabiri muhafaza etmek ve başka surete bir hakka taalluk etmemek şeklinde midir?

İSMET PAŞA (Cevaben) — Efendim arazi terkinde, hâkimiyetin muhafazası veya terki başlı başına bir şeydir. Eğer hakkı hâkimiyet bir devle­te terk olunursa oraya her suretle tasarruf eder. Bir de tabiratı tamamiyle yerinde sarf edebilecek mi bilmiyor. Temellük vardır. Satın almış, temlük [temlik] etmiştir. Fakat esası itibariyle başka bir şekilde istifade eder. Burada mevzuubahis olan milletin hakkı hükümranisini terk etmek değildir. Hakkı hükümet, hakkı hükümrani bizdedir. Sonra, o araziden istifade mevzuubahis oluyor. İstanbul’daki İngiliz kabristanı nasıl terk olunmuş ise, onların malı ise, bunlar da onlardan daha hafif şerait dahilinde tahtı tasarruftadır. Bu vaziyettedir.

SIRRI BEY (İzmit) — Paşam; bütün munakaşatı siyasiye esnasında Trakya’da ve İstanbul’da hükümeti milliye tesis etmemiş olsa idiniz, daha cesur davranacağınızı ümit eder mi idiniz?

İSMET PAŞA (Cevaben) — Bilâkis. Eğer İstanbul’da ve Trakya’da mevcudiyetimiz olmasaydı bugünkü vaziyetimizden daha zaif olurduk. Çün­kü; bütün millet karşısında İstanbul’da ve Trakya’da mevcudiyeti milleti­miz karşısında ve bütün dünya karşısında anlaşılmış olurdu. Şimdi biz Mu­danya mukavelenamesinde Trakya’nın tasarrufunu bir emri vaki olarak is­tirdat etmiş olduğumuzdan, bütün konferans esnasında Şarki Trakya’dan hiç bahsedilmemiştir ve hiç bahsettirmedik. Eğer öyle olsa idi, Yunan tasarrufuna İstanbul’un kapısından müzakere başlardı ve Meclise karşı da, Hükümete karşı da bunu itilafçılar ellerinde bulunduracaklardı. Diyecek­lerdi ki, Şarkî Trakya’yı, İstanbul’u alır mısınız, yoksa bütün şeraiti sulhiyeyi tasdik eder misiniz? Tasavvur buyurunuz, Meclisimizi bütün millet karşısında daha ziyade tazyik altında bulunduracaklardı. Diyeceklerdi ki, İstanbul’u ve Trakya’yı almıyorlar. Veriyorlar, almıyorlar. Fakat bugün bü­tün Konferans esnasında siyaseten İstanbul’un tasarrufuna, Trakya’nın ta­sarrufuna dair harfi vahit geçmemiştir. Kabul olunmuş bir emri vakidir. Konferansın herhangi bir zamanında Şarkî Trakya’nın ve İstanbul’un tasarrufuna dair bir söz geçse idi, haklı olarak, bütün dünya muvacehesinde derakap kendileri kat’i bir vaziyet alabilirlerdi. Meriç’in sevahilindeki arazi hiç mevzuubahis olmamıştır. Eğer, biz Meriç’in sevahilinde ve İstanbul’dan Trakya’nın tasarrufundan bahis ettirmeyerek diğer mesailden bahsettirmiş isek, Şar­kî Trakya’nın tasarrufunu ve İstanbul’un sulh akdinde tahliyesi meselesi­ni emri vaki olarak kabul ettirememizdendir.

SIRRI BEY (İzmit) — Münakaşatım esnasında bu husustaki noktai nazarımı ayrı­ca zatı âlinize arz edeceğim. Son dakikada düveli mûttefikanın tarafı alinizden verilen no­tada bazı maddeleri kabul ve bazı maddeleri ret etmek suretiyle bir teklifte bulundunuz. Bu teklifi dermeyan ederken Heyeti Vekileden salahiyet aldınız mı idi?

İSMET PAŞA (Devamla) — Efendim malumu âliniz, ben Başmurahhasım. Elimde talimat vardı. İmza eder gelirdim. Değil dermeyan etmek, bu gördüğünüz maddelerin on beş misli aramızda teati olunmuştur ve gün­lerce müzakere edilerek karar verdiğiniz maddelerin on beş mislini biz yir­mi dört saat içinde almışız ve vermişizdir. Tamamen salâhiyetim dahilin­de idi. Yalnız bir şey vardı. Bana verilen salâhiyeti tatbik hususunda itti­haz ettiğim hattı hareket hükümetin ve Büyük Millet Meclisinin tashihat ve mukarreratına muvafık mı idi, değil mi idi? Bu bizim dirayetimiz mese­lesi idi ve dirayetimize muhavvel bir şeydi ve bunu da Heyeti Celilenin tak­dirine vaz ettim. Tetkik buyurursunuz. Eğer verdiğiniz salâhiyetleri verdiğiniz fikirleri anlayarak tatbik etmiş isek, tasvip ettiğiniz salâhiyetleri ver­diğiniz fikirleri anlayarak tatbik etmiş isek tasvip edeceksiniz. Onu anla­yacağım.

SIRRI BEY (İzmit) — Bu maddeleri tespit ederken müşavirlerinizle müdavelei efkar buyurdunuz mu?

İSMET PAŞA (Devamla) — Gerek murahhaslarımla ve gerek müşavirlerimle görüşmüşümdür. Fakat ben Meclisi Aliye, müşavirlere karşı olan münasebatımızı bu münasebetle arz edeyim. Her meselede müşavirlerin fikrini almaya atfı ehemmiyet etmemişimdir. Amma, her mesele için, her müşaviri toplayıp münhasıran böyle umumî bir içtima akdetmeye ne im­kân hâsıl olmuştur ve ne de bir mecburiyetim vardır. Ben demiştim ki, eğer herhangi bir müşavir kendi mütalâasının dinlenmediği kanaatinde bulu­nursa; burada alenen söylüyorum; hakkı vardır, mütalâasını yazar, bana verir, der ki: Yaptığınız hattı hareket bizim telâkkiyatı fenniye ve ihtisası­mıza ve görüşümüze mugayirdir diye bir layiha verse idi imza eder, kendi­sine iade ederdim. Maaşşükran söylerim ki hiçbir müşavirimiz kendi mü­talâası[nın] dinlenmediğini ifade edecek böyle bir vesikaya malik değildir.

Hepsini dinledim ve onların kanaatları haricinde hiçbir şey yapmadım. Hepsini dinledikten sonra onların kanaatları haricinde bir şey yapmadığıma en büyük delil, hiçbirinin elinde böyle bir vesika bulunmamasıdır.

SIRRI BEY (İzmit) — Bendeniz anlıyorum ki, zatı devletiniz projeyi vermezden evvel kendilerini haberdar ettiniz. Haberdar ettiğiniz için kabul ettikleri hakkında bir imza verdiler mi?

İSMET PAŞA (Devamla) — Her müşavirler içtimaının, meclisi içtimai gibi zaptını tutmuş değiliz. 4 Şubat sabahı tarihli bir teklif yapmıştım. 3/4 gecesi müşavirlerle beraber sabaha kadar çalışmışızdır.

NECATİ BEY (Saruhan) — Paşa Hazretleri sual ve cevapla vakit geçerse üç gün geçer.

 

İSMET PAŞA (Devamla) — Yusuf Ziya Beyin takriri sualini ve cevabını arz ediyorum.

 

“Şark hudutlarımızda alakadaranla yaptığımız muahedatın mevzuubahis edilerek alelusul düveli itilafiyede tasdik ve teyit ettirilmesi lâzimeden[r] iken mevzubahis edilmemesi ve tasdik ettirilmesine tevessül olunma­ması[nın] esbabı nedir? Ve bahsedilmemesinden faide mi, mazarrat mı mutasevverdir?

 

2. Cenup hudutlarımızın vaziyeti gayri tabiiyesi şayanı nazar ve bu cihet konferansa gidilirken ihsas edilmiş iken mevzuubahis edilmemesi tas­hihine tevessül olunmaması esbap ve hikmeti neden ibarettir?

                                                                                                              Bitlis

                                                                                                       Yusuf Ziya”

Efendim evvela birinci maddeyi izah edeyim.

Bizim elimizde bulunan muahhede projesinde düveli itilafiyenin diğer devletlerle yaptığı muahhedeleri tasdik etmeyi bize teklif ediyorlardı. Almanlarla, Avusturyalılarla, Bulgarlarla, vesaire. Buna mukabil bizim de Şarktaki hükümetlerle yaptığımız muahhedatı tasdik ettirmek varit hatır olmuştur. Bunu ben mevzuu bahis etmedim. Sebebi şudur ki, Ruslarla dü­veli itilafiye arasındaki münasebat henüz tanzim olunmamıştır. Bu teklif ve Ruslarla düveli itilafiye arasındaki münasebatı mevzuubahis ettirecek­ti. Bu ise salâhiyetimiz ve ahdimiz haricinde olduğundan böyle bir şey bah­sedersek Ruslarla Fransızlar ve diğer devletler arasındaki münasebatı de­rakap mevzuubahis edecekler. Bu ise bize temas etmeyen bir meseledir. O noktai nazardan temas etmeye lüzum görmedim.

Cenup hudutlarımızın gayri tabiî vaziyetine gelince: “Bahis olunmuş mudur?” diyor arkadaşlar. Konferansın ilk gününde hissettiğimiz şekil şu idi: İngilizler müzakereye başlamazdan evvel veçhe vahdetini temin etmek istediler. Derhatır buyurursunuz ki 13 Teşrinisanide Konferans içti­ma edecekti. Halbuki 13 Teşrinisanide içtima etmediler. 20 Teşrinisanide içtima ettiler. Bu müddet zarfında –tereşşuh ettiğine göre– İngilizler, ev­velemirde, müttefiklerle Şark meselesini müttehiden hal etmeye tevessül etmiştir. Kabul edilmiştir, edilmemiş midir; bu, müttefiklerin kendi arala­rında geçmiştir. Tahmin olduğuna göre aralarında bir takım hututu esasiyeyi tayin etmeye çalıştılar. İtalya’nın işgalinde bulunan adalar, Ankara itilafnamesiyle Suriye hududu ve Musul mesaili, bu üç meseleyi arazi mese­lesi, olarak düveli selase aralarında tehhit ettiler. Gazetelere teveşşuh eden budur. Şimdi onlar istiyorlardı ki her üç meseleyi birden mevzuubahis ede­lim. Evet veya hayır cevabiyle konferansı kat etsinler. Bunu vazıhan ve sa­rahaten gördük. Diğer mesailden Ankara itilafnamesi aktolunmuş ve Mec­lisi Âlide de programımı söylerken demiştim ki; imza ettiğimiz uhudata ri­ayetkârız, bu nazar altında hal olunacak. Yalnız Musul meselesi vardır. Bu hatta hareketi takip ettik ve bütün kuvvetimizi Musul üzerine baştan ni­hayete kadar tevcih ettim. Arkadaşlar sizi temin ederim ki bu mücadelât gayet ciddi ve haşin olmuştur ve bütün dünyaya karşı olmuştur. Fenni, il­mî, siyasî bir tarzda bu mücadelatı her gün matbuata vermişimdir. Bu mü­cadelât üzerine İngilizler istilzam ettiler ki, diğer hudutları mevzuubahis edelim. Mevzuubahis eder etmez kendi müttefikleriyle yakinen alâkadar olduğu için hep beraber meseleyi ret etmek tedbirini ittihaz ettiler. Böyle siyasete ve gayri müsait bir vaziyete girmekten itiraz ettik. Neticede tuttu­ğumuz hattı hareketin selâmet ve isabetini teeyyüt etmiştir.

REİS — Servet Efendi.

SERVET EFENDİ (Bursa) — Vazgeçtim.

M. DURAK BEY (Erzurum) — Soracağım şey; efendim İstanbul’da bir tehdidatı askeriye vardır. Malûmu devletiniz İstanbul’da 12 bin kişiden fazla bulundurmayacağız. Bu tahdidatı askeriye bir komisyon marifetiyle mi icra edilecektir? Yoksa ne suretle icra edi­lecektir? Oraya bir komisyon ve bir kontrol mu koyacaklar?

İSMET PAŞA (Devamla) — Durak Beyefendi esaslı bir noktaya temas ettiler. Dün Boğazlar komisyonundan bahsederken “Vazifesi sulara münhasır sefaini harbiyenin miktarı ve sefaini harbiyenin geçecek miktarını takip ile muvazzaf” böyle ifade etmiştim. Esas bu komisyonun vaziyeti gayri askeri tedabiri murakebe, yani bu komisyon İstanbul’da ve Çanakkale et­rafında tayin ettiğimiz mıntaka dahilinde 12 bin kişi bulunduruyoruz. Bu­nu murakebe için bazı yerlerde tahkimat yapmayacağız. İstediği zaman murakabe edecek. Hâsılı diğer gayri askeri milletlere, diğer mağlup mil­letlere tatbik ettikleri askerî tedabir gibi murakabe edecek bir komisyon, bir şey. Ben böyle evham ettim. Bunun için esaslı mücadele olmuştur.

Konferansı açıktan açığa inkıta etmek derecesinde idi. Vaz ettikleri suali ben defaatle vaz etmiştim. O halde gayri askerî mıntakayı, İstanbul etrafında, bunu siz idare edeceksiniz. On iki bin kişi bulunacak nasıl buluna­cak ve nasıl anlaşılacaktır? Bunu anlamak için bütün İstanbul’da bulunan hükümetin kuyudatına bakmak ve muayene etmek lâzımdır. Bu hususta o mıntıkayı –mütarekede ihdas edilmiş olan komisyonlar gibi– herhangi bir vesile ile tahtı murakabeye tutmak demektir.

Bu mücadele o kadar ileri vardı ki biz öğle vakti Lord Curzon ve Fransız heyeti murahhasası son sözünü söylemek için geldi. Bu komisyonun askerliğini kabul ettikten sonra, bunun murakabe edilmesi zaruridir. Bi­naenaleyh bunu kabul edeceksiniz, dedi. Bu öğle vakti idi. Son sözünüz bu mudur ve ciddî midir dedim. Eğer İstanbul’da yapılacak bir komisyon ile murakabe düşünüyorsanız ve bu murakabe fikrini son ve kat’i bir çare olarak söylüyorsanız şimdi söyleyiniz. Telgraf dahi gelmeden derakap Ankara’ya hareket ederim, dedim. O kadar ciddî ve kat’idir dedi. Biz memle­ketimiz dahilini de, her memleket gibi müstakil ve hür yaşamak murat et­tiğimiz zaman, hiçbir murakabe olmaksızın yaşamaya ahdettik. Siz de bu kafa varsa şimdi söylersiniz, derakap hareket ederim, dedim. Mesele bu ka­dar inkita derecesine kadar vardıktan sonra vazgeçmişlerdir. Biz ahden muahhedenin diğer maddelerini ne kadar tatil, tebdil etmiş isek de İstanbul’­da kuvvetimiz 12 bin, bunları ahden taahhüt etmişizdir. Mesele bundan ibarettir.

M. DURAK BEY (Erzurum) — Şayet bir gün olur da siz de burada 12 bin değil. 15 bin bulunduruyorsunuz kontrol edeceğiz derlerse ne yapacaksınız?

İSMET PAŞA (Devamla) — Red edeceğiz. 12 binden fazla bulunduruyorsunuz derlerse derhal büyük bir müzakeratı siyasiye açılır. Bu muahedei sulhiye bir münakaşai siyasiyedir. O vakit onu devlet bir meseleyi mün­feride olarak hal eder.

M. DURAK BEY (Erzurum) — Yani istedikleri zaman kontrol edemeyecek değil mi?

İSMET PAŞA (Devamla) — Asla!

REİS — Biga Mebusu Mehmet Beyin sual takririni okutuyorum.

Riyaseti Celileye

 

Evvelki gün Hariciye Vekili İsmet Paşa Hazretlerinden Anadoluya mücavir adalar hakkında sorduğum suale henüz bir cevap vermediler. Berveçhiâti sualimi tekrar ediyorum.

 

1. Limni, Midilli, Sakız, Sisam doğrudan doğruya Türkiye asayişini ihlale müsait bir vaziyeti coğrafiyede bulunan adaların Yunanlılara terkine Lozan’da rıza göstermişler mi­dir? Göstermişler ise vatanımızın Yunan eşkıyasından vikayesini teminen Lozan’da ne gibi teminat alabilmişlerdir?

 

Boğaz medhalinde Bozcaada, İmroz adalarında emniyetimiz için asker ve Jandarma bulundurabilecek miyiz? Aksi takdirde selameti vatan için ne gibi tedbirler ittihazı mukarrerdir? Şu iki sualime şimdi Mecliste cevap ita etmelerini rica ederim.

 

                                                                                                              Biga Mebusu

                                                                                                                  Mehmet

 

İSMET PAŞA (Hariciye Vekili) (Edirne) — Efendim, Limni, Midilli, Sa­kız ve Sisam gibi adaların Yunan tasarrufundan hariç olarak, gayri askeri ve muhtar olmalarını iddia ettik. Esasen bizim mevzuubahis ettiğimiz ze­min bu idi. Fakat nihayet bunların gayri askeri olmalarına iktifaya mec­bur kaldık. Bu adaları istihsal etmek için ne Meclisi Âlinin kararı ve ne de milletin arzusu ve ne de bana verilmiş bir talimat vardı. Bunu orada görür görmez gayri askeri tedabirini bir faidei munzama [munzamm–] olarak istihsal ettim.

MEHMET BEY (Biga) — Boğaz methalinde Bozcaada ve İmroz adalarında emniyet için bir kuvvet bulundurabilecek miyiz?

İSMET PAŞA (Devamla) — Efendim, bu adalar on seneden beri Yunan işgalindedir. Bu adalar hakkında, hatırınıza getireyim. Balkan harbi niha­yetinde düveli müttefika bize bir nota vermişlerdi. Bozcaada ile İmroz ada­sını bize iade edeceklerdi. Limni ve Midilli adalarını da Yunanlılara vere­ceklerdi. Bu muallak kaldı. O zamanki hükümet bunu kabul etmemiştir. Kabul etmedi, amma Bozcaada ile İmroz adasını aldı da mabadini [mâ–ba’dını] kabul etmedi değil. Bunu kabul etmemişti. Bunu kabul etmemekle Bozcaada, İm­roz adası Yunanlılar işgalinde devam ededurdu. On seneden beri münha­sıran Rum meskûn olan bu adalarda Yunan kıtaatı işgali altındadır. Şimdi biz bu adaları Yunanlılardan almışızdır ve Boğazlar mıntıkasının tabi ol­duğu gayri askeri bir şekle tabi kılınması zaruridir. Çünkü Bozcaada ile İmroz adasını tahkim ettik mi, Boğazları kapamışız demektir. Bir taraftan Çanakkale Boğazının ve diğer adaların Yunan adalarının gayri askeri tabi­rine tabi olması zaruridir. Jandarma bulundurabileceğiz, istediğimiz kadar.

Mehmet Beyin sualinden bir parça: Selâmeti vatan için ne gibi tedbirler ittihaz edilmiştir?

 

Selâmeti vatan için tedabiri bugünkü vaziyetimiz tamamen göstermektedir. Kuvvetli bir ordu, sağlam ve mamur bir memleket halinde bugünkü vaziyette bulunursak, dünya onların ittifakında iken Bozcaada’dan İmroz adasından çıkmaya mecbur ise, tekrar ellerine geçmek imkânı yoktur.

 

Cemal Paşanın suali: Ankara itilafnamesi...

 

1. Fransa itilafname ahkâmına riayet etmemiş.

2. Fransa Hükümeti Meclisleri itilafnameyi tasdik etmemiş.

3. Curzon meselesinin mevzuubahis olmasını teklif etmiş iken niçin cenup hududu mevzuubahis olmamıştır?..

İSMET PAŞA (Devamla) — Efendim, biraz evvel arz ettim ki Fransa’nın Suriye ile cenup hududunu tercihan mevzuubahis etmek, diğer muallakta bulunan arazi meselelerini de düveli müttefikanın arasındaki resaneti aleyhimize olarak tahrik etmekten ibarettir. Sonra “Fransa itilafna­me ahkâmına riayet etmemişlerdir.” Bunu bendeniz tekraren söyledim ve daima şikâyet ettim. Benim şikâyetim şu idi: İtilafnameye göre Fransa, sulh müzakeresi esnasında Fransa gerek kapitülasyonlarda ve gerek diğer mesailde müsait bir hattı hareket takip etmek; müsait bir hattı hareket takip etmiyorsunuz diye şikâyet ettim. “Fransa Hükümeti Meclisleri itilafnameyi tasdik etmemişlerdir” ve nitekim şimdiye kadar etmemişlerdir.

 

Malumu âlileri “Meclisi Âlide bu itilafnameyi tasdik etmemişlerdir.” “Curzon meselesinin mevzuubahis olmasını teklif etmiş” elbette görüyorsunuz, istiyordu. Görüyor musunuz beraber bu cepheyi sökmek lazımdır. Beraber bu cepheyi sökelim. Bu işe başlayalım. Son zamana kadar Fransızlar buna girişmemiş iseler Fransızlar kendilerini Musul meselesi ile yakinen alakadar addetmişlerdir.

REİS — Tahsin Bey (İzmir) Sual ediyor, okuyorum.

İsmet Paşa Hazretlerine: Sulh projesinde İstanbul’un derhal tahliyesi hakkında ne bizim tarafımızdan ve ne de mukabil taraftan hiç bir kayıt yoktur. İstanbul ne vakit, ne şartla ve ne suretle tahliye edilecektir?

İSMET PAŞA (Devamla) — Bütün konferansımız esnasında sulh olur olmaz İstanbul’un ve boğazların tahliyesi emri tabiî ve şartı mukaddım olarak görüşülmüştür. [İstanbul’un boşaltılmaması] Mevzuubahis olmamıştır. Daima bahsolunurken on­lar dediler ki tahliye olunacak. Biz dedik ki elbet tahliye olunacak. Son an­da bu tahliye meselesini mevzuubahis ettik. Onların söyledikleri konferans tarafından bir beyanname yapacaklar; diyecekler ki sulhun tasdikinden on beş gün...

REİS — Hacı Şükrü Bey...

İSMET PAŞA (Devamla) — Zarfında tahliye edilmiş bulunacaktır. Muahedenin tastikini dün Heyeti Celileye arz ettiğimi zannediyorum. Büyük Millet Meclisinden başka diğer üç parlamentonun tastiki ile bu muahede tatbik olunacak. Bu muahede tasdik edilmiştir. Demek ki biz meseleyi tas­rih etmek için ve diğer parlamentoların tasdikine kadar tavik etmemek için mukabil teklifimizi de dün arz ettim. Hatırınızda kalmamış. Biz ayrıca mad­de ilave ediyoruz ve diyoruz ki: Bu muahede Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından tasdik olunur olunmaz, düveli müttefike elinde bu­lunan Türkiye aksamı derhal tahliye olunacaktır.

(…)

REİS — Konya Mebusu Refik Beyin sualini okuyorum :

Paşa Hazretleri; eğer isabet ediyorsam, gerek tarafı âlilerinden ve gerek Heyeti Murahhasamızdan diğer zevat taraflarından şimdiye kadar vaki izahat neticesi son teklifte iz­rar manasını göstermektedir.

1. Karaağaç’ın terki, Gelibolu’da mezar satılması, Musul’un ve mesaili iktisadiyenin bilahare muayyen bir müddet zarfında hal edilmek üzere muahededen ihracı üzerine, evvelki teklif tekrar edilse, başkaca bir teklif karşısında bırakılmayarak muhasımlarımız sulhu kabul edecek mi?

2. Lozan’dan ayrılırken yapılan teklif, bilahare anlaşıldığı veçhile, muhasımlarca kabul edilmemişken yine tarafımızdan aynı noktai nazarda sebat edilmesine sebebi hakiki nedir?

Konya

Refik

 

İSMET PAŞA (Devamla) — Efendim; bizim yaptığımız teklif, elimize aldığımız proje gibi, elimize aldığımız müsvette gibi bizim de mukabil bir teklif yapmamız lazımdı. (İşitmiyoruz sesleri) Muahede projesini kısmı küllisi bir taraflı olarak ihzar olunmuştur. Yani esaslı mesail konuşulmuş, fakat şurasında sonra konuşulan mesail bir araya getirilerek yazılmıştır. Bu yazıl­ma, onlar tarafından kısmı küllisi yazılma. Binaenaleyh esaslı mesailde ih­tilafımız var. Ondan sonra ufak tefek şurada ve burada bir çok tashih olu­nacak şeyler vardır. Onlar karşı karşıya gelirse gayet makul ve mantıkidir kabul edilmesi. Bir kısmı vardır ki mesaili esasiyeye taalluk eder. Tatmin ile uğraşıyorlar. Onlar için müzakere etmek lazımdır. Şimdi biz muahede projesi üzerinde evvela; büyük hutut üzerinde muvafakat istihsaline ça­lıştık. Evvela bunların projesini ele aldık. Bunda, tamirat vardır. Para isti­yorsunuz tamirat için. Para vermeyiz. Evvela bunu anlayalım. Şimdi veri­riz veremeyiz diye mücadele ettikten sonra bir hale koyduk. Ama yazmak lazım. Bunlar oraya beş on madde yazılmıştır. Şimdi bunları bu esas üze­rine yeniden yazmak lazımdı. Biz nasıl yazmayı düşünüyorsak, bunu, mu­kabil projemizde yazıyoruz, inkıta olduğu zamandan beri bir takım esas­lar üzerinde teklif verdik. Bu teklif intaç edilmeden ayrıldık. Şimdi nevima [nev’an–mâ] aynı teklifi yapıyoruz. Hututu esasiye üzerinde çok şeyler burada gö­rülmüştür. Hükümette ve Mecliste tezahür eden efkâra göre bizim düşündüklerimizden daha vasi bir surette bir tadilat yaptık. Bu tadilatı kamilen, tahriren bildiriyoruz. Şimdi anlaşacağız, baştan nihayete kadar muahede için ne düşünüyoruz? Anlaşacağız. Bunun üzerine, eskisi gibi ret ederlerse, ret etmiş vaziyette onlar kalacaktır. Yeni vaziyet olacaktır. Onu ayrıca müzakere edeceğiz bu muahedeyi vereceğiz, kabul edecekler veya etmiyeceklerdir. Buna dair bir şey yoktur. Fakat ayrıldıktan sonra, bütün gazete­ler, umumiyetle dünyadaki efkârı sulhcuyane görülmüştür. Bu hakikat midir? Yahut sadece propaganda mıdır? Bunu tespit neticesinde anlayacağız. Eğer bu hakiki ise teşebbüs devam edebilir, hakiki değilse vaziyet tavazzuh eder. Şimdi Hariciye Vekili olarak makul bir sulh için son vesaite te­şebbüs eden ve son şubheleri [şüpheleri] izale için Meclisi Âlinin karşısına her vasıta­ya müracaat etmiş olarak çıkıyoruz. Şu veya bu kadar ordu var, yok demek, yahut sulh şu tarzda var veyahut yoktur diyebilmek için teşebbüs et­mek lazımdır. Kendi kanaatim ve kendi görüşlerim; yeniden bir teşebbüs­le vaziyeti yeniden meydana çıkarmaktır.

(…)

REİS — (...) Mehmet Kadri Beyin bir suali var okuyoruz.

Sual

Musul vilâyetinin bir sene zarfında İngiltere ile aramızda müzakere ve hal edilemedi­ği takdirde Cemiyeti Akvama havale edilmesi hususunda Heyeti Vekile tarafından zatı alilerine salahiyet verilmiş mi idi?

Siirt

     Mehmet Kadri

 

İSMET PAŞA (Devamla) — Evvelce böyle bir şey mevzuubahis olmamıştır. Heyeti Vekile de buna dair bir talimat vermemiştir. Ne salâhiyet ver­miştir. Ne de mevzuubahis etmiştir. Vazifem Musul vilâyetini istihsal et­mekti, bunun için çalışmıştım.

(…)

Harp ve sulh münhasıran Meclisi Âlinin kararına vabestedir. Bilmem bir sene sonra harp için veya sulh için ne karar verecekti. Bunun üzerinde söz söylemek salâhiyetim haricindedir, idrakim haricindedir, [ancak] tahmin ederim.

NUSRET EFENDİ (Erzurum) — Paşa Hazretleri, malumu aliniz sulh muahedesinde halifenin diyarı ecnebiyede bulunan İslâmlar üzerindeki hakkı ıskat ediliyor. İşit­tim ki, Hindistan, Mısır vesair biladı İslâmiyeden komiteler Lozan’a geldi. Bu komiteleri Lozan’da hukuku hilafet üzerinde yani halifenin kendi üzerlerinde olan hakkı kazasına ait konferansta bir muhtıra verdiler mi vermediler mi? Bu bir.

Hindistan’da bulunan levce heyetinin azayı lobisinden olan kaliyülkuzatın memuriyetinin halife tarafından tasvibi üzerinde israr ettiler mi etmediler mi? Mısır’a bir kadı’nın gönderilmesi hakkında Mısır Komitesi bir muhtıra verdi mi vermedi mi? Buna dair tenevvür etmek istiyorum. Bu sualin de, 1 teşrin kararının son maddesidir ki, halife Mec­lisi Milliye istinat eder, sözünden cüret alarak zatı âlinize bu sualimi soruyorum.

İSMET PAŞA (Devamla) — Hindistan’a ve Mısır’a bir kadı tayin edilmiş ve kadıulkuzatın memuriyetinin halife tarafından tasdiki ve halifenin Türkiye haricindeki İslâm memaliki üzerindeki hakkı kazasını tanımak­tır. Böyle resmi teşebbüsattan haberdar değilim.

(…)

İSMET PAŞA (Devamla) — Evvelce muahede projesinde Türkiye sultanın, halifenin Türkiye haricinde hakkı kazasını iptal etmişlerdir. l Teşrinisani kararının mesut bir neticesi olmak üzere elimizdeki muahede pro­jesinde bunu yapamadık. Çünki burada Türkiye hududu haricinde kalan yerlerde Türkiye’nin ve Türk memurlarının müdahalesinden feragati ta­ahhüt etmişlerdir. Halife der demez bütün âlemi İslâma ait bir meseledir. Bizim salahiyetimiz dairesinde olan ve buradaki konferanstan husule ge­lecek bir mesele değildir. Halife âlemi İslâm üzerinde olan vazifesini ne su­retle ifa edecektir? Buna karışamayız ve bu hususta bir fikir dermeyan edemeyiz demişizdir.

(…)

İSMET PAŞA (Devamla) Onun için bir muahedede sulh projesinde Türkiye’nin hudutları haricinde kalan arazi üzerinde Türk memurlarının müdahalesinden feragat edilecektir, dendiği zaman halifeye ait hiç bir tah­dit kabul etmiyoruz. Ne Teşkilatı Esasiye Kanununda ve ne de bütün ciha­na karşı olan taahhüdatımızda ve beyanatımızda halife hazretlerinin âle­mi İslâm üzerinde olan vazaifine dair hiç bir müdahale kabul edilmemesi­ni Türkiye’nin idaresi hakkında l Teşrinisani tarihli verdiğimiz kararın bir neticei mesudesi olarak telakki ettik ve iktitaf ettik.

(…)

Haya­let üzerine konuşmayalım, maddiyat ve menafi üzerine devletlerin menafiini, siyasetini tetkik edelim.

 

 

 

 

 

 

 

 

Türkiye’nin Paris Temsilciliğine Gönderilen Mesaj[46]

(07. 03. 1923)

 

 

Hariciye Vekâletinden Paris Mümessilliğine

 

7 Mart 339 (1923)

Tel.

Tamim

 

Heyet – i murahhasamıza Lozan konferansında tevdi olunan sulh projesi hakkında tahkikatına devam eden Türkiye Büyük Millet Meclisi müzâkerâtına devam için Hükümete ekseriyet–i azime ile mezuniyet vermiştir. Bu babdaki teblig–i resmi aynen zirde münderictir:

 

“İhtilâf [İtilâf] Devletlerinin Lozan Konferansı müzâkerâtı neticesi olarak Heyet–i murahhasamıza tevdi ettiği sulh muahede projesi istiklâlimizi muhil şerait ihtiva ettiğinden şayan–ı kabul görülmemiştir. İtilâf devletleri bu projenin aynen kabulünde israr ettikleri halde husule gelecek neticenin mes’uliyetinden müteberiyiz.

 

“Pek mühim ve hayatî olan Musul meselesinin bir müddet–i  mevkute zarfında halli, malî, iktisadî ve idarî mesailde millet ve meleketimizin hukuk–u hayatiye ve istiklâliyesinin tam ve emin olarak istihsali, sulhü müteakib memalik–i meşgulemizin sür’atle tahliyesi esasları dahilinde sulh teşebbüsatımıza devam olunması için Hükümete ekseriyet–i azim ile mezuniyet verilmiştir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Lozan Konferansına Çağrıcı Devletlerin

Dışişleri Bakanlarına Ankara’dan Gönderilen Mektup[47]

(08. 03. 1923)

 

NO. 6

Ekselâns İsmet Paşa’nın Lozan Konferansı’na

Çağıran Devletler Dışişleri Bakanlarına Gönderdiği Mektup

Ankara, 8 Mart l923

 

Ekselâns,

Laussanne’de Müttefik Devletler Temsilci Heyetlerince Türk Temsilci Heyetine sunulan Andlaşma tasarısıyla buna ekli Sözleşmeler tasarılarında Hükümetimin yapılmasını teklif ettiği değişiklikleri bu mektuba bağlı olarak Ekselânslarına göndermekle onur duymaktayım.

Hükümetimin bu değişiklikleri isterken dayandığı düşünceleri açıklamadan önce, çeşitli Temsilci Heyetlerinin Laussanne’dan ayrılmalarından önceki ve sonraki olayları kısaca özetlemeyi gerekli görmekteyim.

Müttefik Devletler, Barış Antlaşması tasarısını Türk Temsilci Heyetine 3l Ocak l923 tarihinde vermişlerdi. Türk Temsilci Heyeti, bu tasarıyı incelemek ve cevabı bildirmek üzere, sekiz günlük bir süre istemişti. İngiliz Temsilci Heyetinin Sayın Başkanı, İngiltere’deki işlerinin, Laussanne’de bir hafta daha kalması olanağını vermediğini söylemiş ve Türk Temsilci Heyetinden cevabını dört gün sonunda bildirmesini rica etmişti. Türkiye Temsilcileri, yüz sahifeyi aşan bir tasarıyı incelemek için bu sürenin kesin olarak yetmeyeceğini bildirmekle birlikte, cevablarını teklif olunan süre içinde yetiştiremezlerse, istedikleri sürenin tamamından yararlanmak hakkını saklı tutmak üzere, İngiliz Temsilci Heyetinin isteğini yerine getirmeğe çalışacaklarını vaat etmişlerdi. Türk Temsilci Heyeti, bu dört günü, tasarının incelenmesine tümüyle ayırma özgürlüğünü bulamamıştır. Gerçekten, 1 Şubat gününün yarısı Boğazlar Komisyonunun toplantısıyla harcanmış, öteki üç gün boyunca da Türk Temsilci Heyeti, Müttefik Temsilci Heyetiyle toplantılar yapmak zorunda kalmıştır.

İngiliz Temsilci Heyeti, 4 Şubatta Laussanne’dan ayrılmağa kesin karar vermiş olduğundan, Türk Temsilci Heyeti, dünya barışı yararına, bir son çabada daha bulunmağı bir görev saymıştır. Türk Temsilci Heyeti, 4 Şubat l923 tarihli bildirisinde, Laussanne Konferansına yapılan görüşmeler ve öne sürülen karşılıklı görüşlerle, temel sorunlarına ilişkin olarak barış yapabilmeye yeterli bir anlaşmaya varılmış olduğuna Müttefik Temsilci Heyetlerinin dikkatini çekmiştir. Bu bildiri, Türk Temsilci Heyetinin, Trakya’nın Batı sınırını Müttefiki Devletlerce teklif olunduğu biçimde kabul ederek; İngiliz Temsilci Heyetince de kabul edilmiş bulunan  bir takım hak gözetir şartlar karşılığında, İngiliz Hükümetinin Anzac’daki mezarlıklara ilişkin görüşüne katılarak; İmroz ve Bozcaada adalarında bir yerel yönetim kurulması teklifiyle –Oniki Ada sorunu o vakte kadar hiç bir görüşme konusu olmamışken– bu adalar için yapılan teklifi kabul ederek; Musul sorununu, Türkiye ile İngiltere arasında bir yıl içinde barışçı yoldan çözümlenmek üzere Konferans programından çıkartılmasına rıza göstererek; son olarak da, toprakla ilgili öteki sorunlarla, maliye, sağlık, yargı sorunları ve başka sorunlar gibi, üzerlerinde bir görüş birliği oluşmuş ya da Türk Temsilci Heyetinin tekliflerinden sonra bir yakınlaşma doğmuş olan sorunları sayarak, barışın imzalanması için önemli bir engel kalmadığı sonucuna varıyordu. Bu düşünce dizisi içinde, Türk Temsilci Heyeti, olağan herhangi bir barış andlaşmasını oluşturan unsurları da meydana getiren bu temel sorunların hemen imza edilerek, görüşmelerin, askıda kalan noktalar üzerinde sürdürülmesini teklif etmekteydi. Böylece, bütün iyi niyetini kullanmış ve Türkiye’nin egemenliğiyle bağdaşabilir bütün fedakârlıklara katlanmış olan Türk Temsilci Heyeti, hem Müttefik Temsilcilerine, hem de dünya kamuoyuna seslenmekte ve onlara, bütün çabalarına rağmen barışı gerçekleştirmek olanağı gene de elde edilemezse artık onlara karşı, haklı olarak, her türlü sorumluluktan kendisini kurtulmuş saydığını bildirmekteydi.

4 Şubat öğleden sonra yapılan toplantıda, Müttefik Temsilci Heyetleri, Türk Temsilci Heyetinin, aslında ikinci derecede bir önemi olan, yalnız beş madde ile bir ek’e ilişkin çekinceler [ihtirazi kayıtlar] öne sürmesine razı olarak, Türk Temsilci Heyeti, katılmaksızın hazırlamış oldukları tasarıyı, olduğu gibi, imzalamasında direnmişlerdi.

Üzerinde bir anlaşmaya varılamamış ekonomik sorunlarla, konferansın gündemine hiç alınmamış ya da Alt – komisyonlarında ortak bir anlaşmayla saptanmış olduğundan bambaşka biçimde Andlaşmaya konulmuş sorunları da –örneğin kabotaj– kapsamak üzere, bütün sorunların, hiç bir tartışmaya girişmeden ya da hiç bir çekince öne sürmeksizin, Türk Temsilcilerince imzalanması istenmiştir. Böyle bir tutum, öteki bağıtlı Devletlerle eşitlik düzeyinde işlem göreceği kendisine bir çok kez söylenmiş olan Türkiye’ye, barış şartlarını zorla kabul ettirmek anlamına gelmekte olduğundan, bir sonuca varılamamıştır. İngiliz Temsilci Heyeti, toplantıdan hemen sonra, Lausanne’dan ayrılmıştır. Öteki Temsilci Heyetleri de, bir ya da iki gün sonra, İngiliz Temsilci Heyetinin verdiği örneği izlemişlerdir.

İki buçuk ay sürmüş ve bir çok sorunlar üzerinde her iki tarafça kabul edilen bir çözüm bulunmasıyla sonuçlanmış görüşmelerden sonra, Türkiye’nin bu kısa süreye ilişkin isteği kabul edilseydi ve özellikle, o kadar iyi sonuçlar vermiş bulunan olağan usulden ayrılınmasaydı, bütün uluslara en büyük yararlar sağlayacak barışın gerçekleşmesi de daha o zaman mümkün olacaktı.

Geçen 4 Şubattan bu yana, savaşa yeniden başlanmamış olmasının nedenini, her şeyden önce, Türk halkı ile Türk Hükümetinin göstermiş olduğu güçlü barış isteğine bağlamak gerekir.

Tasarı metni, önceden kararlaştırılmış olduğu üzere, görüş birliği içinde saptanmış olsaydı, bu metinde şimdi görülen değişiklik tekliflerinden çoğuna gerek olmayacaktı; çünkü, bu değişiklik tekliflerinin ilgili bulunduğu metinler, bağıtlı tarafların ortaklaşa görüşlerini karşılar biçimde düşünülmüş olacaktı; özellikle değişiklik tekliflerinden bir çoğunun, daha çok, kaleme alış biçimine ilişkin bulunması, söylediklerimizi bir kat daha doğrulamaktadır.

Yapılması istenilen değişikliklerin incelenmesini kolaylaştırmak için tasarı iki sütun üzerine yazılmıştır; soldaki sütun, Müttefiklerin asıl metnini kapsamaktadır; bu metinde, çıkartılmış ya da değiştirilmiş satırların altı çizilmiştir; sağdaki sütunda ise, değiştirilmiş metin yer almaktadır; altı çizilmiş yerler değişiklikleri ya da eklemeleri göstermektedir.

(I) sayılı Bölüme (siyasal hükümler) ilişkin olarak, ekli tasarının incelenmesinden anlaşılacağı üzere, özle ilgili hiç bir değişiklik yoktur. Ülke (toprak) sorunları, Müttefik Devletlerin teklifleri uyarınca çözüme bağlanmıştır.

Türkiye, Bozcaada’ya bağımlı olan ve kimsenin yaşamadığı Merkep Adacıklarının*, Bozcaada gibi işlem görmesini istemeyi zorunlu görmekle, Türk kıyısına yakınlığı bakımından, Bozcaada ve İmroz adaları gibi, Türk egemenliği altında kalmasına Büyük Devletlerce 1914’de karar verilmiş olan Meis (Castellorizzo) adacığının Türk egemenliği altında bırakılmasını istemekle, son olarak da, Doğu Trakya sınırının, Meriç’in sol kıyısını değil de, thalweg çizgisi olmasını istemekle, hak gözetirliğe ya da sınırların saptanmasında genellikle geçerli sayılan ilkelere, ya da Müttefik Devletlerin açıkladıkları görüşlere aykırı gibi sayılabilecek isteklerde bulunuş [bulunmuş] olduğunu düşünmemektedir. Ülke (toprak) sorunlarına ya da siyasal hükümlere ilişkin öteki değişiklik tekliflerinin hepsi ya metnin kaleme alınış biçimine, ya da görüş birliğiyle kabul edilmiş temel sorunlara ilişkin çözümleri etkilemeyecek olan, ayrıntı niteliğindeki sorunlara ilişkindir.

(III) sayılı Bölüme [mali hükümler] gelince, Müttefik Devletler, Osmanlı Devlet Borcunun (Düyun–u Umumiye–i  Osmaniye’nin) nominal anaparasının bölüştürülmesini, son dakikada, kendileri kabul etmiş olduklarından 46 ncı maddedeki değişiklik, bunun sonucu olan bir düzeltmeden başka bir şey değildir.

Türk hükümetiyle Osmanlı Devlet Borcu Meclisi arasından yapılacak anlaşmaya ilişkin 47 nci maddenin, barış andlaşmasında yeri olmamak gerekir.

Oniki Ada (Dodécanése) ile, 12 nci madde uyarınca Yunanistan’a verilen adalar, hem olgusal (fiili) hem de hukuksal yönden, neredeyse aynı durumda bulunmaktadırlar. Oniki Ada, yapılacak Barış Andlaşmasıyla İtalya’ya bağlanmaları gerekmekle birlikte, 17 Ekim 1912 den önceki Osmanlı Devlet Borcuna katıldıklarına göre, [Yunanistan’a verilecek adaların da], Müttefiklerin tasarısında öngörüldüğü üzere, 1 Kasım 1914 tarihinde varolan borçlardan değil, fakat yukarıda sözü geçen borçlardan bir pay almaları çok daha gerekli olmaktadır. Aynı düşünce dizisine uygun olarak, bugün kendilerine geçirilmeleri düşünülen ve gelirlerinden tümüyle yararlanmış bulunan Devletlerin aşağı yukarı on yıldır işgalleri altında bulundurdukları bu iki grup adaların borçlu oldukları yıllık taksitlerin de, söz konusu Andlaşmanın yürürlüğe konuluşu tarihinden değil, fakat onların işgal tarihlerine yakın bir tarihten başlatılarak istenebilmesi gerekecektir. Böylece, Oniki Ada için, 17 Ekim 1912, başka bir deyimle Lausanne (Ouchy) Andlaşmasının tarihi, öteki adalar için de Atina Andlaşmasının tarihi başlangıç noktası olarak kabul edilmiştir. 48 nci ve 51 inci maddeler buna göre değiştirilmiştir.

 

Demiryolları yapımı için girişilmiş borçlanmalar (istikrazlar), her zaman, Türkiye ile, Türkiye’den ayrılan topraklar arasında bölüştürülecek borçlar arasında bulunmuştur. Balkan Savaşından sonra Paris’de toplanan Maliye Komisyonu, bu konuda hiç bir itiraz öne sürmemiştir. Türkiye’nin hiç bir katılması olmaksızın kaleme alınmış Sevres tasarısında da, Müttefik Devletler, bu borçları, Osmanlı Devlet Borcu (Duyun–u Umumiye–i Osmaniye) çizelgesine koymakda duraksamamışlardır. Durum bu iken, Büyük Devletlerin kendilerince bir çok kez kabul edilmiş ve onaylanmış bulunan bir ilkeyi hakemliğe bağlı kılmak, Türkiye’nin çıkarlarına çok büyük zararlar verecektir; Türkiye, Berlin Andlaşmasında ön görülen borçların bölüştürülmesinin ileri bir tarihe ertelenmesi –örneğin, iç borçlanma gibi–birçok başka borçların bölüştürme dışı tutulması yüzünden, pek ağır mali yükümler altına girmiş bulunmaktadır. Bu yüzden, Türkiye, Bağdat, Soma – Bandırma, Hudeyde – San’a demiryollarına ilişkin yükümlerin borç çizelgesinden çıkartılması konusunun bir hakemlik mahkemesinde tartışılmasına razı olamaz. Bu nedenlerledir ki, 50 nci madde ile mali hükümlerin (II) sayılı ek’i, tasarı metninden çıkartılmıştır.

Müttefik Devletler, Osmanlı Devlet Borcunun –Türkiye dışında– paydaşları olan Devletlere düşen gecikmiş (birikmiş) yıllık taksitlerinin, Barış Andlaşmasının yürürlüğe girişinden başlayarak yirmi yıllık bir süre içinde faizsiz olarak ödenmesini uygun görmektedirler. Böyle olunca, bu konuda, Türkiye’ye eşit olmayan bir işlemde bulunmak için de herhangi bir neden söz konusu olmamak gerekir. Üstelik, Türkiye, yukarıda sözü geçen Devletlere düşen payların faiz ve amortisman hizmetlerinin büyük bir parçasını bir zorunluluğu yokken ödemiş bulunduğundan, bu Devletlerin ödemeleri gereken birikmiş (gecikmiş) yıllık taksitlerin, Türkiye’nin böylece ödemiş bulunduğu paraları karşılayıncaya kadar, Türkiye’nin ödememiş olduğu birikmiş (gecikmiş) yıllık taksitlerin ödenmesine ayrılmasını istemesi kadar haklı bir şey olamaz. Kaldı ki, gecikmiş (birikmiş) yıllık taksitler belirtildiği üzere ödeneceğinden, Osmanlı Devlet Borcu hizmetlerine ayrılmış olup da henüz ödenmemiş bulunan gelirler için, bir ödeme biçimi öngörmek de gerekli olmayacaktır. 53 ncü maddenin değiştirilmesi ve 54 ncü maddenin tasarı metninden çıkartılması yukarıdaki düşüncelere dayanmaktadır; moratoryum kararnamesinin yürürlükte tutulmasına ilişkin 50 nci maddenin ilk paragrafının metinden çıkartılmasını ise Müttefik Devletler, daha önce kabul etmiş bulunmaktadırlar.

Borçların faiz ve amortismanlarının hangi para ile ödeneceğine ilişkin olan mali hükümlerin (I) sayılı Ek’ini açıklayıcı not, önemli iki nedenle tasarıdan çıkartılmıştır.

1. Türk parasının (dövizinin) değerinin düşürülmesi (devalüasyonu) yüzünden Türk kâğıt parasının değeri ile çeşitli Müttefik Devletlerin kâğıt paralarının değeri arasında pek büyük bir fark olmuştur; bu durum, Türkiye’yi, Osmanlı Devlet Borcundan kendisine düşecek yıllık taksitleri eskiden olduğu gibi, ayrım gözetmeden Türk parasıyla ya da söz konusu Devletlerin parasıyla ödemek olanaksızlığında bırakabilecektir.

2. Yukarıda bir çok vesile ile belirtildiği üzere, Türk Hükümetinin alacakları ile ilişkileri özel bir nitelikte olduğundan, bu gibi hükümlerin uluslararası bir belgede pek de yeri olmasa gerektir.

Müttefik Devletler, son iki gün içindeki toplantılarda, Türkiye’nin, gerek Versallies ve Saint – Germain Andlaşmaları uyarınca Almanya ve Avusturya’nın kabul ettikleri geçirimden (transferden), gerekse İngiltere’ye daha önce ısmarlanmış savaş gemileri için yapılmış ödemelerden doğan istemlerinden vazgeçmesine karşılık, Türkiye’ce 12.000.000 Lira ödenmesine ilişkin istemlerinden vazgeçmişlerdi. Böyle olunca, onarımlara ilişkin mali hükümlerin II nci kesimi tasarı metninden çıkartılmış, yalnız 57 nci madde yeni düzenlemeye uydurulmuş, Türkiye’de Yunan ordusunun ve Yunan makamlarının verdikleri zararların onarılmasına ilişkin 58 nci madde de tasarıda bırakılmıştır.

71 nci maddeden 117 nci maddeye kadar giden maddelerden oluşan III. Bölüm (ekonomik hükümler), Türk ve Müttefik Temsilciler arasında henüz anlaşmaya varılmamış bir takım sorunları kapsamaktadır. Bu sorunların çözüme bağlanması ilgili Hükümler arasında görüşmelerde bulunulmasını gerektirdiğinden, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, görüşmeleri ayrıca sürdürmek üzere, bunların Barış Andlaşmasından çıkartılması gerektiği kanısındadır.

IV üncü Bölüm (Ulaşım yoları ve sağlık sorunları), Boğazlar’da bir sağlık komitesi kurulması ve bu komitenin yetkileri konusunda 129 ncu ve 130 ncu maddelerde bir takım fıkralar dışında, kabul edilmiştir.

Türkiye’nin, Avrupalı uzman hekimler arasından seçerek, sınırlarının sağlık açısından yönetimine atamak niyetinde olduğu üç danışman, bu yönetime önemli hizmetlerde bulunabilirler.

V. Bölümünün, savaşa tutsaklarıyla mezarlıklara ilişkin ilk iki kesimi, tümüyle kabul edilmiştir; Üçüncü Kesimde, belirtmeye değer değişiklikler yapılmamıştır.

Boğazlar’a uygulanacak rejime ve Trakya sınırlarına ilişkin sözleşmeler, Trakya sınırlarına ilişkin sözleşmenin, Müttefiklerce metinden çıkartılan 4. maddesi dışında olduğu gibi tutulmuştur.

Türkiye’de yabancılara uygulanacak rejime ilişkin Sözleşmeye gelince, önce, bu sözleşmenin, “Türkiye ile Müttefik Devletler arasında yerleşme (ikamet, étabelissement) Sözleşmesi” başlığını taşımasının daha yerinde olacağını belirtmek gerekir. Sözleşmenin konusu da, yalnız bu devletler uyruklarının Türkiye’deki durumunu değil, aynı zamanda Türk yurttaşlarının bu devletler ülkesindeki durumlarını da kapsamak gerekir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin, bu sözleşmeye getirmek zorunluluğunu duyduğu değişikliklerin hepsi aşağıdaki görüşlerden esinlenmektedir.

1. Kapitülasyonlara kesin olarak son verilmesi Müttefik Devletlerce kabul edilmiştir.

2. Bu kabul, derhal, Türkiye ile Müttefik ülkeler arasındaki bütün ilişkilerin, genel devletler hukuku kuralları gereklerine ve bağımsız uluslar arasında genellikle izlenen uygulamaya uydurulması zorunluluğu sonucunu yaratmaktadır.

3. Uluslararası kurallar ve uygulamaya göre, bir devletin bir başka devletin ülkesine giden uyruklarının, bu ülkeye girişlerini ve orada kalışlarını yöneten şartlarla, bu uyrukların, söz konusu ülkelerdeki mahkemeler önünde yargısal durumları, karşılıklı olmaya (mütekabiliyete) ya da, karşılıklı olarak en çok gözetilen ulus (en fazla müsaadeye mazhar millet) işlemine dayanan, belirli bir süre için yapılmış sözleşmelerle düzenlenmektedir.

Müttefik Devletlerce sunulmuş olan Sözleşme tasarısı, yukarıda belirtilen ilkeleri göz önünde hiç tutmamaktadır. Gerçekten, ülkeye giriş ve orada oturma (séjor) konularına ilişkin birinci Kesim, hiç bir süreyle sınırlı olmadığından, yalnız Müttefik uyruklarının Türk ülkesindeki durumlarını tek – taraflı olarak düzenlediğinden, son olarak da, Müttefik Devletler ülkelerinde Türk uyrukları yararına her türlü karşılıklı olma (mütekabiliyet) görüşünü bir yana bıraktığından, gerçek bir Kapitülasyon niteliklerini göstermektedir. Kapitülasyonların sona erdiğini kabul ettiklerini ve Türk ulusunun bağımsızlığına saygı gösterdiklerini bildiren Müttefik Devletlerin içtenliği, kendilerinin bulunamayacakları ödünleri (tavizleri) Türkiye’den elde etmek istememelerini ve hiç bir yerde olmayan bir durum yaratmaya kalkışmamalarını, zorunlu olarak gerektirmektedir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, yerleşme (ikamet) Sözleşmesinde yapılan küçük düzeltmelerin, bu sözleşmeye, bu nitelikteki bir sözleşmenin olağan niteliğini verme amacını güttüğünü söylemeyi bile gerekli görmemektedir; böylelikle, değiştirilmiş metin, ulusların uygulamasına aykırı düşecek hiç bir hüküm kapsamamaktadır.

Ticaret sözleşmesi ile genel affa ilişkin Bildiri, taraflar arasında söz konusu edilmemiş ya da Müttefik Devletlerce kabul olunmamış hiç bir önemli değişiklik getirmemektedir; değişikliklerin çoğu, öteki konularda olduğu gibi ikinci derecede önemli sorunlara ya da kaleme alış biçimine ilişkindir.

Türkiye’nin, beş yıllık bir süre için, Avrupa’lı hukuk danışmanlarını hizmete almasına ilişkin olarak yapacağı bildirinin metni, son saatte, Müttefiklere görüş birliği içinde saptanan biçimde bırakılmıştır.

Bundan başka, şunu hatırlatmam gerekir ki, Müttefik Devletlerce göz altı (internés) edilen Türk Savaş Gemileriyle, depolarda tutulan silahlar ve cephanenin Barış yapılır yapılmaz, Türkiye’ye geri verilmesi gerekmektedir. Bu istemin haklı bir temele dayandığını, Müttefik Temsilci Heyetleri, Laussanne’daki görüşmeler sırasında, zaten kabul etmiş olduklarından, Müttefik Devletlerin bu konuda yükümünü belirten bir bildirinin Barış Andlaşmasına konulması da kararlaştırılmıştır.

Yukarıdaki açıklamalar, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetiyle Müttefik Devletlerin görüşleri arasında, bu Devletlerin birbirleriyle barışcı ilişkiler kurmalarını engelleyecek derin hiç bir görüş ayrılığı bulunmadığını açıkça ortaya koymaktadır.

Boğazları, gerek barış gerekse savaş zamanında, bütün dost ulusların bayraklarına (gemilerine) açarak; kendi topraklarının savunulmasına büyük zarar verebilecek biçimde, silahtan arındırılmış bölgeler kurulmasına rıza göstererek; Küçük Asya kıyılarının korunması bakımından stratejik bir önemi olan Adaların bir çoğu üzerindeki haklarından Müttefik Devletler yararına vazgeçerek; Edirne’nin ekonomik hayatına büyük zararı dokunacak biçimde, Karaağaç üzerindeki haklarını bırakarak; savaş alanlarında ölen askerlere kendi uluslarınca beslenen dinsel duygulara saygıyla, Müttefik Devletlerle Gelibolu yarımadasında bulunan mezarlık topraklarından yararlanma hakkı tanıyarak; Müslüman – olmayan azınlıkların haklarına ilişkin hükümleri kabul ederek; Berlin Andlaşmasının yapıldığı tarihteki Osmanlı İmparatorluğu borçlarının bölüştürülmesi Büyük Devletlerce resmen kabul edilmişken, bu borçlanmaların, Osmanlı Devlet Borcu (Duyun–u Umumiye–i Osmaniye) çizelgesine konulmasında –bu konudaki haklarını saklı tutmakla birlikte– direnmeyerek ve iç borçlanmalardan, dalgalı borçlardan, vb. doğan mali yükümler gibi, yukarıda sözü geçen çizelgede bulunmayan bir çok mali yükümleri de kabul ederek; Türkiye’nin, ayrılan topraklardaki Devlet özel mallarına ilişkin hakkına saygı gösterilmesi isteminden vazgeçerek; Milletlerarası Daimi Adalet Divanınca düzenlenecek bir çizelgeden hukuk danışmanlarını, ayrıca sağlık danışmanı olarak Avrupa’lı uzman hekimleri, beş yıllık bir süre için hizmete almayı kabul ederek; son olarak da, Müttefikleri özellikle ilgilendiren her sorun için, mümkün olduğu kadar onların görüşüne uygun bir çözüm bulmaya çalışarak, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, barış yararına, elinden gelen en geniş ödünlerde (tâvizlerde) bulunmuş olmaktadır.

Hükümetim –Müttefik Devletler de Türkiye’nin özellikle son üç buçuk ay boyunca gösterdiği barışçı duygulardan aynı ölçüde esinlenirlerse– Avrupa’nın herhangi bir kentinde ya da, öncelikle, İstanbul’da toplanacak bir Konferansın, Laussanne’deki görüşmelerin bir görüş birliği ya da Türkiye ile Müttefik Devletlerin görüşleri arasında bir yakınlık da yarattığı, yukarıda sayılan sorunların, bir barış antlaşmasında çözüme bağlanabileceğini ummaktadır.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, dünyanın esenliğini yeniden tehlikeye düşürebilecek etkenleri ortadan kaldırmanın ve bütün halklarının istemekte oldukları barışçı ve olağan ilişkiler yerine, son yıllardaki korkunç yıkımların yeni bir parlama sonucunda bir kez daha ortaya çıkmasını önlemenin, ilgili taraflar için kesin bir görev olduğunu göz önünde tutarak, Müttefik Devletlerden, cevaplarını mümkün olduğu kadar kısa bir süre içinde bildirmelerini diler.

Derin saygılarımın kabulünü rica ederim, Ekselâns.

                                                        Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti

                                                                                   Dışişleri Bakanı,

                                                                   Laussanne Barış Konferansında

                                                                     Türk Temsilci Heyeti Başkanı,

                                                                                     İmza: M. İSMET

 

 

 

 

 

 

Seçimlerin Yenilenmesi Dolayısıyla BMM’de

Lozan Konferansı ile İlgili Söyledikleri[48]

(01. 04. 1923) *

 

Muhterem efendiler, Meclisi Âli Hükümete muayyen esasat üze­rinde arzî, adlî, malî ve iktisadi ve hukuku hayatiye ve istiklâliyemizi temin etmek üzere teşebbüsatı sulhiyeye devam mezu­niyetini vermişti. Bu mezuniyet dahilinde Düveli Müttefikaya 8 Mart tari­hinde bir nota tevdi edilmişti ve bize tevdi edilmiş olan muahede projesin­de kendi esasatımıza göre tadilini zaruri gördüğümüz nıkatı mukabil teklifat halinde serd eyledik. Müttefik Devletler bizim notamıza dün akşam cevap vermişlerdir. Bu cevapta bazı kuyudu ihtiraziye dahilinde serd ettiğimiz mukabil teklifatın derakap münakaşasına başlanacağını ifade edi­yorlar. Serd ettikleri kuyudu ihtiraziye araziye mütedair bazı nıkat ile mevaddı iktisadiye ve adlî müsaadat gibi üç noktaya mütevecihtir. Araziye mü­tedair tadilatta Lozan’da kabul edilmiş olan esasatta esaslı bir tebeddülü müzakereye mütemayil olmadıklarını ifade ediyorlar. Biz gerek Lozan’da ve gerek Heyeti Celilenizin verdiği müsaade dahilinde burada yaptığımız mukabil teklifatta araziye dair öteden beri takibettiğimiz esasatı ifade et­miştik. Mevaddı iktisadiyenin mukabil teklifimizde muahededen ihracını ve ayrıca müzakeresini istilzam ediyor. Mukabil teklifte mevaddı iktisadi­ye hakkında şimdiden müzakereye devam etmek teklifi vardır. Adlî Beyannameye gelince, bizim mukabil teklifimizde ısrar ettiğimiz Adlî Beyanna­meye, müttefikler namına bizimle en son görüşmüş olan ecnebi murahhaslariyle tevafuku efkar dahilinde tanzim olunmuştur. Notanın heyeti umumiyesi umumi birtakım esasat üzerine yazılmış ve teferruata girişilmeden itiraz edilmiştir. Nitekim notaya başlarken mevadı müteferrin üzerinde ayrı ayrı münakaşaya girmek arzusunda değiliz, diye ifade ediyor­lar. Heyeti umumiyesi bir sulha varmak için arzuyu ifade eden bir şekil­dir. Fakat umumi esasat dahilinde olduğu için girişilecek müzakeratın ve­receği netice şimdiden tayin olunamaz. Evvel ve ahır bizim arzumuz hu­kuku hayatiye ve istiklaliyemizi temin edecek esasat dahilinde kendi mem­leketimize ve bütün cihan sulhuna hizmet edecek bir hissi itilafcuyane ile hareket etmektir. Ümidederim ki, bir hissi itilafcuyane yeni teşebbüsat ve müzakeratı sulhiyede Müttefik Devletlerin ifade ettikleri hissiyatı itilafcuyane ile telif ve tevfik olunarak bir neticei müsmire hasıl olur. Fakat bu gi­bi sulh meselesi için tayin olunan hututu umumiye içinde münferiden ve müteferrian mesailin müzakeresine girişildiği vakit asıl hissi itilafcuyane ve bir neticei müsmireye varmak için sarf olunacak gayret o zaman belli olacaktır.

 

Binaenaleyh muvafıkı ihtiyat ve tecrübe olan bu teşebbüsatı sulhiyenin neticesinde şu veya bu esbapdan dolayı bir neticeye varmamak bu da­hi muhtemeldir. Bu hiçbir zaman bizim tarafımızdan olmıyacaktır. Biz ev­vel ve ahır söylediğimiz gibi hukuku hayatiye ve istiklaliyemizi temin ede­cek esasat dahilinde hakiki hissi itilafcuyane ile hareket edeceğiz. Teşebbüsatı sulhiyeye devam edeceğiz ve etmek için sizden aldığımız esasat ve mezuniyet üzerinde yürüyeceğiz. Husule gelecek netice, bizim hayatımızı temin eden bir sulh projesi veyahut menafii hayatiyemizle gayrikabili telif bir tertiptir. Her ikisi Büyük Millet Meclisine arz olunacaktır. Müsbet veya menfi bir netice üzerinde Büyük Millet Meclisinin vereceği karar, milletin en son muhassalai efkarı addolunabilecek ve millet, Büyük Millet Meclisi­miz vasıtasıyla ifade ettiği kararlar en son muhassalai efkarını söyleyeceği veçhile o kararı sulh kararı veya harb kararı olarak tatbik edecek bir vazi­yet temin etmek lazımdır. Onun için bir taraftan sizden aldığımız mezuni­yet ve esasat üzerine sulhu istihsal için devam etmek ve husule gelecek netice üzerinde Büyük Millet Meclisinin verdiği kararı milletin en son mu­hassalai efkarı olduğunu dahil ve harice izhar etmek için ve Büyük Millet Meclisinin verdiği karar üzerinde memleketin bütün menabi ve vesaitiyle yürümek için tecdidi intihap suretiyle milletin arayı umumiyesini yeniden tecelli ettirmeyi teklif ediyorum.

 

 

 

 

 

 

Türkiye’nin Paris Temsilciliğine Gönderilen Mesaj[49]

(05. 04. 1923)

Hariciye Vekâletinden Paris Mümessilliğine

 

Tel.         5 Nisan 339 (1923)

 

İntihabat–ı cedideye mübaşerete Meclisce karar verilmesi Hükümetin mevkiini tahkim etmiştir. Sulh mees’elesinde memleketin ârayi hakikiyesinin bir daha tecellisine lüzum gören Hükümet tecelli edecek âradan emin olmasaydı mevkiini zayıf düşürmek için hiçbir vakit Meclise intihabat–ı cedideyi iptidar [ibtidar] için müracaatta bulunmaz idi. İntihabata iptidar edilmesi teklifinin bilhassa Heyet–i Murahhasa riyasetinde cem’etmede Hariciye vekili tarafından (.......)* sulh mes’elesinde Hükümetin daha sağlam hatvelerle ilerlemesinden emin olduğuna delildir. Binaenaleyh bu suretle Meclisin müttefikan intihabata başlamak hakkındaki karar vermesi de bu nokta–i nazarı teyid eder. İntihabat–ı cedide neticesinde tahassul edecek âra memleketimizin ötedenberi malum olan esasat dairesinde nail–i sulh olması keyfiyeti tasyif (?) değil, teshil edeceğine şüphe yoktur. Bu yolda mevkii muhkem olan Hükümetin ve âtiye ümitle nazar eden Meclisin itimad–ı taammına ihraz eden  Heyet–i  Murahhasa Düvel–i İtilafiyenin göstereceği hüsnüniyet ve teslihat dairesinde milletin malûm olan hukukunu metin bir surette müdafaa eyler, cihan sulhünü temin için tarafımızdan yapılan âzamî fedakârlıklar Müttefikler tarafından takdir olunarak bu fedakârlık nispetinde hüsnüniyet ibraz ettikleri takdirde sulh–ü cihanın kolayca saha – i ârayı husul olmuş kabul olunacaktır. Diğer taraftan BMM vazifesine devam etmekte olduğundan Heyet–i Murahhasa sulh teşebbüsatından varacağı netice.......şimdiki Meclise arz ve karar istihsali mümkün ve tabiidir efendim.

 

İSMET

 

 

 

 

 

 

 

 

Lozan Konferansına Çağrıcı Devletlerin

Birbirine Eş Notalarına Verilen Yanıt[50]

(07. 04. 1923)

 

Ankara, 7 Nisan 1923

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, 8 Mart 1923 tarihli yazısına karşılık olarak, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya Hükümetlerinin notalarını almakla onur duymuştur.

Türk Hükümetince öne sürülen karşı – tekliflerin, Türk Temsilci Heyetinin 4 Şubat tarihli mektubunda çözüme bağlanmış gibi sayılabilecek sorunlara, Müttefikler Hükümetlerinin düşündükleri biçimde, bir kez daha dönülmesi anlamına gerçekten gelip gelmediği sorununu tartışma konusu yapmak istemeksizin, Hükümetim, gerek 8 Mart tarihli notada, gerekse bu notaya ekli karşı – tekliflerde ortaya konulan noktaları görüşmeğe, Çağıran Devletlerin hazır bulunduklarını açıklayan bildiriyi memnunlukla öğrenmiştir.  Hükümetim, bu karşı – tekliflerden hiç birinin, ülke sorunlarına ilişkin hükümlerde esaslı bir değişiklik kapsamadığı gibi, Müttefik Devletlerce hakgözetir olarak kabul edilmemiş ya da kabul edilmeyebilecek hiç bir değişiklik de kapsamadığı kanısındadır.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türkiye’ye karşılıklı olma (mütekabiliyet) ilkesinden yararlanmayı tanımak üzere, yerleşme (ikamet) sözleşmesinin yeniden kaleme alınmasını (Çağıran) Devletlerin kabul etmesinden duyduğu memnunluğu özellikle belirtmek ister. Türk Hükümeti, bu Devletlerin, aynı hakgözetirlik anlayışı içinde, bu Sözleşmeye ilişkin olarak Türkiye’nin öne sürdüğü haklı öteki görüşleri de olumlu bir davranışla gözönünde tutacaklarına inanmaktan da kendisini alamamaktadır.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Çağıran Devletlerin, Türkiye’de adaletin (yargı) yönetimine ilişkin Türk karşı – tasarısını Müttefiklerin tasarısıyla bağdaştırmağa çalışacaklarına sözverirken ilgili Müttefik Devletlerle görüş birliği içinde daha önce çözüme bağlanmış bulunduğunu haklı olarak düşünmekte olduğu önemli bir sorun üzerinde yeniden bir tartışma açma eğilimini göstermelerinden duyduğu hayreti gizleyemez. Gerçekten Türk karşı – teklifleri arasına alınmış bulunan metin, aslında bir Türk tasarısı değil, Müttefikler adına davranan Temsilcilerle Türk Temsilcilerinin, bağıtlı her iki tarafın tasarılarını birbirine yakınlaştırmak amacıyla harcadıkları en büyük çabaların ürünüdür; özellikle, “M. Montagna formülü” adıyla anılan bu çözüm, 4 Şubatın ertesi günü, Müttefik devletlerce yapılan telkinler sırasında, hem sözlü hem de yazılı olarak bir çok kez doğrulanmıştır.

Ekonomik hükümlere gelince, Türk Temsilci Heyeti, bunların görüşülmesine ara vermemekle birlikte, bu hükümlerin andlaşmadan ayrılmasına ilişkin teklifiyle, bütün ulusların özlemekte oldukları barışın gerçekleştirilmesinin hızlandırılmış olacağı kanısında bulunmaktaydı. Lausanne’dan ayrıldıktan sonra, Müttefik Devletlerin gerek sözlü gerekse yazılı olarak yapmış oldukları telkinler ve bildiriler, bize, bu teklifin kabul edilmiş olduğu sanısını vermişti. Müttefiklerin, önce kabul ettiklerini açıkladıktan sonra, bundan, bir kez daha caymalarının ve ekonomik hükümlerin Andlaşma ile aynı zamanda görüşülmesini istemelerinin, barışın gerçekleştirilmesini daha güçleştirmesinden ya da geciktirilmesinden haklı olarak korkulabilir. Bununla birlikte, Türkiye, askıda kalmış ekonomik sorunların olumlu bir biçimde çözümlenmesi yolunda Müttefik Devletlerce açıklanan isteği gerçek değeriyle gözönünde tutarak, uluslararası görüşmelere her zaman konu olabilecek sorunların tartışılmasına karşı çıkmamaktadır. Türkiye, Müttefik Devletlerce de teklif edildiği üzere, vaktiyle vermiş bulunduğu ayrıcalıklardan (imtiyazlardan) yararlananları doğrudan doğruya görüşmelerde bulunmağa çağırmıştır. Üstelik, bu ayrıcalık sahiplerinden bir takımıyla hakgözetir düzenlemeler de yapılmıştır.

Lausanne’da yeniden toplanacak Konferansın başarısı konusunda Çağıran Devletlerce açıklanan umut ve dileklere katılarak ve Türk Temsilcilerinin mümkün olduğu kadar bir an önce yola çıkmalarına ilişkin Çağıran Devletlerin isteğine uyarak, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, bu Temsilcilerini, sözü geçen kentde (Lausanne’da), önümüzdeki 23 Nisan’da, öteki Yüksek tarafların Temsilcileriyle görüşmelere girişebilmeleri için göndereceğini, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya Hükümetlerine bildirmekle onur duyar.

                                                                                                                             İSMET

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Konferansın İkinci Evresi

 

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[51]

(27. 04. 1923)

 

NO. 96

Hey’et-i Vekile Riyâsetine

No. 27                         27 Nisan 1923

 

Gazi Paşa Hazretlerine ma’ruzdur.

Mustafa Şeref Bey’in muktedir ve emin olan mümtaz şahsına in’itâf–ı nazarı celbeder ve Halk Fırkasının meb’usu olarak tervîc ve te’yidini tasvib–i aliye arz eylerim.

İSMET

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[52]

(24. 05. 1923)

 

NO. 296

Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi

Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

 

No. 145                24 Mayıs 1923

 

Vaz’iyyet hakkında Hey’et–i Vekile Riyâsetine mufassal rapor takdim ettim. Hükümetle aramızda ihtilaf–ı esâsî vardır. Mutâbakat hâsıl olmazsa avdet mecburiyet ve kararındayım. Raporumun zât–ı Riyâsetpenâhilerine iblâğını tasrih ve istid’â eyledim. Konferans son günlerinde ve vaz’iyyet teehhüre gayr–ı mütehammil ândadır. Kanaatime göre sulh, serdettiğim nikat–ı nazar dâhilinde kâbil–i te’mindir. Zât–ı riyâsetpenâhilerinin bu fevkâlade zamanda vaz’iyyeti umûmiyeyi yakından ta’kib buyurmaları müsterhamdır..

                                                                                                              İSMET

 

 

 

 

 

Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[53]

(25. 05. 1923)

 

NO. 304

Başkumandan Gazi Müşir Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

No. 147                Ankara, 25 Mayıs 1923

 

Konferansın birinci devrinde İtalya murahhası Montagna İzmir’den dâhile sevkolunan Sivrihisaryan âilesinden iki biraderin tahliyesini rica etmiş ve ben de keyfiyeti hükümete yazmıştım. Hükümet evvelâ muvâfakat cevâbı verdi, ben de Montagna’ya tebliğ ettim. Ankara’ya vürudumda ecnebilerin... alındığı ba’zı mesmûât dolayısıyla iki birader serbest bırakılmadı. Montagna her gün ricasını tekrar ve evvelki va’damızı ihtâr etmekte ve bilakis tarafımızdan küçük me’mûrların zengin zannederek bu adamlardan para koparmak istedikleri mesmûâtına atfen îmâ etmektedir. İki Ermeninin serbest bırakılıp bırakılmaması hey’eti murahhasayı ve şahsen beni küçük düşürüyor. Arkadaşlarım beni küçük düşürmekte gayr–ı kâbil–i teskîn bir sûretde muâmelede musırdırlar. İşidilen esbâb doğru bile olsa bir fevkalâde murahhasa karşı bunu dahî bilerek tervîc etmekte zaruret vardır. İki biraderin iâdesine karar vermek başkumandanın cümle–i salâhiyyetindedir. Bu iki Ermeninin tahliyesinin emir buyurulmasını bilhassa istirham ederim.

İSMET

 

 

 

 

 

 

 

Konferans Sırasında

Türk Gazetecilere Yapılan Açıklama[54]

(26. 05. 1923)

 

 

Geç vakitti ki, İsmet Paşa, Türk gazetecilerini yanına çağırdı, samimi bir sohbete başladı. Yorgun, fakat memnundu. Odasının ışıkları içinde büsbütün parlayan gözleriyle herkesi gülerek karşıladıktan sonra:

“Oturun bakayım, size anlatayım” diye söze başladı; “bugünkü toplantı esnasında Yunanlılarla tamirat meselesi üzerinde mutabık kaldık. Mutabık kaldığımız noktalar şunlardır: Yunanlılar, prensip itibarıyla tamiratta bulunmak lüzum ve esasını kabul ettiler. Fakat mali vaziyetlerinin imkansızlığından bahsederek para veremeyeceklerini, eğer kabul edersek –müttefikler tarafından vuku bulunan teklif mucibince– Karaağaç’ı terke ve harp esnasında zapt ve müsadere edilen gemilerimizi iadeye hazır olduklarını bildirdiler. Sulhun bir an evvel gerçekleşmesi için, tarafımızdan büyük bir fedakârlık olmak üzere, müttefikler tarafından yapılan bu teklifi kabul ettim ve büyük devletlerin de tanzim edilmekte olan muahedede Türkiye’nin mali vaziyetini nazarı itibara alıp almayacaklarını sordum. Bu sualime, müspet mahiyette ‘evet, halledeceğiz’ cevabını verdiler. Bu vaadi senet ittihaz ettik. Bu büyük fedakârlığımızın müttefikler tarafından itibara alınıp alınmayacağını tabii yakında göreceğiz. Sulh muahedesi, umumi heyeti itibarıyla bir topluluk mahiyetinde olduğu için geriye kalan muallak meselelerin halli esnasında fedakârlığımızın dikkate alınması icap eder. Geriye kalan meselelere gelince; onlar da, umumi heyetleri itibarıyla taayyün etmiş haldedir. Önümüzdeki hafta bunların da halledileceğini zannediyorum.”

“Sulhtan ümitli misiniz?”

“Muallak meseleler mühim meselelerdir. Mali ve iktisadi meseleleri bu meyanda zikredebiliriz.”

“İstanbul’un tahliyesi meselesi?”

“İşgal altındaki memleketlerimizin tahliyesi meselesinin de bu hafta içinde münakaşa edileceğini ümit ediyorum. Esasen bu mesele hakkında evvelce almış olduğum teminat, meselenin halledeceği kanaatini verdiği için bu meseleye halledilmiş nazarıyla bakıyorum.”

 

 

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[55]

(28. 05. 1923)

 

No 320

Hey’et-i Vekile Riyâsetine

No. 160                28 Mayıs 339

  28/5/1923

 

Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine.

Vaz’iyyet Hey’et–i Vekile raporumdan malûmdur. Her gün birer mes’eleyi olmak üzere mesâil–i esâsiyeyi müteâkib günlerde müzâkere edeceğiz ve vaz’iyyeti inkişâf ettireceğiz. Bi’t–tabi’ Yunan ta’mîrâtını bütün mesâil–i muallakanın hallinde daimi bir silâh olarak kullanacağız. Bu imkânı muhâfaza ettik. Yunan ta’mîrâtı mes’elesinin teskin ettikten sonra diğerlerinde bizi tehdîd ile bir netice istihsâli ümmidi hâsıl olmadı, bilâkis bir vasıta–ı tehdid ortadan kalktı. Vaz’iyyetde sükûnet hâsıl oldu. Eğer evvel ve âhir inkıtâ’ olursa ya Yunan ordusu kendisi içün bir sebeb–i mahsûs bulunmadığından hareket etmeyecek veyahud diğerleriyle beraber ve onların da’vâsı içün ilerlediğini izhâr ve isbât edecektir. Her iki hâl dahî Yunan ordusunun ta’mîrât bahânesiyle müsâdemeye başlamak vaz’iyyetinden maddeten ve manen akdem ve müreccahdır. Hey’et–i Vekîleyi emr–i vâki’ler karşısında bırakmak endişesine mahal olmayıp tarz–ı hareketimiz bir vaz’iyyeti umûmiyenin mütâlaasına göre usûl–i tatbîkde ihtilâf addolunabilir. Ma’hazâ bu ihtilâfı da arz etmiş idim. Mesail–i esâsiyenin hey’et–i umûmiyesi birkaç güne kadar mütâlaa olunabileceği ma’rûzdur.

 

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[56]

(02. 06. 1923)

 

Lozan’da İsmet Paşa’dan Hey’et-i Vekile Riyâsetine

 

Şifre tel.

No. 184                2 Haziran 39 (1923)

 

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine maruzdur.*

 

1 – Düyun–u Umumiye faizlerinin altın veya Sterlin tediye etmek meselesini nazari veya hukuki şeklinde değil, maddi ve hakiki şeklinde mütalea ediyorum. Eğer böyle müalea etmeseydim bu mesele şimdiye kadar gerek Ankara’da ve gerek her yerde çoktan gelmiş geçmiş olurdu demeye kadar cesaretim vardır. Kaydı ihtirazi ile beyanname verebiliriz suretinde ifade ettiğim üçüncü ihtimal ile altın veya İngiliz Lirası ihtimalini bertaraf etmek manasını kastettiğimi açıktan açığa müttefiklere söylüyorum. Binaenaleyh biz muahedeyi bitirirken ati için altın veya sterlin tediye edemeyeceğimizi kabul ettirmiş olarak çıksak bizim için tasavvur olunmaz bir muvaffakiyet olur.

 

2 – Hükümete raporumda arz ettiğim veçhile teklifatımız kabul olunmadan Hükümetlerine iblağ ve müşkülat ettiler.

 

3 – Benim tahminim şudur: Tediye meselesinde bize muvakkaten suhulet göstermek esası üzerinde yeni bir teklif dermeyan edeceklerdir.

 

4 – Mütaleamı açık arz edeyim: Düyunu Umumiye idaresinin bakiyesi ve Muharrem Kararnamesinde maada olan ahkamı gibi yeni ihdas edilen mesaili halen mühim ve zaten bir suretle kabili hal görmüyorum. Benim huzurane takip ettiğim kanaat şudur. Bizim borçlarımızı altın olarak veya İngiliz lirası olarak vermeyeceğiz. Bu kayıt mühebbet [müebbed] emir olamaz. Muvakkate mi olabilir? Peyderpeyh anlayacağız. Zannediyorum ki aramızda ihtilafı nazar yoktur.

                      İSMET

 

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[57]

(02. 06. 1923)

 

Hey’et-i Vekile Riyâsetine

No. 185                         2 Haziran 339

( 2/6/1923)

Zâta mahsûsdur

C. 2 Haziran 339

 

Filhakika bu def’a İtalya’dan geçerken acizlerine Celaleddin Arif Bey aslâ kifayet etmeyen müessesâtına mâmelekinden büyük ilâve ederek devleti şân ve şerefle temsil etmeğe çalıştığını ve bu sûretle büyük fedakârlık ettiğini izâh ve hikâye buyurmuştu. Müşârün ileyhin me’mûriyetinin Lozan Konferansı ile birgunâ münâsebet ve te’siri mesbûk ve mutasavver olmadığı cihetle bu bâbda ifây–ı muâmele tamâmen Hey’et–i Vekilenin kararına mevdû’dur.

                                                                                                 İSMET

 

 

 

 

 

Konferans Sırasında

Türk Gazetecilere Yapılan Açıklama[58]

(23. 06. 1923)

 

“Geçenlerde müttefiklerle görüşerek büyük meselelerin birer birer halledilmesini ve bu meselelerin hallinden sonra, tasfiyeleri daha kolay olan tali meselelere geçilmesini kararlaştırmıştık. Bu suretle ecnebilere ait adli usul meselesiyle tamirat meselesini hallettik. Yirmi günden beri de kuponlar meselesini görüşüyoruz. Bu meselede, biliyorsunuz, hukukçular, formül denilen ve mütehassıslar tarafından hazırlanan son bir hal şekli buldular. Biz bu formülde bir noktanın tavzihini istedik. Hamillerle kati itilaf yapılıncaya kadar düyunu umumiye varidatından muvakkaten hükümete verilecek hissenin tayinini talep ettik ve bunu istemekle de haklı idik. ‘Düyunu umumiye’de, hamillere frank ile tediyeyi mümkün kılacak miktarda para ayrılması fikrini ileri sürdük. Çünkü hamillere franktan fazla para bırakılırsa, belki bu suretle istedikleri parayı oradan kolaylıkla alınca, gelip müzakereye girişmemeyi tercih ederler diye endişe ettik. Bize verilecek para esasen muvakkatti. Biz öyle muvakkat bir tesviye tarzı bulmak istedik ki ne biz onlara karşı bir üstünlük istihsal edelim, ne de onlar bize karşı farklı bir vaziyet temin etsinler. Bütün cihana karşı vereceğimiz paranın nevini ilan ettik. Yani yalnız Fransız frankı verebileceğimizi söyledik. Bu şartla taahhüt altına girmeye hazır olduğumuzu da daima söylüyoruz. Müttefikler, bu formülü hükümetlerine bildirdiklerini, cevap beklediklerini, çabuk cevap alabilmek için de ayrıca teşebbüste bulunacaklarını söylediler. Şimdi, bekliyoruz. Binaenaleyh konferansın bir an evvel bitmesi bizim ataletimizden değil, müttefiklerin kati halli tesri etmemelerinden ileri geliyor.

 

“İkinci büyük mesele olarak işgal altındaki yerlerimizin tahliyesi meselesi geliyor. Bu meseleyi hususi görüşmelerde verilen teminatlara istinad ederek, prensip itibariyle halledilmiş sayıyoruz. Yalnız bu hal, henüz formül haline konmadığı için, tabii kati sayılamaz.

 

“İmtiyazlar meselesine gelince: Ankara’da şirketlerle müzakere devam ediyor ve Fransız şirketlerinden büyük kısmı ihtilaflarını tesviye etmiş bulunuyor. Birkaç şirket kalıyor ki, Fransız matbuatının da itiraf ettiği veçhile tali derecede ehemmiyetli olan şirketlerdir ve bunlarla da müzakereler iyi neticeye erişebilmek üzeredir.

 

“Son günlerde yine Suriye hududunda tahşidatta bulunduğumuza dair bir takım şayialar çıkarmaya başladılar. Bu şayiaların katiyen aslı yoktur. Bütün bu rivayetler fikirleri mali bir meseleye geçirmek ve oraya çevirmek maksadından ileri gelmektedir. Değil Suriye hududunda tahşidat yapmak, biz, bilakis bir kaç sınıfı da terhis etmiş bulunuyoruz. Eğer hakikaten bir tahşidat varsa, bunu Suriye hududunun öteki tarafında aramak lazımdır.  Çünkü Fransızlar İskenderun’la Halep arasında pek faal askeri harekette bulunuyorlar. Gelen raporlar bu hususta tereddüde mahal bırakmayacak derecede tafsilat ve malumat vermektedir.

 

“Bir mesele de şudur: İstanbul’daki depolarda bulunan mühimmat, son günlerde müttefikler tarafından başka taraflara taşınmaktadır. Halbuki sulhun akdiyle beraber bize ait olan bu mühimmatın yine bize iadesi kararlaştırılmıştı.”

 

İsmet Paşa’nın Sir Rumbold ile General Pellé’yi son ziyaretleri, bunu söylemek ve dikkatlerini bu noktalara çekmek için yapılmıştı.

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[59]

(29. 06. 1923)

 

No. 528

Hey’et–i Vekile Riyâsetine

 

No. 279                       29/6/39

 (29/6/1923)

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine ma’rûzdur.

Afyonkarahisar’da bulunan iki Sivrihisâriyân birâderlerin terhîsi ve vaadini İtalya murahhasına iblağ etmiş idim. Her gün sorar. Bu bâbda müsta’cel bir cevâb–ı şâfî i’tâsını pek ziyâde istirhâm ederim.

 

       İSMET

 

 

 

 

 

 

 

 

Lozan’da Müttefik Ülkeler Delegelerine Verilen Nota[60]

(02. 07. 1923)

 

Davet eden devletler 26 Mayıs 1923 tarihinde, Yunan tamiratı meselesinin hallini teklif ettikleri zaman, kendisini alakadar eden mali meseleler hakkında aynı kolaylıklardan istifade edeceğine dair Türkiye’ye teminat vermişlerdi. Tamirat meselesinin hallinden sonra davet eden devletlere muallakta kalan meselelerin, bilhassa adli usul hakkındaki beyanname, tahliye ve kuponlar meselelerinin fasılasız, birbiri arkasından, diğer meselelerden evvel halledilen tamirat meselesi gibi halledilmeleri teklifinde bulunmuştum. Bu müzakere tarzı kabul edilmiş ve evvela takip olunmuştur. Bu suretle adli usule müteallik beyanname meselesinde bir itilaf da husule geldi. Bununla beraber tahliye ve kuponlar meselelerinde bir neticeye varılamadı. Diğer taraftan müttefik murahhas heyetleri bunları bir hal neticesine bağlayacak surette müzakereleri takip etmediler. Davet eden devletler sulhun akdine başlıca mani teşkil eden bu meseleler hakkında bir karar vermeyi daima tehir ettiler.

 

Türk heyeti murahhasası bu hususta kendisi için mümkün olan azami gayrette bulundu ve iktidarında bulunan bütün vasıtaları bu emirde kullandı. Hukuk müşavirleri tarafından hazırlanan ve müttefikler murahhasları tarafından muvafakat edilerek teklif olunan formül bir esas olmak üzere nazarı itibara alındı. Türk heyeti murahhasası, aynı suretle yine hukuk müşavirleri tarafından tanzim edilen tayinler terkibine de dahil oldu ve neticede iki teklifin telifi neticesinde vücuda gelen ve müttefik devletlerden birinin maliye mütehassısı ile beraber tanzim edilen makul formüle de iltihak etti. O tarihten şimdiye kadar ise takriben iki hafta geçti.

23 Haziran 1923 tarihinde vaki olan içtimada evvelce tebliğ edilen müzakereler ruznamesinde mukayyet olmalarına rağmen kuponlar ve tahliye meseleleri münakaşa edilmedi. Müttefikler murahhasları nezdinde o zamandan beri vuku bulan mükerrer şifahi müracatlarıma ise daima, bir iki güne kadar bu meselelerin halledileceği cevabı verildi.

Son şifahi müracaatımın vaki olduğu perşembe gününden beri ise, dört gün geçtiği halde, bu hususta ne bir haber, ne de bir cevap aldım.

Aynı celsede tahliye, kuponlar, imtiyazlar meselelerini sıra ile halletmeye hazır olduğumu ilave etmekten hiçbir zaman fariğ olmadım. Sulhun akdinde herhangi bir teahhur husulüne meydan vermemek için daima en büyük gayretleri sarfeden Türk heyeti murahhasası, konferansta yukarıda zikredilen başlıca muallak meselelerin, bilhassa sulhun akdine başlıca mani teşkil eden kuponlar meselesinin aynı celsede birbirini müteakip müzakere edilmesini talep etmekle kesbi şeref eyler.

                                                                                                                                                                            İSMET

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[61]

(07. 07. 1923)

 

NO. 575

Heyet–i Vekîle Riyâsetine

 

7/7/39

(7/7/1923)

No. 296

 

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine ma’rûzdur.

 

4 Temmuz ve 326 numaralı telgrafı emirnâmelerine atfetmek mu’tâdım ve müselleminiz olan dikkatle her gün okuyorum. Düşman murahhaslarına zaîf ve ümmidbahş bir te’sir yaptığımızı ve gazetelerin ve efkâr–ı umûmiyenin aleyhimizde bulunduğunu ve izzet–i nefis ve şahsiyetimizin ma’rûz–ı ihtimâlat olduğunu ifâde ve mütecellidâne hareketim lüzûmunu ihtâr buyuruyor. Siyâset de lâzım ve mu’tâd olan sulhperver manzara ile beraber düşman murahhaslarına zaif bir te’sir yaptığımızı her gün görüyorum. Gazetelerin tevellünât ve temevvücâtının ve son zamanlarda hemen bütün gazetelerde görülen hey’et–i murahhasa aleyhdârlığının sebebi za’fımız ve gayretsizliğimiz ve muvaffakiyetsizliğimiz değildir. İşin uzaması, kimsenin nasıl çıkılacağını bilmemesi, buradaki gazetecilerin getirdiğime bin def’a pişmân eden tıflâne tecrübesizlikleri ve Tanin ile kurulan ecnebî müdafi’liğinin gayr–ı şuûrî olarak sirâyetidir. Gazetelere hükümetçe gösterilen alâka o suretdedir ki, yalnız hey’et–i murahhasa aleyhdârlığına cevaz verilmiştir. Memleket hey’et–i murahhasadan daha ziyade herhangi bir mes’elede bir def’a hatâ eden herhangi bir makâm veya zât görülmemesi tesâdüf müdür? Efkâr–ı Umûmiye uzun süren gerginliklere ve intizârlara tahammül edemez yorulur. İstiklâl seferinin muvaffakiyetle neticelenen herhangi bir vak’a veya safhasının tecellisinden bir gün evvel kaç kişi tarafdâr veya tasvibkâr idi? Bu defa elim ve müşkilü’t – tahammül olan hâl–i husûsî sizden uzak bulunmamız, ifâde–i merâmda ve tasvîr–i vaz’iyyetdeki aczımızdır. Şahıslarımızın ma’rûz bulunduğu ta’rîzâtı düşünmüyorum. Cereyân–ı ahvâl–i bizzât izâh edeceğim. Vakit herhangi bir sâhib–i insâfın ve cereyân–ı şuûn ve hâdisâtın bizi tahtie edecek bir şey bulamayacağına şüphem yoktur. Mütecellidâne hareketimize emniyet buyurunuz. Bundan fazlası kalkıp gelmek veya müddetle cevâb istemek ya’ni ültimatom vermektir. Bu kadar büyük kararlar kolay verilmez. Zâten bunun tervîc ve iltizâm buyurulduğunu da şimdiye kadar telâkki etmedim. Emin olabilirsiniz ki devletler arasında bugünlerde en son ihtimâlat görüşülmüş ve bizimle sulh veya harb mevzû–ı bahs olmuştur. Eğer metâlibimizde ısrar vaz’iyyeti bu derece gerginliğe getirmiş ise bu bizim kat’iyyet ve tecellüdümüzü değil de neyi gösterir? Yazdıklarınız lüzûmundan fazla derinlere nüfûz edecek kadar ağır yazılmıştır. Da’vâyı kazanmak içün azmimizi muhafaza ettiren yegâne medâr–ı istinâd birgün şifâhî hisâb vermemiz mukadder olursa hak kazanacağımız ümmididir. Hülâsa bir iki gün içinde açılacak vaz’iyyetde vazifemizi yapacağız. Eğer muzaffer ordumuza tekrar yol vermemiz icâb ederse tevessül edilecek başka bir vâsıta daha var idi de tecrübe edilmemiş idi gibi bir ukde bırakmayacağız Efendim.

İSMET

 

 

 

 

 

 

 

Lozan Konferansının Son Oturumunda

Yapılan Teşekkür Konuşması

(17. 07. 1923)[62]

 

Lozan Konferansının, açılış oturmasını yaptığı günden beri, hemen hemen dokuz ay geçti. Konuşmalar, temsil edilen devletler arasında eşitlik prensibi dairesinde yürütüldü. Bu konuşmaların, mutlu sonu, bu prensipten esinlenmiş müzakerelerin vardığı verimli sonucun parlak delilidir. Türk murahhasları, memleket ve milletlerinin, medeni bütün memleket ve milletlerin yararlandığı tam ve mutlak bağımsızlığa layık olduğunu her vesile ile söylemekten geri kalmadı. Sulh antlaşmasını, bu prensiplerden esinlenmiş duygu ile imzalayacağız. Burada temsil edilen devletlerin, bunu samimi bir barış arzusu ile tatbik etmek isteyeceklerinde şüphemiz yoktur.

Britanya Heyetine samimi teşekkürlerimi ifade etmeyi iltizam ederim. İki memleketin eski dostluğunu hatırlamak lütfunda bulunulmuştur. Bu bizim için büyük mahzuziyeti muciptir. Eski dostluğa ait his ve hatıralar, Türk milletinde çok zindedir ve süreklidir.

Türkiye ile Fransa arasında asırlarca müddet mevcut olmuş ihlas dolu münasebetleri hatırlatan Fransa heyetine dahi teşekkür eylemeyi iltizam eylerim. Bu dostluğun hatıralarını münasebetlerimizde daima muhafaza ettik.

Türk milletinin İtalyan milletiyle münasebetleri daima büyük dostluk ve muhalesat duygularından mülhemdir.

Değerli yardımlarından ötürü, bütün murahhas heyetlere de teşekkür ederiz.

Konferansın reisleri tarafından sarf edilen takdire değer emeklerin hatırasını, daima saygı ile anacağız. Münakaşalarımız sırasında çıkan güç meseleleri halletmek yollarını araştırmaktan geri durmayan mütehassıslarla, hukuk müşavirlerine ve konferans umumi kâtipliğine de teşekkür ederiz.

Dokuz aydan beri bize en geniş ve en nazik misafirperverliği göstermiş olan İsviçre Cumhuriyetine, Vaud Kantonuna ve Lozan şehrine minnetlerimi ifade ile sözlerimi bitiririm.

 

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[63]

(18. 07. 1923)

 

NO. 643

 

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

 

Ugent

18/7/39

(18/71923)

No. 335, 336

 

1- Konferansın hitâm bulduğu ve mesâilin tarz–ı hallini üç gün evvel hükümete arz etmiştim. Hiçbir cevâb almadığımdan bir tereddüdün hükümfermâ olduğunu zannediyorum. Bu tereddüdün esbâbını tahmin etmeğe çalışacağım. İmtiyâzât mes’elesinden dolayı tereddüde mahal olamaz. Çünki bunda esâs-ı mes’ele  Chester ile teârûz idi. Gerek Samsun – Sivas ve gerek Armstrong içün hakları mahfûzdur kaydı çıkarılmıştır. Muâhedenin mevki–i mer’iyette vaz’ından sonra yapılacak mukâvelât ile Bahr–ı  Siyâh şebekesinde verilecek imtiyâzât içün ecnebi sermâyesine müsâbaka açarsak müsâvî şeraitle Régie générale’i da haberdâr ve da’vet edeceğiz. Gerçi bunda Bahr–ı Siyâh şebekesinin haricindeki menâtık yerine bizzât o şebeke mıntıkası mevzu–ı bahs olmuş ise de muâhedenin mevki–i mer’iyette vaz’ından sonra yapılacak mukavelât kaydı Chester ile hergünâ teâruzu kat’iyyen ref’eder. Hakk–ı rüchân kaldırılmıştır. En mühim nokta olan Turkish Petroleum’un büsbütün ihrâcı ise gayr–ı kâbil–i tasavvur bir muvaffakiyetdir.

2- Tahliye işinde muâhedenin mer’iyyetine kadar gemilerden daha azı kabul ettirilmiştir. Bu gemilerin kalabilecekleri müddet en geç sene nihayetine kadar tahdîd edilmiştir. Bu cihetde mutasavver mahzûr tamamen izâle edildi.

3- Yalnız serbest–i mürür mes’elesi kalıyor. Mürüra mâni’ olmağa esâsen imkân yok idi. Hakk–ı tevakkufu izâle etmekle mühim bir şey yapmış olduğumuz kanaatındayım. Şimdi en bedbîn ihtimâli alalım. Müttefikler muâhedeyi tasdik etmeyerek, Boğazlardan bilâ kayd ü şart mürür kayd–ı muvakkatını temdid ederler.Ancak bizim de gayr–ı askerîlik hakkında aldığımız taahhüdât muâhedenin mer’iyyeti ile kâimdir. İş uzarsa biz de Boğazları tahkîme başlarız. Ticaret mukâvelesinin mer’iyyeti taahhüd edilmediğinden bu hususta müşkülât yaparız. Velhâsıl Boğazlardan bilâ kayd ü şart mürûr ettikleri zaman ansızın Marmara Denizinde bulunduracakları gayr–ı mahdûd kuvvet ile tatbikini talep ettiğimiz ikinci madde mücebince her devlet için en kuvvetli Bahr–ı Siyâh donanmasına muâdil kuvvet ya’ni üç misli Rus donanması arasında büyük fark yoktur. Bu aynen Mudanya Mukâvelenâmesinin mer’iyyeti Konferansın in’ikâdına kadar ve devamı müddetince mer’i olmasına benzer. Eğer Müttefikler bizi konferansa çağırmasa idiler Mudanya Mukâvelenâmesi ile’l–ebet mer’î kalacak idi. Böyle bir tehlikeyi o zaman daha çok düşündüm. Hakikatde İtalyan ve İngilizlerin sene nihâyetinden evvel tasdîk edecekleri tahmin olunuyor. Muâhedenin tasdiki müşkilâtı belki Fransızlardan gelecektir. Fakat ikisi tasdîk ettikten sonra Japonya da onlara iltihak edeceğinden bu suretle üç devlet tarafından muâhede tasdîk olununca umûmu içün mer’i olacağı kaydı muâhedede mevcuddur. Eğer müttefik devletlerin parlemantoları muâhedeyi reddederlerse biz de her türlü taahhüdâtdan müberrrâ kalırız. Bu zâten yeni bir hâl–i harb vaz’iyyetidir ki bu vaz’iyyetde biz  memleketimizin tamâmiyetini istihsâl ve te’min etmiş ve ağlep-i ihtimâl Yunan ordusundan da kurtulmuş bulunacağız. Eğer sû–i niyette olup serbestî–i mürûrdan bilistifâde Boğazı geçerek bir tazyik yapmak isterlerse serbesti–i mürûrsuz dahî yaparlar. Ve her iki surette de hâl–i harbtır. Sû–i niyete ma’rûz kaldığımız hâlde mademki tahliye ettirilmiştir kat’î bir vaz’iyyet almazdan evvel gerek İstanbul gerek Rumeli içün  evvelen tedâbirimizi ittihâz ve ikmâl etmeğe vakit buluruz. Hülâsa hem yapacak bir şey görmüyorum hem de mûcip–i tereddüt bir nokta görmüyorum. Tahliyeyi bu derece yaptırmak dahî muhtemel yeni mücâdele bizi daha kuvvetli vaz’iyyette bulundurur. Binâen aleyh bu şıkk Boğazlar Mukâvelenâmesinin mer’iyyeti vaz’iyyetinden daha fâidelidir. Bunun da en mühim noktası bizi Boğazları tahkîmden men’eder bir kayd olmamasıdır. Halbuki bu kayd Boğazlar Mukâvelenâmesinde mevcuttur.

4- Eğer hükümet kabul ettiğimiz şeylerin reddine kat’iyyen musırr ise bunu bizim yapmaklığımıza imkân yoktur. Düşüne düşüne benim bulduğum yol İstanbul’daki Komiserlere tebligât yapıp imzâ salâhiyyetini bizden nez’etmektir. Bu halde gerçi bizim içün kürre–i arz üzerinde görülmemiş bir skandal olur. Fakat menâfi-i âliye-i vatan şahsî düşüncelerin fevkinde olduğundan hükümet kanâatını tatbîk eder. Hükümetten teşekkür beklemiyoruz. Muhâsebe–i a’mâlimiz millete ve târihe mevdû’dur.

 

İSMET

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[64]

(20. 07. 1923)

 

NO. 647

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

No. 338

20/7/39

(20/7/1923)

Her dar zamanda Hızır gibi yetişirsin. Dört beş gündür çektiğim âzabı tasavvur et. Büyük işler yapmış ve yaptırmış adamsın. Sana merbûtiyetim bir kat daha artmıştır. Gözlerinden öperim pek sevgili kardeşim, azîz şefim.

İSMET

 

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Bakanlar Kurulu Başkanlığına

Gönderilen Mesaj[65]

(23. 07. 1923)

 

NO. 668

Hey’et–i Vekile Riyâsetine

 

No. 346

23/7/ 39

(23/7/1923)

Sulhun imzâsı 24 Temmuz öğleden sonra saat üçte başlıyacağı ma’rûzdur.

İSMET

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Bakanlar Kurulu Başkanlığına

Gönderilen Mesaj[66]

(24. 07. 1923)

 

NO. 671

Hey’et–i Vekile Riyâsetine

 

Urgent

No. 348

24/7/ 39

(24/7/1923)

 

İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Romanya ve Yunanistan ile Türkiye arasında sulh muâhedenâmesi 24 Temmuz saat üçten dörde kadar imzâ edilmiştir. İmzâ merâsimine İsviçre Reis–i Cumhûru Riyâset eyledi. Belçika ve Portekiz ile bir protokol imzâ edildi. Sırbistan, Türkiye’ye taalluk etmeyen esbâbdan dolayı imzâ etmedi. Muâhedenin mevki–i mer’iyyete vaz’ına kadar imzâsına imkân bırakılmak üzere bir protokol yapıldı.

   İSMET

 

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Türkiye’nin Paris Temsilciliğine

Gönderilen Mesaj[67]

(24. 07. 1923)

 

No. 676

Hariciye Vekâletinden Paris Mümessilliğine

24 Temmuz 339 (1923)

Tel.

No. 2281

(...)

1– Lehistan ile Dostluk Muahedesi ve Ticaret ve İkamet Mukavelenameleri bugün tam zevalde imza edilmiştir.

23 Temmuz

   İSMET

2– İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Romanya, Yunanistan ve Türkiye arasında sulh muahedenamesi 24 Temmuz saat üçten dörde kadar imza edilmiştir. Merasime İsviçre Reisicumhûru riyâset eyledi. Belçika ve Portekiz ile bir protokol imzâ edildi. Sırbistan, Türkiye’ye taalluk etmeyen esbâbdan dolayı imzâ etmedi. Muâhedenin mevkii mer’iyyete vaz’ına kadar imzâsına imkân bırakılmak üzere bir protokol yapıldı.

 

24 Temmuz 339

   İSMET

 

 

 

 

 

 

 

 

Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[68]

(25. 07. 1923)

 

NO. 680

Büyük Millet Meclisi Reisi

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

 

No. 335

25/7/39

(25/71923)

Taltifât ve tebrikâ–ı Riyâsetpenâhileri murahhasları ve bütün heyet–i murahhasa â’zâsını hiss–i şükrân ile işbâ’ eylemiştir. Murahhas arkadaşlarım ve bütün hey’et–i murahhasa â’zâsı ile beraber da’vâmızın her vâdide bi–hakkın alemdârı olan zat–ı riyâsetpenâhilerinin Türk milleti içün yaptıkları büyük hidemât–ı târihiyeleri miyânında bulunan akd–i sulhu ta’zimât–ı mahsûsamızı takdim ile beraber tebrik eyler, hidemât–ı mühimme–i âtiyelerinde dahî büyük büyük muvaffakiyetlere nailiyetlerini dileriz.

    İSMET

 

 

 

 

 

Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[69]

(06. 08. 1923)

 

NO. 720

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine

No. 375

6/8/39

(6/8/1923)

 

1- Amerikalılarla bir muâhede–i umûmiye ile iâde–i mücrimin muâhedesi bugün imzâ edildi. Metâlib maddesi kâmilen muâhededen ihrâc ile münâkaşası âtîye ta’lîk edildi ve bu bâbda i’tilâf hâsıl oluncaya kadar tarafeyn muâhedatı Meclislerin tasdîkine arz edip etmemekte serbestîlerini muhâfaza ettiklerine dâir notalar teâti edildi. Netice hükümetin ta’lîmâtına tamamen mutabıktır. Vazife ifâ edilmiştir. 7 Ağustosda hareket ediyoruz.

 

2- Muâhedeleri size bir mekteb tarafından verilip bana tevdi ettiğiniz altın kalemle imzâ etmiştim. İstanbul Dârülfünûn talebesi de bana resmen bir kalem vermişti. Başkumandanın kalemiyle imzâ etmek vazifesini ifâ ettim. Bu kalemi İstanbul Dârülfünûnuna Gazi Başkumandanın hediyesi olarak tevdî etmek fikri hatırıma geldi.  Tasvîb buyurursanız İstanbul’da emrinizi hâzır bulurum. Tarafınızdan Dârülfünûna takdim ederim.

 

Murahhas arkadaşların ve hey’et–i murahhasasının ta’zîmâtını  takdim ederim.

 

3- Mülâkâtı ne kadar tahassürle beklediğimizi tasavvur edemezsiniz. Ve bî–nihâye muhabbet ve hürmetle gözlerinizden öperim sevgili kardeşim.

 

İSMET

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Konferans Sonrası İlk Söylev

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Lozan Konferansı Dönüşünde

İstanbul Üniversitesince Fahri Profesörlük Verilmesi

Dolayısıyla Düzenlenen Törende Verilen Söylev[70]

(11. 08. 1923)

 

Muhterem Öğretim Üyeleri ve Üniversiteli Arkadaşlarım,

Beni bugün aranıza kabul etmekle bahtiyar ettiniz, hayatımda bununla iftihar edeceğim. Üniversite’ye katılmakla şahsıma düşecek vazifeleri tamamen yerine getirmek için çalışacağım. Teşekkürlerimi ne suretle ifade edeceğimi bilemiyorum.

Arkadaşlar,

Biliyorsunuz ki henüz Lozan’da tespit ettiğimiz eseri Meclis’in tasdikine arz edemedim. Antlaşma, hukukî ve resmî değerini Meclis’in kararından sonra kazanacaktır. Diğer taraftan beyanatımı üzerimde bulunan resmî sıfat ile, Hariciye Bakanı sıfatıyla vukubulan ifadeler makamında telakki etmeyiniz. Bunu, yerimde bir vazife olarak yapacağım. Bugünkü konuşmamızı hususi bir sohbet mahiyetinde telâkki ediniz. Sizin huzurunuzda söz söylemek için hazırlığa vakit bulamadım. Arzu ederdim ki, daha esaslı surette çalışayım ve daha esaslı şeyler söyleyeyim. Söyleyeceğim sözler, hemen söyleniveren şeyler kabilindendir.

Arkadaşlar,

Yakın bir maziye kısaca göz atmak isterim. “Harb–i Umumî’ den (I. Dünya Savaşı) sonra hasıl olan vaziyet, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü halidir. Bunu Reisicumhurlar, Reisihükümetler pek açıkça ifadeden çekinmemişlerdir. Yakın bir mâzi de olsa bunu hatırlamak acı bir şeydir; fakat maksadım, söylediğim gibi, bir sohbet olduğu için daha ziyade hissî zeminler üzerinde, heyecan ve hissiyatımızı tatmin edecek şevkli bir zemin üzerinde değil, kuru çıplak bir zemin üzerinde bugün ve gelecek hakkında mütalâa beyan etmektir. Evet, çıplak surette... Harb–i Umumî’den çıktıktan sonraki vaziyetimizi gözönüne getirelim. Yakın zamanlara kadar muhterem profesörler bize Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü öğretirlerdi. O zaman ki Osmanlı devleti böyle enkaz ifade eden bir vaziyette idi. Memleket bütünüyle istilâ altında. İşgal altında olan yerler ve işgalin varamadığı yerlerde ise oralara kadar nüfuz eden telgraf emirleri, tam ve hakiki bir işgalî gösteriyordu. Teşkil olunan hükümetler işarete tabi, boyun eğmiş ve teslim olmuş hükümetler vaziyetindeydi. Bu vaziyeti, Türk milletinin vicdanı olduğu gibi görmüştür ve Türk milleti bunu soğukkanlılıkla mütalâa ederek anlamıştır.

Çöküşe karşı her şeyden evvel düşünülecek bir şeyler vardır: Vazife hissi. Eğer büyük bir nehre, bir tehlike ortaya çıktığında, bir insanın yalnız atlaması bir vazife halini alırsa buna teşebbüs lâzımdır. Burada, üniversitede işitmek isterim ki; geleceğin her türlü safahatında bir vazife hissi tecelli etmek zaruri olduğu takdirde bu hissi esas ittihaz edecek misiniz? Cevap veriniz. ( Hay hay sesleri.)

Arkadaşlar,

“Her büyük tehlikeye ve maceraya insanların böyle atılışlarını vazife gerekli kılıyor, bundan dolayı böyle hallerde atılmak lâzımdır.” Her büyük maceranın önderleri bunu söylemiştir. Vazife mecburiyeti büyük maceralara vasıta ittihaz kılınmıştır. Fakat bu kadar büyük bir tehlikeyi icabettirecek anın mevsimsiz gelmiş olduğunu göz aldanması zannetmek de tehlikelidir. Bu tehlikeyi doğru görüşleriniz, tecrübeniz, hassasiyetinizle engellemek lâzımdır.

Arkadaşlar,

Birçok zamandan beri muharebe içindeyiz. Hepimiz işittik ki muharebe millî olmalıdır. Bu zaruretin vicdanlara yerleşmesi icap eder. İstiklâl Savaşı’na gelinceye kadar, size doğrusunu söyleyeyim ki, ben kendi nefsimde bunu hissetmemiştim. İstiklâl mücadelesinde yalnız kendimde değil, en aciz köylülerde bile bunu tamamen hissettim. Kime sorulsa, bu derhal anlaşıyordu.

Başlıca kuvvet; milletin tecavüze karşı duyduğu isyan ile belirli bir hedefi kendisine tayin etmiş olmasıdır. İkinci kuvvet; askerî konularda itaat özelliğidir. Hakikaten itaat özelliği milletlerin hayatını en çok tanzim eden başlıca özelliktir. Her büyük işi yaptıran itaati, intizam ile, teşkilât kuvvetiyle, tesanütle karışmış görürsünüz. İtaat, onlarla karışmış olduğu için hakikî bir kıymettir.

Biz, teşkilâttan uzaklaşmış bir sosyal toplum halindeydik. Birçok milletler de öyleydi. Onlar bir toplum haline gelememişti. Türk milletiyse yekvücut bir millet haline gelmiştir. Türk milletinin en büyük özelliği budur.

Her birimiz dünyanın her tarafına dağılsak yine karıncalar gibi bir araya geliriz. Hemen birbirimize uyarak baş ve nihayeti mevcut bir toplum halini alabiliriz. Bu, milletimizin özelliğidir. Milletimiz bu özelliği kazanmıştır. Bütün hayatımızda bize başarı kazandıran budur.

Arkadaşlar,

Büyük felaketlere, büyük tecrübelere, büyük milletler tahammül eder. Harp vakti, geçirdiğimiz hayat çok ağırdı. Büyük bir kıtayı düşmana bırakıyorduk. Bu ağır bir yüktü. İnsan kendi evladını, imar ettiği kıtayı –bütün milletin saadeti için– bıraksa da üzülmemek kabil değildi. Böyle üzülerek bıraktığımız yerleri tekrar bulduğumuz zaman ahalisini asla değişmemiş ve bozulmamış bulduk. Yalnızca bunlar ağır bir yüke tahammül etmiş insanlar halindeydiler. Bu tecelli de ancak büyük milletlerde görülebilir. Biz köylülerden son vasıtasını istediğimiz zaman köylü ve fertler “pek ala” diyorlardı, fakat yalnız muvaffak olunuz, yalnız hedefi siz tayin ediniz. Köylü aynı zamanda bizi denetliyordu da. Ordumuz eğer Harb–i Umumî orduları gibi olsaydı Türk milleti bunu asla kabul etmezdi. Ordumuz her şeyi mükemmel olduğu halde baştan başa birbirine kenetlenmiş bir bütün halinde, düşmana yekpare bir blok şeklinde son darbesini indirmiştir. Kazandığımız muvaffakiyetin cihanşümul ehemmiyeti buradadır. Bu, bir milletin büyük kuvvetiyle diğer bir milletin bütün vasıtalarına karşı cansiperâne muharebe etmesidir. Milletimizde, hedefine mutlaka ulaşıncaya kadar çalışmak azim ve sebatı vardır.

Millî Mücadele devri, geçirdiğimiz ilk ağır imtihandı. Bu, davet edildiğimiz bir imtihandı. Cemiyet–i beşeriye, haksız olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne hükmettiği zaman, haksız olarak Türk milletinin de çöküşüne hükmetmiştir. Bu imtihandan başarıyla çıktıktan sonra konferansa gittik. Bu da bir imtihandı. Bütün milletlerin ortasında davamızı izaha davet edilmiştik. Konferansa büyük zorluklara rağmen açık ve belli bir vaziyette girdik. Ne istiyorduk? Haksız olarak yaşama hakkımızı reddetmişlerdi. Yaşamaya muktedir olduğumuzu ifadeye gitmiştik. Sade bunu istiyorduk. Bunun için en kuvvetli vaziyetteydik. Sonuna kadar bu hedefi takip ettik. Gerçi kolay olmadı. Kopma tehlikeleri daimiydi.

Konferansta, reddediyoruz dediğimiz zaman milletin de reddedeceğini biliyorduk. Milletin bu kanaatini muhtelif vesilelerle muhataplarımıza ifade ettik.  Bu hedeflere ulaşma kanaati milletin her ferdinde tecelli ettiğinden barış için bir engel kalmamıştır. Bu ikinci ağır imtihan neticesi Lozan Antlaşması ile tespit olunmuştur.

Bu konferansa giderken üniversite antlaşmayı imzalamak için bir kalem hediye etmişti. Başkumandan Paşa düşündüler ki, Antlaşmayı kendi kalemleriyle imza edeyim. Sebebi; bu kalemin Üniversite Kütüphanesine Başkumandan Paşa tarafından hediye edilmesidir. Geçmiş maceramız diyerek antlaşmayı imzaladığım bu kalemi size tevdi edeceğiz, onu siz muhafaza ediniz.

Arkadaşlar,

Antlaşma, birçok noktalardan mühim bir vesikadır. Başlıca noktalarını aydınlatacağım. Bu, harpten sonra yapılan antlaşmalar ile mukayese edilemez. Almanya ve Bulgaristan ile yapılan antlaşmalar ile mukayese mümkün değildir. Onların esası; hudut konularından uzak daimi bir malî yükümlülük; tamirat namı altında milleti devamlı bir mecburiyet altında bulundurmak. Sonra askerî sınırlamalar adı altında milleti silahsız bulundurmak ve daha sonra, muhtelif vesilelerle bir takım denetim heyetleri kurmak. Bir de iktisadî ve malî işlerde bazı kısıtlamalar ve zorluklar. İşte felâkete uğrayan milletler bu ağır prensipler altında ezilmektedir.

Devamlı denetim, silahsızlık, müdafaa hakkından mahrumiyet, başkalarının kendi işine karışması, iktisadî ve ticarî sınırlamalar, işte diğer antlaşmalardaki esaslar.

Bizim memleketimiz bu noktalardan hiç birisine yakından ve uzaktan temas edemez. Milletin ayaklanma sebebi de zaten bu idi. Kimsenin bunu kabule takati yoktu. Onun için antlaşmayı muhtelif devletlerle zor şartlar içinde uzun mücadeleler ile yapılmış bir antlaşma esasları dahilinde bulacaksınız.

Şimdi Türk milleti yeni ve ağır bir vazifeye devam olunmaktadır. Barış haline giriyor ve barış hayatı içinde milletler topluluğunda mücadele üstleniyoruz. Geçirdiğimiz devirlerden kuvvet alarak yeni devreye girmek lâzımdır. Harp zorlukları tecrübe olundu. Şimdi geçirilecek saha ise bilhassa ilim ve ihtisas sahasıdır. Bu sahalardaki muvaffakiyet bir iki günde değil, daimi bir sebat ile olacağı için daha çok zamana, sabra ihtiyaç gösterecektir.

Arkadaşlar,

Önümüzde her halde on senelik bir devre vardır ki bu zamanda gelişmek için bütün kuvvetlerimizi toplayarak hedefe vasıl olacağız.

Arkadaşlar,

İktisat mücadelesinde behemehal galebe etmek lâzımdır. Bu vazife bilhassa size düşüyor. Buna vasıta idare ve siyaset değildir. İdarî ve siyasî engeller de vardı. Fakat bu da ortadan kalkmıştır.

Arkadaşlar,

Ticarette herhangi bir dükkancı benden alınmasın, ondan alınsın dese bu çok fenadır. Niçin kendisinden alınmasın? Okul hayatında iken, askerlikte, doktorlukta çalışma güçtür, ticarette daha kolaydır, diyenler vardır. Hayır, böyle değildir. Her şey için daha çok çalışmak lâzımdır. Hayatın her sahasında zorluklar olacaktır. Fakat bu yolda yürünecektir, gidilecektir. Hayat ağır vazifelerle bu vadide sizi bekliyor, bunu siz yapacaksınız arkadaşlar.

Her millet gibi aynı vasıtalarla ilerleyebiliriz. Bu kanaatle işe başlamalıyız. Bu gideceğimiz uzun yolunda başında ve ortasında birçokları kalacaktır. Fakat sonuna kadar gidecekler de pek çoktur. İlim sahasında ayrı bir surette mesafe almak idealimizdir, bunu hep birlikte sağlamaya çalışalım. Behemehal gideceğimiz yolda galebe etmek lâzımdır. Başka bir şey düşünmek yoktur.

Muhterem arkadaşlarım,

Dört köşesi belli bir vatanı kalkındıracak sizsiniz. Size biz, bu vatanı vicdan rahatlığıyla teslim edeceğiz. Muhafaza şerefi o zaman size ait olacaktır. Bu vazifeyi yapmalısınız.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Konferans Sonrası Konuşmalarında

Lozan ve Bağlantılı Konulara İlişkin Anlatı ve Değiniler

 

 

 

 

 

 

 

Lozan Barış Antlaşması’nın

Onaylanmasına İlişkin Yasa Tasarısıyla İlgili

BMM Görüşmesinde Verilen Söylev[71]

(23. 08. 1923)

 

Muhterem arkadaşlar! 1914 senesinde infilak eden Harbi Umumiyi Türkiye için tasfiye eden Muahedename ve senedatı düveliyeyi Huzuru Âlinize takdim ettim. Derhatır buyurursunuz 1914’te Harbi Umumi infilak ettiği zaman bütün milletler meçhuliyet karşısında, endişei hayat ile ve endişeyi ferda ile düşünüyorlardı. Hiç şüphesiz Osmanlı İmparatorluğunun ciddî mehalik karşısında bulunduğunu sahibi idrak ve insaf olan hiçbir kimse reddedemezdi, bu kadar mahmul ve meşbu bir endişe içinde Osmanlı İmparatorluğunun intihab edeceği vaziyet ve en mu­vafık olan fikir ve tedbir ne idi? Bu daima şayanı tetebbu ve şayanı müna­kaşa bir zemindir. Ben bugün bu zemine girmeyi arzu etmiyorum, bir faidei ameliyesi yoktur. Hepimiz derhatır ederiz ki: 1330’daki [1914’deki] Osmanlı İmpa­ratorluğu zimamdarını bu büyük vaziyetin tedbirini harbde bir tarafa işti­rak ve iltihakta bulunmuşlardır. Esası münakaşa etmemek hakkındaki kararımı muhafaza ediyorum. Bununla beraber Harbi Umuminin birçok safahati tetkik olunmalıdır. Âtiye mucibi intibalı olmak için lazımdır. Evve­la Harbi Umumiye tarzı duhulü hiçbir zaman şayanı tenkid olmaktan kur­tulamaz. Her millet Harbi Umumiye hayat ve memat mücadelesi olduğu­nu samimem ve cidden bilerek karar vermiştir. Hayat ve memat mücadelesine karar vermek bir kimsenin, bir heyetin hakkı değildir. Bu; milletin bizzat verebileceği bir karardır. Bu kadar büyük hadisat milletin karşısın­da emrivaki olarak bulundurulamazdı. Arkadaşlar. Harbi Umuminin ce­reyanı da baştanbaşa medarı ibrettir. Kemali esaf [esef] ve elemle derhatır etmeliyiz ki gunagün suiistimalat baştanbaşa memlekette bir sistem, bir meslek haline gelmiştir. Hepimiz biliriz ki kendi hudutlarımızı ve kendi vatanımızı müdafaa etmeye zaten kifayet etmiyen evladı vatan: Vatan haricin­de heder edilmişti.

Arkadaşlar! Bu toprağın evlatlarının kanı ecnebilerin yeddi tasarrufunda idi. Ecnebiler bu memleketin en büyüğünden en küçüğüne kadar bü­tün siyasetine en kuvvetli bir salahiyetle nüfuz ve hulul etmişlerdi. Sahibi izan ve insaf hiçbir kimse Osmanlı İmparatorluğunun artık bir mevcudi­yeti hâkime ve müstakille halinde bulunmadığına zerre kadar şüphe et­miyorlardı. İdarei memlekette milletin kendi iradesi ve ihtiyarı tamamen insilabetmiş idi. Halbuki arkadaşlar bu vaziyette fert için olduğu gibi millet için, memleket için de kendi irade ve ihtiyarı en büyük kuvveti ve en kuvvetli medarı istinad olur. Eğer irade ve ihtiyarına sahibolsa idiler o zamanki zimamdaran Harbi Umuminin safahatı esnasında tezahür eden fırsatlardan belki istifade ederlerdi ve memleketimiz için birçok felaketle­re mani olmak şöyle dursun belki müttefikleri için de daha müsait şeriati [şeraiti] sulhiye elde etmesine medar olurlardı. Daima elemle ve teessürle düşüneceğimiz bu sahafat hiçbir zaman gözümüzün önünden ayrılmamalıdır. Büyük bir hadisei tarihiyeyi tasfiye ediyoruz.

Muhterem efendiler! Mütarekeden sonra geçen safahat için âlâmınızı, ıztırabınızı tahrik etmek istemem. Çok mevani ve müşkü­lata maruz kalmışızdır. Bundan bahsedişim, bilhassa siyasî bir noktayı kendi telekkiyatı milliyemiz noktayı nazarından nazarlarınızda te­barüz ettirmektir. Eski sistemi bu hareketlere sevk eden bir sebebi aslî, bir siyaseti asliye vardır. Bu siyaseti asliyeyi müsaade ediniz iki cümle ile ifade edeyim: İster Mutlakiyet devrinde, ister Harbi Umumi devrinde ve isterse ondan sonra olsun ekseriyetle Osmanlı İmparatorluğunun dahili idaresi için şiarı; milletin murakabesinden kendisini kurtarmaya çalışan, mil­letin murakabesine karşı ıztırap hisseden bir Mutlakiyet idare fikri idi. Şe­kil ne olursa olsun –Osmanlı İmparatorluğunun– ruhunda daima bu kalmıştı. Dahilde her türlü murakebeden azade kalan bir Mutlakıyeti idare fikri, idarei dahiliye siyasetini teşkil ediyordu. Harici siyaset ise ister dost­luk, ister ittifak, ister her hangi bir nam altında olursa olsun intihab ettikleri bir devlete karşı nihayetsiz bir teslimiyet ile ifade olunabilir. Mütarekeden evvel ekseriyetle vaziyet bu idi. Mütarekeden sonra vaziyet ekseriyetle bu oldu ve Osmanlı İmparatorluğunun bütün ananatında yerleşen sistem ve haleti ruhiye budur. Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun Hüküme­tiyle tecelli ve devam eden siyaseti milliye; bu arz ettiğim eski siyasete ta­ban tabana zıttır; zıddı tam ve zıddı mutlak halindedir. Biz dahilde idarei Hükümeti milletin bilakaydüşart murakabesi altında bir idare, daha vazih bir tabir ile milletin kendi işini bilfiil idare etmesi şeklinde bir idare anla­dık ve o sistemi takibettik. Harici siyasette şiarımız evvela temas edeceği­miz her hangi bir Devlete karşı kendi mevcudiyetimizi müdrik ve tam müs­takil ve menaflimize tamamen sahip bir vaziyet almak suretinde telakki ettik... En müşkül zamanlarda diğer devletlerle tesis ettiğimiz münasebat ancak bu suretle ifade olunabilir. (Alkışlar) Âtiyen takibedeceğimiz münase­bat ve tesis edeceğimiz dostluklar ve her guna revabıtta dahi evvelemirde Türkiye’nin ve Türk milletinin hüviyeti müstakillesi, mevcudiyeti tama­men muhterem ve muteber midir? Bunu bir noktai azimet ve bir noktai temas addedeceğiz. Bundan sonra başlıyan münasebat hakikî ve maddî bir surette ve mukabil bir şekilde olmak üzere devam edecektir. Siyaseti hariciyemiz, şekli idaremizin doğduğu günden beri bu oldu ve ilamaşal­lah ve ilelebet bu olacaktır. Onun için Heyeti Aliyenize takdim ettiğimiz muahedatta mukaddime olarak bu münasebatın devletlerin istiklâl ve hâkimiyetine hürmet esasına riayet vücubunu mülahaza ederek yapılmış olduğu zikrediliyor. Bu bir tesadüf ve bir lafız değildir ve mukaddes bir (ide­al)’e behemehal, vasıl olmak için yüriyen bir milletin istihsal eylediği bir vaziyet ve neticedir. Tevarüs ettiğimiz Osmanlı İmparatorluğunun şimdiye kadar akdettiği mukavelat ile bu mukavelat arasında esaslı bir fark ve bü­yük bir tefevvuk bu mahiyettedir.

Efendiler! Elimizdeki vesaik bir mücadelei siyasiye devrinin netayicidir. İstiklâl Mücadelesinin mücadelatı harbiyesi bittikten sonra mücadelatı siyasiyesi başlamıştır. Bu mücadelatı siyasiye hakikati halde Mudan­ya Mütarekesinden başlar. Mudanya Mütarekesi günlerinde milletimizle bi­ze muhasım olan milletler arasındaki vaziyeti siyasiye ve haleti ruhiye şu tarzda ifade olunabilir. Bir suretle tesfiyesi ve tatmini kabil olmıyan bir em­niyetsizlik vardı. Uzun senelerin hadisatı her hangi bir teması siyasî için büyük bir emniyetsitlik vücuda getirmişti. Emniyetsizlik, yekdiğerinin her hangi bir sözüne ve imzasına emniyetsizlik medarı hayat mıydı? Ve bu mücadele nihayet bulmayacak mıydı? Avrupa’da ve bizim memleketimizde müfritler vardı ki, bu siyaset yolunu hiç açmaksızın, başlanan silah hare­ketini nihayetine kadar yürütmek istiyorlardı. Bunun nihayeti yoktu. Si­lah hareketi nihayet bir noktada durmak lazımdı. Büyük Millet Meclisi Hü­kümeti bu noktada kati bir nüfuzu nazar ve kati bir karar ile tedbir aldı. Evet bu vaziyeti askeriye içinde milletlerle siyasî temasa girmek ve siyasî ahitler imza etmek mümkündü ve muvafıktı. İşte böyle selim bir his ile malumunuz olan mütarekename imzalandı. O günden itibaren Muahedenameyi imzalayıncaya kadar, mülahaza ve kararlarında vuzuhu olmıyan müfritler Mudanya Mütarekesinin hata olduğunu iddia etmişlerdi. Muhti kendileri idi. Bu hatayı bugün kuvvetle tebarüz ettiren netice göz önünde­dir. Mudanya Mütarekenamesini yapmıyarak harekatı askeriye ile istihsal edebileceğimiz araziyi bir damla kan akıtmaksızın ve bir taşı yeniden de­virmeksizin tamamen istihsal etmiş oluyoruz. Ancak Mudanya Mütareke­siyle ihdas ettiğimiz mevkii siyasidir ki, ondan sonra sekiz, dokuz ay sü­ren büyük bir konferansın müspet bir hedefe yürümesini muciboldu.

Arkadaşlar! Lozan Konferansı milletimizin Avrupa ortasında davet olunduğu büyük bir imtihandır. Mübalağa ad buyurmayınız, aca­ba uzaklardan sesini işittiğimiz Türkiye medeni alem ortasında ve günagûn müşkilat içinde vazıh ve sarih olarak davasını teşrih ve müda­faa edecek bir seviyei medeniye ve bir seviyei siyasiyede midir? Acaba gör­düğümüz manzara Anadolu dağlarında şu veya bu tesadüfün, muhasımlar tarafından irtikab olunan şu veya bu hatanın tesadüfi neticesi midir? Yoksa müspet ve muayyen bir hedefe doğru bir milletin bütün kuvvet ve menabii ile vakfınsederek behemahal istihsali gaye için giriştiği bir müca­dele midir? [Lozan] Bunun imtihanı idi. Türkiye Lozanda bugün cihanı idare eden heyetlerin, mücerren [mücerreb], ilim ve irfan ile mütemayiz, vazifelerini ifa için ciddî bir surette yetişmiş ve çalışmış mümessilleriyle karşı karşıya geldi. Bütün heyeti murahhasalar kendi memleketlerine karşı vazifelerini ifa etmek için büyük gayret göstermişlerdi. Bunu takdir ile yad etmeyi bir vazifei kadirşinasi addederim.

Heyeti Murahhasamız ki, ben onun min gayriliyakatin riyasetiyle mübahiydim. Hükümetimiz ve Meclisimiz tarafından itina ile intihab olunmuştu. Sizin huzurunuzda ve milletin muvacehesinde ve muvacehei alemde, muharebe meydanında bir asker gibi gece gündüz samimî bir hissi vazife ile çalışmış olan, her günâ müşkülata galebe için maddî ve manevî bütün kabiliyetlerini sarf etmiş ve şahsî her türlü endişeden azade olarak sırf va­tanın tevdi ettiği vazifeyi ifa etmek için bezli vücudetmiş olan Heyeti Mu­rahhasa arkadaşlarımı lisanı hürmetle yâd ederim. (Alkışlar) Dünyanın her yerinde birçok muahedat yapayalnız ilimde değil, tecrübeleri saye­sinde de mühim bir mevki kazanan mütehassıslarla bizim mütehassısla­rımız ve müşavirlerimiz karşı karşıya geldiler. Fenni ve ilmî noktai nazar­dan dahi düşünülecek olursa bu ağır bir vazife idi. Murahhas olarak vazife almış olan Hasan Bey’in kendisinden pek çok istifade ettim ve samimî bir müzaheret gördüm – ve bilhassa murahhas olarak beraber çalıştığım Dr. Rıza Nur Beyi tevkırla yâd etmek isterim. (Alkışlar)

Arkadaşlar! Günagûn tesirat altından yalnız ilim ve vukuf ve tecrübe kâfi değildir. Fevkalade bir metaneti asap lazımdır. Hakikaten bir (ideal)’e hizmet lazımdır. Fevkalade bir feragatinefs hissi ile yekdiğerine eklenmek ve yekdiğerine samimî bir müzaheret göstermek lazımdır. Arkadaşlarımdan ve bilhassa Rıza Nur Bey’den bunu gördüm. Dr. Rıza Nur Bey Türk Heyeti Murahhasası içinde başlıca medarı muvaffakiyet olmuştur. Millete bunu söylemek vazifemdir. Nasıl bir kıtai askeriye muntazaman ve bir di­siplin ile ifayı vazife ederse arkadaşlar da tamam bir feragatinefs ile reisle­rine merbut olduklarını bütün cihan nazarında göstermişlerdir. Bu hal büyük mücadelede muvaffakiyetin başlıca bir esasıdır.

Arkadaşlar! Bir vazifei esasiyeyi ifa etmek için şunu da söylemek isterim. Gerek mücadelâtı harbiye esnasında ve gerek sulh müzakeratı esna­sında şevki kaderle ağır mesuliyetler altında bulundum. Ağır mesuliyet­ler altında memleketin hayatî menafiine taallûk edebilecek ağır kararlar vermek vaziyetinde bulundum ve bunların hepsinde merkezî idareden ay­rı olarak ya düşman karşısında veya sulh müzakeratında olduğu gibi Av­rupa ortasında idim, –siyasî tabir ile– siyasî muhassımlar arasında bulun­dum. Bu kadar ağır mesuliyetleri bimuhaba almak için ve bunların içinde en büyük müşkülât karşısında dahi hedefe karşı yürümek için malik ol­duğum menbaı kuvvet bilhassa Büyük Millet Meclisi Reisi Gazi Mustafa Kemal Paşadır. (Alkışlar) Arkadaşlar! Yalnız şahsî bir minnet ve bir şükran ifa­de etmek için söylemiyorum, vazife ve iş noktai nazarından bir hakikati ifade etmek için söylüyorum. İnsan çok bunaldığı zamanda en muvafık tedbiri bulsa dahi behemahal o muvafık tedbirin daha büyük ve samimî biri­si tarafından teyid edilmesine muhtaçtır. Büyük ve karışık vaziyetler içeri­sinde en büyük tedbir o kadar basittir ki, ekseriya onu bulmak çok müş­küldür. Fevkalade karışık, dolaşık, bulutlarla mestur bir muhit içerisinde yol gösterecek bir isabeti nazar lazımdır. Bu isabeti nazarı gerek muhare­be hayatında ve gerek sulh hayatında bize gösteren Mustafa Kemal Paşa olmuştur. (Şiddetli alkışlar) Aldığım vazifelerde muvaffakiyet hasıl olduysa gerek harbde ve gerek sulhta başlıca âmil olarak Mustafa Kemal Paşayı muvacehei millette ifade ediyorum.

Sulh Muahedenamesi ve merbutu olan senedat hakkında, günlerden beri arkadaşlar birçok tenkidat yaptılar. Heyeti umumiyesi hakkında mücmel bir fikir vermek isterken arkadaşlarımın hitabelerinde temas ettikleri birçok nıkata da cevap vermiş olacağım, zannediyorum. Muahedename, hudutlarımızı tâyin ediyor. Cenup hududu, Ankara İtilâfnamesiyle tayin edilen hudut, malumualinizdir. Hatiplerin gösterdiği veçhile birçok millettaşlarımızın bu hudut haricinde kalmış olması münakaşa götürmez bir hakikattir. Bu hudut için müteselli olduğumuz cihet sulh meselesidir, mu­ahedename ile milletler arasında hakikî bir sulh yapmış olacağımız kana­atidir ve bundan fazla olarak Ankara İtilafnamesinde vaz’edilmiş olan ah­kam bu konferansta da ayrıca teyid olunmuştur. İmza ettiğimiz ve meriye­tini tanıdığımız ahkam için daha karar zamanında her hangi bir tereddüt ve endişe izhar etmeye hakkımız yoktur. Benim kanaatim odur ki, imza ettiğimiz sulh ile hakiki bir sulh yapacağız ve bu sulh ile milletler arasın­da yakın bir anlaşma hasıl olacaktır. Eğer bu intizarımız tahakkuk ederse gerek muahedename ve gerekse Ankara İtilafnamesi gibi elimizde bulu­nan senedat ile Cenup hudutlarında arkadaşlarımızın izah ettikleri esba­bı endişe mündefi olacaktır.

Arkadaşlarım, Garp hududundan da memnuiyet göstermediler. Garp hududu haricinde birçok millettaşlarımızın kaldığını ve onların bugün de âlâm ve ıztırap içinde bulunduğunu söyledi. Bilirsiniz ki. Garp hududunda, bugün temin ettiğimiz huduttan başkası bizim Misaki Millimiz dahilinde değildi. Bizim Misak–ı Millimiz dahilinde ifade ettiğimiz talep, Garbi – Trakya’nın ara ile tayin olunacak bir şekli idi. Hiçbiriniz bu muahedenamenin yektaraf ihzar olunmuş bir vesika olduğunu zannetmezsiniz. Elbette birçok esbab ve birçok iradeler tesadüm etmiş ve ortaya bir hasıla çıkmış­tır. Efendiler, bu hudut içinde ve bu hudut haricinde bulunan millettaşla­rımızın mukadderatı için istinad ettiğimiz nokta sulhun hakikaten teessüs etmesidir. Eğer sulh hakikaten teessüs ederse, bizi bugün ıztıraba düşü­ren bütün esbab orada mündefi olacaktır. Garp hududu haricinde bıraktığımız millettaşlarımızın istirahatleri için muahedede teminat vardır, bun­dan başka Türk milletinin hassasiyeti de ayrıca bir kuvvet ve teminattır. Bundan fazla olarak benim kanaatim odur ki, Garp hududunda oradaki millettaşlarımızın huzur ve sükûn içinde yaşatılması ve o hudutlardaki komşularımızla aramızda daimî bir vesilei niza, bir vesilei ıztırap hadis ol­maması, her iki tarafın menfaati iktizasındandır. Menfaatler bunu emret­mektedir. Türkiye yine bu esbab ile Adaların aleyhimize üssü tahrik itti­haz edilmemesi için de mütesellidir. Türkiye göreceği asarı hulusu kema­liyle takdir edecektir. Bu itimat ile muahedatı imza eyledik. Her iki hudut için yapılan mülahazatı, yalnız şüphe ve endişeye istinad ettirmemelidir. Gerçi şüphe ve endişe ekseri ahvalde medarı tedbir olur. Fakat daima me­darı hayat değildir. Emniyet ve itimat ile tecrübe ve intizar, asıl unsuru ha­yat odur.

Hudutlar hakkındaki mülahazatı bitirmek için Irak ile olan huduttan bahsetmek isterim. Bilirsiniz ki, muahede, Irak hududu tahliyenin hitamından itibaren dokuz ay zarfında hallolunacaktır, diyor. Bu hudut hak­kında çok münakaşat cereyan etti. Konferansın bu safhasında şayanı ka­bul bir şekil bulunamadı. Nihayet Muahedenamede, bu hududun muay­yen bir müddet zarfında dostane bir sureti halli ihtimali ifade edildi. Muahedenameye samimane hulul eden bir fikri dostanenin tahakkuk etmesi­ne ciddî bir mani olmasa gerektir. Bu hududun müzakeratına başlamaz­dan evvel milletlerle aramızda bulunan avamili zaruriyei hasmanenin mün­defi olması ve dostluk münasebatının teessüs etmiş bulunmasının gele­cek müzakeratı teshil edeceğini ümidediyoruz.

Arkadaşlar! Hudutlar üzerinde daha ziyade tevakkuf etmek istemem, eski Osmanlı İmparatorluğu aksamından olduğu halde hudutlarımız haricinde birçok dindaşlarımızı bırakıyoruz. Daima kemali fahir ile ve kema­li saffet ile ilan edebiliriz ki bugün millî hudutlarımız haricinde kalan dindaşlarımıza karşı Türk Milleti gördüğünden daha fazla vefa ve samimi­yet göstermiştir. (Bravo sesleri, alkışlar) En dar zamanlarda, hatta kendilerinden müşkilat gördüğümüz zamanlarda dahi onların selametlerini saffeti derun ile temenni etmekten başka bir gaye takib etmedik. Bugün de temen­nimiz kendi muhitleri ve milliyetleri dahilinde selamet ve saadet içerisin­de yaşamalarıdır. Büyük bir İmparatorluğun inkısamı karşısında bütün ci­hana karşı yalnız kendi kuvvetiyle uğraşmaya mecbur kalan Millî Türkiye daha başka bir vaziyet alamazdı, ittihaz ettiğimiz zaruri hareket bu idi. Her­kese ve herkese karşı vazifesini bihakkın ifa etmişlerin istirahatı vicdaniyesi ile çıkabiliriz. (Bravo sesleri)

Muahedenamede akalliyetlere ait birtakım mevad görüyoruz. Arkadaşlar! Dahilî anasıra dair muahedede mevaddı mahsusa bulunması, Harbi Umumiden sonra galipler zümresinde bulunan birçok devletlerin de ka­bul ettiği bir sistem haline gelmiştir. Biliyorsunuz ki, Misakı Millî de bunu kabul etmiştir, iki noktayı nazarı dikkatinize vaz’etmek isterim: Evvelâ, galiplerin kabul ettiği maddelerden bir kelime fazla kabul etmemişizdir. Saniyen husule gelen şekli dahilî, Osmanlı İmparatorluğu zamanındaki gunagun imtiyazat ile asla kabili kıyas değildir. Muahedelerde akalliyetler hakkında mevad bulunmadığı zaman, yani Osmanlı İmparatorluğu zamanın­daki akalliyetlerin vaziyeti adeta Devlet içinde Devlet gibi bir vaziyet idi. Fark çok barizdir. Bugün vatanın mevcudiyeti aleyhine bir vaziyet yoktur. Bundan tamamiyle müsterih olabilirsiniz.

Arkadaşlar! Siyasî ahkam arasında bütün hatiplerin, tenkid eden­lerin, tasvib edenlerin memnuniyetle kaydettikleri bir noktayı, kapitülasyonların ilgası noktasını bir iki sözle hikaye etmek isterim.

Bu mesele başlıbaşına bir hadisei tarihiye addolunabilir. Arkadaşlar! Bazı devletlerle müttefik olarak kan döktüğümüz zamanlarda kapitülasyonlar konferanslarda mevzubahsolunca müttefiklerimiz hasımlarımızla beraber bulunuyorlardı. (Çok doğru sesleri) Kapitülasyonların Türkiye’den kalk­ması lazım geldiğini Sivastopol seferinden sonra Paris Muahedesi müzakeratında vadetmişlerdi. Arkadaşlar! Bütün memleketin mevcudiyetini gir­daba düşüren Harbi Umumiye girdiğimiz zaman da zimamdaran bizi ka­pitülasyonları ilga ediyoruz ve ilga edeceğiz diye tatmin etmişlerdi. Mese­le o kadar mühim idi. Size derhatır ettiririm ki: Harbi Umumiye henüz Türkiye girmemiş iken ve müttefikler Türklerin Harbi Umumiye girmesi­ni esaslı bir amili müessir addederlerken bizim kapitülasyonları ilga ettiğimizi Almanlar, Avusturyalılar; Ruslar, Fransızlar ve İngilizlerle beraber protesto etmişlerdi. Mevzu o kadar büyük ve mühim bir hadisedir. (Çok doğ­ru sesleri) Arkadaşlar, Harbi Umumideki müttefiklerimize kapitülasyonların ilgası için Harbi Umuminin neticesi tamamen meşkuk olduğu zamanlarda, yani 1916’da bizimle konuşmak yoluna girdiler. Ama biz evvela başla­dık kan dökmeye ve atimizle mukadderatımız tamamiyle meçhul bir saf­haya girdi. Hali harbin sebebi ilanı hala hallolunmadı. Arkadaşlar! Daha fazlası vardır.

1916’da Almanlarca kabul edilen kapitülasyonların ilgası keyfiyeti, na­zari ve hayalî idi. Hakikatte ilga ettirilememiştir. Kabul ettirilememiştir. Bunu bilirsiniz. (Doğru sesleri) Muahede imza edildi. Ondan sonra ellerine mek­tup verildi. Eğer diğer her hangi bir millete kapitülasyonların ilgası kabul ettirilirse kendiliğinden o müttefiklere de kapitülasyonların ilgası şamil ola­caktır. Bu ne demektir? İlgayı dünyadaki devletlerin her birine ayrı ayrı kabul ve imza ettireceksiniz. Her hangi bir millet için bütün dünyaya ayrı ayrı dikte edecek kuvvei maddiye kabili tasavvur mudur? Demek ki, Har­bi Umuminin gayesi olarak yapılan ilk ilan müttefiklere de kabul ettiril­medi. Harbin neticesi meşkuk olduğu zamanlarda ancak nazarî ve hayalî kuru bir teselli elde edildi. Sonra bugünkü vaziyeti düşününüz, Türkiye bütün cihan muvacehesinde davasını takibediyor. Sarih ve şüpheden aza­de olarak kati bir ifade ile kapitülasyonları ilga ettiriyor. Bu Türkiye’nin kendi evi içinde diğer her hangi bir millet gibi tamamen müstakil ve efen­di olduğunu kabul ve tasdik etmek demektir. (Şiddetli  alkışlar)

Muahedenamenin mühim bir faslına geliyorum. Ahkamı maliyesi. Muhterem efendiler! Bilhesap Harbi Umumiden sonra olan muahedelerde (tamirat) namı altında umumî bir meselei maliyeye tesadüf olunur. Harbi Umumiden evvelki zamanlarda tazminat şekli altında ya defaten tesviye olunur veya mukassatan verilir, bir teamül mevcuttur. Bu ifade tamirat şekli altında mükellefiyeti maliye şeklinde gösterilmiştir. Biz iki türlü tamirat meselesi karşısında idik. Birisi müttefiklerle Türkiye arasında, diğeri Türkiye ile Yunanlılar arasında. Bilirsiniz ki: Müttefikler Türkiye’ye karşı Harbi Umuminin mütareke ile fasıla bulduğu zamandan beri daima tamirat fik­rini ifade etmişlerdir. Hatta Sakarya’dan sonra 26 Martta aldığımız notada dahi müphem ve umumî ifadelerle makul bir tazminat sözü zikredilmiş­tir. Hakikati halde bu, mesuliyeti harbiye münakaşasından tevellüdettirilen ve tazminat istenilmiyor imiş gibi mevzuubahsedilen bir mükellefiyeti maliyedir.

Türkiye bu noktai nazardan konferansta mutalebat karşısında bulundu, işgal masrafı ve tebaanın zarar ve ziyanı arasında tamirat parasını istediler. Meselenin hukukî bir noktai istinadı yoktur. İşgal olunan memle­ketler bizim memleketimizdir. Eza ve cefa gören ve tamirata ihtiyacı olan memleket bizim memleketimizdir. Hiç kimsenin memleketine gitmedik ve hiç kimseye tecavüz etmedik. Meselenin ciheti hukukiye ve ahlakıyesi böyle olmakla beraber mevcudolan meselei maddiye birçok devletlerin bizden tamirat namı altında para istemesi şeklinde tecelli etmiştir. Bu tamirat parasını maktu bir para şeklinde vaz’ettiler ve bu maktu para uzun bir dev­rede her sene mukassatan 700 bin altın tediye olunacaktır. Bundan başka Harbi Umumî esnasında Almanlardan yaptığımız istikrazata mukabil kar­şılık gösterilmiş olan beş milyon altın da bize verilmiyordu.

Kezalik Donanma İanesiyle İngiltere’ye sipariş edilmiş olan gemiler be­deli de bize verilmiyordu. Vaziyet budur. Bize gerek gemiler bedeli için ve gerek Almanlardan istikraz ettiğimiz paraların karşılığı olan beş milyon altın için birkaç esbabı hukukiye serd ediyorlardı. Tabiî bu esbabı hukukiye bizim hakkımızı iptal edecek kudrette ve müdellel değildi. Elhasıl sul­ha varmak için nihayet meseleyi bitirmek lazımdır. Meseleyi bitirmek için atiye muallak hiçbir taahhüdü malî altına girmeksizin maziyi tasfiye et­mek yolunu bulduk. Arkadaşlar! Tâmirat meselesi Harbi Umumiden çıkan milletler üzerinde asıl medarı ıztırabolan noktadır. Ve bu kadar esaslı nok­tadan atiye bir para havale etmeksizin çıkıyoruz. Sizi temin ederim ki: Bir muvaffakiyettir.

Şimdi meselenin ikinci safhasını arz edeceğim. Yunanlılarla aramız­da olan tamirat meselesini: Arkadaşlar! Yunanlıların memleketi­mizde yapmış olduğu tahribatı hiç kimse benim kadar yakından görmüş ve benim kadar müteellim olmuş değildir. Çok kuvvetli söylüyorum hiç olmazsa hepiniz kadar benim de, Heyeti Murahhasının da müteellim olduğunu kabul etmelisiniz. Hakikaten birçok ma’murelerimiz taş üstünde taş kalmıyacak derecede yerlere serilmişti. Biz bu tamiratı bütün teferruatiyle nihayete kadar hesabettik.

Konferans ilk safhada inkıta ettiği vakit şekil şu idi: Müttefikler tamirat namı altında bizim Yunanlılardan taleb ettiğimiz parayı muhaceret se­bebiyle Yunanlıların istediği para ile takas etmeyi teklif etmişlerdir. Biz bu kadar esaslı bir meselede, zulmen uğradığımız sarih bir tecavüz içerisin­de iki taraflı bir talep ihtimalini ne halen ve ne de atiyen mevzuubahsedemezdik. Biz teklif ettik ki: Yunanlılarla aramızda olan tamirat meselesini halen bir sureti halle raptetmek kabil değilse sulhtan sonra iki devlet ara­sında dostane bir surette tetkik ve halledilsin aramızda ihtilaf olursa halli hakeme havale olunsun. Bizim bu teklifimiz, leh ve aleyhte bir karara ikti­ran etmeksizin konferans ilk safhada inkıta etti. Uzun bir fasıladan sonra ikinci safhada mesele yeniden mevkii münakaşaya girdi. İkinci safhada Yunanlıların olan tamirat meselesi hiç olmazsa Yunanlılarla aramızda müzakerata devam veya inkıta kararını verecek bir ehemmiyeti mahsusa al­dı. Bizim istemek mecburiyetinde bulunduğumuz para mühim idi.

Yunanlılar da, bu mükellefiyeti maliyeyi kendileri için bir meselei hayatiye addettiler. Türkiye için ve mücadele uğrunda son mameleklerini düş­man ayağı altında kaybetmiş olan elemzedeler için kabili istihsal bir hab­beyi feda etmek hiç kimsenin haddi ve hakkı dahilinde değildir. Hiçbir kim­se böyle bir şey düşünemez. Kabili istihsal olan ve kârı zararından fazla olan bir tedbir varken ona tevessül etmeksizin her hangi bir lütufkârlıkla kimse bir şey vermemiştir ve vermek hakkına malik değildir, öyle bir vaziyet olsa bu büyük millet kendi hakkını şunun veya bunun elinde heder ettiremez.

Elhasıl Yunan tamiratı konferansta gayrikabili hal bir şekilde tecelli etti ve amelî tarzı halli amelî olarak derpiş etmek zamanı geldi. Hiç kimse, eminim şahsı naçizime karşı da olsa hiç kimse birçok zaferler içinde yürümüş ve pek büyük müşkilatı muvaffakiyetle iktiham etmiş bir milletin Heyeti Murahhasasını eğer Yunan tamiratı bir müsademeye müncer olur­sa mahza müsademede muvaffakiyet görmediği için bundan içtinab etmiştir, diyemez. Türkiye’de müsademede ihtimali muvaffakiyet meşkuk olduğu için bundan ihtiraz etmiş değildir. Biz, konferansta tamirattan dolayı Yu­nanlılarla müsademe olursa müsademeyi kazanmak muvaffakiyetinde hiç­bir zaman şüphe ve endişe etmedik. (Bravo, sesleri) Arkadaşlar! Eğer her hangi bir meselede muharebeden içtinab ederek bir karar verdik ise bir defa ha­kikaten milletin menafiine muvafık bir sulha vasıl olmak vazifei asliyemiz olduğundandır. Bir de müsademenin hedefi maddisini behemahal tayin etmek lüzumundadır.

Arkadaşlar! Muharebe mukaddes bir şeydi. Ve o (ideal) için yapılır. Ve o ideal yalnız manevi muvaffakiyetlerle tatmin olunamaz. Behemahal mad­di, müspet neticelere varmak lazımdır. Yoksa her hangi bir his için her han­gi bir feveran için evladı vatanın kanı akıtılamaz. (Alkışlar) Hepiniz evlat ye­tiştirmişinizdir. Yirmi beş yaşında bir gencin bir lahzada heba olmasına karar vermek için çok düşünmek lazımdır. Bu ağır bir mesuliyettir. Gerçi sırası geldiği zaman bir tane yirmi beş yaşındaki genç için değil, yüz bin­lerce adam için karar verilmiş, ağır mesuliyetler üzerimize alınmış, istih­sali lazım bir hedefe varmak için kurban diriğ olunmamıştır. Ancak, daha bidayette akıtılacak kan ve istihsal edilecek netice behemahal mukayese olunmak lazımdır. Eğer Harekâtı Milliyenin zahiren vasıtasız, neticesi meçhul safahatı içinde bir hareketi cüretkârane görenler olursa bundan büyük bir galatırüyet olamaz. Hakekâtı [Harekâtı] Milliyenin hiçbir safhasında hesapsız bir karar ve hesapsız bir cüret yoktur. (Yaşa sadaları, alkışlar) Eğer en vası­tasız, en müşkül zamanlarımızda zahiren ümitsiz zannolunan bir müda­faa veya bir taarruza karar vermiş isek bunu mahza gözümüz pek olduğu için, hercibadabad, diyerek vermemişizdir. Böyle bir kararı ancak, içinde bulunduğumuz vaziyete göre milletimizin taleb ettiği menafii maddiyeyi yegane temin eden tedbir o olduğu için vermişizdir. Kararlar hep birer muhassalai muhakemedir. (Bravo, sadaları, şiddetli alkışlar)

Yunan tamiratı bir müsademeye müncer olursa bu müsademeyi kazanacağımıza şüphemiz olmadığını söyledik. Şimdi bu müsademeyi ka­zandığımızdan sonraki safahatı takibedeyim. Şarkî – Trakya’da kazanaca­ğımız bir meydan muharebesi muharebe meydanında arzu ettiğimiz mil­yarları [mi’yâr/miyâr] bize temin edemezdi. Hiç kimse böyle bir şey düşünemezdi. O vazi­yeti ta düşman payitahtına kadar idame ettirmek lazım gelirdi. Vaziyeti coğ­rafyası[nı] gözünüzün önüne getirmelisiniz. Bu yalnız Yunan meselesini de­ğil birçok milletler meselesini de karşımıza çıkarırdı. Bu safhayı da geçi­yorum. Arzu edilen neticeye kadar vardık. Ondan sonra da para yerine alacağımız bir muahede üzerindeki bir imzadan ibaret olabilirdi. Tamirat pa­rası hiçbir kasada gelen galibe verilmek için hazırlanmış değildir. (Çok doğru sesleri), (Handeler) Arkadaşlar, imzayı aldıktan sonra son santimine kadar istih­sal etmek için de hali harbi idame etmek lazımdır. Bunu hayal olarak söylemiyorum. Gözünüz önünde tecrübe vardır. (Doğru sesleri) Dünyanın dört kö­şesinde galipler mağluplarına namütenahi tamirat imza ettirmişlerdir. Bu­nu istihsal için hasımlarını son çakıya kadar silahtan tecrid etmişlerdir. Ga­lip milletler mi sulhun nimetinden müstefîd oluyor, mağlup milletler mi istifade ediyor? (Bravo sadaları) Bu sistem sulh imza edildikten sonra dahi ni­hayete kadar hali harbi idame demektir.

Arkadaşlar! Böyle bir hattı hareketi takib eden bir Hükümete, bir heyeti Murahhasaya millet o vakit ne diyecektir? “Tamirat namı altında daha şu kadar adam ve şu kadar masraf ettiniz. Getirdiğiniz bir satır yazıdan ibarettir. Bunu da alamıyorsunuz, yalnız alamıyorsunuz değil, almak cehit ve gayreti altında yeniden birçok teklifat ve yeniden birçok kan taleb ediyorsunuz.” Bunu diyeceklerdi. “Bu kadar vazıh bir nokta karşısında ni­çin yanlış karar verdiniz?” Milletin bihakkin bize itab edeceği nokta bu idi. Nazarlarınızda kemali samimiyetle tavzih ettiğim nokta şudur ki, Yunan tamiratı için kabili istihsal bir şey yoktu. Yalnız suhuletle kabili istihsal de­ğil, düşünüldükten sonra kârı zararından fazla olan ve binnetice milleti­mizin memnuniyetini daha ziyade tevlid edebilecek olan her hangi bir su­reti hallolsaydı vazifemiz bunu yapmak idi; milletimizin duçar olduğu ıztırabatı artırmamak ve zararı olduğu yerde tespit etmek için mantıkın gös­terdiği doğru yolu takibetmek lazım idi. Biz de o tedbiri ittihaz ettik. Huzurunuzda, muvacehei millette hesap veriyoruz. Eminim ki sahibi insaf ve idrak olarak, hissiyattan teverrûd ederek düşünülürse milletin menafiine en muvafık olan tarz bundan başka bir şey olamazdı. Biz de onu yap­tık. Meseleyi size basit ve vazıh şekilde ifade ettim. Bittabi Heyeti Celile bu vaziyetin melhuz ve gayrimelhuz birçok ihtilatatını da derpiş etmek lutfunda bulunacaktır.

Mesaili maliyenin ikinci safhasına geçiyorum: Düyunu Osmani­ye meselesi: Düyunu Osmaniye için söyleyeceğim sözleri, Heye­ti Celileye rica ederim, bir gayrimütehassıs ağızdan işittiklerini daima derhatır buyursunlar. Arkadaşlarımdan bir de şu noktayı rica ede­rim ki gayrimütehassıs adam rakamları verirken son santime kadar bü­tün kuyudata tabi olmasını aramaz. Bir fikri umumî vermek için kaba rakamlar söyleyeceğim. Arkadaşlar! Düyunu Osmaniye meselesinin sergüzeşti bundan yetmiş sene evvel başlamıştır. Yani 1854’de başlamış. Takriben 70 senelik bir devredir. Evvela (1854)’ten (1874)’e kadar yirmi sene müddetle birçok istikrazat yapmışlar. Ondan sonra birçok muamelatı ma­liye olmuş. Tenzili düyun yapılmış, bir daha tenzili düyun yapılmış. Sonra (1890)’dan (1914)’e kadar istikrazat yapılmıştır. Bu ikinci bir safhadır. Takriben Devlet kasalarına bütün bu yetmiş sene zarfında (220) milyon lira kadar bir para girmiş bu müddet zarfında kasalarımızdan çıkan para (170) milyon lira tahmin olunabilir. Harbi Umumi bidayetinde (140) milyon lira borcumuz varmış.

Benim edindiğim fikir borç alan bir defa istikraz ettikten sonra mütemadiyen verir ve elli sene sonra hesabettiği vakit takriben istikraz ettiği vakitki kadar borcu olduğunu görür. Osmanlı İmparatorluğunun gerek Mut­lakıyet ve gerekse Meşrutiyet ricalinin siyaseti maliyesi budur. Şayanı te­essüftür. Mucibi elimdir, bize ağır yük yükletmişlerdir. Arkadaşlar! (70) se­neden beri alınan bu paralarla yapılan yalnız Şark şimendiferidir. Elimiz­de ne kadarı var bilirsiniz.

AVNİ BEY (Cebelibereket) — Mütehassıs beylerin nazarı dikkatine!..

İSMET PAŞA (Devamla) — Konya ve Bandırma – Soma hattıdır ve bir de Konya ovasına sarf ettikleri para takriben (800) bin lira kadardır. (210) milyon lira para içinden takriben otuz milyon lirası umuru nafıa için sarf olunmuş demektir. Mabadı [mâ–ba’dı] ne olmuştur? Yevmi ihtiyacat için bütçe açıkları kapatılmıştır, saraylar yapılmıştır, seferler açılmıştır. Devletin varidatı kifayet etmediğinden borcun faizi verilemeyen seneler olmuş, faizi veril­mek için diğer birinden yeniden borç alınmıştır. İşte kasalara giren takri­ben 220 milyon liraya yakın bir paranın sergüzeşti budur. Borçların miktarı bittabi kasalara giren para değildir. Bilhassa 1854’ten 1874’e kadar olan istikrazlar içinde 32 kuruş alıp 100 kuruşa senet verdiğimiz istikrazat vardır. (Kahrolsun sesleri) Kırk, elli, altmış üzerine fii [fî. fi’l] ihraç vardır. Bina­enaleyh kabul olunabilir ki, 220 milyon istikraz için hakikatte laakal üç yüz elli milyon lira borçlu olmuşuz. Bu ağır şeraiti bize hazmettirmek için bize gösterecekleri her hangi bir mazeret ve medarı tesliyet yoktur. Beş se­neden beri yalnız ve yalnız kendi kudretimizle bütün cihana karşı müca­dele ediyoruz. Yalnız kendi vesaitimizle mücadele ediyoruz. Düşününüz arkadaşlar; Çatalca’dan Edirne’ye kadar bir fişek atmadan yürümek için para bulamamışlar da Rejiden malumunuz olan ağır istikrazı akdetmiş­lerdir. Türk ricalinin arasında, bu safhai milliyeyi yaşadıktan sonra bunu kabul edecek bir izan bulunur mu? Bunu mazeret diye kabul eder miyiz?

RASİH EFENDİ (Antalya) — O ihtisası icabıdır.

İSMET PAŞA (Devamla) — Mütehassıslarımızdan bilhassa ricam şu idi ki: Bu toprakların başına musallat olan siyaseti maliye, mebdeinden nihayetine kadar hepimizin anlayacağı kaba rakamlarla, geniş hudut ile izah edilsin. Ati için medari kuvvet budur. Birçok yanlış yollardan, ancak ge­çenlerin suiistimalatından mütenebbip [mutenebbih] olarak kurtulabiliriz.

Mazide olan seyyiat ne kadar ağır olursa olsun varislerin kendi mesuliyetlerini deruhde etmeleri zaruridir. Onun için Düyunu Umumiyei Osmaniyeyi, Osmanlı İmparatorluğunun bütün varisleri arasında taksim et­mek gayrikabili içtinap bir esası hukukidir. Biz bu inkisamdan Türkiye’­nin uhdesine düşecek bari, hakiki ve fiili bir surette tayin etmeye çalıştık. Arkadaşlar! Bu da büyük bir meseledir. Osmanlı Hükümeti öteden beri inkisam ederken daima ayrılan yerlerin borç hisselerinden kurtulmak va’dini almış, fakat bu hiçbir zaman tahakkuk etmemiştir. Taksimi düyun mevzuubahsolduğu zaman Türkiye’ye aidolan borçların va’den değil, hakiki ve fiilî olarak taksim edilmiş olmasını bir noktai esasiye addettik. Elimiz­de bulunan muahedenamede bu nokta tespit edilmiştir. Tasdi etmemek için, borç teferruatına ait bütün teferruattan bahsetmek istemem. Fakat bize orada çok ıztırap vermiş olan bir noktayı arz edeyim. Borç taksim olunurken, yalnız mürettebatı seneviye üzerinden taksim olunabilir, serma­ye taksim olunamaz, esası dermeyan olunmuştu. Bu esasta çok mücadele ettik. Eğer bugün bu muahedede borçları sermaye üzerinden taksim edil­miş görüyorsanız, tesadüfen konuvermiş bir cümle, kolayca elde ediliver­miş bir kayıt addetmeyiniz.

Konferansın bütün büyük mesaili gibi inkıtaa kadar son gerginliği vücuda getirdikten sonra istihsal edilebilmiş bir neticedir. Borcu sermaye üzerinden taksim edelim ve öyle bir usul bulalım. Türkiye’nin ne kadar borcu vardır –ki bizim tahminimize göre takriben doksan milyon lira kadardır– bu doksan milyon borç olduğu kendisine söylensin. Bunun mad­deten gayrikabil olduğunu ileri sürdüler. Bunu söyliyenler karşımızda bu­lunan bittabi vazifeleri kendi memleketlerinin menfaatlerini temin etmek­ten ibaret olan zatlar değil, benim muavenet için zebanzed olan şöhretlerinden ve ihtisaslarından istifade için yanıma çağırdığım bu memleketin evlatlarıdır. (Kahrolsun sesleri) Düşününüz! Esaslı mesaili halletmek için Heyeti Murahhasamız ne kadar ızdırap ve müşkülat içerisinde kalmıştır. Buna rağ­men hissiselim ve idrak galebe etti. Ve karşımızda olan mütehassıslar da hakikaten sermaye üzerinden taksimin kabili icra olacağını kabil ve tatbik ettiler.

Muahedename ile borçlarımız mazbut bir usul ve muayyen bir tarzda tamamen taksim edilecekti. Osmanlı İmparatorluğunun hududu millimiz haricinde kalan kısmının hissesi bizden tamamen izale olunuyor. Bazı hatipler borç taksimi esnasında niçin varidat nispetinde takdim edilmediği­ni ve niçin 1914’ten beri olan harb borçlarının da taksime dahil edilmedi­ğini sordular. Borç taksim edilebilmek için ya varidat nispeti veya arazi nispeti esas ittihaz edilecektir. Her ikisi için leh ve aleyhte mülahazat var­dır, umumiyetle mer’i olan varidat nispeti kabul edilmiştir. Bu konferans­ta bir meselei siyasiye olarak değil, malî ve hukukî bir nokta olarak kabul edilmiştir.

Arkadaşlar! Yemen arazisinin hududunu ve Osmanlı imparatorluğunun arazi dahilinde bulunan Veziretülarab’ın Rub’uihali arazisini düşünü­nüz, arazi mesahai sathiyesine istinadederek bunlara hisse vereceğiz. Bi­naenaleyh bütün borçlar rub’ulhaliye yüklenecek diyebilir miyiz? Harb düyununu taksime dahil etmemişiz. Bunda başlıca şunlar dahil olabilir: İs­tikrazı dahilî yaptık, sonra elimizde tedavül eden Almanlardan aldığımız yüz elli milyon evrakı nakdiye vardır. Sonra birtakım düyunu mütemevvice vardır. Yalnız bunlar Osmanlı İmparatorluğunun Suriye ve Irak gibi ak­samına taksim olunmamıştır. Fakat Türkiye’de Harbi Umumî esnasında Almanlara yaptığı birçok harb borçlarından ibra edilmiştir. Eğer harb borç­larını Almanlara olan borçlarımızla beraber taksim etse idik hâsıl olan ne­tice takriben bugün hâsıl olan netice olurdu.

Bizim Harbi Umumi esnasında Almanya’ya yaptığımız borçları Düveli Müttefîka kendi üzerlerine aldılar. Ve Almanlarla imza altına alınmıştı ki, bunlar Düveli Müttefîkaya devredilmiştir. Ve bu muahede ile Düveli Müttefîka bize taahhüd ediyor ki, o borçlardan Türkiye ibra edilmiştir.

Efendiler! Düyunu umumiye meselesinin taksim safhasını arz et­tim. Düyunu Osmaniyenin diğer bir safhası vardır ki, belki konfe­ransın en ehemmiyetli meselelerinden biri addolunabilir. Tediye edeceğimiz senevi borç hangi para ile tediye edilecektir? Harbi Umumi­den evvel böyle bir mesele yok idi. Eğer istikraz mukavelatında, bu borç İstanbul’da bir Türk lirası, Paris’te yirmi iki veya yirmi üç frank, İngiltere’­de şu kadar şilin tediye olunur denilmiş ise bu para alacak adamlara mahalli tediyeyi intihab edebilmek için bir suhulet fikriyle konmuştur. Bun­da hiç kimse şüphe edemez. Elbette bir hamil için İstanbul’da aldığı bir Türk lirası ile İngiltere’de alacağı şu kadar şilin arasında fark olsaydı böyle bir ihtiyara mana kalmazdı. Harbi Umumiden sonra bütün cihande (kur de şanj) denilen, belliye zuhur etti. Paralar müsavi değildir. Harbi Umumi­den evvelki nispetler tamamen zirüzeber olmuştur.

Binaenaleyh mukavelat üzerine yazılan İstanbul’da bir Türk lirası alacağıma, Fransa’da yirmiiki, yirmiüç frank alırım dediği zaman bir hamil hakikati halde İstanbul’da alacağı bir liraya mukabil Paris’te üç lira isti­yor. Ve İngiltere’de sekiz lira istiyor demektir. Asıl mesele ise “Bu paralar altın olarak vaktiyle verilmiştir. Binaenaleyh bugün de altın olarak veril­mek lazım geleceği" iddiasıdır. Efendiler! Biz Harbi Umumiden evvel borç yaptığımız zaman altın veya evrakı nakdiye gibi bir mesele karşısında de­ğildir[k], ve atiyen böyle bir mesele çıkacağını da hiç kimse düşünmemişti. Şu halde tediyeyi tayin etmek için yeni bir mesele hadis oldu. Eğer altın vereceksek doksan bir milyon lira borcumuz hakikati halde altı yüz mil­yon lira borç demektir. Biz meseleyi hakikî ve malî noktai nazarından kemali vuzuh ve hulus ile arz ettik. Biz bütün cihana müstevli olan bir beliyeyi asla musul [musirr] olmadığımız halde Türkiye’nin hayatı mukabilinde yüklenemeyiz. Maddeten ve fiilen buna imkân yoktur. Meselenin ciheti nazari­yesi her ne olursa olsun ciheti ameliyesi şudur ki, bizim yaşamımız için böyle bir beliyei maliyeyi biz yüklenemeyiz. (Alkışlar, bravo sesleri) Bu münakaşa­nın borcu tanımamak ve borcu reddetmek ithamiyle hiçbir münasebeti yoktur. Asla kendimizi böyle bir meselei ahlakiye karşısında kabul etmi­yoruz. Borçlarımızı borç olarak tanıyoruz. Borcu, bizim için mümkün, her sahibi insafı akıl ve mantık dairesinde kabule sevk edecek olan bir esas dairesinde tediye edebiliriz. Malayutak [mâ–lâ–yutâk] bir teklifi bizim tatbik etmemize im­kânı maddî yoktur.

Bu mesele konuşulurken tarzı tatbik itibariyle yeni bir safha hâsıl oldu. “Siz muamelatta esasen bu mukavele üzerinde nasıl yazılmış ise ve zımnen, mademki vaktiyle altın olarak alınmıştır, altın esası üzerinden te­diye etmek mecburiyetini tanıyınız fakat herkes bilir ki, bu tanımak nazari ve lafzi bir şeydir. Tediye zamanı geldiği vakit hamillerin menfaati de borçlunun iflas etmemesiyle kaimdir. Borçlunun borcunu muntazaman tediye edebilecek bir vaziyeti hayatiyede bulunmasını düşünürler. Binaena­leyh tarzı tediye meselesinde anlaşılabilinir” denildi. Bu fikir ile sevk edil­diğimiz nokta şu idi ki, bütçemizi, hesabatımızı, varidat ve hâsılatımızı kamilen hamillerin önüne götürelim, izah edelim ve memleketin iktisadiya­tı, memleketimizin menafii ancak şu tarzda tediye ile temin olunabilecek­tir, diyelim. “Mukavelatın mahiyetini tadil edecek bir taahhüdü siyasî ola­rak murahhaslar deruhde edemezler” esası müdafa olundu. Muhasımlarımız tarafından dermeyan ve telkin edilen esaslar bunlardır. Derhatır edi­yorsunuz ki, bu fikirler Türkçe huruf ile memlekette neşrolunmuştur. On­lar da, demişlerdi ki, böyle hesap ve münakaşa olunur mu? Evvela hamil­lerin karşısına bütçemizle ve hesabatımızla gitmeliyiz. Elbette onlar da in­saf ile tetkik edecek ve anlıyacaklardır.

Heyeti Murahhasa yalnız muhasımlariyle değil, muhasımların telkinatını memleketimizin dahilinde neşir ve işaa edenlerle de mücadele et­miştir.

Muahedenamede altın tediye etmek fikri birkaç vesika ile izhar olunuyordu. Birisi borç cetvellerinde para gösterilen her yere altın kelimesi ya­zılmıştı. Ondan sonra mukavelat üzerinde hamile verilen hakkı ihtiyar, yani ister Türk lirası, ister Frank, ister isterlin [Sterlin] alabilmek hakkı ayrıca bir izahname ile teyid edilmiş, ondan sonra Muharrem Kararnamesiyle bilcümle istikraz mukavelatının muahedename derununda teyid edilmesi taleb olunmuştu. Başlıca üç çeşit vesika vardı. Cetvelde paranın altın olarak yazıl­mış olması veyahut bir izahnamede hamilin istediği parayı alabilmesinin tasrihi yekden görülüp anlaşılacak bir meseledir. Fakat Muharrem Mukavelenamesinin veyahut diğer mukaletanı [mukalled?] teyidi hakkında karşısında bu­lunduğumuz talep tediye akçesinin cinsini sarahaten ifade etmiyordu.

Evvela muahedede madde şeklinde vukubulan, sonra bir beyanname şekline irca olunan bu talep hakikati halde tediye olunacak akçe meselesine de zımnen taalluk ediyordu. Bunu görür görmez tahmin etmek benim gibi bir gayrimütehassıs için taleb olunur bir kudret addolunamaz. Bu, me­saili maliye gibi büyük bir meselei hayatiyede erbabı ihtisasın bütün kabi­liyetinden istifade etmek için Heyeti Murahhasamız haricindeki mütehas­sısları da Duyunu Umumiye ile münasebetleri ve tecrübeleri sebebiyle ke­mali safvetle etrafımda topladım. Böyle bir beyanname vermek tediye olunacak akçenin cinsi hakkında Türkiye’yi taahhüt altına alır diyebilecek va­ziyette bulunanlar bunu bana dememişlerdir. İhtisasları mı yoktu? İhtisas­ları varsa vaziyetleri kabili izah değildi. (Çok doğru sesleri)

 

Hulasa arkadaşlar, borcun cinsi hakkında vehmile takib ettiğimiz noktai esasiye o kadar hayatî idi ki, şu veya bu tedbiri hiçbir za­man kafi görmediğimiz için talebolunan beyanname veyahut tediyat, tediye edeceğimiz akçenin cinsi hakkında bizi bir taahhüde vazeder mi? Bunu kemali vuzuhla konferansta alenen arz ettim, bir şey istiyorsunuz ve diyorsunuz ki, “Bunun içinde tediye edeceğimiz akçenin cin­si kasdedilmemiştir”, bu, böyle midir? Öyle ise beyannamede; bu maksa­dı, bu ifadeyi sarahaten zikredelim, diyelim ki, “Mukavelat…. İlahirihi ama, onun içerisinde altın tediye etmek veya isterlin [Sterlin] tediye etmek kasdedilmemiştir.” Türkiye’nin bütün atisine ve esbabı hayatiyesine taalluk eden bir meselei esasiye üzerinde bulunuyoruz. Nihayet tarzı tediye meselesi bü­tün alemde mevzuubahsolan kuponlar meselesi şekline girdi. Bizim vazi­yetimiz bidayette arz ettiğim gibi dürüst ve vazıhtır. Biz yükleneceğimiz borçların altın veya İsterlin olarak tediyesi hususunda hiçbir taahhüt ala­mayız. Maddeten böyle bir tediyeye girişmek imkânına malik değiliz. Muk­tedir değiliz. Bir (kur de şanj) beliyesi hâsıl olmuş ise bunun mesuliyeti maddiyesini Türkiye deruhde edemez. Bizim daima ısrarla takib ettiğimiz noktai esasiye budur. Nihayet konferansın atisi hakkında cidden endişe ve­recek birçok buhranlar hâsıl olduktan sonra vaziyet şudur ki, muahedede yapılan cetvellerden altın kelimesi çıkarılmış, hamile Türk lirası, Frank veya İngiliz lirası almak ihtiyarının ahden teyidini gösteren izahname çıkarıl­mıştır. Mukavelatın ve Muharrem kararnamesinin teyidi hakkındaki talep ki, biz onun zımnında paranın ne cins ile tediye olunacağı tehlikesini de görmüş idik. Bu talep de geri alınmıştır. Murahhaslardan aldığımız zaman tarafeynden noktai nazarlar vazıhan ifade olundu. Biz de beyan ve ilan et­tik ki, hamillerle müzakeratımızda bu müzakeratın noktai azimeti altın ve­yahut isterlin tediye etmemek esasıdır. Bu noktai azimetten sonrasını mü­zakere edeceğiz.

Muahedenamenin bundan sonra ahkamı iktisadiyesi gelir. Ahka­mı iktisadiyede başlıca istihdaf olunan nokta Harbi Umumiyle inkıta eden münasebatı iktisadiyeyi tasfiyeden ibarettir. Münasebat inkıta ettikten sonra tarafeyn tebaaları memleketten ayrılmışlar veyahut memlekette kalmışlar. Birtakım tedabire maruz olmuşlardır. El­bette bunların malları iade olunacaktır. Kendisine bunlara ait zarar ve zi­yan tazmin edilecek değildir. Çünkü bu nevi matalip tamirat meselesiyle halledilip bitirilmiştir. Mukavelat, müruru zamanlar ve saire gibi münha­sıran hukukî ve iktisadî olan birtakım mesail vardı ki, yeniden münasebat tesis edilirken bu münasebatın tasfiyesi zaruri idi. Bu zeminde vazedilmiş olan Muhtelif [Muhtelit] Mahkeme, muhterem hatiplerin ifade ettiği gibi memleketin hakkı kazası ile ve sairesiyle ve her hangi bir suretle münasebettar olan bir teşkilat değildir. Bu muhtelif devletler tebaasının yeniden tesisi münasebat ettikten sonra mallarını iade etmek eski mukavelenamelerin meri­yeti ve şeraiti meriyetinde ihtirafatı süratle hal için tayin edilmiş hakem­lerdir, öteden beri bu kabil hakemlerdir, her memlekette kabul olunagelmiştir. Beynelmilel mesailin gittikçe hakemler vasıtasiyle hallolunmasına temayül görüldüğü malumunuzdur.

Hülasa hakkı kaza noktai nazarından Muhtelit Hakem mahkemelerinden endişe etmeye hiçbir sebep yoktur. Eski miraslardan Beynelmilel Sıh­hiye İdaresinin lağvolunması da elimizdeki Muahadenamenin hututu barizesinden ve esaslı muvaffakiyetlerinden biridir. Ondan sonra arkadaşlar, üseranın iadesine ve mezarlıklara ait birtakım ahkam vardır ki, üseranın iadesine aidolan ahkam her muharebeden sonra yapılan mutat bir mua­meledir. Mezarlıklara ait vaz’edilen ahkâm ise hâkimiyet ve mevcudiyet noktai nazarından mucibi endişe olmayan bir mahiyettedir. Bunu muhte­lif memleketler birbirinin arazisinde yapmışlardır. Ve bizim tarihimizde ve ananatımızda vardır. Bilirsiniz İstanbul’da İngiliz mezarlığı vardır. Her han­gi bir suretle bu mezarlıkların bizim mevcudiyetimiz için bir tehlike teşkil edeceğini zannetmek makul değildir ve hiçbir sebep yoktur. Muharebe mey­danlarında ve Osmanlı İmparatorluğunun aksamı üzerinde bıraktığımız yerlerde bizim de aynı suretle mezarlık tesis ederek eslafimiza hürmeti­mizi ve şükranımızı sureti daimede ifa etmek hakkımız vardır.

Sulh Muahedenamesinin hututu umumiyesi hakkındaki maruzatı­mı şu tarzda yeniden hülasa etmeme müsaade buyurunuz. Bizim elimizde bulunan Muahedename Harbi Umumiden sonra gördü­ğümüz muahedenamelere yakından veya uzaktan bir müşabehet irae et­mez. Arkadaşlar! Harbi Umumiden sonraki muahedatta birtakım yeni esaslar vardır ki, asıl bu esaslar arazi tebeddülatı ve arazi felaketlerinden kat kat ağır netayiç tevlidetmiştir. Bunlardan birisi tamirat esasıdır. Harbi Umumiden sonraki muahedelerde tamirat esası görürsünüz. Bu, miktarı gayrimalum ve sureti tediyesi gayrimuayyen damiî [dâmî] bir mükellefiyeti [olan bir] maliyedir. Bundan Harbi Umumiden mağlub olarak çıkan milletler müteessir ve muztariptirler. Galibolan milletler de bir şey almış ve sulhun nimetinden isti­fade etmiş vaziyette değildirler. Meselenin diğer milletlere ait ciheti bize taalluk etmez. Kendi muahedemiz noktai nazarından derim ki, böyle bir tehlikeli esas muahedenamemizde yoktur. Arkadaşlar! Harbi Umumi muahedatının esaslı bir barı da hakkı müdafaadan mahrumiyettir. Her müsademeden sonra veyl mağluplara diye ifade olunan ıstırabat bugün ağza alınmıyacak kadar ehemmiyetsiz ve mensi kalmıştır. Bugün mağlubiyeti hissettiren, elemi hissettiren bar, veyl silahsızlara diye ifade olunuyor.

Memleketin hayatını ve atisini temin edecek olan asıl vasıta hakkı müdafaanın bilakaydüşart mahfuziyetidir. Bu Muahedename bu noktai nazar­dan bizi bütün büyük ve galip milletler vaziyetinde bırakıyor. Bu, büyük bir noktadır. Hiçbir vesikai düveliye, bir milletin atisinin, teminini deruhde edemez. Millet atisini ancak kendi kudreti hayatiyesi ve azmi ile temin edebilir ve muahedatı mümzayayı kemali hulus ve dürüsti ile takibedebilmesi yeni vaziyetlere, yeni tehlikelere karşı tedbir alabilmesi iktidarı ile mümkündür. Bu da hakkı müdafaa ile olur. Hakkı müdafaa bizim Muahedenamemizde Türkiye için mutlak olarak tanınmıştır.

Diğer muahedatın ağır bir noktası da Murakabe komisyonlarıdır. Mütareke zamanlarında şu veya bu mahalde velev ufak olsun her hangi bir ecnebi heyetin memleketin umuru hayatiyesini nasıl durduğunu [durdurduğunu] hepiniz derhatır edersiniz. Bizim muahedemanemizde her hangi bir suretle bir mu­rakabe derpiş edilemezdi ve Türkiye zaten bu esaslar için kıyam etmişti. Binaenaleyh bu esası da muahedename ile tespit ve teyid etmiş oluyoruz.

Diğer muahedenamelerin ağır olan bir noktası da ati için iktisadî veya ticari tahdidattır. Arkadaşlar! Bilirsiniz ki senelerden beri mücadelat içinde tamamen serbest olduğumuz halde hariçte birçok milletlerle tesisi mü­nasebet edemedik. Ahden bağlıdırlar. Biz kendi muahedenamemizle Har­bi Umumide galibolan müsavi milletler gibi taahhüdattan azadeyiz, bunu tevlid eden bu muahedenamedir. Arz etmek istediğim getirdiğimiz muahedenamenin Harbi Umumiden sonra yapılmış olan muahedata yakından ve uzaktan bir müşabehet irae etmediğini göstermektir.

Bu muahedename milletlerin görüşerek yapabilecekleri bir sulh muahedenamesi addolunabilir. Bizim istediğimiz zaten bu idi. Her hangi bir cebir ve kuvvetle bize kabul ettirilmiş bir muahededen içtinab ediyorduk. Müzakere ile, mücadele ile bu tarzda bir muahedenameye vasıl olabilece­ğimizi takdir ediyorduk. Netice bizim istediğimiz şekilde istihsal olun­muştur.

Lozan’da imza ettiğimiz vesaikten birisi boğazlar usulüne dair mukavelenamedir. Boğazların vaziyeti coğrafyası itibariyle ehemmiyeti mahsusası hiçbir zaman nazarlardan dur [dûr] olmamıştır. Boğazlar için Harbi Umu­miden sonra boğazların serbestisi tarzında yeni nazariyeler peyda oldu.

Bu nazariyenin sebebi vaz’ı iddia olunduğu gibi (1914)’e kadar açık bulundururken (1914)’te ahde muhalif hareket ederek boğazları kapamaklığımız değildir. Hakikatte (1914)’te memleketimizi müdafaa etmek boğazları ka­pamak, açmak, müdafaa etmek suretindeki hakkı tasarrufumuz ahden emin ve müeyyed idi. Ahde muhalif hareket etmedik. Bunu tavzih etmek­le beraber boğazların serbestisi bir emrivaki olarak tahaddüs etmiş bir me­sele idi. Meselenin Karadeniz ve Akdeniz devletleri için haiz olduğu ehem­miyet o kadar tebarüz etmiştir ki biz dahi Misakı Millimizde İstanbul’un ve Marmara’nın emniyeti mahfuz kalmak şartiyle boğazların ticarete ve Münakalatı Umumiyeye küşadını esas olarak kabul ettik. Misakı Millide ka­bul ettiğimiz bu esas hakikati halde şeraiti cedidenin zaruriyatından idi. Düşünülemiyerek yapılmış bir fedakarlık tarzında ifade olunamaz.

Boğazların usulünü tayin etmek için olan müzakeratta birçok siyasetler tavazzuh ve tesadüm etmiştir. Türkiye bu siyasetler içinde Misakı Millî ile ilan olunan esasata sadakatini ve asıl kendi vazifesi olan Türkiye’nin mevcudiyet ve emniyetini vikaye etmek esasını takib ettik. Serbestii mürur hazara ve sefere, ticaret ve harb sefinelerine aid olmak üzere muhtelif fasıllarda izah olunmuştur. Hakikati halde serbestii mürur ile başlıca harb gemilerinin ve harb tayyarelerinin hazarda ve seferde müruru tanzim edil­miştir. [Meclisi Âliye] Boğazlar meselesini başlıca bu noktalardan tetkik etmelidir. Çün­kü ticaret için, boğazlar tahkim edilmiş ve kapalı addedildiği zamanda da­hi bir memnuiyet yoktu. Boğazların açıklığı için imza ettiğim mukavele­de; harb sefineleri için, havai sefineler için hazarda ve seferde şeraiti mü­rur tayin edilmiş bulunuyor. Biz Boğazlar Mukavelenamesinin halli esnasında muhtelif siyasetler arasında gerek dostluklarımızı muhafaza etmek ve kendi menafiimizi olduğu kadar dostlarımızın da menafiini muhafaza edecek bir şekli hal bulmak için yedikudretimizde bulunan mesaiyi sarf ettik. Hiçbir kimse veya heyet bize dürüst bir vaziyet takib etmemek itha­mını serd edemez. Biz ihtiyacatı umumiyeyi temin etmek ve sulha varmak için bir noktai sabite üzerinde duramazdık. Bu meseleyi her halde hallet­mek icabederdi. Alakadar olan bütün milletlerin bugün vaz’ı imza etmiş olduğu bir mukavelename meseleyi beynelmilel nazardan tanzim etmiştir.

Şimdi Türkiye’ye taalluk eden nıkatı nazardan mülahazat dermeyan edeyim. Bizim boğazlar mukavelenamesinde deruhde ettiğimiz mecburiyet; gayriaskerî bir mıntıka ihdasıdır. Bihakkin denilebilir ki Türkiye, İs­tanbul ve boğazları, bu kadar mühim olan yerleri tahkimden feragat etmekle mühim bir şeyden feragat etmiştir. Arkadaşlar! Boğazlar üzerinde dökülen kanlar, münhasıran Türkiye’nin uğradığı bir tecavüzü defetmek için dökülmemiştir.

Harbi Umumide eğer boğazları müdafaaya ve birçok kan dökmeye mecbur oldu isek Türkiye’nin dahil olduğu bir zümrenin müşterek menafiini müdafaa için mecbur olduk. Vakaa tecavüz doğrudan doğruya evvelâ Türk­iye’ye müteveccih idi ve Türkiye vazifesini her zaman için şayanı iftihar olacak bir surette ifa eyledi. Âtiyen boğazlar üzerinde yeniden bir tecavüz vakı olursa Türkiye hakkı müdafaasını mutlak olarak muhafaza edecek­tir. Bitaraf kaldığımız muharebeler için geçmek ve gitmek bize taalluk et­mez. Fakat Türkiye’nin dahil olduğu bir muharebede hakkı müdafaamızı istimal etmek bilakaydüşart temin edilmiştir. Buna derakap bir itiraz varidolabilir. “Fakat vakti hazarda müdafaa esbabı temin edilmemiş ise bu ta­arruza karşı ittihaz edeceğimiz tedabir de elbette noksan olur.” Bunun ce­vabı; bugün içinde bulunduğumuz vaziyettir.

Bugün İstanbul’u boğazları ta Meriç’e kadar alıyoruz. Bunu bize aldıran ve bu yerleri düşman elinden kurtaran İstanbul’da, Boğazlar’da ve Trakya’da tahkimat ve kuvvetimizin mevcudiyeti midir? Bugünkü vaziyet ge­rek İstanbul’un ve gerek Trakya’nın en iyi müdafaasının nasıl olacağını bize bedaheten göstermektedir. Anadolu’ya hâkim ve sahib olandır ki, Boğaz­lar ve İstanbul onun malı olacaktır. Eğer başka türlü bir tertibe imkân ol­saydı bugün imza ile o netice tespit olunmazdı. Bu, vaziyeti coğrafiyenin ve vaziyeti siyasiyenin ilcayı zarurisidir.

Osmanlı İmparatorluğu bütün menabi ve vesaitini boğazlar etrafında teksif ederek ve memleketin diğer yerlerini faaliyetten mahrum bırakarak İstanbul’u ve boğazları müdafaa etmeye çalıştı fakat kaybetti.

Yeni Türkiye, bütün kuvvet ve menabiinin mahalli sarfını tayin ve tanzim ettiği için İstanbul ve boğazların muhafazasını ilelebed temin etmiş oluyor. (Sürekli alkışlar)

Efendiler! Boğazların ve İstanbul’un ecnebi bir ele geçmesi nasıl tedabir ile kabili icradır? Elde bunu ifade eden tarihî bir vesika da vardır. Onun adını bilirsiniz. Boğazların ve İstanbul’un ecnebi bir elde bulunması için orada kudretten mahrum, lafzi bir Hükümet la­zımdır. Bundan maada Anadolu’da ledelicap faaliyete geçebilecek bir or­du lazımdır. Bundan maada geri kalan Türkiye’de çakıya kadar silah bulunmamak lazımdır. Boğazları ecnebi eline geçirecek İstanbul’u ağyar elin­de bırakacak fenni tedabirin heyeti mecmuası budur, bugün Anadolu’da Türkiye aleyhine kullanılacak ordu veya Devlet mi vardır? Türkiye hakkı müdafaasını sureti mutlakada muhafaza etmemiş midir? İşte bunların neticesi olaraktır ki, kendiliğinden İstanbul ve Boğazlar sahibi aslisi olan Türkiye’ye iltihak etmiştir. Bugün vaziyet böyle iken Türkiye bütün cihan ile münferiden ve serbestçe tesisi sulh ve münasebat ettikten sonra tehlike nerede vardır? Tehlike oradadır ki vatan, kendi dahilinde kudretten mah­rum olmasın. Bugün haiz olduğumuz kuvvet muhafaza, tarsin ve ila [ilâ] edilirse Garp hudutlarımız için İstanbul ve Boğazlar için tehlike tasavvur etmiyorum. (Alkışlar) İşte arkadaşlar! Boğazlar Mukavelenamesinin Türkiye’nin emniyeti noktai nazarından mahiyeti budur. En iyi bir sureti hal bulmak üzere son gayretleri sarf ettikten sonra meseleyi bu neticeye isal ettik.

Boğazlar Mukavelenamesinde başlıca muhassalai mesaimiz olan bir noktayı ayrıca ifade etmek isterim. Boğazlar Komisyonu teşkil ediliyor. Bu komisyon şekli aslisinde gerek ticaret ve gerek harb sefaininin müruru için ve gerek gayriaskerî mıntıkaya matuf tedabirin takib olunup olunmadığını murakabe için teşkil olunmuştu. Uzun ve çetin münakaşadan sonra bu Boğazlar Komisyonunun vazifesi sular üzerinde sefaini harbiye ve askerî tay­yarelere hasrolunmuştur. Karada her hangi bir şekil altında murakabe hak­kını bir ecnebi murakebe heyetine terk etseydik vaziyet hakimiyetimizle gayrikabili telif olurdu. Bu noktayı esaslı bir mesele olarak mevzuubahis ve müdafaa ettik. Netice şudur ki, Boğazları mürur noktai nazarından açı­yoruz. Geçecek sefaini harbiye birtakım hesabat ile tayin olunacak komis­yonun vazifesi Karadeniz ve Akdeniz devletlerinin kuvayı harbiyei bahriyesine mütaallik [müteallik] müşterek bir meseleyi takibetmektir. Maba’dı vazife ta­mamen İstanbul’un ve Boğazların sureti mutlakada tahtı hakimiyetinde bulunduğu devlete aittir. Takibettiğimiz bu nazariye muahedede istihsal ve ifade olunmuştur. Bunda Türkiye için bir mahzur görmedik. Boğazlar­dan geçecek donanma en kuvvetli Karadeniz Devleti donanmasından faz­la olmayacak. En kuvvetli Karadeniz Devletinin donanması senenin mu­ayyen bir zamanında tayin olunacaktır. Komisyon geçen donanmanın ha­kikaten bu donanmadan aşağı ve yukarı olduğunu takdir ederek yol vere­cek. Niçin böyle bütün devletlere aidolan bir meseleyi Türkiye kendi mesuliyeti altında olarak bütün devletlere muhatab olmak vaziyetinde kalsın? Türkiye beyhude münakaşat ve müşkülata neden katlansın?

Arkadaşlar! Trakya hududuna dair olan Mukavelenamenin ruhu Trakya’daki hudutlarımızın tarafeyninden otuz kilometre mıntakanın gayrias­kerî bulunmasıdır. Tahkimat olmayacak garnizon bulunmayacak ve ila ahirihi bu tedbirin kabulü nedir? Hudutlar üzerinde baştanbaşa asker dizmek ve tahkimat yapmak kimsenin hatırından geçmez. Bu tedbirin esasını açık söylemek lazımdır. Bu Edirne üzerinde tahkimat bulunmamasını ve muh­temelen hem hudut memleketler tarafından Meriç vadisinde tahkimat ya­pılmamasını istihdaf eder. Biz Edirne üzerinde tahkimat yapmayı zaten düşünmüyoruz. Edirne’nin müdafaası bugün nasıl temin edilmiştir. Bü­tün dünya varken ve biz uzakta kalmış iken Edirne bizim elimizdedir.

Vaziyeti askeriye sarahaten gösterir ki, bu vaziyette bir kale yapmak ve tahkimatta bulunmak beyhude masraf ve külfettir. Bununla beraber devletler böyle bir tedbirin taahhüd ettirilmesinde musir idiler. Noktai nazar şu idi: Biz Avrupa’ya ne maksatla geçiyoruz! Malumdur ki, bizim maksadımız hudutlarımız dahilinde komşularımız için ve bütün dünya için ami­li sulh ve huzur olmaktır. Eğer biz Avrupa’ya eskiden olduğu gibi bir fikri istila için geçiyorsak devletler ve Balkanlar için başka bir çare lazımdır zannolunuyordu. Bu noktayı vazıhan ifade etmekte bizim zararımız mı var­dır, faidemiz mi vardır? Bizim faidemiz olduğuna kaniiz. Siyasetimizin gizli ve kapaklı bir noktası yoktur. Biz menabii kafi olan arazimiz içinde mev­cudiyetimizi, terakkiyatımızı temin etmekten başka bir şey düşünmüyo­ruz ve atiyen Balkanlar’da Türkiye daima bir unsuru muvazenet ve amili sulh ve sükunet olarak ihtiram görecektir. Hulasa Trakya Mukavelename­si ile maddî menafiimizden hiçbir şey kaybetmiş olmuyoruz.

Hudutları gayriaskerî bırakmakla memleketimizi tecavüze maruz bıraktığımız zannolunursa buna cevabım evvela yine bugünkü vaziyettir. On­dan sonra geçmiş seferlerdir. Trakya’nın mevcudiyeti hudut üzerinde ya­pılacak kalelere istinad ettirilemez. Nasıl baştanbaşa tahkimatsız olan memleketimizi istilaya düştükten sonra tamamen istirdat ve muhafaza et­mişsek son zerresine kadar da tamamen muhafaza edebiliriz.

Arkadaşlar! Bundan sonra İkamet ve salahiyet hakkında bir Mukavelenamemiz vardır. Bu mukavelename, bizimle imza eden devletlerle ilk yaptığımız mukavelenamedir. Yedi sene müddetle yapılmıştır ve tamamen mütekabiliyet esasına müstenittir. Ehliyeti şahsiye hususunda yektaraf olarak müsaadetta bulunduğumuzdan bahsolunuyor. Böyle bir mukavelenameyi şeraiti hazıra dahilinde vücuda getirmek için bizim zaten memleketimizde bulunan ecanip hakkında aksini düşünme­diğimiz bir müsaadeyi yapmaya lüzum vardı. Aslolan noktalar, memlekette mevcudiyet için gerek tekalif, gerek ikamet ve gerek adliye noktai nazarın­dan hayatî olan noktalar tamamen temin olunmuştur.

Heyeti Celileye arz ettiğimiz vesaikten biri de Ticaret Mukavelenamesidir. Bu yeni esas üzerinde akdettiğimiz ilk yeni ticaret mukavelenamesi­dir. Arkadaşlar! Hatipler bu ticaret mukavelenamesiyle beş sene müddet zarfında faaliyeti ticariyemizin muattal olacağı endişesini izhar ettiler. Tabiî bu ifade ile ticaret için mukavelenamesiz serbest bir surette yaşıyalım, diye bir mana kasdetmemişlerdir. Mademki, milletler, aralarında ticaret yapacaklardır; bu bir mukaveleye rapdolunmak lazımdır. Ve mademki bir mukaveledir; elbette tarafeyn birtakım kuyudat ile kendilerini bağlamışlardır. Kabul ettiğimiz tarifelerimiz kendi tarifelerimizdir. Mücadelatı harbiye zamanında her kaydüşarttan azade olarak düşündüğümüz ve tatbik ettiğimiz tarifelerdir. Esas olarak bunlar nazarı itibara alınmıştır. Bu­na mukabil karşı taraflarla tabiî bu tarifeler üzerinde müzakere ve müna­kaşa edilmiş bazı emsal üzerinde itilaflar hasıl olmuştur. Gerçi mukabillerimizde bütün mevad üzerine böyle bir tarife tespit edilmemiştir. En ziya­de mazharı müsaade millet muamelesi kabul edilmiştir. Bu esas, yalnız, bin meseleyi aynı zamanda halletmek için çalışan iki taraf arasında mesbuk değildir. Daha geçende her iztırahtan [ıstırâhtan?] azade olan Fransa ve İspanya arasında da böyle mukavele yapılmıştır. Tarife yapmak muamelesi o ka­dar basit ve kolay bir şey değildir. Uzun zaman takip ve tetkika muhtaçtır. Temenni ederim ki, beş sene zarfında, beş senenin ikinci senesi ile üçün­cü senesi arasında atiyen tatbik edeceğimiz bütün tarifeleri tamamen ih­zar etmiş olalım.

Heyeti Celileye arz ettiğimiz vesaikten birisi Rum ve Türk ahalinin mübadelesine dair Mukavelenamedir. Arkadaşlar! Gayrimuharip ve yerleşmiş ahalinin öteden beri alıştıkları araziden, muhitten ve şeraitten bilmecburiye, uzaklaştırılmalarından elbette teessür duyarız. Fakat husule gelen bir­çok hadisatın şeraiti mücbiresine galebe edemezdi. Bizim sun’umuz olmak­sızın böyle bir teessür, bizim sun’umuz olmaksızın hadis olan vaziyetler birtakım anasırla beraber yaşamak imkânını da selbetmişti. Vaziyetin ib­ram ettiği çareyi kabul etmek mecburiyeti hasıl oldu. Bununla hulusu ni­yetimizin asırlardan beri halledemediği hastalığı esasından tesviye etmiş oluyoruz. Kazanmış olduğumuz menfaat şudur ki, Anadolu vatanı aslisi hemen hemen yeknesak bir vatan olmuştur. Memleketimize alacağımız ve muhaceret sebebiyle birçok iztırabat çekecek, millettaşlarımız gelip geçe­cek olan bu hali atiye ait derin mülahazat ile iktiham etmelidir.

Dahilde Hükümetçe kabili tatbik olan bütün tedabiri tatbik edeceğiz. Bütün bu tedabir ile beraber ıztırap ve rahatsızlık olacağını bilmek lazımdır. Çünkü gayrikabili içtinaptır. Kudreti beşer dahilinde değildir. Efendi­ler! Müteselli olduğumuz şudur ki, senelerden beri, hududu millî haricin­de kalmış vatandaşların vaziyetleri mücerreptir. Bugün için, yarın için ve öbür gün için mukadder olan vaziyetten bütün kabiliyetlerini Anavatana hasretmek suretiyle kurtulmuş oluyorlar. Memleketin başka noktaların­da, İstanbul ve diğer yerlerde bu mübadeleyi niçin tatbik etmediniz, diye bir itiraz varid olamaz. Mevzuubahsolan meselenin en iyi bir sureti halli için zamanında azami kuvvet sarf olunur. Fakat bir sureti hal üzerinde ka­rar aldıktan sonra memleketimiz dahilindeki bütün anasır için vazifemiz maziyi unutturacak bir sükun tesis etmektir. Yeni Türkiye’nin hududu dahilinde kalacak olan bütün vatandaşlar yekdiğerleriyle itilaf etmesini bilerek bir vatan içerisinde huzur ve sükun içinde yaşıyacaklardır. Buna ka­tiyen itimad ediyoruz. Bu itimadı Meclisi Âlinin tasdikine arz ettiğimiz muahedat içinde teşviş edecek hiçbir nokta yoktur.

Sivil mevkufinin ve üseranın iadesine dair takdim ettiğimiz vesika zaten mevkii tatbikta olan ve hemen bitmekte olan bir şeydir.

Affı umumi Beyannamesi geliyor. Bunun ruhu on seneden beri hadis olan birçok mesaili bir defada hal ve teskin etmek arzusudur. Kuvvetli olan noktası budur. Elbette zaif olan noktası vardır. Bu affı umumi ile vatana karşı olan vazifelerini ihmal etmiş olan ve binaenaleyh her türlü mukad­des hissiyat muvacehesinde itaptan kendilerini kurtarmayacak olanların affı umumiden müstefîd olmalarıdır, fakat affın başlıbaşına bir kuvveti ve bahusus geçmiş hadisatı tasfiye ederek mazinin silinmesi ve unutulması gibi evsafı yanında mahzuru göze alınabilir. Affı umumiye merbut olmak üzere bir protokol vardır ki, bu da aftan istifade ettirilmeleri bütün hüsnü­niyetimize rağmen tarafımızdan deruhde edilemiyecek olan 150 kişinin bu aftan istisnasını ifade ediyor. Çok hüsnüniyetle hareket etmekle beraber çok hadisat olmuştur ki, hadisatın tekerrüründen içtinap için asgari bir tedbir almak mecburiyetinden kendimizi kurtaramadık.

Yunanistan’da bulunan emlaki İslamiye hakkında Yunan murahhaslarının verdiği vesikayı huzuru alinize takdim ettim. Yunanistan’da kalan emlaki İslamiyenin masuniyet ve mahfuziyeti hakkında yeni bir vesikadır.

Arkadaşlar! Hatiplerin mevzuubahsettikleri mühim beyannameler geliyor. Gerek idarei adliye ve gerek idarei sıhhiye içinde olan beyannameler. Bu beyannameler bizim tarafımızdan verilmiş beyannameler ve hakikati halde Türkiye’nin kendiliğinden ittihaz ettiği tedbir­lerdir. O kadar büyük hadisatı müşkül şerait içinde temizlerken bu beyan­nameleri vererek her hangi bir surette mucibi tatmin ve temin olmak gayrikabili içtinap bir mecburiyet halinde idi. Arkadaşlar! Bu beyannamelerde bizim hakkı mevcudiyetimizi, hakkı hayatımızı, hakkı istiklalimizi fiiliyatta nakzeden nıkat yoktur. Bazı hatipler mübalağa ile hislerini tersim ettiler ve varmak istediğimiz ideali vuzuh ile teressüm ettirdiler. Beyannameler­de beş sene müddet var ve beş sene nihayetinde kendiliğinden, yeni hiçbir münakaşaya, yeniden hiçbir teşebbüse ihtiyaç olmaksızın kendiliğinden sükût edecek iki beyanname bizi fiiliyatta ve hakikatte müşkülata duçar etmez. İdarei Adliye için alacağımız hukuk müşavirleri[nin] Adliye Vekilini mu­rakabe edeceğinden bahsediliyor ve hangi Kavanin Komisyonuna iştirak edecekleri sual ediliyor. Adliye Vekiline merbut bir memurun onu murakabe etmesi nasıl varidi hatır olabilir? Kezalik bu memurların iştirak ede­cekleri komisyonlar ancak Adliye Vekilinin tahtı idaresinde bulunan ko­misyonlar olacaktır. Muahedenin heyeti umumiyesinde, beyannamede, hak­kı kazayı ihlal eden nokta yoktur.

Bundan sonra Osmanlı İmparatorluğu tarafından ita edilmiş olan imtiyazlara ait Protokol geliyor. Osmanlı İmparatorluğu tarafından verilmiş imtiyazat ile ecnebiler Osmanlı İmparatorluğu ile birçok teşebbüsatı iktisadiyeye girişmişlerdir. Sermayeler dökülmüş, işler yapılmış, şirketler te­essüs etmiştir. Efendiler! Biz memleketimize gelip sermaye dökecek ve te­şebbüsatı iktisadiyeye girişecek erbabı teşebbüse müşkilat ve mevani ika etmek zihniyetinde asla değiliz. Bilakis bizim memleketimiz öyle bir mu­hiti emindir ki, buraya gelinir, istenilen miktarda sermaye dökülür, her tür­lü teşebbüsatı iktisadiyeye girişilebilir. Elverir ki, buraya gelecekler bu memleketin her hangi bir memleket gibi sahibi malum olan, hukuku ha­yatiye ve hukuku istiklaliyesi müsellem olan bir muhit olduğunu bilsin­ler. Memleketimiz kavanininin hududu ve icabatı dahilinde kalmak kaydı tabisini ve meşru bir surette kazanmak lüzumunu kendileri kabul etsinler.

Memlekette şu veya bu tarzda müşkülat çıkarmak şu veya bu tarzda hakimiyet almak düşünmesinler. Fıtratımız, teşkilatımız, muhitimiz suiistimalata müsait değildir. Bilakis meşru kazançlara emniyet ve teshilat vermek için müsaittir. Arzu ediyoruz ki, gelsinler, sermaye döksünler, iş yapsınlar, meşru istifade etsinler. Bu yalnız erbabı teşebbüsün istifadesini temin etmez. Aynı zamanda tabiî ve esaslı olarak memleket için de muci­bi istifade olur. Şimdi bu esas dahilinde bulunan bir devletin Osmanlı İmpa­ratorluğu tarafından verilmiş olan imtiyazat ile memlekette hasıl olan va­ziyeti nazarı dikkate almaması kabil olamazdı. Bu noktai nazardan birçok ihtilafatı hallettik. Kabul ettiğimiz noktalar menafii memleketle kabili te­lif olan makul hudutlar dahilindedir. Bu imtiyazat içinde en çok müşkülat çektiklerimiz Harbi Umumiden evvel imtiyazı tamamiyet kesbetmemiş olanlardır. Gerek devletler arasında muhabere edilmiş ve gerek teşebbüsat esnasında muamelesi tamam olmamış imtiyazlar da mer’idir tarzında umumî bir teklif vardı. Bu teklif sebebiyle çok müşkülat içinde kaldık.

Her hangi iki hükümet adamı arasında geçmiş belki tamamen malumumuz bile olmayan bir vesika ile Türkiye’yi meçhul şeraitle meçhul bir imtiyaza raptedemezdik. İmtiyazat meselesinde Harbi Umumiden husule gelen fasıla kadar müddeti imtiyazın temdidi de bilhassa konferansın bi­rinci safhasında mevzuubahsoldu. Biz bu şirketlere henüz muahede imza edilmemiş iken bile müşkülat çıkarmayacak kadar hulus göstermişken yeniden taahhüdat altına giremezdik. Biz her nevi şirketlerin memleketimizde teessüs edebileceğini hulusu niyetle ve fiilen göstermiş bulunuyoruz. Tasdikinize arz ettiğimiz vesikalar içinde Portekiz ve Belçika ile de sulhun ta­hakkuku için vesikalar vardır. Bundan sonra Tahliye Protokolü ve merbu­tu olan Beyanname gelir. Tahliye Protokolü Türkiye Büyük Millet Meclisi­nin tasdikinden itibaren muayyen bir müddet zarfında kati bir tahliyeyi tazammum eder. Bu protokol hakikî bir sulh yoluna girmekte olduğumu­za amelî olan ilk vesikai emniyettir. Arz ettiğimiz vesikalar arasında Karaağaç’ın tahliyesine ve bize iade olunan Bozcaada ve İmroz’un iadesine da­ir olan Protokol bir de Yugoslavya Devletinin muayyen bir zaman zarfında muahedeyi imza edebileceğine dair vesaik, bir de bütün bu mukavelatı bir safhada hulasa eden Senedi Nihai görülür. Şimdiye kadar olan mülaha­zatla Lozan’da imza ettiğimiz muahedenameyi ve bütün senedatı izah et­miş oluyorum.

Muhterem efendiler! Mücahedatı Milliyenin neticei hasılasını tak­dim ettiğim muahedeler ve vesikalar tespit ediyor. Bunlar için size ayrıca, bir hulasa yapayım...

Mütecanis, yeknesak bir vatan, bunun dahilinde harice karşı şu gayritabiî kuyuttan ve hükümet içinde hükümet ifade eden dahili imtiyazattan müberra bir vaziyeti gayritabiî mükellefiyatı maliyeden azade bir hal, hakkı müdafaası mutlak, menabiî mebzul ve serbest bir vatan. Bu vatanın adı Türkiye’dir. (Şiddetli alkışlar) Türkiye’yi bu muahedenameler ifade ve tavzih etmektedir. (Alkışlar, bravo sadaları)

Efendiler! Türk milletinin hassai esasiyesi zannolunduğu gibi unsuru cidal olmak değildir. Uzun zamandan beri haksız muhacemata göğüs germek mecburiyetinde kaldığındandır ki, son devrelerde hassai cidali naza­rı dikkati celbetmiştir. Türk Milletinin hassai esasiyesi sulh ve müsalemet vadisinde unsuru terakki ve medeniyet olmaktır. (Alkışlar)

Efendiler! Temin ettiğimiz vatanın harap ve fakir olduğunu hariçte ve dahilde bilmiyen yoktur. Biz zannetmedik, hiçbir meseleyi hallederken düşünmedik ki karşımızda bulunan muhataplarımız zayıf yerlerimizi veya kuvvetli yerlerimizi fark edememişlerdir. Böyle yanlış bir hesaba düşme­dik. Eğer böyle bir hataya düşmüş olsaydık hiçbir mücadelede muvaffak olamazdık. Daima hesabettik ki her hangi bir mücadelede zayıf ve kuvvet­li yerlerimiz ne ise elbette karşımızdakiler, muhasımlarımız da bunları bi­lirler. Onun için söylüyorum ki, vatanın içinde bulunduğu ıztırabı ve bil­hassa içinde bulunduğu fakir ve harabiyi, dahilinde bilmiyen kimse olma­dığı gibi haricinde bilmiyen kimse de yoktur.

Efendiler! Bizi endişeye sevk eden noktalar bütün dünyaca malum olmakla beraber Türkiye büyük ve kavi bir Devlet, büyük ve kavi bir millet addolunmuştur. (Alkışlar) Sebebi nedir? Toz, toprak içindeki hayatı henüz Avrupa’nın diğer yerlerindeki hayatı ile kıyas kabul etmiyen bu memleketin vaziyeti ve asıl kuvveti nedir ki, zahirine rağmen kavi, atisi emin addolunur?

Efendiler! Bu memleketin menabiî ne kadar kuvvetli, ne kadar mebzul olduğunu bizden daha iyi bütün dünya bilir. Kabili tasavvur mudur, erişilmez hedeflere varmak için vesaitsizliğe, maddi müşkilata galebe eden bir memleket ve bir millet altın hazineleri üzerinde otursun, mahza kapı­sını açmayı bilmemek yüzünden fakir ve ıztırabı kabili tedavi olmasın? Aslolan nokta menbaın kendisine malik olup olmamaktır. Eğer memlekette menbaı kuvvet, menbaı servet, menbaı inkişaf yok ise bunu yaratmak kim­senin elinde değildir. Her hangi bir taş parçası demir yapılamaz. Fakat eğer bu kuvvet varsa eksik olan bunu inkişaf ettirmek için ilimdir, tecrübedir, melekedir, zamandır ve bunların hepsi kudreti beşer dahilinde olan avamildir ve bunların hepsi gayrikabili tasavvur müşkülatı iktiham etmiş olan, bütün dünyaya karşı siyasî ve harbî mücadelesinde ispatı mevcudiyet et­miş olan bir milletin takati haricinde değildir. Âtiye kemali emniyetle ba­kıyoruz. Bizim nüfusumuzu, hayatımızı en yüksek seviyei medeniyeye çıkarmak için her türlü menabi ve vesait vardır.

Efendiler! Bu vesait ve menabiî işletmek için, milletin büyük bir atiye doğru yürümesi için imkân veriniz. Sulh devresi gelmiştir. Tarif ettiğim güzel, mukaddes, her türlü şeraiti hayatiyeye malik vatanın inkişafını temin etmeye derhal başlamak zamanı gelmiştir. Milletin asıl vazifelerini ifa etmek, unsuru sulh ve müsalemet, amili terakki ve medeniyet olmak için istidat ve kararına yol gösteriniz. Arkadaşlar! Hedefe varmak için evvela hedef vazıh ve berrak bir surette malum olmak lazımdır. Yanar – döner bir ışık, bulutlar içerisinde meşkuk hedefler arkasında koşanların ilk müşkilat karşısında ayakları sürçer. Berrak ve mühim bir hedefe varmak için de bunun dümdüz olduğunu, her türlü müşkülattan azade bulunduğunu zan­netmek büyük gaflettir.

 

Büyük hedefin yolu sabır ve sebatı tüketecek zannolunan büyük müşkilat ile malidir. Varacağımız nokta mecmuai milelde en yüksek seviyei te­rakki ve temeddündür. Gerçi fakir ve harabız. Fakat altın hazineleri içinde oturuyoruz. Yarın veya öbürgün behemehal bunları açabilir ve behemehal açmak mecburiyetindeyiz. Açmak için vasıta, takati beşer harici değildir. Ve semadan da inecek değildir. Bu vasıta muayyen bir hedefe doğru yılmıyarak mütemadiyen çalışmaktır. Ve bu yol her milletin yürüdüğü terakki yoludur. Artık iş zamanı gelmiştir.

 

Muhterem vekiller! Mücadelatı milliyemizin neticei hasılasını tayin edecek olan reylerinizi izhar ediniz. Millet ve bütün dünya vereceğiniz reye intizar etmektedir. (Devamlı ve sürekli alkışlar arasında kürsüden indiler)

(...)

 

 

 

 

Türkiye ile Yunanistan Arasındaki Mübadele

Üzerine BMM’de Yapılan Konuşmada Lozan Barış Antlaşması

Dolayımıyla Söyledikleri[72]

(10. 11. 1923)*

 

(…)

Arkadaşlar! Türkün ananesi imzaya sadakat ve akdettiği mukaveleye ciddî bir samimiyettir. Bu, bizim yalnız bir ananevi tarihiyemiz değil, bir şia­rı siyasiyemizdir. Ne mukavele yapmışsak o mukaveleyi yaparken son har­fine kadar cidden ve samimen tatbik edeceğimizi düşündük ve onun için muahedatı akdederken çok düşündük, çok münakaşa ettik. Mukavelatı da­ha imza ederken tatbik etmemeyi düşünenler kolay imza ederler. Demek istiyorum ki, eğer biz memlekette bir kısım halkın mübadeleden istisnası­nı kabul etmiş isek bu kabulümüz cidden ve hakikaten samimidir. Bugün de yine o kanaatteyiz.

Memleketimizde bulunan, memleketimizde yaşıyacak olan Türklerle tevhidi mukadderat eden birçok vatandaşlarımızın, şu ve bu ahvalden mutazarır olmasını asla arzu etmiyoruz. Fakat haricin cebir ve şiddeti bizim sabrımızı aşarsa orada bulunan Türkleri imha ve burada bulunan vatan­daşları ızrar edecek bir vaziyet alınacak olursa mesuliyet kime teveccüh eder? İstiklal Mücadelesi esnasında birçok harebeler kimlerin uhdei me­suliyetinde ise yeni hadisat da onların mesuliyetinde kalır. Biz memleket dahilinde bulunan vatandaşları, şu veya bu suretle ızrar edecek her hangi bir vaziyet, hadisat olmaması için azmi ciddi ile çalışıyoruz. Şimdiden teş­rih ettiğim vaziyetin salahı hakkındaki ümitlerimizi söyliyeyim. Bir defa bu mesele Yunanistan’ın bizimle hakikaten hüsnümünasebet tesisine ka­rar vermiş olup olmamasına tabidir. Lozan’da Yunanistan’la aramızda ha­kikî bir sulh teessüs edecektir kanaati murahhaslar arasında mütemadi­yen cari oldu. Ben, Lozan’dan Yunanistan’la Türkiye arasında teessüs ede­cek münasebatın ciddî ve hakikî bir sulh olarak tecelli edeceği kanaatiyle avdet ettim. Bu arzu ile Yunanistan’la aramızda münasebatı süratle tesis etmek için fırsattan istifade eyledim. Ümidediyorum ki, yakında mümessiller karşı karşıya, tarafeyn memleketlerinde bulunacaklardır.

(…)

 

 

 

 

 

İstanbul İstiklal Mahkemesine İlişkin

BMM’de Yapılan Konuşmada Lozan Konferansı Dolayımıyla

Söyledikleri[73]

(13. 12. 1923)

 

(…)

Gerek hususi, gerekse Meclisin resmi celselerinde hafi olarak yaptığımız içtimaattan intişarat vaki olmuştur. Hâkimiyeti Milliyenin bir fıkrası­nı bu hususta istişhat buyurdular. Arkadaşlar, insafınıza müracaat ede­rim, hafi celselerden vukubulan intişarat daima bizim noktai nazarlarımız, hükümetin noktai nazarları aleyhinde olmuştur. Hiçbir zaman sir sahibi insafın hatırından geçmez ki, vukubulan intişarat herhangi bir suretle hü­kümetin neşretmek istediği bir maksada faydalı olmuştur. Bilâkis hafi cel­selerin intişaratından en çok müteallim ve müteessir olan benim, biziz. Herhangi hafi bir celsede bizim noktai nazarımız aleyhinde mülâhazat serdedilmiş ise, gayet tabiidir, büyük ve güzide heyetlerle muhtelif noktai na­zarlar dermayan olunmak gayet tabiidir. Fakat hafi celselerin müzakeratının intişaratı, bizim noktai nazarımız aleyhinde ve bizzarur biz müdafaa­sız vaziyette iken neşriyat yapılmıştır. Onun için hikâye kabilinden bir şey arz edeyim.

Lozan’da heyeti murahhasa arasında otururken bütün heyetlerin, konferansın bir tebliği resmi neşretmesi mukarrer idi. Müzakere olacak, o gün­kü müzakerede ne cereyan etti ise bir tebliği resmi neşredilecekti ve muh­telif milletler ayrı ayrı tebligat yapmayacaklar[dı]. Kemali dürüsti ile bu nok­tai nazarı ben muhafaza ettim. Her heyeti murahhasa müşterek ve mübhem bir tebliği resmi yaptıktan sonra çıkar çıkmaz her biri ayrı ayrı pro­paganda yaparlardı. Her içtimada ben de aynı usulü tatbik etmeyeyim di­ye bu kararı tekrar tatbik ve tashih ettirmeye çalıştım. Teyit ve tasrih eder­ler, tekrar neşrettirirlerdi. Bu, o demektir ki biz neşredeceğiz ve noktai na­zarlarımızı her yerde intişar ettireceğiz, fakat yalnız Türkler neşretmesinler.

Hafi celselerin intişarında, şimdiye kadar gördüğüm mahiyete nazaran, hafi celseler faydası yalnız hükümet aleyhinde kullanılmaktadır. Hükümet neşretmesin yalnız biz ifşa edeceğiz ve biz kaçıracağız. Ne idi o; bir ziyai hakikat sözü ve hatta ne idi o, İstiklâl Mahkemesinin teşekkülüne dair olan müzakeratın tarzı işaesi... Buradan İstiklâl Mahkemesi çıkmış, ben İstiklâl Mahkemesine riyaset ederek içtima yapmışım. Ben bunu yapar mıyım? Ve buna herhangi bir arkadaş ve herhangi bir hükümetin noktai na­zarını terviç eden arkadaş yapar mı ve benim menfaatim var mıdır ki şu arkadaşın bu arkadaşın benim serdettiğim –bizim sedettiğimiz– noktai na­zara mugayir bir fikir dermeyan ettiğini izhar edeyim? Bilâkis benim menfaatim hafi celselerden bir şey sızdırmayarak yekpare karar verildiğini, Mec­lisin karar verdiğini, izhar etmektir. Hem mütecaviz, hem mazlum rolünü oynayan hafi celsenin müzakeratını, inbişaratını [intişaratını] yapanlardan tamamen mutazarrır ve tecavüze uğramış adamlarız.

(…)

Bir noktai nazar daha serdolundu. Ona da cevap vermek isterim. Adliye Vekili bu kürsüye çıksın. Adliyemizin ve polisimizin muktedir veya gayri muktedir olduğunu ve bu işi yapmağa muktedir veya gayri muktedir ol­duğunu sarahaten söylesin. Arkadaşlar, bu da hükümeti bir çıkmaza sevk etmek demektir. Biz yeni bir kanun teklif etmiyoruz. Büyük Millet Mecli­sinin vaz ettikleri kanunu tatbik ediyoruz. Bu kanunda – elimizde mevcut bulunan kanunda– Adliye makinasının işlemediği, şayanı emniyet olma­dığı zaman İstiklâl Mahkemesi gönderilir veya idarei örfiye ilan edilir gibi bir kayıt var mıdır? Veya öyle bir kayıt olmasına ihtimal mutasavver midir ki, böyle bir talep dermeyan buyuruluyor? Her halin kendisine mahsus bir tedbiri vardır. Kanuniyet ve gayri kanuniyet ne vakit olur? Eğer bir hali hu­susi için size her hangi ayrı bir kanun teklif etmekle huzurunuzda arzı vü­cut edersek, o zaman mevcut olan kanunların ademi kifayetini teslim etmiş oluruz. Vaz etmiş olduğumuz, aylardan beri ve bütün cihan karşısın­da kabul ettiğiniz ve neşrettiğimiz bir kanuna istinaden sizden tedbir ve karar talep ettik. Onun için bidayet mahkemesinin kararını, istinaf mah­kemesi nakzederse ve sizin bidayet mahkemeleriniz musib karar vermek­te muhti midirler?

İsabet ediyorlar mı, etmiyorlar mı, derseniz musib olur mu? Kanunun tayin ettiği salahiyetler ve şekiller olduğu gibi meşru ve makuldür. Onun için Polisimizin, Adliyemizin her hangi bir suretle ifayı vazife edip etmedi­ği tarzında bir ifadeyi bizden talep edemezsiniz. Bu kanaatte değiliz, ta­mamen aksi kanaatteyiz. Adliyemizin cihan karşısında ilan ettiğimiz gibi, sizin huzurunda da onun mesuliyetini hâmiliz; Adliyemiz mükemmeldir, işlemektedir, işliyecektir ve en mükemmel adliyedir ve olacaktır. Bu, Büyük Millet Meclisi kanunları olarak Medarı istinat ve takip edilmek üzere elimize verdiğiniz her hangi bir kanunun kıymetini küçültmek demek de­ğildir. O, başka bir kanundur, bu başka bir kanundur. Mademki kabul etti­niz, mademki neşrettiniz meşrudur ve yerindedir. Ben Başmurahhas ola­rak Lozan Konferansında Adliyemizde müdahale veya Adliyemizin herhan­gi bir memleket Adliyesinden noksan olduğunu kabul etmek telakkisinde değilim [değildim]. Orada [bu kanıda] değildim ve bugün burada da değilim. Cevabı gayet basit­tir. Lozan Konferansında Adliyemizin şayanı emniyet olduğunu iddia etti­ğim zaman Büyük Millet Meclisinin istiklâl mahakimi mevcut ve kanuni malum idi. Dünya ve ben bunu bilerek ona istinat ederek bu davayı dermeyan ediyordum. Bu gün vaziyet başka değildir.

Her millet kendi idaresi için kanunlarını ihtiyacına göre kabul ve tatbik etmek hürriyeti tamamesindedir. İstiklâl Mahkemesi zaten budur. (…)

(...)

Efendiler, Lozan muahedesine göre İstanbul tahliye olundu, bütün donanmalar çıktı. Derhatır buyurursunuz, ki 31 Kânunuevvele kadar her dev­letten bir kruvazör ve iki torpido kalacaktı. İstiklâl Mahkemesi göndermek, eğer şey olsaydı, her hangi bir suretle memlekette zaaf ve teşevvüşü mucib olsaydı ve kanunsuzluğu ifade etseydi muahedenin tatbikatında bir fark olmak lazım gelirdi. Fark bilakis lehimizde olmuştu. Devletler, hattı hare­ketlerini tebdil etmişdi. (Bravo sesleri) 31 Kânunuevvelde topraklarımızı terk edecek olan kruvazör ve torpidolar o gün 15 Kânunuevvel de geri alınacaktır, dedik. Bu, Cumhuriyetin kuvvetidir ve Büyük Millet Meclisinin azim ve salabetinin kuvvetidir. (Bravo sesleri ve alkışlar) (…)

 

 

 

 

 

 

 

 

Lozan Barış Antlaşması ve Dış Siyasete

İlişkin BMM’de Yapılan Konuşma[74]

(22. 03. 1924) *

 

Muhterem efendiler, zannediyorum ki, vaziyeti hariciyemiz hak­kında yakın zamanda Meclisi Âliye arzı malûmat ettik. Fakat büt­çe münasebetiyle muhtelif hatiplerin izhar ettikleri arzuya tebean hulasaten bir iki söz daha arz etmek isterim. Münasebatı Hariciye­miz, Şarktaki komşularımızla dostane münasebetimiz sureti umumiyede ve hüsnüniyet dairesinde fiilen tanzim ve teessüs vâdisindedir. Garp devletleriyle de münasebatı siyasiyemizi resmen tesis etmek yolundayız. Bu­günlerde Estonya Hükümetini resmen tanıdık. Cemahiri Müttehidei Ame­rika, Avusturya ve Almanya ile imza ettiğimiz muahedat; Meclisi Âlinin tasdikına maruzdur. Macaristan ve Lehistan ile icra ettiğimiz ve Meclisi Âli­nin tasdikına iktiran eden muahedat teati edilmiştir. Diğer devletlerle ye­ni esesat üzerine muahedat akdi ve münasebat tesisini tervic ediyoruz ve bunun yed’i iktidarımızda olan bütün vesaikle teshil ediyoruz. Lozan’da imza ettiğimiz Muahedenamenin mevkii meriyete vaz’ına muntazırız. Gerçi muahedenamenin ruhuna ve Lozan’da bize, mütemadiyen vukubulan te­minat ve mevaide rağmen tasdik muamelesi ve muahedenin mevkii meri­yete vaz’ı muamelesi tahmin olunmıyacak derecede uzamıştır. Muahedatın alâkadar meclisler tarafından ne vakit tasdik olunacağını sureti katiyede tayin etmek esasen mümkün değildir.

Fakat hiç kimse şüphe etmez ki bir muahedenin imzasındaki asli ve onun yalnız bir taraflı olarak tatbikini terviç ettiremez ve bu muallak vaziyet, ila nihaye devam edemez. Meclisi Âliye arz ve ifadeye müsaraat ede­rim ki Lozan Muahedenamesinin tasdiki muamelesi, son zamanlarda esaslı bir terakki göstermiştir. İtalya Devletinin, Lozan Muahedesinin tasdikına müteallik muameleyi ikmal ettiğine 12 Mart’ta resmen muttali olduk ve yine aldığımız malûmata nazaran Lozan Muahedesi; İngiltere’de Lordlar Kamarasında tasdik olunmuştur. Muamele devam etmektedir. Siyaseti hariciyemizin mahiyeti sulhperveranesi malûmuâlinizdir. Münesabatı resmi­ye tessüs [tesis] ve teessüs ettikçe Türkiye Cumhuriyetinin nasıl unsuru muvazenet unsuru istikrar olduğu gittikçe daha ziyade tebarüz edecektir. Ge­çen gün kıymetli hatip arkadaşlarım, mesaili mütenevviaya temas ettiler. Buna dair arzı cevabetmek isterim. Menteşe Mebusu muhteremi elindeki vesaikla Garbi Trakya’daki mezalimden bahsettiler. Evvel ve ahir arz ettim ki beynelmilel münesebatta, mukabelei bilmisil tarikinde bir çarei hal aramak veyahut bu münasebetle Türkiye tebasının emniyetini, her hangi bir suretle mevzuubahsetmek benim temas edemiyeceğim bir zemindir.

Diğer taraftan Menteşe Mebusu muhtereminin ifade ettiği, beyan ettiği vukuatı, muttali olduğumuz andan itibaren baştan nihayete kadar kemali ehemmiyetle nazarı dikkate alıyoruz. Nihayete kadar ciddiyetle bu iş­leri takibediyoruz. Biz, bu gibi ihtilafata esasen hükümetlerin hüsniniyetine, muahedatın müstekimane tatbikine istinadeden bir siyasetle müş­külatın hallolunulacağı kanaatindeyiz. Bahis buyurdukları vakayi hakkında Hariciye, malûmat alır almaz teşebbüs etmiştir. Aldığımız malûmata na­zaran bize denilmiştir ki affı umumî beyannamesi esasen 22 Teşrinisani­ye kadar olan vukuata şâmildir. Bu vakayi ondan sonra vukubulan birta­kım harekâta mütealliktir. Biz, affı umumi beyannamesinde ve mukarreratındaki mahiyeti müsalemetperveraneyi esas ittihaz ediyoruz. Yoksa şu veya bu vesileyle bir kısım adamların aftan istisnası noktai nazarına işti­rak etmiyoruz. Af, sükûn, teskin esasları dahilinde bir sureti hal aramayı iltizam ediyoruz. Muhtelit Mübadele Komisyonunun faaliyeti, hal için ve âti için itminanı bahistir. Elde edilecek semerat daha ziyade artacaktır. Bu­nunla beraber Yunanistan Devletiyle olan bu gibi ihtilâfatı mütemadiyen azaltmak ve mütemadiyen sükûta gitmek yolunda yani her ihtilâfı halle­decek olan siyaset yolunda müşkülata uğramıyacağız kanaatindeyiz. Esa­sen affı umumiyi Yunan Hükümetinin 17 Eylül 1923 tarihinde ilan etmiş olduğuna muttali olduk. Yakında Meclisi Âliye Lozan Muahedesine tevfi­kan Yunanlılarla aramızda, tekârrür [tekârir, takarrür] eden şekilde, affı umumî esasını ihti­va eden bir lâyihai kanuniye takdim edeceğiz.

Hatipler Musul meselesine temas ettiler. Musul vilâyeti dahilinde birtakım vukuat cereyan ettiğinden bahsettiler. Biz, muttali olduğumuz bütün vukuat üzerine, derakap lazım gelen teşebbüsata tevessül ettik. Aldığımız malûmat, bu vekaiyin çok eski olduğu zeminindedir. Meclisi Âlinin malûmudur ki Türkiye ile Irak arasındaki hududun tarzı halli ayrı bir komisyonda takarrür ettirilecektir. O komisyon takarrür ettirinceye kadar statükonun muhafazası, tarafeyn murahhaslarınca der­piş edilmiştir. Biz, imza ettiğimiz kuyuda halisane riayet ediyoruz. Statükonun muhafaza olunmadığını ifade eden her hangi bir vaka olmuş ise, statükoyu ihlâl edecek mahiyette olan hadisatın gayrivakı ve keenlem ye­kûn bir surette olduğunu sarahaten ifade ediyoruz. Bazı hatipler bu mese­le üzerinde şu veya bu mülâhazanın nazarı dikkate alınıp alınmadığını ve bu husustaki noktai nazarın ne tarzda olduğunu istifsar etmek istediler. Noktai nazarımız Lozan’da müzakereyi bıraktığımız zamandan itibaren tebeddül etmemiştir. Orada hangi esasatı müdafaa ettiğimizi Lozan Muahedatının zabıtnamelerine müracaat ederlerse sarahaten görürler. Bir arka­daşım öyle bir heyete, heyeti müzakereye kimin murahhas olacağını ve o murahhasın ne gibi efsafı [evsaf] haiz olması lazımgeldiğini uzun uzadıya izah etti. Zeminin latifeye müsaadesi olsaydı derdim ki eğer hatip, içinde mu­ayyen bir şahsı düşünüyorsa kendisi mevkii iktidara gelinceye kadar o şahsı saklasın. Elbette herhangi bir heyeti murahassaya ve herhangi bir heyeti sefarete tayin olunacak zevatın daima evsafı tammeyi haiz olması husu­sunda itina edilecektir. Türkiye ile Irak arasındaki hududun tayini mese­lesine, milletimizin atfettiği ehemmiyet ve kıymeti, Hükümetin kemaliyle takdir etmekte olduğuna Meclisi Ali emin olabilir.

Haizi ehemmiyeti bir mesele olmamakla beraber bir arkadaşım te­mas ettiği için arz edeceğim. Sakıt Halife, İtalya’ya davet olunmuş veya İtalya’ya gidecekmiş. Bizim işittiğimize göre her hangi bir yolcu gibi sakıt halifenin de İtalya’ya gidebileceğinden gazeteler, bahsetti­ler. Fakat resmen bir davet vaki olduğu teeyyüdetmedi. ister öyle olsun, ister böyle olsun; meseleyi, noktai nazarımızca şayanı ehemmiyet addetmiyoruz. (Doğru sesleri) Kezalik İngiliz Donanmasının Bahri Sefitteki [Bahr–i Sefiddeki] manevra­larından hiçbir surette alâkadar ve endişenak olmaya mahal görmüyoruz. Muvazenei Umumiyeye müteallik, tertibatı siyasiyeye ait Türkiye, ne vazi­yet alacaktır diye de mülâhazat dermeyan buyuruldu. Uzun müddetten beri Münasabatı umumiyenin teessüs ettiği bir devirde, bir zümreye isti­nat veyahut münferit yaşamak gibi nazarî ve fennî mülâhazata temas et­mekte bir faidei ameliye tasavvur etmem. Bütün terkibatı siyasiye muva­cehesinde bizim atfı ehemmiyet ettiğimiz iki nokta vardır: Türkiye’nin em­niyeti ve sulhun muhafazası. Biz hadisatı bu noktayı nazardan mütelâ [mütâlaa] ve tetkik ederiz.

Arkadaşlarımdan birisi, İtalya Başvekilinin gazetelerde intişar eden beyanatına temas ettiler. Gazetelerde görülen bu neşriyat üzerine muhterem hatip tarafından olduğu gibi memleketin her tarafında alâka ve istiza­ha maruz kaldık. Memleketimizde ticari ve iktisadi münasıbatın arkasın­da, her hangi bir beyanatı siyasiye bulunması milletimizi umumiyetle o ticari ve iktisadi münasebetten tevahhüşe sevk etmektedir. Bu sebepledir ki, bu havadis üzerine derakap her taraftan bana, bu nedir diye sordular. Evvela şunu arz etmek isterim ki şu tarzda veya bu tarzda her hangi mütalâata karşı Hükümeti Cumhuriyenin en uzak ihtimalâtı dahi nazarı dikkate alarak memleketin selamet ve emniyeti fiilen vikaye eyliyecek tedabiri daima derpiş ettiğine Meclisi Âliyi temin ederim. (Bravo sesleri, alkışlar) Bununla beraber vasati dostane ve siyasiye ile tenevvür etmek esbabına derakap tevessül ettik. Bizzat Mösyö Mussolini kendi siyaseti sulh perveranesi hak­kında bize teminatı müekkide vermiştir. İtalya’nın muahedeyi tasdik et­mesi muamelesi de ondan sonradır. (…)

(…)

 

 

 

 

 

Lozan Barış Antlaşması ve Güncel Gelişmeler

Dolayımı ile BMM’de Verilen Musul Sorunu ile

İlgili Söylev[75]

(18. 10. 1924)

 

Azayı kiram!

Müstacelen Büyük Millet Meclisinin ıttılaına ve tetkikine arz etmeğe lüzum gördüğümüz meseleye doğrudan doğruya girmek için Azayı kiramın müsaadelerini istirham ederim.

Azayı kiram bilirler ki, Lozan Muahedei sulhiyesini imza ettiğimiz zaman Irak hududunu, Türkiye ile Irak arasındaki hududu bir neticei kati­yeye rapt etmek mümkün olamamıştı. Muahede iki noktayı tespit etti. Bi­risi imza olunduktan sonra Türkiye ile Irak arasındaki hududu halletmek için Türkiye ile İngiltere arasında dostane müzakerat cereyan etmesi ve bu müzakere ihtilafa müncer olması halinde ihtilafın Cemiyeti Akvama ha­valesi esasını tespit ettik. Bir de bu tarik ile Türkiye ve Irak arasındaki hu­dut meselesi kesbi katiyet edinceye kadar hali hazırın muhafazasını tara­feyn taahhüt etmişlerdi. Bu sene Mayısın on dokuzundan dokuz Hazirana kadar İstanbul’da inikat eden Haliç konferansı, muahede hükmüne iptinaen Türk ve İngiliz murahhaslarını temasa ve müzakereye getirdi. Maat­teessüf bu müzakere Türk Murahhasının bir itilafa varmak için sarf ettiği bütün mesainin bir semere vermemesi ile nihayet buldu. Malumuâlinizdir ki Lozan’da Irak hududu üzerinde bir neticei katiyeye varılamamasının sebebi, delaile müsteniden bizim Musul vilâyetini Ana Vatana raptetmek iddiamızdaki sebatımız idi. Diğer taraftan İngiltere murahhası Mu­sul’un Irak’a merbutiyeti olduğunu iddia etmek istiyordu. İfade etmek is­tiyorum ki, muallak olan mesele Lozan’da hallolunmamış olan ve bilahare mütalaası ve halli derpiş edilmiş olan Musul vilâyetinin ciheti aidiyeti me­selesi idi. Halbuki İstanbul Konferansında mesele mevzubahis olduğu za­man Büyük Britanya murahhası Musul Vilâyetinin mukadderatı üzerinde müzakere etmek esasına girmeksizin Musul’un haricinde Hakkâri Vilâye­tine ait bazı arazi üzerinde talep dermeyan etti. Bu talep karşısında konfe­ransın bir neticeye varmaması tabiî idi.

Denilebiliyor ki: İstanbul Konferansı; sebebi içtimai olan ve halledilmesi lazım gelen meseleye temas etmeksizin inkita etmişti. Biz Haliç Kon­feransı hitam bulmazdan ve Cemiyeti Akvama gitmezden evvel muahede­nin derpiş ettiği fikir; müsalemet cuyane ve fikiri itilâf cuyaneye itibaen iki hükümet arasında meselenin halli esbabına tevessül ettik. Bunun için yed’i iktidarımızda olan bütün vesaitle hal çarelerini aradık. Bize İngiltere, başka bir teklifimiz varsa dermeyan etmekliğimizi, ayrıca bir müzakere açmaya imkân olmadığını yani Cemiyeti Akvama gitmekten başka çare kal­madığını cevaben bildirdi. Bunun üzerine takriben 6 Ağustosta, İngiltere Cemiyeti Akvama müracaat etmişti. Biz bu esnada Lozan Muahhedesinin kesbi meriyet etmesine intizar ediyorduk. Gerçi Lozan Muahedesi 6 Hazi­ran tarihinden itibaren kesbi meriyet etmişti. Fakat bu vaziyeti tespit etmek için icabeden muamelâtın resmen Hükümeti Cumhuriyenin semi ittilâına vusulü 29 Ağustosa kadar imtidat etti.

Biz Cemiyeti Akvama müracaat için vaki olan teklifi; Ahden olduğu gibi neticeten, adalet husule geleceğine itimaden dahi iltizam ediyorduk. Fakat evvelemirde Lozan muahhedesinin kesbi meriyet ettiği bize sureti resmiyede tebliğ edilsin bunu bekliyorduk. Hasılı bu muamele Ağustos nihayetine kadar hitam buldu. Murahhaslarımız da takriben 20 Eylüle doğ­ru Cemiyeti Akvam Celselerinde ispatı vücut ettiler. Murahhasımızın; İn­giltere Murahhası ile bittabi hukuku mütesaviyeyi haiz olarak iştirak etti­ği Cemiyeti Akvam Celsesinde –20 Eylül Celsesi– İngiltere Murahhasını Evvelemirde Cemiyeti Akvama havale edilmiş olan meselede ihtilâfın mahi­yeti neden ibaret olduğu sualini mevzuubahis etti. Haliç Konferansında ol­duğu gibi Cemiyeti Akvamda da İngiltere’nin tezi şu idi: Musul Vilâyetinin mukadderatı mevzuubahis değildir. Mevzuubahis olan Türkiye ile Irak ara­sındaki hudut meselesidir.

Musul Vilâyeti hariç olmak üzere bir hudut çizeceğiz, diyorlardı. Böyle bir tez ki, Musul Vilâyeti haricinde; Musul Vilâyetinin şimal hududu ay­nen konuşulacak veyahut bunun haricinde bir takım arazinin mukadde­ratı mevzuubahis olacaktır, şeklindeki zemine girmekti. Türkiye ise İstanbul’da olduğu gibi orada da böyle bir zemine girmiyeceğini izhar etti. Yal­nız izhar etmedi, Heyeti murahhasamız Lozan Konferansının zabıtnameleriyle bizzat İngiltere Murahhasının beyanatından ve İngiltere’nin resmi neşriyatından iktibası kuvvet ederek kendi delilleriyle İstanbul’da konuşulması lazım gelen ve Cemiyeti Akvama gitmiş olan meselei yegâne, Mu­sul Vilâyetinin mukadderatını hal etmekten ibaret olduğunu cihan muvacehesinde aleni bir mertebeyi subuta iysal eyledi. (Bravo sesleri) Bu müzakere ile bir neticeye varmayan 20 Eylül celsesinden sonra 25 Eylül de Cemiyeti Akvam Meclisi diğer celsesini akdetti. Bu içtimada mazbata muharriri ev­velemirde mevzuubahis olan mesele üzerinde tarafeyn murahhaslarının reyini soruyordu ve diyordu ki tarafeyn Meclise müracaatı nasıl anlıyor­lar? İngiliz Murahhası Meclisin karariyle kendisini berveçhipeşin mukay­yet addettiğini bildiriyordu ve Türk Murahhasını da beyanı mülâhazaya da­vet ediyordu “Türkiye ile Irak arasındaki hudut” tabirlerinden maksat nedir? Türkiye Musul Vilâyetinin Cenup hududunu dermeyan ediyor. İngiltere ise İngiliz talebi olmak üzere diğer bir talep teklif ediyordu. Cemi­yeti Akvam bu iki talepten birisine kabul kararı mı verecektir, yoksa bun­ların haricinde diğer bir sureti hal aramak mecburiyetinde olduğunu tanıyorlar mı?

İşte böyle bir takım sualler vaz ettiler. İngiliz murahhası muahede mucibince bu suallere cevaben Meclis hakem vaziyetinde bulunduğundan; kararının mecburülkabul olduğunu, ikinci suale gelince; bu, bir tefsir meselesidir. Mesaili Hukukiyenin tetkikinde mütemail olan usuller tetkik olunsun. Türk Murahhası ihtilâfatı ruzumer’e üzerinde Cemiyeti Ak­vamın; Misakı Akvamın 15 inci maddesinde mevcut olan selâhiyetleri ta­nıdığını berveçhipeşin söylemişti ve Musul Vilâyetinin mukadderatını ta­yin etmek için her kesin kabul edebileceği en iyi çarei hal olmak üzere reyiam teklifi, talik olunan 30 Eylül celsesinde tekrar açıldı. 30 Eylül İçtimaında tarafeyn müzakeresi şu suretle hulâsa olunuyordu :

İngiltere Murahhası Hükümetinin Meclis Kararını kabul etmesini taahhüt etmiş olması hasebiyle Meclisin Türkiye ile Irak arasında çizeceği herhangi bir hududu kabul edeceğini taahhüt etmiş olduğunu söyledi. Türk Murahhası İngiltere Murahhasının beyanatına nazaran evvelce tahaddüs eden Suitefehhümün zail olduğu ve Meclisin Kararında evvel beevvel aha­linin arzusunu nazarı dikkate alacağı beyaniyle Türkiye’nin Meclisin kara­rını kabul edeceğini söyledikten sonra mazbata muharriri bir komisyon teş­kilini teklif etti. Murahhasımız da bir noktayı bilhassa tebarüz ettirdi. İngiltere Heyeti Murahhasının evvelce Musul Vilâyetinin tayini mukadderatı hususunda Meclisin Salâhiyetini kabul etmediği halde bilâhare Meclisin çizeceği her hangi bir hududu kabul edeceğini beyan etmesiyle Meclisin Musul Vilâyeti mukadderatını müzakere etmek salâhiyetini kabul etmiş demek olduğunu zikretti ve bu sebeple aradaki suitefehhüm izale edilmiş ve mutabakat hâsıl olmuş olduğunu ifade eyledi.

Bundan sonra derpiş olunan Komisyon hakkındaki mütalâasını söyleyerek dedi ki: (Buna Türk Murahhası söylüyor) bunun salâhiyeti hangi usulün, hattı hududun tayinine daha ziyade müsait olacağını ve binaenaleyh mahallinde yapacağı tetkikatın Türk ve İngiliz Murahhaslarının tek­lif ettikleri usullerden hangisi Musul Vilâyeti ahalisinin hakiki arzu ve temayülatı siyasiyelerini izhar edebileceği ve izhar etmesi için en iyi usul şüphe yok ki reyiam usulüdür ve bu bir memleketin mukadderatını tayin için en güzel usuldür ve bunun gayrı bir usul serd ve itiraz etmek müşkül­dür. Bunun üzerine Cemiyeti Akvam Meclisi bir komisyon teşkili için karar ittihaz etti. Komisyonu itayı karara ve ita edeceği malûmatı ve tarafeynin mevcut vesaiki ve izhar ettiği hissiyatı efkârı nazarı itibare almak üzere ve her iki tarafın icra edeceği tebligatı nazarı itibare alarak ahz ve telâkki etme ve tarafeynden birer aza alarak mahallinde tetkikat yapabilmek ve masarifi mutesaviyen taksim edilmek üzere tarafeynden birer murahhas alarak üç azadan mürekkep bir komisyon teşkili takarrür etti. Kararı mezkûru İngiliz Murahhası kabul ettiği gibi aynı celsede de dermeyan edilmek üzere, yani bu mülahazat nazarı itibare alınmak ümidiyle Murahhasımız da kabul etti. Bu komisyon için, mevzuubahis olan aza tayin olunmak üzeredir.

Şimdiye kadar arz ettiğim safahat Muahedenin derpiş ettiği safahattır ve bu safahatı tabiiyedir. Bu suretle Türkiye ile Irak arasındaki hu­dut yani Musul Vilâyetinin tayini mukadderatı meselenin ne suretle hallolacağı bu komisyonun tetkikine hasr olunmuştur. Bu Komis­yona aza intihap olunur olunmaz teşekkül ederek faaliyette bulunacaktır ve buna kuvvetle eminiz ki bu komisyonun hissiyatı adilanesi tetebbu ve tetkikte edinecekleri netice ve vesaikle katî bir neticeye vararak Musul Vi­lâyetinin anavatana iltihak etmesi hususunda emniyet ve memnuniyetbahş bin netice temin edecektir. Bu muzakerat cereyan ederken hudut üzerin­de kararı kati hasıl oluncaya kadar muhafazası lazım gelen statüko zemininde ihtilaf hasıl oldu. Dahiliye Vekili bir münasebetle Heyeti Celileye daha mufassal malumatta bulunacaklardır. Yalnız birkaç kelime ile bütün taf­silatı cami olmak üzere ben malumat vereyim. Hakkâri Vilâyeti dahilinde Ağustos iptidalarında Hakkâri Valisi yanında jandarma kumandanı ve jandarmalarıyle devri teftiş esnasında iken bazı eşkiya tarafından tecavüze maruz kaldı, kendisi esir oldu. Yanındaki jandarma kumandanı ve bazı jan­darmalar şehit düştüler. Anlaşıldı ki: O havalide yerleşmiş olan ve teslih edilmiş olan, vukuat çıkarmak için intizarda bulunan, bazı Nasturi eşkiyası bu ağır cürmü irtikap etmişlerdir. Kanuna karşı bundan daha ağır bir cürüm tasavvur olunamazdı. Bunun üzerine Dahiliye Vekâleti ahkâmi kanuniyeyi yerine getirmek için icabeden muamelata ve tedabiri cebriyeye tevessül etti. Jandarma ve ciheti askeriyeden temin ettiği muavenet ile ka­nunun temin ettiği bütün vesaiti kullanmaya başladı.

Nazarı dikkatimizi celp etti ki, bu eşkiya ile olan müsademe esnasında ecnebi tayyareleri bunların üzerinde dolaşıyorlardı. Bu hadise Musul Vilâyeti ile hiç alâkası olmayan Hakkâri Vilâyeti dahilinde cereyan etmek­tedir. Heyeti Celilenin bu noktaya sureti mahsusada nazarı dikkatini celp ederim. Hükümet: Irak hududu hakkında Meclisi Akvamda hükümetler arasında müzakerat cereyan ederken hudutla hiç münasebeti olmadığı halde Hakkâri Vilâyeti dahilindeki tedibat esnasında hiç bir suitefehhüme ma­hal vermemek için azamî gayret sarf etti. Her hangi bir suretle muhafaza­sı lazım gelen statüko hududunun tecavüz edilmemesini evamiri katiye ile askeri ve mülki memurlara tebliğ ettik. Bu harekatı tedibiyede bulunan jandarmalarımız ve kıtalarımız bu esnada İngiliz tayyarelerinin tecavü­züne maruz kaldılar. Herhangi bir suretle anlaşılması kabil olmayan bu hareketi protesto etmekle beraber bir suitefehhüm atfederek bu suitefehhümü izale için bütün temas vasıtalarına tevessül ettik. Biz 16 Eylülde ilk tecavüzat ki; bu tecavüzattan ağır zayiat verdik, bir zayiatı da bildirerek gerek İngiltere Hükümeti nezdinde ve gerek Cemiyeti Akvam nezdinde protesto ettik. Murahhasımız bu tarzda müzakerat cereyan ederken muhafa­zai sükûnet icabeden statüko mıntıkasında böyle bir hadise olmasını Ce­miyeti Akvamın aleni celsesinde sureti mahsusada bahsettik. Protestoyu 16 Eylülde vermiştik. 17 Eylülde aldığımız bir takrirde bilâkis bizim bazı kıtaatımızın statüko hududunu tecavüz ettiğinden bahs olunuyordu. Ger­çi; Kıtaatımızın eşkiyayı tedip etmek niyetinde veya telâkkilerinde olduk­larına şüpheleri yoktu.

Buna emin olduklarını ifade ederek bazı kıtaatın tecavüz ettiklerinden bahs olunuyordu. Bundan sonra bu tecavüzat durmadı fasıla ile yine arada tecavüzat oldu. Tayyare tecavüzatı oluyordu bomba ile, makineli tüfek ile. Yine zayiata duçar olduk. Zayiatı tekrar kendilerine bildirerek nazarı dikkatlerini celp ettik ve suitefehhüme mani olacak tedabir ittihazını ta­lep ettik. Bundan sonra 25 Eylül tarihli kendilerinden bir nota aldık ve 29 Eylülde de bir nota aldık. Bu notaların esası, muhafazası iktiza eden statüko vaziyetini ihlâl etmek bilakis bize atfolunuyor ve kıtaatımızın gir­miş olduğu yerlerden çıkması isteniyordu. 25 ve 29 Eylül tarihlerinden bah­sederken, azayi kiram bu esnada Cenevrede müzakerat cereyan ettiğini derhatır buyururlar. 30 Eylül celsesi ki bütün bunlardan sonra olmuştur. Ora­da bu harekât ve bu malûmatın kaffesi derpiş edilerek komisyon teşkiline karar verildi ve bir karar daha ittihaz olundu. O da tarafeyn murahhasları­nın statükoyu muhafaza etmek için vuku bulan beyanatın senet ittihaz etti. 30 Eylül bu suretle tarafeynin muhafazai sükûnet etmesini ve Statüko de­nilen mıntıkayı muhafaza etmesini Cemiyeti Akvam Meclisi bir defa daha mevzuubahis etmiş ve kabul etmiş oluyordu. Bundan sonra Cemiyeti Ak­vam Meclisi müzakereyi kat ettikten sonra 5 Teşrinievvel ve 9 Teşriniev­velde birer nota aldık. 5 Teşrinievvelde aldığımız nota Cenevre’de vuku bu­lan taahhudatı zikrederek kıtaatımızın Statüko hududu haricine çıkması­nı tazammun ediyordu. Statüko hududu haricine çıkmak ifadesiyle İngilizlerin tezi şu idi: Bir defa Musul Vilâyetinin haricine çıkmak lazımdır bir. İkincisi Hakkâri Vilâyeti dahilinde bizim tedibat yaptığımız Nasturi eşkiyasının bulunduğu mıntıkadır. Buradan da çıkmak lazımdır. Musul Vilâ­yeti haricine çıkmak lazımdır. Çünkü –İngiliz tezini tekrar ediyorum– mu­ahede imza olunup bittikten sonra biz iki vesile ile Musul Vilâyetini fiilen tahtı işgalimizde addediyoruz diye, bize söylemişlerdir. Musul Vilâyeti ha­ricinde bulunan Hakkâri Vilâyeti arazisinden (Beytüşşebap) ve (Çölemerik) Cenubunda bulunan bu mıntıkaya gelince, bu mıntıka Lozan muahedesi imza olunduğu vakit İngiliz tahtı işgalinde değildi, fakat Türk tahtı işgalinde de değildi diyorlar.

Orada memur ve askeriniz yoktu, diyorlar. Binaenaleyh, halihazırı muhafaza etmek zemininde buradan çıkınız ve oradan da çıkınız, orası öyle kalsın. Halbuki, bizim vaziyetimiz şudur: Muahedeyi imza ettikten sonra mevcut olan hali muhafaza etmek için –Lafzi değil– ciddî ve samimî olarak muahede ahkâmını tatbik etmiş ve itinayı tam göstermiş, samimî adam­ların vaziyeti idi. Biz hiç bir zaman Statükoyu ihlâl azminde bulunmadık. Muhafaza ettik. Bilâkis o zamana kadar tuttuğumuz ve son harekât esna­sında da itina ile tuttuğumuz bir nokta, bilhassa muahedenin tahmil et­miş olduğu taahhüdata hakkiyle riayet etmektir. Binaenaleyh Statükoyu muhafaza etmektir. Bilâkis muahede imza edildikten sonra Statükonun ihlâline büyük Britanya tarafından ihdas edilmiş bir çok hadisat vukua gel­miş ve biz bunu muhtelif vesilelerle mevzuubahis etmişizdir.

Meselâ, muahede imza olunduğu zaman Süleymaniye’de İngiliz kıtaatı yok idi, ondan sonra harekât yapıldı. Protesto ettik. Ondan sonra Mu­sul Mebuslarını Bağdat Meclisine davet ettiler ve götürdüler. Bunun üzeri­ne vaziyet aldık. Tekrar Protesto ettik. Ondan sonra bu son harekâtı teedibiyeden [te’dibden, ted’ibat?] evvel Haziranda da bir çok defalar tecavüz etmişler ve protesto et­mişiz ve nazarı dikkatlarını celb etmişizdir. Tecavüz etmeyin demişizdir. Bunun üzerine bize 23 Ağustosta teminat vermişlerdir. “Bizim İngiliz tay­yareleri Haziran ayı zarfında filan, filan hattı geçmedi.” demişlerdir. Biz, Statüko hududuna riayet sözü altında ne asasları [hangi esasları] nazarı dikkate aldık, bu­nu da Heyeti Celileye arz etmek isterim. 1918 mütarekesi imza olunduğu zaman orada bir vaziyeti fiiliye vardı. Bir taraf ordusunun vâsıl olduğu hat ve diğer taraf ordusunun bulunduğu hat. Tabiî aklen ve mantıkan o zaman­dan beri her hangi bir hareketi askeriye ile tebeddül etmemiş olan bu vaziyet mütarekenin imzasiyle beraber bulunan vaziyet olmalı idi. Bu vazi­yette Musul henüz işgal olunmamıştı. Bunun gibi diğer bir çok mühim mevaki henüz tahti işgalde değildi.

Takriben Teşrinievvel 1918 nihayetinde bir mütareke imza olundu. Bundan sonra bir İngiliz Kumandanı muhafaza olunacak Türk Kıt’aatının; Şimaline çekilmesi lazım gelen hattı bir tebliği resmî ile bil­dirmişti. Tabiî mütareke esnasında vaziyet bu suretle tadil edilmiş bulu­nuyordu. Başka bir hat gösteriliyordu. Daha ziyade şimale çıkıyorduk. Bun­dan sonra işgal edenlerin aldığı vaziyeti gösteren elde bir vesikayı resmiye yoktu. Lozan Muahedesini imza etmezden biraz evvel Statükonun muha­faza olunacağı hususundaki telâkkiyat kemale geldiği ve zabta geçileceği günlerde İngilizler Rovandoz’u işgal etmişlerdi ki, Rovandoz’da bizim as­kerimiz vardı, idaremiz vardı, orada muharebe oldu ve Rovandoz’u işgal ettiler. Demek ki işgal edenler müstevli hangi hatta kadar kendi tahtı ida­resinde addetti ve ondan sonra hangi hatda vasıl olundu? Bu suretle tespit olunabilir:

2 Teşrinisani’de bir İngiliz Generalinin tebligatı ondan sonra da Rovandoz’un işgali. Çünkü bizim orada idaremiz vardı, cebren çıkardılar. Bun­dan sonra bu Haziran esnasında İngiliz tayyarelerinin harekatını, tecavü­zünü Protesto ettiğimize cevaben bir İngiliz Notası aldık. Bunda diyorlar ki “Haziran esnasında bizim tayyarelerimiz, karakollarınızın bulunduğu ve filan filan köylerden geçen hattı tecavüz etmemişlerdir” Gerçi bu hat evvelce arz ettiğim gerek vaziyeti fiiliyenin gerek kumandan tebligatının gösterdiği hattan farklıdır, daha yukarıdadır. Fakat her ne de olsa bir tebliğdir. Azayı kirama arz etmek isterim ki, en son vaziyetinde bizim için şi­kâyet olunan bütün vaziyetler, bütün haller, İngilizlerin bize tebliğ ettiği bütün hatların şimalindedir. Hiç birisi geçilmemiştir. Şimdi Meclisi Âliye iki hükümet arasında teati edilmiş olan notaları da aynen okumak iste­rim. Bu kadar tafsilata girdiğimin sebebi mahza şudur: Biz taahhüt ettiği­miz mevadda riayet için ve uhudun tatbikatında suitefehhümden, azade bir sükunet idame etmek için ciddî ve samimî olarak çalışmışızdır. Her han­gi bir suitefehhüm olmuş ise bizim tarafımızdan sebebiyet verilmemiştir. Buna evvelemirde büyük milletimizi temsil eden azayı kiramın kani olma­ları lazım gelir. (Kaniiz sesleri)

(…)

Muhterem arkadaşlar! Bir devletin hak ve haysiyetini muhafaza etmek için ufak veya büyüğün manası yoktur. Hükümeti Cumhuriye en ufak bir meselede bile hukuk ve haysiyetin muhafazasını şiar ittihaz etmiştir. (Alkışlar, bravo sesleri) Azayi kirama vakaları bütün tafsilatiyle, hatta müteamil [mütealim] olduğu şekilden daha fazla olarak verirken cidden ne kadar haklı bir vazi­yette bulunduğumuzu ve hepimizin ayrı ayrı vicdanen ve kalben kani ol­duğumuzu gösteriyorum. Çünkü tecavüze uğrandığı zaman samimî adam­ların ve bilhassa tecavüz etmemesi yolunda yürüyen adamların dikkat ede­cekleri bir nokta vardır; Hadise üzerinde evvelden kendi vicdanını tatmin eder, haklı veya haksız olduğunu kendi nefsinde mukayese ve teslim eder. (Çok doğru sesleri) Haklı bulunduğumuzu kabul ettikten sonra gelecek hadisatı sükûnetle derpiş ve takabbül etmek mümkün olur. Vaziyeti bunun üzeri­ne baştan aşağıya tekrar mütalaa ettikten sonra huzuru âlinize arz ettim. Kendimizi her suretle haklı gördüm. Ancak mevzuubahis olan bir çok hadisat vardır ki, tarafeynde suiniyet olmadığı halde bilâirade bir müsade­meye ve bir müsellah ihtilâfa müncer olabilir.

Birtakım hatlardan bahsolunabilir. Biri Musul vilâyetinin filan zamana ait hattı budur diyor. Diğer vesikaya nazaran bir adam da hudut şudur diyor. Bu, usul dairesinde tetkik olunur bir neticeye varılmazsa noktai na­zarlarında ısrar eden her iki taraf ihtilafa varabilirler. Kezalik filan tarihte mevcut olan vaziyet şu idi. Bunu arazi veya harita üzerinde tarif ederken mutabakat için anlaşmaktan başka bir çare yoktur. Şimdi buna muhabe­ratın güçlüğünü ve mesafenin uzaklığını ilave ediniz. Londrada müzakerat cereyan ediyor. Irak’ta birtakım hadisat oluyor. Memleketin hukukunu ve haysiyetini muhafaza etmek yolunda ve bu esasta zerre feda etmeksi­zin sükûneti muhafaza ve anlaşmayı temin etmek için her çareyi aramak vazifemiz idi. Bu bir insaniyet ve bir siyaset vazifesi idi ki Hükümeti Cum­huriye bir âmili sulh ve müsalemat olarak, mevcut ihtilâfat eğer suiniyet­ten değil, suitefehhümden münbais ise, bunların çarei hallini göstermek ve buna bir yol aramak emeli hâlisini takip ediyordu. Bunun üzerine dü­şündük ki muhtelif statüko hattını, Musul Vilâyetinin şu veya bu hattını, tayin etmek için bir taraflı olarak tespit edilen hükümler üzerine şuraya veya buraya çıkmak kabil değildir, böyle bir mesele mevzubahis olamaz, yalnız mevzuubahis olan anlaşmak imkânını temin etmek için beynelmilel teşkilât ve beynelmilel tavassutlardan istifade etmek ve bu suretle me­seleyi, hüsnü suretle halletmek çaresi vardır, bu çareyi derpiş ettik. Bu­nun üzerine 10 Eylül 1340 tarihli noktaya [notaya] şu cevap verildi. (…)

(…)

Cemiyeti Akvama çektiğim telgraf :

1. İngiltere’nin 5 Teşrinievvel tarihiyle Türkiye’ye verdiği bir muhtırada Türk ve İngiliz Murahhaslarının Cenevre’de Irak hududu üzerinde statükoyu muhafaza için itilâf ettiklerini beyan etmiş ve Statükonun Lozan Muahedesinin imza olunduğu zamana ait olduğunu ve İngiltere’nin yine Türkiye’ye verdiği 29 Eylül tarihli notada bu statüko hattının tarif edil­miş olduğunu ve Fethi Bey tarafından Cenevre’de vukubulan taahhüdata tebean Türkiye Hükümetinin Kıtatına hâdisatı ahireden evvel işgal ettik­leri hatta avdet için emir vereceğini ümit ettiğini aksi halde vaziyetin fev­kalade vehamet kesbedeceğini bildirmiştir. 9 Teşrinievvel tarihli bir takri­ri şifahîde ise 5 Teşrinievvel teşebbüsatına cevap alamadığına mütehayyir olduğunu ve istihbaratına nazaran Türk memurini askerlerini işgal etmiş oldukları havaliden çekmek şöyle dursun faaliyetlerini tezyit ve yeni asker tahşit ettiklerini ve İngiltere Hükümetinin bu hale müsaade edemeyeceği­ni ve şayet Türk Hükümeti 29 Eylül tarihli notasında gösterilen hatta av­dete razı olmazsa İngiltere Hükümeti 11 Teşrinievvel zevalinden itibaren vaziyeti iade için muktazi tedabiri askeriyeyi ittihaz hususunda serbestli hareketini iktisap edeceğini ve Irak’taki İngiltere makamatı Askeriyesi bu hususta evamir aldıkları ve bundan Türk kumandanlarını haberdar etmeye mezun kılındıkları beyan olunmaktadır.

2. — Cemiyeti Akvam Meclisi ahiren Lozan Muahedesi mucibince Irak hududu ihtilâfını tetkik ettiği sırada Statükonun İngilizler tarafından ihlâl olunduğuna dair 16 Eylül ve 22 Eylül tarihli iki nota vermiştik ve Bü­yük Britanya’nın da bilmukabele 25 ve 29 Eylül tarihli iki nota ile şikâyet ve metalibat dermeyan eylediğine muttali olmuşduk. Cemiyeti Akvam Mec­lisi bütün bu notalara sahip olduktan ve meseleyi tetkik ettikten sonra 30 Eylülde karar ittihaz eyledi ve 30 Eylülde halihazırın muhafazasını tara­feyne taahhüt ettirdi. Türkiye haklı şikâyet ve müddeiyatına rağmen Ce­miyeti Akvamın 30 Eylülde tespit ettiği halin muhafazasına riayet ettiği halde İngiltere 29 Eylül tarihli notasında serd ettiği metalibte ısrar eyle­mektedir. İngiltere bu suretle Cemiyeti Akvam kararına riayet için aldığı taahhüdü nakzetmektedir.

3. — İngiltere’ye 10 Teşrinievvel 924 tarihinde verdiğimiz cevapta 21 Eylül tarihli notadaki delâilini kâmilen tahlil ve tenkit eyledikten sonra Teşrinievvelde bildirildiği gibi tarafımızdan yeni tahşidat ve faaliyet vukuunun aslı ve esası olmadığını ve 30 Eylülde tespit olunan hali hazırın mu­hafaza olunduğunu ve bu zamanda mevcut olan hattın tecavüz edilmeye­ceğini ve eşkiya ted’ibatı için cem edildiği, Cemiyeti Akvamca da malum olan kıtaatın kesafetini bir haftadan beri gerilere nakletmekte olduğumu­zu tafsil ettik. Cemiyeti Akvamın verdiği bir kararı Türkiye aleyhine ola­rak tefsir ve tadil etmesine imkânı hukuki olmadığını ilave ederek eğer İn­giltere lüzum görürse 30 Eylül tarihli Cemiyeti Akvam kararnamesinden anladığımızı yine Cemiyeti Akvamın tetkik ve hükmüne tevdi etmeye ama­de olduğumuzu beyan eyledik.

4. — İngiltere, Cemiyeti Akvam kararına riayet için aldığı taahhüdü bertaraf ederek sükûneti ihlâl ve tecavüzata kıyam ederse mesuliyet kendisine aittir. Cemiyeti Akvam Meclisinin alâkadaranın riayet ve taahhüt ey­lediği bir kararın muhafazai ahkâmı için tedabir ittihaz etmesini talep et­meye Türkiye kendisini haklı görmektedir. Cemiyeti Akvam Meclisinin aci­len haberdar edilmesini rica ederim.”

Bu, Cemiyeti Akvama verdiğimiz telgraftır. 15 Teşrinievvelde cevap aldım. Bundan evvel bu ikisi arasında sefirimizin faaliyeti ve mütemadiyen meselenin hüsnü halline medar olan temaslarıyle vaziyet tavazzuh ediyor. Cemiyeti Akvama 30 Eylül tarihli kararını tefsir ettirmek için tekrar Cemiyeti Akvama gitmek kararına İngiltere’nin temayül ettiği anlaşılıyor. Irak hududu vaziyeti hakkında 15 Teşrinievvel tarihli İngiliz notasıyle İngiltere’nin resmî cevabını alıyoruz.

(…)

Aldığım telgraf, bu suretle, bu ilk malûmat üzerine İngiliz makamatı askeriyesinin evamiri lâzıma aldığını bildiriyor. Bunun üze­rine derhal Türk makamatı askeriyesine evamiri lâzıma verdik ve Heyeti Murahhasımızın bir an evvel Cemiyeti Akvama gitmesini biz de iltizam ettiğimizi derhal ihbar eyledik. Ondan sonra Cemiyeti Akvam Kâtibi Umumisine telgraf çektim. Hulâsatan Cemiyeti Akvama tevdi ettiğimiz mesele budur. Kendi telgraflarını aldım. Biz evvelki notamızda söylediğimiz gibi 30 Eylül tarihli kararın tefsirini, Cemiyeti Akvam Meclisince tekrar tef­sir olunmasını kabul eyliyoruz. Bizim için mühim olan bir noktayı Heyeti Celileye arz etmek isterim. Biz statükonun muhafazasını ve kararı katiye kadar sükûnetin muhafazası için ciddî bir hüsnüniyeti bidayetten beri sarf ettik. Bugün dahi kanaatimiz şudur ki, sükûnet mevcut olsun. Orada her hangi bir suitefehhüm veyahut her hangi bir memurun gayreti yüzünden bir ihtilâf hadis olmasın. Çünkü kararı katî Musul Vilâyetinin mukadderatı üzerine verilecek kararı katî beşeriyetin tanıdığı adalet ve mantık mülâzahatı nazarı dikkatte bulundukça mutlaka Türk lehinde olacaktır. Buna çok itikat etmekteyim. Onun için biz sükûnet temin edecek tedbir arıyoruz.

Hudutta esasen muhafazası muktazi olan statüko hattı, hudut hattı, Lozan Muahedesinde 24 Temmuz 1923’te tespit olunan hat bizim için iyidir. Çünkü zaten bunu tecavüz etmemiştir. 30 Eylül tarihinde Cemiyeti Ak­vam Meclisince kabul edilmiş olan hat kabul edilmiş olan vaziyet, o gün­kü vaziyet. Onu dahi kabul ediyoruz. Mühim olan, arzu etmediğimiz nok­ta muğlakiyet ve müphemiyettir. Hudut üzerinde bulunan memurlara pren­sipten bahsolunamaz. Onlara sarahaten tutacakları yerleri birer birer ta­rif eylemek lâzımdır. (Doğru sesleri) İhtilâf buradadır. Cemiyeti Akvam Mecli­sinde biz hudut üzerinde sükûneti muhafaza edecek olan noktai nazarı­mızı tefsir ettikten sonra nihayet tarafeyn filan filan isimlerle tayin olunan hat üzerinde, muvakkaten kararı katiyeye kadar kalacaklardır. Neticesini istihsal etmek istiyoruz. Hüsnüniyetle istinat eden ameli ve kabili tatbik netice budur. Bu fikrimizi gerek Cemiyeti Akvam Kâtibine verdiğimiz cevapta ve gerek İngiliz Hükümetine isal ettiğimiz en son cevabî notada hu­lasaten ifade eyledik.

Azayı kiram; bu kadar mühim bir meselenin geçirdiği safahatı bü­tün teferruatiyle huzuru âlinize arz ederken meselenin hakikaten bir an evvel ıttılaınıza ve memleket için hayırlı bir vasıta olan hayırlı elinize almanıza, değeri olduğunu teslim buyurursunuz. (Tabii sesleri) Bu izahatımla biz hakikaten sükûneti muhafaza etmek ve her hangi suitefehhüme mâni olmak için kabili tasavvur olan bütün tedabiri dahi samimi­yetle ittihaz etmiş olduğumuzu teslim buyuracağınızı zannederim. Şura­sını huzuru âlinizde izhar edebildiyse Hükümet kendisini bahtiyar adde­der. O nokta, bütün hâdisat ne kadar muğlâk ve müphem olursa olsun memleketin hakkı ve haysiyeti muhafaza olunarak sükûn ve müsalemet vadisinde bir neticei halle varılmıştır. Temin ederim ki, bu netice Cemiye­ti Akvam Meclisinde takarrür edecek ve Cemiyeti Akvam Meclisinin sta­tüko hilâfında hudut hâdisesinden dolayı vukua gelecek netice tarafeynin hüsnüniyetinden mütevellit ve munzam olarak kararı katiye kadar sükû­nu temin edecek ve kararı katinin husulü ile sureti katiyede halli uzun müd­det teehhür etmeyecektir. Bunu ümidederim. (Alkışlar)

 

 

 

 

 

Devletin Genel Siyaseti Konulu BMM

Konuşmasında Lozan Barış Antlaşması ve

Musul Sorununa İlişkin Söyledikleri[76]

(09. 11. 1925)

 

(…) Avrupa ile münasebatımızdan bahsederken, evvelâ Balkanlardan bahsetmek isterim. Heyeti Celile bilir ki, biz, aynı zamanda bir Balkan devleti­yiz. Balkanlardaki huzur ve sükûndan doğrudan doğruya alâkadar bulu­nuyoruz. Balkanlarda mütecaviz hiç bir emelimiz olmadığından oradaki huzur ve sükûn için cidden şayanı ehemmiyet bir âmil mevkiindeyiz. Bal­kan devletleri ile münasebatımızda Bulgaristan Devleti ile şimdiye kadar muhadenet muahedesi aktolunmamıştı. Bu muahedename imza edildi. He­yeti Celilenize takdim olunacaktır.

Lozan Konferansında aramızda muahede imzalanamamış olan Sırp – Hırvat ve Sloven Devleti ile yeni esasat dairesinde muhadenet muahedesi akteyledik. Bu hadiseleri memnuniyetle telakki eylediğimizi ifade eylerim. Bu suretle Balkanlarda münasebatı düveliyei resmiyeyi her devletle tesis etmiş bulunuyoruz.

Yunanistan’la olan muallak mesailin, münasebatı ahtiye dahilinde intacı için, Hükümet faydalı teşebbüslerde bulunmuştur. Ümit ederim ki, bu muahedeler ve bu teşebbüsler alâkadar devletler nezdinde tasdik olunur. Heyeti Celileniz de bunları tetkik ve tasdik etmek vaziyetinde bulunursunuz.

İstanbul’da Fransızlarla, Roma’da İtalyanlarla Konsolosluk mukaveleleri akti için müsait esasat dahilinde işe başladık.

Mesaili muallâka üzerinde de arzı malûmat edeceğim:

Heyeti Celilenizin malumudur ki, bunlardan birisi koponlar [kuponlar] meselesidir. Koponlar –daha doğru bir tabirle söylüyeyim– borçlar meselesinde, bu­gün muahedenin derpiş eylediği sermayenin taksimi muamelesi, alâkada­rın ile nihayete ermiş gibidir. Bu esnada murahhaslarımız tediye akçesi­nin cinsi üzerinde de alâkadar murahhaslarla temasa geldiler. Müzakere devam etmektedir, bizim bu husustaki vaziyetimiz ve noktai nazarımız ma­lûmdur. Biz bir defa vaziyetimiz itibariyle borçlar hususunda muahede­nin derpiş ettiği ceryanı daima itina ile takip ettik. Bize hiç bir teehhür ve hiç bir vesile isnad olunamaz.

İkincisi: Muahedenin derpiş ettiği ve bize tahmil eylediği borç listesini muntazaman tediye etmek itiyadındayız ve temayülündeyiz. Ancak tediye akçesinin cinsi meselesine gelince, bu hususta bizim iktidarımız ve bizim sunumuz olmaksızın harap olan bu memleketi imar etmek vazifei esasiyemiz ve hakkı hayatımız nazarı dikkate alınmak lazımdır. (Bravo sesleri alkışlar)

Borcunuzu muntazam tediye etmeye ne kadar muvafık isek memleketin hakkı hayatına halel iras edebilecek fevkalade bir vaziyette bulun­maktan da o kadar ihtiraz etmek mecburiyetindeyiz.

Musul meselesi üzerinde de arzı malûmat edeyim.:

Lozan muahedesi, Musul meselesinde muahedenin imzasından sonra, bir konferansta mevzubahis edilmesini derpiş eylemişti. Bu konferan­sın İstanbul da toplandığı ve bir neticeye vasıl olmadığı malûmunuzdur. Fakat bir noktayı tebarüz ettirmek isterim: İstanbul konferansı akamete uğradığı zaman biz demiştik ki; Konferans, muahedenin kendine havale ettiği meseleyi mütelâaya girişmeksizin, yani muahedenin derpiş etmediği mesail karşısında bulunduğundan dolayı âdeta müzakereye iptidar [ibtidar]et­meden inkita etmiştir. Çünkü biz, muahedenin ruh ve mefhumundan ha­riç teklifat karşısında kalmışızdır. Bunu takiben geçen hadisat, İstanbul konferansının inkıtaını mucip olan hususu, dermeyan ettiğimiz fikri teyit etmiştir. Yani, muallak olan mesele, Musul Vilâyetinin mukadderatı mese­lesidir, bunun üzerinde konuşulacaktır, esas gerek Cemiyet Akvamda ve gerek Cemiyeti Akvam Komisyonunun tetkikatı neticesindeki raporda te­barüz ettirilmiştir. Ondan sonra Cemiyeti Akvamdaki safahatı bilirsiniz. Cemiyeti Akvamda, Musul meselesinin müzakeresi esnasında biz, Lozan Muahedesinin esasatı ve hututu dahilinde bulunduk. Lozan Muahedesi bir çok fedakârlıklarla istihsal olunmuş bir neticedir. Bunun bize temin ettiği haklar dahilinde meselenin bir neticeye isalini temenni eyledik. İstanbul Konferansına alt olan maruzatım, meselenin başından nihayetine kadar muahedenin hududu dahilinde, samimiyetle işi halletmek arzusu ile çalıştığımızı ve daima samimiyede meşbu olduğumuzu gösterir. Fakat bu arzu muahedenin bize temin ettiği bütün haklardan feragati istilzam etmez.

(…)

 

 

 

 

 

İç ve Dış Siyasete İlişkin BMM’de Yapılan

Konuşmada Lozan Barış Antlaşması Bağlamı ile Söyledikleri[77]

(12. 12. 1925)

 

(…)

Haricî son hadise olarak, Cenevre’den bahsetmek lazım gelirdi. Kânunuevvelde Cenevre’de heyeti murahhasamızla müzakere açıldı. Heyeti murahhasamız esas hattı hareket olarak, Lozan Muahedesiyle tayin edilen hattı hareketi takip etmektedir. Biz; sıdk ve itina ile Meclisin tastik ettiği muahedenenin hututu üzerinde bulunuyoruz. Müzakerenin tarzı cereyanı hakkında tafsilat vermek mevkiinde değilim. Bir defa böyle konferanslarda vaziyet ve safahat o kadar sık tekakup eder ki anı anına malumattar olmaya imkân yoktur. İkincisi; Heyeti murahhasa görüşürken bu müzakerenin sey­ri veya neticesi hakkında daha evvel bir tahminde bulunmak Heyeti Celilenizce de münasip görülmez. Yalnız bir noktaya nazarı dikkatinizi celp etmek isterim :

Tabiî bizim elimizde olmayan alâkadar mehafilden [mahfil –mahâfilden] müzakerenin tarzı ceryanı hakkında öyle bir neşriyat usulü takip olunuyor ki, buna göre muallak olan meseleyi halletmek için Cemiyeti Akvam Teşkilatı tarafından cid­dî bir telifi beyin [te’lîf–i beyn] tavassutu yapılmaktadır kanaati verilmek.

İkincisi; bütün teşebbüslere karşı Türkiye ihtilâfgeriz olduğu için bir neticeye varılamıyor manası telkin edilmek isteniliyor. Eğer telgraf böyle bir seyirde takip olunuyorsa, hadisattan haberdar olmıyanların yanlış bir istidlâle kapılmaları ihtimali vardır. Bu iki noktayı tavzih etmek isterim. Birincisi; telifi beyni temin edecek, mümkün gösterecek ciddî bir tavassut teşebbüsü karşısında bulunmadık. Heyeti murahhasamız – son aldığı malumata kadar– şayanimütalâ ve şayani itibar olacak ciddî bir itilâf teşebbü­süne bir taraftan muhatap olmamıştır.

Zannediyorum ki sual soran Mebusu muhtereme son dahilî ve haricî hadiseler hakkında arzı malumat etmiş bulunuyorum. (Alkışlar)

(…)

 

 

 

 

 

 

 

Türkiye’nin Genel Siyaseti Üzerine BMM’de

Yapılan Konuşmada Lozan Konferansı ve

Türkiye’nin Dış Siyasetine İlişkin Söyledikleri[78]

(03. 06. 1929)

 

Çok saygıdeğer efendiler;

Yüksek Meclisin bu seneki toplanmasının sonlarında da umu­mî siyasetimize dair görüşlerimizi söylemeği vazife saydım. Dün Hariciye Vekili aziz arkadaşımın tafsilat verdiği gibi elde olan meselelerimiz bitiriliyor. Senelerden beri ortada bulunan, vakit vakit ha­vamızı bulutlandıran meselelerin bitmesi hem memnuniyet ile kayt olu­nacak, hem beynelmilel havamıza emniyet ve huzur imkânını arttıracak mutlu bir hadisedir. Lozan nizamına mevzu olan meselelerin sonuncuları da bu suretle düzelmiş oluyor. Ancak beş sene içinde, eski mirasların ma­kul bir halle varması mümkün olmuştur. Biz bunu da Cumhuriyetin mü­temadiyen ilerleyip kuvvetlendiğine, beynelmilel sulh ve emniyet amili ol­duğunun anlaşılmakta olduğuna yeni bir delil sayabiliriz. (Alkışlar) Yaptığımız anlaşmaların hakikî kıymetleri, tabiî, emniyet ve münasebatta hali­sane dürüstü noktai nazarından elde edilecek amelî neticelerle ölçülebi­lir. Konan imzaların, söylenen sözlerin riayetsiz kalacaklarını tahmin et­meğe bir sebep görmüyoruz.

Hallolunan meselelerle hiç ilişiği olmaksızın size gelecek beynelmilel meseleler ve ihtilaflar hakkında düşündüğümüzü söyleyeceğim. Kendimizi haksız olmaktan sakınmak, icabında hakemden adalet istemek, haksızlığı baskı ile yüklemek istiyecek olanı[n] reddi için yürekli ve güçlü olmak, iş­te bizim zihniyetimiz ve millî terbiyede istikametimiz budur. (Bravo sesleri şiddetli alkışlar)

Beynelmilel münasebetlerimizde emniyet verici bir tutum, dostluklarımıza vefa, her fırsatta ve elimizden geldiği kadar sulh ve huzura hizmet; dikkatle riayet ettiğimiz esaslardır.

Bu sene yeni ve büyük ticaret muahedeleri müzakeresine gireceğiz. Bu müzakerelerde bazı devletlerle ilk defa olarak yeni esaslar içinde görüşeceğiz. İyi, geniş ticaret münasebetlerinin siyasî ve iktisadî faidelerini bil­diğimiz kadar ticarette hususi ihtiyaçlarımızı da göz önünde bulundurmağa mecbur olacağız. Ancak menfaatların uzlaştırılması ile neticeye varmağa çalışacağız. (…)

 

 

 

 

 

Türkiye ile Yunanistan Arasındaki Anlaşmanın

Onayına İlişkin BMM’de Yapılan Konuşmada

Lozan Konferansı Dolayımı ile Söyledikleri[79]

(17. 06. 1930)

 

Arkadaşlar, çetin bir mevzu üzerinde söz söylemek vaziyetinde olduğumu bilirim. Fakat bazı zamanlar vardır ki, vazife teveccüh edince insan hatta bir çok vatandaşların hoşuna gitmesebile hakikatleri bağıra bağıra söylemek mecburiyetinde kalır. Mevzubahsimiz Yunanistan’la aramızda Lozan muahedesinden tevellüt eden gerek mübadil gerek gayri mübadil, gerek etablı bütün meselelerin hal ve faslına tealluk eden bir itilafnamedir.

Arkadaşlar, bunu bir çok noktai nazardan mütalea ettiler. Milletler arasındaki meseleleri hatta vatandaşlara ait meseleleri hallederken şüphesiz beynelmilel münasebat arzusu diplomatlarda hâkim ve müessir olur. Bu­nunla beraber her Cumhuriyet hükümetinde vatandaşların hakkını koru­mak vazifesi beynelmilel münasebat ihtiyacatından daha evvel ve birinci derecede müessirdir. Arkadaşlarım emin olabilir ki, iki memleket arasında eyi münasebat tesis için senelerdenberi ciddî bir arzu ile mütehassıs oldu­ğumuz ve sureti katiyede eminim ki karşımızda bulunan komşu memleket ricali de aynı arzu ile mütehassıs bulundukları halde bu meselenin ye­di sene sürmesinin başlıca sebebi vatandaşların haksızlığa maruz kalma­maları fikrinin birinci derecede tesir etmesidir. Binaenaleyh size vatandaşların hakkı imkân dahilinde, bütün vesait dahilinde azamî derecede müdafaa edilmiş midir, bu noktayı evvela söylemeliyim. Mübadele mesele­sinde mal tasfiyesi için Lozan’da bir takım ahkam vazolunmuştu. Bu uzun bir meseledir. (…)

(…)

İki memleketin her sahada faaliyetleri birbirine eklenebilir. Kuvvet namında alelıtlak bir telakki yoktur. Siyasî kuvvet zaman ve mekan ile bir çok şerait içinde sureti mahsusada tezahür eden bir tesirdir denilebilir. Görüyorsunuz ki, bu itilafname ile herhangi bir galibiyetten daha büyük bir galibiyet kazanacaksınız. O galibiyet milletler arasındaki köklü ve marazî ihtilafları izale ederek onun yerine yekdiğerine itimat eden bir dostluk te­sisidir. Bu netice elbette her muvaffakiyetten üstün demektir: Daima hak­kın galibiyetini aramıyor muyuz? Zannediyorum ki gerek hukukî ve gerek siyasî cihetinden bütün mülahazatı söyledim. Komşumuzun dostluk temayülatına inanmak için bir çok sebeplerimiz vardır. Size bazı hatırala­rımızı nakledeyim: M. Venizeiosla Lozan’da çalışırken, bilhassa bir nokta­ya dikkat ettim ki kendisi Yunanistan’ın menfaatına taalluk eden mesailde ne kadar çetin ise, ne kadar çok uğraşmış ise ve [bizi] yormuş ise Yunanis­tan’a taalluk etmeyen mesailde Türkiye’ye zarar verecek herhangi bir noktai nazar takip etmemiştir. İlk günden itibaren iki memleketin büyük menfa­atleri arasında ayrılık olmadığı hakkındaki müşahedemiz, iki memleketin başında bulunan adamların marazî bir his ile memleketlerini yekdiğerinden uzaklaştırmak temayülünde olmadıklarını da bana gösterdi.

Kanaat ettim ki, eğer mesail tasfiye olunabilir ve eğer biz bu hakikatleri milletlerimize bağıra bağıra ve açıkça söylersek eğer her iki memleket yekdiğerinden dostluk, itimat ve istinat aramaktaki faydayı takdir ederse o müş­külatın ortadan kalkması mümkündür. Senelerden beri çalıştığımız budur. Bugün neticesini alıyoruz. Bu netice yeni bir devrenin başlangıcıdır. Münasebatımızın bugün belki anlaşılması kolay olmayacak safhalarını ve neticelerini yeni devrede herkesin görüp anlaması mümkün olabilir. Eyi bir itilafname kabul edeceksiniz. Bu itilafname ile memlekete hizmet edeceksiniz. İki memleket arasında açılacak münasebetla gelecek nesiller si­ze müteşekkir olacaktır. (Şiddetli alkışlar)

 

 

 

 

 

 

Sivas Demiryolu Hattını Açış Söylevinde

Lozan Konferansından  Yapılan

Bir Çıkarsamaya İlişkin Söyledikleri[80]

(30. 08. 1930)

 

(…) Sıvas hattı, Harbıumumiden evvel Reji Jeneral Fransız şirketine verilmişti. Lozan muahedesine göre aynı inşaat şirketile tekrar görüşülücekti. Eğer bir anlaşma olmazsa, şirket tazmin edecek, eski mukavele tasfiye olunacaktı.

 

İlk Başvekaletimden çekildiğim vakıt Başvekil Fethi ve Nafia Vekili Feyzi Beyler Sıvas hattını Reji Jeneral şirketine yaptırmak için ciddi ve samimi olarak imkân aradılar. Tekrar Başvekil olduğum zaman, hattı bahsolunan ecnebi sermayesile yaptırmak için gayrı kabili tahammül ağır şerait karşısında bulunduklarından imkân hasıl olmadığını söylediler.

 

Bugünkü muarızlarımın yaptıkları bu tecrübe, benim gün geçirmeyerek devlet bütçesinden çare aramamdaki isabeti bir daha gösterir.

 

Zaten isteğimiz bir işi istediğimiz müddet zarfında ecnebi sermayesine yaptırabilmek için o sermaye üzerinde bu kadar mutlak bir hakimiyeti nasıl tasavvur edebilirsiniz?

 

Hatta şirketlerin yapacağı böyle işlerin nihayet mebdeini kestirebilirsiniz. Fakat, devam ve hitamını mukavele ile kestirmeye çalışsanız bile hakikat ve tatbikatta tasavvur olunmaz hudutlara çıkmaktadır.

 

Haydarpaşadan İzmite şimendifer inşaatı 1871 Ağustosunda başladı. Bu hattın Ankaraya gelmesi 1892 nihayetindedir. Tam 21 sene. Aydın hattı, Süveyş kanalı açılmadan evvel, bir Basra hattı ve Hindistan yolu maksadı da mündemiç olarak 1856 da başladı. Bugün Aydın hattı 600 küsur kilometredir ve bu hale ancak 1912 senesinde erişmiştir. Tam 50 seneden fazla bir inşa müddeti. Bağdat hattının nasıl siyasî maksatlar ve ihtilâtat pahasına meydana çıktığını bilirsiniz.

 

Görüyor musunuz, şimendiferlerimizin sizin istediğiniz suretle millî ihtiyaç noktai nazarından kabili tahakkuk olduğunu ümit ettirecek mazide hiç bir misal yoktur. Benim gibi hadiselere, hakikatlere hayalsiz, yaldızsız, çırçıplak göz dikmek cesaretine malik olan herhangi bir mes’ul adam benim tuttuğum sade yoldan başkasını takip edemezdi.

 

Şimdi beni tenkit edenlerin diğer hayallerine cevap vereyim: Şimendifer hatlarını gene devlet tarafından yaptırmak, fakat parasını istikraz ile hariçten ve munhasıran bir muamelei maliye olarak tedarik edip sarfetmek, niçin mümkün olmamıştır?!

 

Ben Lozandan şu müşahede ile döndüm: Türk milletinin askerî ve siyasî sahalarda kazandığı muvaffakiyetlerin bahşettiği millî haklar teslim olundu.

 

Fakat Avrupa mahrum edildiği bütün imtiyazları Türk milletinin geçireceği malî buhranlar sayesinde kâmilen istirdat etmek ümidinde idi.

 

Bu bir tahmin değildir. Bu sözler en salâhiyattar ağızlardan benim yüzüme karşı söylenmiş açık fikirlerdir.

Avrupa’nın bu sözlerini, Türk milletine karşı sabit bir husumet fikrine atfetmeyiniz. Bu, çıkmaz bir yoldur.

Millî mücadele sahalarında her millet, esaslı imtihanları kendisi vermeye mecburdur. Binaenaleyh, biz Avrupanın hitabını realist acı bir imtihan devri şeklinde ve tabiî telâkki ettik. (…)

 

 

 

 

Ankara İnkılap Kürsüsü’nün Açılışı

Dolayısıyla Verilen “Türk İnkılâbı” Konulu İlk Ders /Konferansta

Lozan Barış Antlaşması’na İlişkin Söyledikleri[81]

(20. 03. 1934)

 

 

(…) Yeni Türk devletinin milletler arasında vaziyetini ve siyasi prensibini Lozan sulh muahedesinin şu mahiyetinde bulacaksınız. Bu mahiyet, milletlerin istiklâline hürmet esasına ve milletlerin biribirile müsavat üzere konuşmalarına istinat eder. (…)

 

 

 

 

 

 

Yedinci Artırma ve Yerli Malları Haftası

Nedeniyle Ankara Halkevi’nde Verilen Söylevde

Lozan Barış Antlaşması Dolayımıyla Söyledikleri[82]

(12. 12. 1936)

 

(…) Milli devlet ilk temellerini atarken, Arap memleketlerini Arap milletine bırakmağı kendi siyasetine esas tutmuştur. Bunu, resmi olarak Misakı Millide ilân ettik. Misakı Milliyi o zamanki güç şartlar içinde zaruri olarak yapılmış saymak yanlıştır. Misakı milli şuurlu bir siyasetin ve derin bir kanaatin ifadesidir. Çünkü misakı millide zikredilen Türk memleketlerini bize hazır vermediler. Biz onları istihsal etmek için dünyanın galip devletlerine karşı daha dört sene harbettik. Daha dört sene harbettikten sonra kazanılan muzafferiyet neticesinde Arap memleketlerine karşı olan vaziyetimizi ve zihniyetimizi değiştirmedik. Lozan Muahedesinde bir çok mücadelelere ve bir çok tazyiklere karşı Türk milletinin istiklâlini ve haklarını müdafaa ederken Arap milleti üzerinde bir manda tesis olunmaması için yani Arap istiklâline münafi bir vaziyeti muahedede kabul etmemek için de çok eziyetler çektik. En nihayet kabul ettiğimiz bu mıntakaların alâkadarlara bırakılmış olmasıdır. Alâkadarlardan maksat eğer manda sahibi devletler olsaydı bu kadar mücadeleye lüzum olmaksızın onların adını sadece zikretmek kifayet ederdi. Alâkadarlar, herkesten evvel, bizim nazarımızda, bıraktığımız memleketlerin halkı idi.

(…)

 

 

 

 

 

 

Şark Demiryolları Ayrıcalıkları ile

Tüm Mallarının Devlet Tarafından Satın Alınmasına Yönelik

Sözleşmenin Onaylanmasına İlişkin BMM’de Yapılan

Konuşmada Lozan Barış Antlaşması

Bağlamı ile Söyledikleri[83]

(26. 04. 1937)

 

(…)

Hakikat şudur: 929 mukavelesi o şerait altında istihsali kabil olan azamî bir neticedir, bu mukavele 927’de Meclise verilmiştir. 927 daha bizim Anadolu hattını dahi satın almadığımız bir zamandır. Hiç bir hattı satın almamışız, bir şirketle temas etmemişiz. Henüz şirketlerle Lozan muahedesinin mecburî mütemmimi olan (Readaptasyon) ahkamını tatbik etmek istiyoruz. 927, henüz düyunu umumiye meselesinin kamilen açık olduğu bir zamandır. Yani düyunu umumiyenin altın esası üzerine tediye olun­ması ve bizim noktai nazarlarımızca kağıd para üzerinden tediye olunma­sı münakaşası 928 mukavelesile daha ilk neticesine varamamıştı.

Bu şerait altında 927’de mukavele Meclise sevkolunmuştur. Meclis bunu tetkik etmemiştir. Yalnız Hükümet tetkik etmiştir denilemez. Bu mu­kavele Meclisten 929’da çıktı. Mecliste iki sene kaldı. (…)

(…)

Hepimiz mukavelelerin ahkamı dairesindeyiz. Bütün bu münakaşalar 1937 mukavelesinin Meclisin tasdikine arzolunması münasebetile geliyor. Nasıl 1929 mukavelesinin münakaşası bir gün Büyük Millet Meclisini ve efkarı umumiyeyi işgal etti ise 1937 mukavelesinin de bir gün Büyük Millet Meclisinde bir çok zevkli ve hararetli münakaşalara mevzu olması müm­kündür. Gerek Receb Peker’in ve gerek Ali Çetinkaya’nın vücude getirdik­leri işlerin iyi tarafları arkadaşlarımındır, amma mesul taraflarına iştirak ederim ve onlardan daha evvel gelirim. (Şiddetli ve sürekli alkışlar) (Bravo sesleri) (…)

 

 

 

 

 

 

Atatürk’e Teşekkür

 

 

 

Lozan Barış Antlaşması’nın Yıldönümünü

Kutlaması Üzerine Atatürk’e Gönderilen Mektup[84]

(26. 07. 1938)

 

Zarf: Büyük Reisicumhur

Atatürk

Yüce huzuruna

 

Büyük Sevgili Atatürk

Lozan günü vesilesi ile iltifatınızı söyletmek lütfunda bulundunuz. Kendi ızdırabınızı unutarak bana yeniden sağlık, bahtiyarlık verdiniz. Şükran ve minnetlerimi kabul buyurunuz.

Velinimetim Atatürk.

Katiyen eminim ki bu hastalık günlerini geçireceğiz. Siz, bütün Afiyet ve neşenizle ve şerefle daha çok uzun seneler millet ve memleketi idare buyuracaksınız.

Derin tazimle ve dayanılmaz bir özleyişle, ellerinizden öperim velinimetim...

26.7.1938

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Lozan Konferansına İlişkin Anı, Anlatı, Demeç,

Makale ve Söyleşiler

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Lozan Günü – Lozan Barış Antlaşması’nın

29. Yıldönümünde Gençlere Lozan Anlatımı[85]

(24. 07. 1952)

 

Lozan Muahedesinin imzalandığı gün zahmet edip buraya geldiniz. Bu güzel topluluk sizlerle tanışmama ve konuşmama vesile oldu. Hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim.

Lozan Muahedesi görüşmeleri 1922 sonbaharında başladı ve 1923 Temmuz’unda bitti. Arada bir iki aylık kesilme devresi vardır, onunla beraber sekiz ay sürmüştür.

Lozan Muahedesine biz Mudanya Mütarekesinden gittik. İmparatorluk Birinci Cihan Harbinde kaybetmiş ve bütün hakları tasviye [tasfiye] edilmişti. Bununla beraber bizler, yeni Türk Devletinin mağlup durumda olduğunu kabul etmiyorduk. İmparatorluğun mağlup olmasına rağmen ilk günden beri Türk milleti mücadele etmiş ve yeni bir harbe girmişti.

Lozan Muahedesinin ilk müzakereleri eşit haklarla müzakere mevzuu üzerinde başlar. Birinde Yunanlılar ve Mondros’un galip devletleri olduğunu söyleyenler, diğer tarafta ise Amerikalılar.

Yunanlılar bizimle ayrı bir sefer yapmışlardır. Bunu hesaba katmayıp, Mondros Mütarekesi haklarına dayanarak salona oturduklarını söylüyorlardı. İlk münaşaka daha konferans açılmadan söylenecek nutuklar üzerinde çıktı. Karşımızdakiler, Lozan Konferansını Orta Şark meselelerinin halli için toplanmış gibi bir hava vermek istiyorlardı.

Çok ehemmiyet verdikleri bu konferansta Lord Curzon, Fransız Cumhurbaşkanı Poincaré ve İtalyan murahhası olarak da Mussolini bizzat konferansa gelmişlerdi. Biz Lozan Konferansına ilk anlaşmayı Fransızlarla yapmış olarak, Ankara İtilâfnamesi ile Adana ve Gaziantep hudutlarını çizmiş olarak giriyorduk.

Onların hazırlanmış oldukları bir programa göre evvela konferans açılırken muhtelif devlet temsilcileri birer nutuk söyleyeceklerdi. Bu kararı bize de tebliğ etmişlerdi.

Mösyö Poincaré ve ben Lozan Palas otelinde oturuyorduk. Benimle konferansdan evvel temas etmek istedi ve beni Paris’e davet etti. Poincaré o zamanlar yalnız Fransa’nın değil bütün dünyanın en ileri gelmiş siyaset adamlarından biriydi. Benim konferansın açılacağı gün söyleyeceğim nutku görmek arzusunu gösterdi. Ben de gösterdim. Zehir zemberek bir şeydi o nutuk. Anadolu’dan yeni gelmişiz. Sıcağı sıcağına... Çok eziyetler çekmişiz. “Aman” diyordu, “Konferans iyi bir hava içinde açılsın. Sulh yapacağız.” diyordu.

Nutkumuzu çok sert bulmuş. “Yalan mı?” diyordum, “Şunları şunları yapmadınız mı? Bu anlattıklarımız yalan mı?” diyordum. Mırın kırın etti, fakat ısrar ediyor ve bazı değişiklikler yapmamı istiyordu. Esası bozmayacak şekilde sadece bir kaç kelime değiştirmeye razı oldum.

Konferansta ilk nutku İsviçre Cumhurbaşkanı söyleyecek ve sonra normal müzakerelere başlanacaktı. Tam konferans binasına hareket ederken Poincaré geldi. Benim nutkumun metnini bildiği için telaşa düşüp onlara gitmiş anlatmış ve hepsini ikna etmiş, konferansta hiç kimse nutuk vermeyecekmiş, hepsini razı etmiş. Pekala dedim ve bir kişi konuştuğu taktirde derhal çıkıp benim de nutkumu okuyacağımı bildirdim.

Konferans başladı. İsviçre Cumhurreisi kısa ve nazikâne bir nutukla çıktı. O iner inmez fevkalâde İngiliz Murahhası Lord Curzon söz aldı. Halbuki hiç kimse konuşmayacaktı. Daha ilk günden böyle bir muamele ile karşılaşmıştık. Lord Curzon nutkunu bitirdi. O, yerine oturmadan ben kürsüye koştum, kimseden söz istemeden konuşmaya başladım. Etraf şaşkınlık içinde iken başladım ve zehir zemberek nutku baştan sona kadar okudum. Ses çıkarmadan sonuna kadar dinlediler. Nutuk bitince İsviçre Reisicumhuru yerinden kalktı ve “Celse bitmiştir beyler” diyerek toplantıyı kapattı.

Herkes dışarı çıkı. Koridorda Lord Curzon beni yakaladı ve lâtife ederek “Hani kimse konuşmayacaktı” dedi ve ben de “ Hani bir kişi konuşmayacaktı? Bir kişi konuştu, ben de konuştum” dedim ve sordum:

                – Biz bu konferansa eşit haklarla gelmedik mi?

                – Evet, dedi ve sustu.

Bunları sizlere anlatmaktan maksadım şudur:

Enternasyonal müzakere ve konuşmaların daima müsavi şartlar içinde cereyan etmesi lâzımdır. Biz Lozan’da bu müsavi şartları temin ederek davamızı yürüttük. Konferansın resmi dili Fransızca ve İngilizce idi. Esasen bu bütün enternasyonal görüşmelerde böyle kabul edilmiştir. Ben itiraz ettim, “Bir de Türkçe olacaktır.” dedim. Kıyametler koptu. Hepsi “Türkçe bilmiyoruz ki” diye haykırıyorlardı. “Ben ihtiyaç hissedersem Türkçe de konuşurum” dedim. Nihayet buna da razı oldular.

Lozan Konferansı iki esas üzerinde cereyan etmiştir. Biri Müttefiklerle, diğeri de Amerikalılarla olmak üzere iki antlaşma yapılmıştır.

Amerikalılar ve biz ayrı ayrı otellerde oturuyorduk. Bize teklif yaptılar, “Toplantıyı isterseniz sizin oturduğunuz otelin salonunda yapalım, bizim başkanlığımızda cereyan etsin. İsterseniz bizim otelin salonunda yapalım, siz başkanlık ediniz,” dediler.

“Sizin otelin salonunda yapalım,” dedim ve toplantıya ben başkanlık ettim. Bu görüşmelerde ne kadar hassas olduğumuzu Amerikalılar bildikleri için iki şıklı bir teklif yapmışlardı.

Memleketin mukadderatını çok yakından ilgilendiren siyasî meselelerde siyaset adamlarına çok büyük vazifeler düşmektedir. Onlar en büyük hassasiyeti göstermeye ve bütün bilgilerini kullanmaya mecburdurlar. Lozan Konferansının bütün seyrinde ciddi bilgi, ciddi ilim, ciddi çalışmaya ihtiyaç vardı.

Sizlere şimdiye kadar konferansın lâtife ile karışık olan kısımlarından bahsettim. Şimdi de biraz ciddi cephelerinden bahsetmek isterim.

Genç arkadaşlarım, kapitülasyonlar inkişafımızı durduran, millî bir devlet kurmamıza manî olan büyük bir meseleydi. Kapitülasyonlar meselesi biz konferansa girmeden evvel onların arasında başlamıştı. Bu haktan faydalanan devletler diğerlerine aman bu haktan vazgeçmeyiniz diye sarılıyorlar ve ısrarla kalması için evvelce hazırlıklar yapıyorlardı. Biz daha Birinci Dünya Harbine girmeden evvel kapitülasyonların ilgası için Almanlara müracaat etmiştik. Harbe girerken bile onlara kabul ettirememiştik.

Hiçbir devlet ben kapitülasyon istiyorum demez. Siz bir devlete diğer devletlerden ayrı bir fazla hak tanımış iseniz, diğer devletlerde karşılıklı olarak bu haktan istifade hakkına maliktirler. Bu anlaşmalar daima karşılıklı, mütekabiliyet esasına dayanır. Siz Fransa veya İngiltere’ye bu imtiyazı vermiş iseniz diğer yeni kurulan bir devlet gelir, aynı hakkı kullanır. Şekil hükümde mütekabiliyet ve en ziyade müsaadeye mazhar millet esasıdır. Çünkü hiçbir devlet diğer devletlerden eksik bir durumu kabul etmez. Birisine bir şey verince ötekilere de teşmil etmek lâzım gelir. Lozan konuşmalarında hepimizin yüreğindeki aşk ve arzu kapitülasyonların kaldırılması arzusuydu.

Konferans toplantılarından bir hafta kadar evvel Poincaré beni Paris’e davet etmişti. O esnada İngiltere’de seçimler başlamış olduğundan konferans toplantıları bir hafta tehir edilmişti. Seçimlerin neticesine intizar olunarak toplanılması esası kabul edilmişti. Paris’e gittim. Orada görüştük. Poincaré, o devrin en büyük siyaset adamı telaşlı görünüyordu.

Ona: “Sulh var mı?” diye sordum. “Evet var, yapacağız,” dedi. “İstanbul’u tahliye edeceksiniz” dedim. “Evet edeceğiz” diye cevap verdi.

İstanbul’u tahliye kafî değildi. Boğazlarda bir yerde kalmak niyetinde idiler. Ona “Boğazların şurasında burasında falan kalmak yok” dedim, “Evet Boğazları da tahliye edeceğiz” dedi.

Memleketin en mühim meselelerinden birisi ve uğruna çarpıştığımız işlerden birisi de ekalliyetlere tanınan imtiyazlar meselesi idi. “Ekalliyetlere hiçbir imtiyaz yok” dedim.

İtiraz etmek istedi. “Nasıl olur, işte onlar çoktur, siz İstanbul’da ve bazı yerlerde azsınız” dedi. Israr ettim. Bunu da kabul etti. Memleketten çıkıp gitmeleri şarttı. “Herhangi bir yerde sivil veya askeri kontrol yok” dedim. “Olmaz” dedi. “Siz zayıfsınız. Yardıma ihtiyacınız olur” Gayet kat’i konuştum. “Pekala” dedi, “bunu da kabul edeceğiz.”

Sıra kapitülasyonlar meselesine gelmişti. “Tabi, dedim, kapitülasyonları tamamen kaldırıyoruz.”

Yarım saat devam eden konuşmamızda ilk üç teklifim dört beş dakikada kabul edilmişti. Geriye kalan zamanı hep kapitülasyonlar üzerinde münakaşa ile geçirdik.

“Nasıl,” diyordu, “imkânı yok kapitülasyonlardan vazgeçemeyiz. Bunlar bizim için lâzımdır. Sonra sizin için de lüzumludur. Bu bütün milletleri alâkadar eden bir iştir. Bunu asla kabul edemeyiz.”  “Kalkacaktır” diye ısrar ediyordum ve “bu fikrinizi değiştireceksiniz” diyordum. O usta bir politikacı olarak reddetmiyor ve “evet anlaşacağız, bu fikrinizden vazgeçeceksiniz” diye mukabelede bulunuyordu.

Uğrunda en fazla mücadele ettiğimiz ve bizim için en başta gelen hayati bir mesele teşkil eden kapitülasyonlardı. “Kabul edilmezse konferansı terk ederim” dedim. Bu hava içinde konferans görüşmeleri başladı.

Kapitülasyonlar kadar ehemmiyetli bir mesele de kabotaj hakları işi idi. Düşününüz bir defa, İstanbul’dan Trabzon’a kadar İtalyan vapuru ile gidiyordunuz. İzmir’den Mersin’e bir Fransız vapuru ile... Israr ettik. “Bu kalkacaktır” dedik. “Olmaz” diye dayattılar. “Bu karşılıklı bir haktır. Siz de Fransa ve İngiltere limanları arasında istediğiniz şekilde gemi işletiniz kabul, anlaşalım” dediler.

Gülüyorsunuz değil mi? İşin ne kadar ince ve basit olduğunu siz de anlıyorsunuz, değil mi? Komik bit teklif ve bizim için imkânsız bir şey. Reddettik.

Konferansta Amerika, İngiltere büyük murahhası ve ben mücadele halindeydik. Biz onlara teklifimizi bildirirken Lord Curzon asabiyetten kendinden geçiyor ve bana:

“İsmet Paşa, bu olamaz dediklerinizin de olması için ısrar ediyorsunuz, ve sabrımızın tahammül hududunun sonuna kadar gidiyorsunuz. Unutmayınız, bu olamaz dediklerinizi cebimize atıyoruz. Siz harap ve fakir bir memleketsiniz. Bu memleketi imar etmek için muhtaç değil misiniz? Bir gün bize size yardım etmemiz için geldiğiniz zaman cebimize attıklarımızı teker teker çıkarıp bunların hesabını sizden soracağız” diyordu.

Bunu yüzüme karşı haykırmıştı. Yerimden fırladım ve şu cevabı verdim:

“Şimdi bütün haklarımızı alacağız. Sonra gelir de karşınızda diz çökersek o zaman cebinizden çıkarınız. Fakat bu hiçbir zaman olmayacaktır.”

Haklarımızın hiçbirinden vazgeçemezdik. Kapitülasyonlar veya kabotaj hakkını bırakamazdık. Japonya murahhası da aleyhimizde konuşuyordu. Bana “bizi misâl alsanıza, ne ızdıraplar çekmiş milletiz bu yüzden kapitülasyonlar ve kabotaj hakkı kalsın, buna muhtaçsınız” diyordu.

“Siz, bu kadar ızdırap çekmiş olduğunuzu söylediğiniz halde bu hakkın baki kalmasını nasıl, hangi cesaretle teklif ediyorsunuz” diye sordum, sustu.

Size siyasî hayatında misâllerini görmüş bir devlet adamı olarak söylüyorum gençler, devletlerin birbirlerinden bir lütûf şeklinde dahi olsa ufak bir hak verildiğini gördüler mi, diğer devletler, en yakın dostunuz dahi olsa derhal bu haktan istifade etmeye çalışacaklardır.

Japonya, Türkiye’deki kapitülasyonlardan kendisi de faydalanmak istediği için böyle söylüyordu.

Biz Lozan Muahedesini imza edip geldik. Ondan sonra Avrupa’da müahedenin tasdik edilmesi meselesinde şiddetli münakaşalar ve mücadeleler başladı.

Muahedeyi bir sene sonra tasdik ettiler. Bu müddet zarfında bizim durumumuzu yakından takip ettiler.

Lozan, temel fikir olarak millî devletin kurulmasını, istiklâli, milletlerarası hak ve hukuk eşitliği mefhumlarını gaye ittihaz etmiş bir konferanstır. Münevverlerimiz ve gençlerimiz bu zihniyetle muahedeyi mütalaa ederlerse, siyasî tarihimizin geçirdiği başlı başına birçok değişiklikleri çok iyi kavrarlar.

Türk Devleti, haysiyeti, şerefi ve kadri, milletler arasında itibarı ve hukuku, sağlam temellere dayanan kuvvetli bir devlet olarak kurulmuştur. Muhafazası büyük kuvvet ve millî birlikle mümkün olacaktır.

Bütün bu meseleleri hikâyeler ve fıkralar halinde nakletmek ve sizlerle görüşmek fırsatını bana verdiniz. Hepinize teşekkür ederim.

 

 

 

 

 

 

Lozan Günü – Lozan Barış Antlaşması’nın

30. Yıldönümünde Gençlere Söyledikleri[86]

(24. 07. 1953)

 

Tebrikinize teşekkür ederim. Lozan muahedesi yeni Türk cemiyetinin kurulması için lâzım olan milletlerarası vasatı hazırlamak yolunda dahi esas olmuştur. Büyük ıslahat yapmak fikrinde olan Türkler, bu emellerinde güçlük çıkarmıyacak şartları Lozan’da bulacaklardı. Millî Mücadele’yi yapan ve Lozan’ı vücude getiren Türk nesilleri, ıslahat ve inkılapları da yaptılar ve yeni Türk cemiyetini kurdular. Büyük Atatürk aziz eserleri olan Cumhuriyeti ve inkılapları Türk gençliğine emanet etti. Vazifesini hakkiyle anlamış olduğunu birçok fırsatlarla ıspat etmiş olan genç nesillerimizi bu Lozan gününde ben de yürekten güvenerek kutluyorum.

 

 

 

 

 

 

 

Lozan Günü – Lozan Barış Antlaşması’nın

33. Yıldönümü Dolayısıyla Yapılan Konuşma[87]

(24. 07. 1956)

 

Lozan gününde size bu muahedenin  bir esasını anlatacağım. Bu esas bugüne kadar Avrupa ile yapılan millî mücadelelere temel olmuştur. Bundan sonra da bir de Lozan Konferansının açılışına ve kapanışına ait bir hikâye söyliyeceğim:

Önce esastan başlayalım. Lozan Muahedesi mukaddimesinde milletlerin istiklâline hürmet ve riayet prensibine istinat edilerek muahedenin tanzim olunduğunu kaydeder. Bu cümle bizim Millî Mücadelenin dile getirdiği başlıca bir mefhum idi. Bu cümle Lozan Konferansı’nın inkıtaa uğradığı ilk devrede müttefiklerle aramızda uyuşmak için koparılan neticelerden biriydi. Bu kayıt birinci inkıta devresinde istihsal olunmuş ve ondan sonra süren altı aylık mücadelede bütün icapları ayrı ayrı hükümler halinde muahedeye sokulabilmiştir.

Avrupa ile şark devletleri öteden beri müstakil devletler olarak münasebette bulunmuşlar ve görünüşte ve protokollarda birbirlerine müstakil muamele yapmışlardır. Amma, hakikatte Avrupalının Avrupalı olmayan müstakil milletler içinde mektepleri ve kendi din ve mezhebinden ve ırkından olan insanları hususî imtiyazlar içinde yaşamışlar ve Avrupalının emtiasına millî iktisat hükümleri tatbik olunmamış ve Avrupalı yerli mahkemeler ve hâkimler karşısında kayıtsız olarak yerli vatandaş gibi muhakeme edilmemiştir.

Türk Millî Mücadelesinin anladığı, uğraştığı, istiklâl ve müstakil devlet işte bu saydığım kayıtların lağvolunduğu bir millî mevcudiyet idi.

Şurasını da söyleyeyim ki kayıtların hepsini de saymış değilim. Meselâ, sıhhi hizmetler, küçük san’at mensupları ve kabotaj haklarına ait olanlar gibi.

İşte, Lozan Muahedesi nazarî olarak ilk üç ayda kabul ettiğimiz milletler istiklâline riayet prensibinin ne demek olduğunu tarif ve tesbit etmek için daha altı ay geçen bir mücadelenin bir neticesi olmuştur. Bu bakımdan Lozan Muahedesinin iki fârik vasfı tarihin sinesine hakkolunmuştur.

Birisi, Avrupa’da çok kimse 1923’de Lozan Muahedesinde tesbit olunan hükümlerin zaman içinde mahfuz kalacağına inanmıyordu. Zaman zaman çıkacak siyasî güçlükler Lozan’da elde edilmiş neticelerin geri alınacağını ümit ettiriyordu. Siyasî tesirlerden daha mühim iktisadî ve malî zaruretler Lozan Muahedesinde elde edilen nimetlerin kaybolmasına sebep olacağını kuvvetle zannediyorlardı. Bana büyük murahhaslardan birinin dediği gibi: (Harap olmuş bir milletin imarı ve kalkınması için elbette paraya ihtiyaç olacak idi. Bu paraları istemek için İsmet Paşa Avrupa’nın karşısına gidip diz çöktüğü zaman Lozan’da reddettikleri birer birer çıkarılıp kendisine uzatılacak idi.) Bunu bana bir akşam pek mahdut kişili hususî bir cemiyette murahhaslar neş’e içinde söylemişlerdir. Ben de kendilerine cevap verdim: (Şimdi Türklerin reddettiklerine siz razı olunuz. Beklediğiniz gibi karşınıza gelirsem dilediğinizi söylersiniz.)

Bugün 33 seneyi doldurmuş oluyoruz. Kazanılanları muhafaza etmek için şimdi etrafımda bulunan genç cemiyet 1923’deki İsmet Paşa’dan çok daha azimli ve kuvvetli görünüyor.

İkinci fârik vasıfta Lozan Muahedesinin Türkiye dışında tarihe mal ettiği büyük cereyan bugüne kadar milletlerin kendi kaderlerine hâkim ve müstakil devlet olmaları ideallerine misâl ve kuvvet vermiş olmasıdır. Ondan sonra sayısız milletler müstakil devlet oldular. Onlar içinde bir çokları ile devletimiz dostluk münasebetleri ve siyasî rabıtalar kurdu. Ve yeni müstakil devletler içinde kendi nefsine itimatı olan bir çok asalet sahibi, kültür ve siyaset adamlarına rastgeldim ki, milletlerin istiklâl mücadelesinde Türk misâlinin kendilerini teşvik ettiğini alicenap bir insaf ile söylemişlerdir. Tabi bu sözler bizim için lütûfkar olduğu kadar asıl söylenenlerin kendi ruhlarındaki kuvveti ispat edecek mahiyettedir.

Size Lozan Muahedesinin mücadele konularından kısaca bahsettim. Düyunu umumiye ve umumiyetle malî ve iktisadî meseleler, imtiyazlar dahil olduğu halde bütün meselelerin en çetini adlî kapitülasyonlar olmuştur. Kayıtsız şartsız Türk mahkemesinin hükümlerine Avrupalının tâbi bulunmasını önlemek için hiç bir teşebbüs, yani imkânı olsa zecir ve şiddetin hiç bir şekli fazla görülmüyordu. Ve Türklerin rızasını temin etmek için onları celp ve ikna etmeye yarıyacak hiç bir bedel ve ivaz aşırı telakki edilmiyordu. Fakat sulh yapmak için adlî kapitülasyonların dahi kaldırılmasına razı olmak çaresiz olmuştu. Avrupa ile Lozan Muahedesini imza ettikten sonra Amerika ile müzakereye başladım. Zannederim Lozan müzakerelerine eklenerek bir ay kadar da Amerika konferansı sürdü. Nihayet onu da imza ettim. Lozan Muahedesinin imzasından ve B. M . M. nin de tasdikinden sonra Avrupalılar tarafından tasdik olunması muamelesi de bir seneye yakın sürmüştür. Görüyorsunuz ki, muahedenin  meriyete girmesi bile ne kadar uzamış ve artık açıktan belli olmayan engellerle karşılaşmıştık. Dahası var, Birleşik Amerika imza ettiğimiz Lozan Muahedesini Senatoda tasdik etmemiştir ve muahede meriyete girmemiştir. Sebep adlî kapitülasyonların ilgası maddesini kabul etmemeleridir. Sonra zaman ile bu meseleler unutulmuş ve Birleşik Amerika ile de her çeşit dostluk muahedeleri imza edilmiştir.

Sözün başına geliyorum. Demek Lozan’da yaptığımız mücadelelerin en ehemmiyetlisi, adlî istikrar üzerinde cereyan etmiştir. Ümit ederim ki, adalet meseleleri üzerinde ne kadar titiz ve tatmin edilmez duyarlılıkla ısrar ettiğimin tarihî, siyasî ve ruhî âmillerini kavramış bulunuyorsunuz.

Evet sözlerimin öteki mebdeini hatırlatıyorum. Lozan Muahedesinin hükümlerini yeni Türkiye hiçbirini geri vermeden muhafaza etmek kudretini ispat etmiştir. Bundan sonraki zamanlar yeni Türk nesillerinin emanetinde daha ziyade teminat altındadırlar.

Lozan Muahedesi yeni milletlerin müstakil devlet haline gelmesi ve istiklâl sözünün Türklerin anladığı mânada kabul ettirilmesi gibi bir mücadele devri açmıştır. Size vaadettiğim Lozan Muahedesinin esasına ait olan kısım bu kadardır. Açılışına ve kapanışına ait hikâyeyi gelecek sene bugün söyleyeceğim.

(...)

 

 

 

 

 

Lozan Günü – Lozan Barış Antlaşması’nın

34. Yıldönümünde Gazetecilere Lozan Anlatımı[88]

(24. 07. 1957)

 

Lozan gününü sizinle pek yakında görüşmüştüm. Sene geçmiş haberim yok ne anlatmışım hatırlamıyorum. Hazırlıksız sözlerimi mazur görünüz.

Lozan Muahedesinin ana hatları şunlardır:

Hudutlar, Arap memleketlerinin kaderi ve mandalar, ekalliyet faslı, askeri meseleler, Boğazlar, kapitülasyonlar, borçlar, tamirat, Düyunu Umumiye, halk mübadelesi.

Bu hükümler Cihan Harbinden sonraki Sevr Muahedesinde her biri bize yaşama hakkı bırakmıyan genişlikte, sertlikte ve insafsızlıkta idi. Memleket nüfuz mıntıkalarına çok kolay müdaheleler, açılmıştır, ekalliyet devlet içinde devlet haline gelmişti. Müslüman milletler arasında bile Türklere karşı imtiyaz konmuştu. Ordu eksik silahlarla sanırım 30 – 40 bin derecesine inmişti. Boğazlar enternasyonal murakabe altında idi. Sevr Muahedesinin bu hükümlerini silâhla iptal ettikten sonra, yahut iptal ettirdiğimiz kanaat ve ümidiyle Lozan’a gittik. Lozan’a başlamadan bir hikâye: Biz Lozan Konferansına giderken, büyük devletler arasında Fransızlarla yakınlaşmıştık. Daha evvel aramızda Ankara İtilâfnamesi ile sulh olmuş gibi idi. Muadelesiz sulh, onun için münasebetlerimiz daha iyi idi. Lozan Konferansına gittiğim zaman, İngiliz intihabatı sebebiyle konferans toplanmamıştı. Bizi davet ettikleri gün bulunmadılar diye bir basın toplantısı yaptım. Kıyameti kopardım. Bizim mekteplerin Fransızcası ile uzun müddet işlenmemiş bir meleke ile Avrupa ortasında büyük devletler aleyhine neler söylediğimi Allah bilir. Bir hafta sonra konferans toplanacağı için Fransız hükümeti beni Paris’e davet etti. Paris’te ilk işim Mösyö Poincaré ile görüşmek oldu. O zaman Başvekildi. Tabii bütün merakım sulh var mı yok mu bunun üzerine bir teşhis koymaktı. Mösyö Poincaré’ye sulh olup olmıyacağını sordum. “Elbette olacak” dedi. “İstanbul’dan çıkacaksınız” dedim. “Çıkacağız” dedi. “Gelibolu yarımadasından da çıkacaksınız” dedim, “evet” dedi. “İyi anlıyalım”, dedim “memleketin herhangi bir köşesinde ufak büyük bir ilişik bırakmanız tasavvur olunamaz” dedim “Evet” dedi. “Askeri tahdit kabul etmeyiz” dedim. “Düşünmüyoruz” dedi. “Kapitülasyonlar kalkacak kalkacak” dedim. “Malî kapitülasyonlar, evet” dedi. “Ya adlî kapitülasyonlar” dedim. “Canım bir hal şekli bulacağız” dedi. “Nasıl hal şekli” dedim. “Konuşacağız, bulacağız” dedi.” Bu kapitülasyonlar bizim için baş meselelerden biridir. Bu hallolmadan sulh çıkmaz.” dedim. “Canım sulh bunun için geri kalmaz” dedi. “Geçici yardımcı bir şekil elbet buluruz” dedi.

Hülâsa ne kadar konuştuksa büyük kısmı kapitülasyonlar üstünde geçti. Adlî kapitülasyonlar üzerinde ümit verici bir işaret almadan ayrıldım.

Tabiî söz sırasında müsait göründüğü meseleler görüşülürken mâkul şekillere bağlıyacağını söyledi. Bu mâkul şekiller için de aylarca uğraştık. Bu konuşmam daha ziyade Fransız görüşüne taallûk ediyordu. Fransız meselesi olarak düyunu umumiye üzerine bir şey konuşmadık.

Size bir de konferans sırasında Mösyö Venizelos’un bana anlattıklarını hikâye edeyim. Konferanstan evvel Mösyö Venizelos Lord Curzon’la görüşmüş ve İngiltere’nin eski muadelede ısrar etmesini istemiş, İngiltere kabul etmemiş ve nasihat etmiş. Mösyö Venizelos Lord Curzon’u tehdit etmiş, hepsini isteyeceğim demiş ve şimdi bana “Oda içinde reddettiklerinizi konferans huzurunda tüm dünyaya karşı reddettireceğim, ta ki dünya İngiltere’ye güvenmenin ve İngiltere ile ittifak etmenin  hiçbir faydası olmadığını anlasın” demiş. Lord Curzon teskin etmek için çok çalışmış. Bundan sonra Venizelos Paris’e gelmiş, Mösyö Poincaré’den aynı şeyleri istemiş, aldığı nasihatlerden memnun olmamış. “Bir tek ümidim kaldı. O da Türklerdedir” demiş. Birden bire hayret etim. “Bizden ne ümidin vardı” dedim. “Poincaré’ye söyledim” dedi. “Şimdi Türkleri bir türlü memnun edemeyeceksiniz. Onların talepleri karşısında yine bize muhtaç olacaksınız. O zaman benim söyleyeceklerim var” demiş.

“Ne oldu” dedim. “Ama Türklerden beklediğim çıkmadı.” dedi. Dostane gülüştük.

Lozan hükümlerini size kısaca tekrar edeyim. Hudutlar millî hudutlar olarak korunmuş ve ilk defa silahla girmediğimiz halde mütareke esnasında mütareke mukavelesiyle Edirne’ye kadar kurtarılmıştır. Ekalliyet hükümleri harbi umuminin galip devletlerin kabul ettiği hudutlar içinde kalmıştır. Askerî hükümler, galip devletler nizamında kalmıştır. Boğazlar üzerindeki hükümler fiille de sabit olduğu veçhile sonradan düzeltilecek bir çerçeve içine alınmıştır. Kapitülasyonlar kati olarak kalkmıştır. 600 milyonluk Çin ülkesine kadar bütün şarkta kapitülasyonların kalkabileceğini ancak Lozan’da ispat etmişlerdir. Düyunu Umumiye temelinden düzelmek için müsait hükme bağlanmıştır. Tamirat yüklenilmemiştir. Fevkalade müstesna bir başarı olarak halk mübadelesi yapılmıştır. Dışarıdan bize gelen Türkler oralarda barınamayarak gene geleceklerdi. Fakat bizdekiler hiç bir sebeple ayrılmıyacaktır. Çetin bir ameliyat tarihte artık başka bir defa başka bir yerde belki düşünülemiyecek muameledir. Fakat bizim için asırlarca bir huzursuzluktan sonra millî tesanüt vesilesi olmuştur.

Büyük devletler Lozan Muahedesinin yürüyebileceğine ve yaşayacağına inanır görünmüyorlardı.

Bir akşam Lord Curzon, Amerika murahhası ve ben üçümüz konuşuyorduk. Curzon derdi ki:

“Hiç bir işte bizi memnun etmiyorsunuz. İstemiyerek kabul ediyoruz. Memleketiniz harap, imar etmiyecek misiniz? Parayı nereden bulacaksınız? Para bir bende var bir de yanımdakinde. Ne reddediyorsanız hepsi cebimdedir. Yarın para istemek için gelip diz çöktüğünüz zaman cebimdekileri birer birer çıkarıp size göstereceğim.”

“– Gelirsem gösterirsiniz.” dedim. şimdi meseleleri halledelim. Hakikat şudur ki, İkinci Cihan Harbi kapı önünde görünceye kadar malî bakımdan bize kolaylık gösterilmemiştir. Ve Türkiye kendisini kendi alın teriyle tamir ederek İkinci Cihan Harbine girmiştir.

Lozan Muahedesi İstiklâl Harbinin şerefli mührü ve Türkiye’nin medeniyet hamlesinin başlangıcıdır. Lozan Muahedesi ancak bir senede tasdik olunmuş, müttefikler muahedenin imzasından sonra devlet şekli belli olana kadar beklemişlerdir.

Lozan Muahedesinden İkinci Cihan Harbinin başlamasına 16 sene geçmiştir. Bu 16 senede Türkiye İkinci Cihan Harbinden selâmetle çıkabilecek fikrî bünyevî ve maddî bir olgunluğa gelmiştir ve Türkiye İkinci Cihan Harbinin bitmesiyle beraber son ıslahat çemberi olarak demokratik rejimi hayat tarzı olarak kabul etmiştir.

Şimdi karşımda bulunan gazeteciler hepsi benimle beraber Latin harfiyle yazıyorsunuz. Bu size oyuncak geliyor.

Bizim neslin üstündekilerin bu yazıya alışmaları artık mümkün olur mu bilmiyorum. Ama bizi hoş görüyorlar. Siz de benim gibi bu yazıyla pek çabuk yazabiliyorsunuz.

Demek 34 senedir Lozan’dan sonra milletçe ıslahat içinde yaşıyoruz. Şimdi içinde bulunduğumuz en mühim meseleler iktisadî kalkınma, cihazlanma ve ilerlemedir.

İnsan haklarına müstenit Garplı manasında bir demokratik rejim kurulmak ve dünya mücadelesi içinde bir itibarla yaşama gayreti içindeyiz. Bu mücadelede millet olarak hep beraber muvaffak olacağız.

Selamlar, sevgiler.

 

 

 

 

 

 

Lozan Günü ve Türk Basınından Sansürün

Kaldırıldığı Günün Yıldönümü Olması Dolayısıyla Gazetecilere

Söyledikleri[89]

(24. 07. 1959)

 

“Neşir yasağına uğrayan sözler bakımından ben rekor kırmak üzereyim. Galiba en çok benim sözlerim yasaklanmıştır” diyen İsmet İnönü, sohbet sırasında Lozan anlaşması ile alâkalı olarak şunları söylemiştir:

Biz Lozan’a bir proje ile gittik. Altı ay devamınca konuştuk. Millî varlığımızı kabul ettirmeye çalışıyorduk. Fakat, Avrupa kapitülasyonlardan vazgeçmek istemiyordu. Görüşme bittiği halde alınan kararlar sürüncemede bırakıldıktan sonra onaylandı. Amerikalılar da millî birliğe kavuşmamızı istemiyorlardı. Lozan’a gönderdikleri delegeler isteklerimizi kabul ettiği halde, Amerikan Senatosu bunu üçte iki çoğunlukla reddetti. Bu bakımdan Lozan zaferi hayli güç kazanılmıştır.”

(…)

Daha sonra gazeteciler, Lozan anlaşmasının yıl dönümü münasebetiyle söylemek istediği herhangi bir şey olup olmadığını sormuşlar, İnönü: “Bu kadar bulduğunuzu yazabilirseniz, büyük şey” demiştir. Bu arada İnönü, okumakta olduğu bir gazeteden İzmir’de yapılmak istenen Lozan’ın Yıldönümü toplantısına valiliğin izin vermediğini öğrenince şöyle demiştir:

“Yani İzmir Valisi Lozan gibi bir tarih hadisesinden bahsedilmesini kabul etmiyor. Ne anlayıştır bu, ne haktır.”

 

 

 

 

 

 

 

 

İstanbul’da Lozan Kulübünde Yapılan Konuşmada

Lozan Konulu Bir Habere İlişkin Yapılan Düzeltme[90]

(15. 08. 1959)

 

(…)

Üçüncü mesele Lozan günü münasebeti ile benim bir beyanatımın düzeltilmesi ihtiyacını duyuyorum. Bir yanlışlığa mahal vermemek için çok gayret ettiğim halde gene kaza nevinden bir sakatlığa manî olamadım. Mesele şu,  bir gazetede benim Lozan’dan bahsederken Amerikalılardan çok çektik, onlardan yakamızı zor kurtardım dediğim, yazılmıştır. Lozan Konferansı için Amerikalılardan bu ifadelerle bahsetmedim. Bu ifadeler benim değildir, bundan başka umumî efkarımızın bilmesini isterim ki ben Lozan’da Amerikalılardan anlayış ve sempati gördüm. Lozan Konferansı için onlara teşekkür hatıraları beslerim. Bir tarih hadisesinin zihinlerde yanlış kalmasını arzu etmiyorum.

(…)

 

 

 

 

 

Lozan Günü – Lozan Barış Antlaşması’nın

37. Yıldönümü Dolayısıyla Cumhuriyet Gazetesi’nden

Mücahit Beşer’e Verilen Demeç[91]

(23. 07. 1960)

 

“Konferans daha ilk başladığı gün toplanamamış; dokuz ay aksiliklerle geçmiştir. Nihayet müspet bir şekilde sona erdi.

“Lozan Konferansı şüphesiz ki bir devri, siyasi bakımdan kapamış ve yenisini açmıştır. Şimdiye kadar geçen tecrübe, yeni devrin verimsiz olmadığını göstermiştir. Bundan sonra da önümüzde çok verimli gelişme devirleri olacağına inanıyorum. Yeni ve müspet bir devrin başlangıcında olduğumuz ümidi içindeyiz. Gelecek günlerimiz şüphesiz daha ferah olacaktır. Yeni kuşaklarımızın bu iyimserliğimi haklı çıkaracaklarında yüreğimde en ufak bir tereddüt yoktur.”

İnönü Konferans müddetince Atatürk’le nasıl muhabere ettiği hususunda bir soruyu, “kat’i ihtiyaç hissettiğim zaman başvekil vasıtasıyla kendisi ile görüşüyordum.” diye cevaplandırmış: “Konferans sırasında ümitsizliğe düştünüz mü?” şeklinde bir soruya ise şöyle bir cevap vermişti:

“– Ümitsizliğe düşmek adetim değildir...”

 

 

 

 

 

 

Lozan Günü – Lozan Barış Antlaşması’nın

37. Yıldönümü Dolayısıyla Kendisini Ziyaret Eden

Üniversitelilere Söyledikleri[92]

(24. 07. 1960)

 

Bu sene geçen yıllardan farklıdır. Yeni devir açmış olan nesiller bugün bana yeni kuvvetler getirdiler. Sizler geçmişin eserlerini, inkılaplarını korumak kuvveti ile kalmadınız, geleceğimizi ümitlerle dolduran devrimlerin müjdecisi olarak karşımda duruyorsunuz.

Heyecanlı takdirlerim sizinle beraberdir. Sizinle çalışmakta devam edeceğim. Sevgilerim ve iyi dileklerim sizin başarınızı takip edecektir. Sağolun.

 

 

 

 

 

 

Lozan Barış Antlaşması’nın 41. Yıldönümü

Dolayısıyla Ulus Gazetesine Verilen Demeç[93]

(24. 07. 1964)

 

Lozan Muahedesi imza edileli bugün 41 sene tamamlanmıştır. Lozan Muahedesi 9 ay müzakere edilmiştir. Belki bu çeşit muahedelerin en uzun müzakere edilenlerinden biridir.

Araya karamsarlık ve ümitsizlik verecek kesin bir aralık girdikten sonra iki tertipte müzakere de devam etti. Bu muahedenin özelliklerini kısaca şu şekilde özetleyebilirim. Lozan Muahedesi uzun kapitülâsyon mücadelelerinden ve 12 seneden fazla süren iç ve dış hazırlıklardan sonra elde edildiği için, ana prensiplerde çok sıhhatli olmuştur. Muahede imzalandığı zaman iç politikamızda tam ölçüsü ile değerlendirilmemiştir. Birçok isteklerimiz sağlanamadığı için tenkid edilmiştir.

Ancak muahedeyi biz tasdik ettikten 1 sene sonra diğer imza sahipleri tasdik etmeğe başladıkları için kıymeti üzerinde bir uyarma hasıl olmuştur. Hattâ Birleşik Amerika ile Lozan’da yaptığımız muahede hiçbir zaman tasdik olmamıştır.

Lozan Muahedesi ilk devrinde istihsali lâzım ve mümkün olan unsurları elde etmiştir. Tam istiklâl mefhumu, kapitülasyonlar gibi bir kısım meselelerin prensipleri halolmuş veyahut prensip halinden çıkarılmış, tam neticeler muhtelif vâdeler sonunda temin edilebilmiştir. Borçlar meselesi, Boğazların silâhsızlanması adli müşavirler gibi vâdeli meseleler.

Bu itibarla, durulması lâzım olan yerde durabilmek, geleceğe bırakılması icap edenleri ayırabilmek bir dirayet idi ki, milletimiz bu kabiliyeti göstermekle sulhu sağlayabilmiştir.

 

Asıl Dirayet

Asıl güçlük ve dirayet, Lozan’dan sonra eksiklerin tamamlanması ve vâdelerin sona erdirilmesi için gösterilen dikkat ve muvaffakiyet olmuştur. Borçlar uzun zamanda hallolundu. Boğazların silahsızlanması münasip fırsatlarla temin edildi. Çoğu 5 sene olan vâdeli kayıtlar zamanında kaldırılabildi.

Lozan’da imza koymuş olan devletler, geleceği bırakılan meselelerin zaman içinde hallolunması şöyle dursun, hepsinin tekrar geri gelip yerleşeceğini tahmin ettikleri farzolunabilir.

Şu halde Lozan Muahedesi bir askeri zaferin tam karşılığını almağa çalışmak, durulacak yeri isabetle tayin etmek ve geleceğe bırakılan boşlukları tamamlamak için senelerce süren bir Lozan çalışması ve dikkati sarfedilmek usulüyle bir bütün eser haline gelebilmiştir.

(…)

 

 

 

 

 

Lozan Barış Antlaşması’nın

42. Yıldönümü Dolayısıyla Verilen Demeç[94]

(24. 07. 1965)

 

Lozan Barış Anlaşmasının imza edildiği günü hatırlıyoruz. Yüzlerce yıldan beri yapılan anlaşmaların içinde, Türk milletinin yararına başarılı bir eser olarak Lozan’ı değerlendirmek mümkündür. Kapitülasyonlar, adli ve mali alanda kaldırılmış, Batı Avrupa’lı anlamında bağımsız devlet tasdik ettirilmiştir. Bu eser, şüphesiz, başta onun büyük komutanı [ile], Kurtuluş Savaşı meydanlarında can veren ve canla başla çalışan insanların çabalarının mutlu sonucudur.

Lozan’ın getirdiği hükümlerin ruhunu, bugün bir özel açıdan anlatmak isterim. Bu anlaşmadaki kurtuluş hükümlerini karşı taraf adına imza edenler, onların yaşıyacağına inanmıyorlardı. Bana çetin bir günde, en büyük yetkili Lord Curzon’un, Amerikan delegesi Mr. Child’in yanında söylediği şudur: “Hiçbir isteğimizi kabul etmiyorsun. Memnun değiliz. Bil ki, ne reddedersen, onu cebimizde saklıyoruz. Harap bir memleketin var. Yarın türlü ihtiyaçlarla karşımıza geleceksin. O gün cebimizdekileri birer birer çıkarıp sana kabul ettireceğiz.”

Cevabım:

“Bugün istediklerimi almalıyım. Yarın muhtaç olarak gelirsem, sen de düşündüğünü yap.”

Bu konuşma, benim bütün siyasi hayatımın ışığı olmuştur.

Lozan Anlaşması birçok hayati meseleleri yarım bırakmıştı. Boğazların gayri askeri olması, kalkmış olan adli kapitülasyonlara karşılık beş sene müddetle yabancı adli müşavirler, prensip olarak kalkmış olan mali hükümler yerine ilk beş sene için dondurulmuş, eski usül ticari anlaşmalar, Osmanlı borçlarının hallolunmadan geri bırakılması, sağlık ve fener hizmetleri için beş senelik geçici bir devre. Bunun gibi şeyler. Her biri önemli, birinde aksarsanız, eski usul devam edip gider.

Bu beş seneler, bu açık bırakılan meseleler, hepsi, yıllarca uyanık, tetikte bulunan, sebatlı bir idarenin himmetiyle, hiçbir zarar vermeden sona ermiş, Lozan hükümleri tam bir bütün olarak ayakta kalmıştır. Bu çalışmalar unutulduktan ve eser ihmale uğradıktan sonradır ki, her şey yeniden ufukta görünmeye başlamıştır. Ancak hesapsız bir gayretle çalışma, ilerleme, yükselme bazı esas teminata kavuşmuştur.

Vatandaşlarıma, hayatımın bu inancını bugün tebriklerimle söylerim.

 

 

 

 

 

 

Lozan Barış Antlaşması’nın 44. Yıldönümü

Dolayısıyla TRT’ye Verilen Demeç[95]

(24. 07. 1967)

 

Lozan gününde size, önemli bir uğraşma konusunu anlatacağım. Bu konu kapitülasyonlardan kurtulma çabasıdır.

İstiklal harbinin başlıca amaçlarından biri asırlık kapitülasyon belasından memleketi kurtarmaktı. Biz, hukukçu ve iktisatçı olmayan vatandaşlar, kapitülasyon belâsı deyince memleketin yüzyıllardan beri mahkûm edilmiş olduğu mali ve iktisadi kısıtlamaları kaldırmanın daha güç olacağını, adalet sahasında olan kapitülâsyonun kaldırılmasının daha kolay olacağını zannederdik.

Lozan Konferansına giderken kapitülâsyonları kaldırmak için kararlı idik. Bunun ticari kısmında daha çok güçlük çekeceğimizi sanırdık. Lozan’a gidince konferans toplanmadan bir haftalık bir bekleme arasında beni Paris”e davet ettiler. Fransız hükümeti ile temasa getirdiler. Lozan”a başlarken daha evvelki müzakerelerle Fransızlara yaklaşmış bulunuyorduk. Bu hava içinde Fransız Başbakanı Mösyö Poincaré ile görüştüm. Görüşmede sulh müzakerelerinin başlıca temellerini birer birer yoklamağa çalıştım. İşgal altında bulunan topraklarımız boşaltılacak mı? İstanbul ve Boğazlar gibi. Diğer muahelelerde bulunan ağır askeri şartları isteyecekler mi? O zamanın bir mühim endişesi olan ekalliyetler meselesinde imtiyaz senetleri ile karşılaşacak mıyız? Ve nihayet kapitülasyonlar meselesi ne olacaktı? Bunları Mösyö Poincaré’dan öğrenmeğe çalıştım.

Görülüyor ki, borçlar ve düyunu umumiye meselesi henüz görünmüyordu. Mösyö Poincaré konuşmağa başladıktan sonra yeni hudutlarda aydınlanmak istedi. Kendileri ile yaptığımız Ankara itilafnamesine dokunmayacaktık. İstanbul ve Boğazların tahliyesi üzerindeki kaygılarımızı müsbet karşılayacak zihniyette görünüyordu. Konferansın temeli saydığım meselelerin hepsini yarım saat içinde gözden geçirdik. Son olarak ben kapitülasyonların kaldırılacağını kolay ve tabii bir olay gibi öne sürdüm. Mösyö Poincaré hayret verici bir ilgi ve toplanma ile kapitülâsyonlar meselesinde müşterek bir anlaşıya varacağız gibi müphem bir ifade ile kararlı ve ısrarlı bir tavır aldı. Birden, müphem ifadeleri aydınlığa kavuşturmak gerektiğini anladım. Müşterek anlaşma gibi bir kapitülasyon müzakeresi olamayacağını belirttim. Mösyö Poincaré kapitülâsyonların ticari kısmının bir anlaşmazlık konusu olmayacağını kolaylıkla söyledi. Fakat, adli kapitülâsyon konusunda bir intikal devri geçirmek gerektiğini ciddiyetle ileri sürdü. Bir saat müddetle tartıştık ve nihayet ayrıldık. Gözüm faltaşı gibi açılmıştı. Müzakereye başladıktan sonra konferansın iki devrinde dokuz ay müddetle adli kapitülâsyonların kaldırılması için bütün müttefiklerle mücadele ettik. Muvaffak olduk. Bu küçük hikaye ile göstermiş oluyorum ki, Lozan Konferansının bir zor meselesi de adli kapitülâsyonların kaldırılması müzakeresi olmuştur.

Konferans esnasında, özel sohbetlerde yabancı delegeler yakamdan tutarlar, bana mahkemelerde bir dava getirip getirmediğimi [geçirip geçirmediğimi] sorarlardı. Hayır cevabını verince, onun için adli kapitülâsyonların kalkmasında ısrar ettiğimi söylerler, halbuki memleketimizin bir adli yardım devresi geçirmesi gerektiğinin, bizim menfaatimiz icabı olduğunu iddia ederlerdi. Ben de cevap olarak:

“Bizim, kendi vatandaşlarımızın yargısına razı ve emin olduğumuzu, kim memleketimizde mahkememize düşmek istemiyorsa memleketimize gelmemesini” söylerdim.

Neticeye varıyorum:

Yargıç[lık] sanatı, benim kanaatimce muharip vasfı gibi Türk milletinin tabii kabiliyetlerindendir. Mütarake ve işgal sırasında İstanbulda hepimizin işleri olurdu ve ailemiz efradı bulunurdu. Bunlar mahkemeye giderlerdi. Aylardan beri maaş almamış, zaruret içindeki hakimler, bizim ailelerimizi kuvayyi milliyeci akrabası diye hakimi tesir altında bulundurmak isteyen şirret davacılara karşı adaleti yerine getirmekte tereddüt etmezlerdi.

İmparatorluğun son zamanlarında ve cumhuriyette demokratik mücadelenin soysuzlaştığı günlerde hakimlere türlü baskılar yapılmıştır. Türk hakimleri bu baskılara karşı koymağa muvaffak olmuşlardır. Gelecek zamanlarda da Türkiye’de adaletin bu tabiatta yargıçlar tarafından sağlanacağından benim zerre kadar şüphem yoktur.

Sevgili vatandaşlarım,

Türk hakimlerinin istiklâl ve itibarını kurtarmak Lozan anlaşmasının başlıca bir konusu olmuştur. Bu sonuçtan memleketimiz her medeni memleketin adaleti kadar haysiyet ve itimada kavuşarak vazife görmüş, ün almıştır. Bundan sonra da hakimlerimiz liyakatlerini kanunlarımıza desteklerini göstermekte devam edeceklerdir.

Sevgili vatandaşlarım, sizlere saygılar ve sevgiler sunarım.

 

 

 

 

 

 

Lozan Barış Antlaşması’nın

46. Yıldönümü Dolayısıyla Verilen Demeç[96]

(24. 07. 1969)

 

24 Temmuz günü, Lozan Andlaşmasının 46 ıncı yılının günüdür. Birinci Cihan Harbinin sonucu olan andlaşmalardan hemen hiç biri, Lozandan başka hiç biri, yaşamamaktadır. Yalnız Lozandır ki, tazeliğini, yürürlüğünü ve geçerliliğini henüz korumaktadır. Ve bizim devletimiz için dikkatle göz önünde tutulması kabul edilmiştir.

 

 

 

 

 

 

“Lozan Konferansı / Tutanaklar – Belgeler”

Kitabına Yazılan” Önsöz[97]

(30. 09. 1969) *

 

Lozan Muahedesi İmparatorluğun tasfiye edildiği muahededir. I nci Cihan Harbini, beraber muharebe ettiğimiz müttefiklerle kaybettik. Yenilgi kesin idi ve galipler sulh masalarına tam hâkimiyetle oturdular.

Müttefiklerimiz olan İmparatorluklar, sadece aldıkları muahede projelerini görmek ve imzalayacaklarını veya imzalamayacaklarını söylemek hakkı ile konferansa girdiler.

Türkiye’nin durumu hepsinden daha güç olmuştu. Türkiye, herkesin 1918 de bitirdiği muharebeye, daha dört sene devam etti. Memleket işgal altında idi. Her taraftan istilâ ve fiili hâkimiyet silâhla devam ediyordu.

1922 de, birden bire, askerî vaziyet, galiplerin hiç ihtimal vermedikleri kesin bir netice ile, yani Türk zaferi ile, yeni bir safhaya girdi. Büyük galip devletler, yardım ettikleri küçük ortaklarıyla, muharebeyi devam ettirmişler, ve dört sene içinde, bizi içeriden Padişah Hükümeti, [iç] karışıklıklar ve sona kadar Yunan ordusuyla amana düşüreceklerini zannetmişler, muvaffak olamamışlar, 1918 galibiyetinden farklı bir vaziyete düşerek, bizi sulh masasına çağırmışlardır.

Biz, Büyük Millet Meclisi Türkiyesi, o haleti ruhiyede idik ki, İmparatorluk mağlup olmuştu ve zaten İmparatorluk, memleket içinde de, düşmüş ve lâğvedilmişti. Biz, 1918 mağlubiyetini üzerimize almıyorduk. Galip devletler, 1918 galipleri durumunda ısrar etmek istiyorlardı. Bu şartlar altında Konferans toplandı.

Sırası geldikçe ben, Baş Murahhas olarak, Mudanya Mütarekesinden buraya geldiğimi söylerdim, Lord Curzon ise, bana Mondros Mütarekesini hatırlatmağa çalışırdı. Mesele, aramızda hallolunamadan, ihtilâflı kalırdı.

Müzakereye başladığımız zaman, eşit şartlarla müzakere edeceğimiz nazarî  olarak kararlaştırılmıştı. 1918 galipleri bu şartı nazarî olarak kabul ederler ve tatbikatta ağırlıklarını başka istikametlere yöneltmeğe çalışırlardı. İlk günden itibaren, Konferansın eşit şartları, milletlerin istiklâli havası ve hakkının münakaşasını, her vesile ile yenilerdik.

Müzakere başlamadan evvel, İsviçre Reisicumhurunun [Konferansı] açma merasiminin nasıl yapılacağını bize haber verdiler. İlk haber, Reisicumhur Konferansı açacak ve ondan sonra çekilecek, Konferans toplanacaktı. Biraz sonra, ikinci bir haber geldi: Reisicumhur Konferansı açacak, Müttefiklerden birisi söz alacak, konuşacak ve tören kapanacaktı. Bunu bize söyler söylemez, “Müttefiklerden biri konuşursa, bizim de, bir taraf olarak, konuşacağımızı” haber verdim.

Bunun üzerine, Fransız Başvekili M. Poincaré ile görüşmemiz oldu. M. Poincaré, benim ne konuşacağımı öğrenmek istiyordu. Kendisine, hazırlamış olduğumuz bir açış konuşması bulunduğunu söyledim. Müttefiklerden İngiliz Hariciye Nazırının, Konferans namına, yalnız teşekkür edeceğini, başka bir şey yapmayacağını söyledi. “Ben de yalnız teşekkür ederim” dedim. M. Poincaré merak etti, konuşmamın ne olduğunu görmek istedi. Çıkardım, gösterdim. İçinde bir çok şikayetler vardı. Memleketimizin gördüğü tecavüzleri, haksızlıkları anlatıyordum. İlk anda böyle bir çatışmaya varılmaması için M. Poincaré çok ısrar etti. Nihayet bir iki kelime değiştirmeyi kabul, başka bir şey değiştirmemekte ısrar ettim. Ayrıldık.

Üçüncü haber, tekrar, Reisicumhurdan sonra kimse konuşmayacak, şeklinde geldi. “Kimse konuşmazsa, ben de konuşmayacağım; bir kişi konuşursa, mutlaka ben de konuşacağım” dedim.

Tören açıldı. Reisicumhurdan sonra, Lord Curzon’a söz verildi. Lord Curzon, teşekkürlerle birlikte, sulh arzularıyla geldiğini söyledi; sulhun lüzumunu bütün milletler için göstererek ve temenni ederek, haklı ve iyi niyetli bir eda ile konuşma yaptı.

Lord Curzon yerine otururken, törende toplanmış olanlar beni, hayretle, kürsüde gördüler. Reisicumhura hitap ettikten sonra, konuşmama başladım. Sulh arzularıyla geldiğimizi, çok haksızlık gördüğümüzü söyledim; sulh arzularının bütün Konferansa hâkim olması, adalet içinde bir sulh yapılması dileği ile sözü bitirdim. Oturdum.

Herkes, garip bir vaziyette, nihayet benim diplomat usullerini bilmeyen bir asker olduğuma hareketimi vererek, aramızda sataşmalar ve usul münakaşalarıyla, törendeki müdahalemi hazmedip geçtiler.

Konferansın ilk toplantısında İçtüzüğünü konuşurken, eşitlik şartlarına titizlikle dikkat ettik. Mesela Konferansın dili İngilizce ve Fransızca olacak deniyordu. Ben, “bir de Türkçe olacak” diye ilâve ettim. Komisyon başkanlıkları İngiltere, Fransa ve İtalya arasında taksim olunuyordu. Bizim de bir komisyon başkanlığına hakkımız olduğunu tartıştım. Nihayet Konferansın İçtüzüğü kabul edildi ve içinde bizim kabul etmediğimiz noktalardan bir çoğu gösterildi.

Bunları söylemekten maksadım, eşitliğin şartlarını dikkatle takip ediyoruz; tabiî, ehemmiyetsiz usulde, selâmda sabahta bile, fark gözetirlerse, o farkları gösteriyoruz, fakat bu yüzden Konferansın inkitaa gitmesini istemiyoruz; Konferansın yapılmasını istiyoruz. Konferansa hangi haleti ruhiye ile gittiğimiz, şimdiye kadar anlaşılmıştır zannederim.

Biz, Millî Mücadele esnasında, hep İngilizlerle hasım durumunda bulunduk. İstanbul Hükümeti, bizimle mücadele ederken, başlıca İngilizlere istinat ediyordu. Fransızlarla fiilen muharebe etmiş olduğumuz halde, nihayette, Ankara İtilâfnamesiyle Fransızlarla yarı sulh olmuş gibiydi ve aramızda yakınlık vardı. İtalyanlarla aramızda hiç muharebe geçmemişti ve onların Yunun istilâsına taraftar olmadıklarını zannediyorduk. Japonya ve diğer Balkan devletleriyle kolay anlaşacağımızı tahmin ediyorduk.

Bu hulâsa ile, Konferansda biz, İngilizlerin bize karşı olan düşmanlığından zarar görmemek için, diğer bütün Müttefiklerle beraber hareket etme usulünü takip etmek istedik.

Lord Curzon bunun farkına vardı. İlk aylarda hiçbir İngiliz meselesinden dolayı Konferansı tehlikeye düşürecek kesin bir vaziyet almıyordu. Ve diğer büyük küçük bütün Müttefiklerin, en önemli ve en önemsiz her isteklerini ve her sözlerini bütün kuvvetiyle destekliyordu. Özel bir görüşmemizde, bana benim çok manevraya alışkın olduğumu, ama düşündüklerimi tatbik ettirmeyeceğini, yarı şaka bir eda ile söylemişti. İngilizden başka olan bütün Müttefikler, benimle ayrı ayrı her pazarlığı yapmağa istidatlı idiler, ümit veriyorlardı. Fakat, İngilizlerle ihtilâf içinde bir meseleyi öne sürünce, onu İngilizlerle halledeceğimi, kendilerinin hiç bir şey yapamayacağını bildiriyorlardı.

Lord Curzon, büyük meselelerden hiç birini, daha evvel bütün müttefiklerini toplayıp bir karara bağlamadan, açık müzakereye getirmiyordu. Bu usulle Konferansda bir neticeye varamayacağımız anlaşılmıştı. İngilizden başka olan Müttefiklerin arzularını tatmin etmek imkân haricinde idi. Bütün Türkiye’yi versek, kâfi gelmiyordu. Ve buna bedel de, sona kalacak İngiliz meseleleri için, hiç birisi, İngiltere’den ayrılacağını söyleyemiyordu. O halde evvelâ, taktiği değiştirdik. Birinci devrenin sonuna doğru, sulhün İngilizlerin elinde bulunduğu kesin kanaatına vardım. Onların kopma meselesi yapabilecekleri konulara teşhis koyarak, oralarda bir neticeye varmayı öne aldım.

Konferansın büyük meseleleri şunlardı:

İlk önce arazi meseleleri. Bunlar, muharebe meydanlarında fiilen bir neticeye varmış; Ankara İtilâfıyla Fransa ile hudut meselesi halledilmiş; fiilen işgal etmediğimiz halde almak istediğimiz Trakya, Mudanya Mütarekesi ile harbin hemen sirayet çevresi olmak itibariyle, daha evvel, Konferans kararlaştırılırken şarta bağlanmıştı. İstanbul’un ve Boğazların kayıtsız şartsız boşaltılması, Konferansda, baştan sona kadar, bizim başlıca kaygımız olmuştur. Konferansda çıkacak yeni arazi meseleleri üzerinde, fiilen işgal etmedikçe, yeni bir adım atmak ihtimali görülmüyordu.

Konferansın büyük meselelerinden biri, Boğazlar meselesi olmuştur. Boğazların açık olmasında başlıca İngilizler ısrar ediyorlardı; bütün Müttefikler İngiltere etrafında toplanmışlardı. Bu meselelerde bir kopmaya gitmemek, sulh için çaresiz görünüyordu.

Konferansın büyük meselelerinden biri, Boğazlar meselesi olmuştur. Boğazların açık olmasından başlıca İngilizler ısrar ediyorlardı; bütün Müttefikler İngiltere etrafında toplanmışlardı. Bu meselelerde bir kopmaya gitmemek, sulh için çaresiz görünüyordu.

Konferansda, Kapitülasyonlar büyük dâva olmuştur. Bunda bütün Müttefikler ve Amerika karşımızda bulunmuşlardır. Biz de bu meseleyi hayatî dâvalarımızdan biri sayıyorduk.

Konferansda azınlıklar (ekalliyetler) yüzünden, tarihten gelen alışkanlıkla, büyük ihtilâf çıkacağı beklenebilirdi. Azınlıklar meselesi, Konferansa gitmeden evvel, fiilen halledilmiş durumda idi. Bu yüzden, Türkiye’yi zorlamak mümkün olamazdı. Zaten, kapitülasyon içinde bulunmayan her memleketin kabul ettiğini biz de kabul ediyorduk.

Konferansın büyük bir meselesi, Düyunu Umumiye meselesi, yâni Osmanlı İmparatorluğu borçlarının altın ödeme mecburiyeti, ve Osmanlı İmparatorluğunda alışılan imtiyaz ve iktisadî nüfuz sahaları usulünün kaldırılması çabası olmuştur. Bunda İngilizler nisbetle daha az alâka gösterdiler. Diğer Müttefikler son derece hırslı ve haşin idiler.

Bu büyük meseleler, hesapsız başka meselelerle beraber konuşuldu. Bir konferansı neticeye vardırmak için tarafların ciddi olan uzlaşma arzusu esaslı rolü oynar. Biz, hayatî bir mani olmadıkça, sulh yapmak mecburiyetindeydik. Müttefikler, kendileri için kopma meselesi sayılabilecek konular dışında, Türkiye ile sulh yapmayı ve yeni memleketlerde sulh içinde yerleşmeyi tercih ediyorlardı.

Müttefikler, arzu ettikleri muahedeyi bize kabul ettirmek için, yalnız müzakerelerde hukukî çekişmelerle kalmamışlar, Şubatta büyük baskı ve gösteri ile, Konferansı kesintiye uğratmağa kadar, kararlı olarak gitmişlerdir. Zannediyorlardı ki, bu kadar şiddetli bir baskı karşısında, hallolunamayan meselelerde, Türkler boyun eğeceklerdir. Şubat teşebbüsünü reddedip, ayrılmayı göze aldığımızı gösterdikten sonra, daha Ankara’ya gelmeden, daha İsviçre’de iken, ileri vardıklarını ve Türklerin, hayatî gördükleri meseleleri her halde elde etmek için, tehlikeleri göze alabileceklerini, şiddete, zora baş eğmeyeceklerini anlamışlardı. Buraya kadar, tecrübe etmeden, bunu kabul etmiyorlardı.

Lord Curzon’un İsviçre’den ayrıldığı 4 Şubatın ertesi günü bu teşhisi ufukta gördüm. Konferansın kesilme yapmadığını, erteleme yaptığını söylemekte Müttefikler acele ettiler; ve ben, Ankara’ya gelinceye kadar, Lord Curzon’dan yolda dostane mesajlar aldım. Havayı ümitli olarak muhafazaya ehemmiyet veriyordu. Onun için, ben Ankara’ya geldiğim zaman, Reisicumhurumuza ve Hükümete vaziyeti etrafıyla ve bütün güçlükleriyle anlatırken, “Sulh ihtimali vardır, bunu elde edebiliriz” kanaatımı söyleyebiliyordum.

Müttefikler başka bir şeye de güveniyorlardı: Yeni Türkiye, yeni bir devletin büyük reformları içinde idi. Bu reformları Türkiye bünyesinin ne kadar hazmedeceği meçhul idi ve onlar için, Konferansda kaybettiklerini yeniden elde etme fırsatını verebilecek bir ihtimal idi. Bu sebeple, bir takım vâdelere bağlanmış kararlarla yetinmekte mahzur görmediler. Vâdeler gelinceye kadar olacak hâdiselerden ümitli idiler.

Müttefiklerin âti için bir ümitleri de, yorulmuş, fakir düşmüş bir milletin, harap olmuş memleketini tamir etmek için mutlaka yardıma muhtaç olacağı, bunun için kendilerine müracaat edildiği vakit, harpte ve Lozan’da kaybedilmiş olan eski alıştıkları usullerin ve muamelelerin tekrar konabileceği idi.

Lozan Muahedesinin tasdiki de bir yıl geç oldu. Ümitleri bu Muahedenin tatbik edilemeyeceğinde idi. Bu ümitleri hiç gerçekleşmedi.

Kabul edilen muahedenin eksik ve ileriye bağlanmış noktalarını bu şekilde anlamak lâzımdır. İlk ticaret muahedesi, beş sene için, Lozan’da kararlaştırıldı. Adlî idare beyannamesi, böyle bir ümitle, beş seneye bağlandı. Sağlık işleri beyannamesi için de böyle yapıldı.

Şimdi, bu anlattıklarımdan sonra kavranacaktır ki, ticaret muahedesi beş seneyi bitirdikten sonra, Türkiye, haklarına aykırı hükümlerle yeni bir ticaret muahedesi yapmayacak durumda idi. Adlî idare beyannamesi kolaylıkla vâdesini bitirdi. Çünkü, bu beyannamenin müddeti olduğu zaman, yabancı müşavirlerin ümit edebilecekleri islâhattan çok ilerisi, Türkiye’de fiilen tatbik olunmuştur. Sağlık işleri beyannamesi de bu tarzda kolaylıkla bitmiştir. Lozan Muahedesinin bu eksikleri böyle tamam oldu.

Boğazlar muahedesinin açığının kapanması, 1936 da Montreux ile mümkün oldu. Boğazların Türkiye elinde her suretle müdafaa edilmesi hakkının, uluslararası emniyet için de lâzım olduğunu, yeni Türkiye kabul ettirdi.

Müttefiklerin iktisadî nüfuz sahaları ve Türkiye’ye yardımın anormal istifadeler karşısında yapılması alışkanlığı hiçbir zaman gevşemedi ve II nci Cihan Harbine kadar ilk safhası devam etti. II nci Cihan Harbinde müttefik olduktan sonra, bu vaziyet, ittifakın şartları ve ittifak münasebetleri içinde, bir dereceye kadar düzelmiştir. İktisadi şartların millî menfaate göre ve siyaseten ve iktisaden kuvvetli memleketlerin usulleriyle işlemesi meselesi hâlâ halledilecek bir mesele olarak devam etmektedir.

Lozan Muahedesinin bünyesi ve tamamlanması hikâyesi budur.

Son fasıl olarak, Lozan Muahedesinin özelliğini anlatacağım. I nci Cihan Harbinden kalan muahedelerin hiç birisi yaşamaz. Yalnız Lozan Muahedesi ayaktadır. II nci Cihan Harbinden sonra yeni muahedeler dünyaya yeni meseleler ve yeni ihtilâflar çıkarmıştır. Lozan Muahedesi Türkiye için esaslı değerini ve uluslar arası münasebetlerde kılavuz olacak ilkeleri taşımakta devam etmektedir. Denilebilir ki, Lozan Muahedesi, imzasından 46 sene sonra, tazeliğini muhafaza etmektedir.

 

30 Eylül 1969

     İSMET İNÖNÜ

 

 

 

 

 

“Lozan Konferansı ve İsmet Paşa”

Kitabına Yazılan Önsöz[98]

(1971)

 

Rahmetli Ali Naci Karacan’ın “LOZAN” eserinin yeni baskısı bana sevinç verdi ve bende çok sevgili hatıralar uyandırdı.

Konferans günlerinde Lozan şehri uluslararası toplantının daimi bir sergisi halindeydi. Doğrudan doğruya ilişkili ve uluslararası politikanın sürekli meraklısı basın âlemi Lozan’da içiçe bulunurlardı ve az zamanda teklifsiz bir hayat yaşar olmuşlardı. Bu hayat, resmi vazife kayıtları yanında gazeteciliğin sevimli ve taşkın heyecanlarını da taşırdı.

Bu alemde Ali Naci Karacan’ın özel bir yeri vardır. Önünde her kapı açılırdı, her çevrede aranan bir değerdeydi. Bu özelliğiyle Karacan’ın eseri Lozan Konferansı hayatının resmi yanı dışında milletlerarası geniş bir âlemin renkli yaşantısını da verir.

Kendisiyle yakın temastan Lozan’da bahtiyar günler yaşadım ve çok istifade ettim. Karacan, ciddi bir görev adamı vasfıyla Lozan müzakeratını değerlendirmiştir.

Bu satırları onun eserinin yeni baskısını ilgiyle ve lezzetle okuyacak genç kuşaklar ve rahmetlinin hatırasına saygı ödevimi söylemek için yazıyorum.

   İSMET İNÖNÜ

 

 

 

 

 

 

 

Lozan Barış Antlaşması’nın 48. Yıldönümü

Dolayısıyla Tarcan Gönenç ile Yapılan

Televizyon Söyleşisi[99]

(24. 07. 1971)

 

TARCAN GÖNENÇ: Lozan Konferansı’nda içerde olduğu kadar dışarda da takdir edilen büyük bir diplomasi gösterdiniz. Evvelce diplomasi mesleğinde bulunmadığınıza göre böylesine diplomasi örneği ortaya koyma gücünüz nereden geliyor?

İSMET İNÖNÜ: Lozan Konferansı’na gidinceye kadar askeri mesleğimde de diplomasi vazifeleri yaptım. Kurmay subaylara mahsus hudut vakaları veya muharebe esnasında, bilhassa Yemen’de bulunduğum zaman muharipler arasında temaslar gibi vesilelerle diplomatik vazifeler yapmışımdır.

Diplomatların yaşayışları, düşünüşleri, özel hayatları hakkında hiçbir fikrim yoktu. Meslekten o kadar uzak bir hayat geçirmiştim ki, mesela, basit bir misal söyleyeyim, diplomatların her yemekte ayrı bir giyinme usulleri olduğunu zannediyordum. Bunu ilk günü otelin salonunda yemek yiyeceğimiz vakit bir mesele olarak etrafıma sordum. “Ne giyeceğiz, ne yapacağız” diye. Ben o zamana kadar çizmeden başka bir ayakkabı tanımıyordum. Sabahleyin yataktan kalkar kalkmaz ilk işim olarak çizmeyi ayağıma geçirir, ondan sonra tabii bir şekilde terlikle dolaşıyormuş gibi  hazırlanırdım. Lozan’a bu bilgi ile gittim. Ondan evvel Mudanya Mütarekesi’ni idare etmiştim. Cephe kumandanı olarak generallerle beraber, o da tam bir asker hayatı idi. Generallerle temas ettim. Birbirimizin usullerini, yaşayış tarzını biliyorduk. Aramızda çok fark yoktu. Onun için güçlük çekmedim. Mütarekeden sonra Lozan’a gittiğim zaman, böyle merasim içinde geçecek bir hayat hülyası ile oraya vardım. İlk iki gün geçer geçmez büsbütün başka şartlar içinde yeniden çalışmaya mecbur olduğumu şimşek çakmış gibi gözümde, derhal fark ettim. Muharebe meydanından çıkmış, oraya gitmiştim. Vazifemin bu kadar ehemmiyeti olduğunu bilmiyordum. Her tarafı ile birdenbire gözümde o kadar geniş bir vazife aldığım kanaati geldi ki, hemen ilk işim, ciddi olarak konferans işine başlamadan evvel Lozan Konferans heyetimizi teşkil eden büyüklü küçüklü bütün murahhas mütehassısları etrafımda toplamak oldu.. Onlara kısaca şu hitabeyi yaptım. “Arkadaşlar” dedim, “Biz buraya büyük bir vazife için geldik. Bu vazifeye hazırlanmak için şimdiye kadar geçirdiğimiz bir tecrübe yoktur. Fakat iki üç günlük temaslarımdan öyle anladım ki, ben bir muharebeden çıkmış, öteki muharebeye girmişim. Onun için çalışma programımız olarak başlarken size bir şey söyleyeyim, öyle muharebe meydanında vazife yaparken gece demeden gündüz demeden tesanüt ve dikkat içinde çalışmamız lazımdır. Gece demeden gündüz demeden ne vakit ihtiyacımız olursa arkadaşlarımdan her birini ayrı ayrı bulmaya mecburum ve davet ederim. Burada kendisi ile çalışacağımız arkadaşlarla böyle bir çalışma azmi ve disiplini içinde bu konferansa başlamamız lazımdır.”

Hepsi iyi telakki ettiler. Bundan sonra o şekilde çalışmaya başladım.

Diplomatlarda herkesten farklı bir yan vardır. Farklı olduğunu zannederim. Askerlikten diplomasiye başlamamın neticesi olacaktır. Ben diplomasi mesleğinde bulunan devlet memurlarının da askerler kadar, kumandanlar kadar memleket müdafaası ve emniyeti meseleleri ile zihinleri daimi olarak meşgul olmak lazım geldiğine inanmışımdır. Bir diplomattan özel hayatında, resmi hayatında, bütün temaslarında, bütün vazifelerini yaparken kendi memleketinin emniyetine, selametine ait bir unsur geçiyor mu? Onun tarafından bir mesele var mı? Bunun üzerinde vesveseli ve dikkatli olmasını isterim.

Diplomatların vazifesi bugün yalnız kendi mesleki unsurlarını değil, meslekleri dışında mesela ekonomide, sosyal meselelerde çok okumuş olmasını, bilgin demeyeyim ama mütehassıslar kadar çok şey bilir olmasını istemektedir. Bunun yanında ve hepsinin başında memleketini savunması, selameti ve emniyeti bakımından dışarıya başlıca bekçi ve dikkatçi olarak gönderilmiş olduğunu bilmesi lazımdır. Dikkatle çalışması memleketi için, memleketine karşı ilk borcudur. İlk vazifesidir. Tecrübe ettim. Bütün protokol meseleleri, etiket meseleleri benim için ikinci dereceye, konferansın ikinci gününden itibaren ikinci dereceye düştü.

Gece gündüz demeden çalışmak, son derece dikkatli olmak, bize mesleğin yeni zaruretleri olarak yerleşti.

Konferans içinde bu zihniyetle çalışma disiplini sağlamaya çalıştım. Konferans heyetimizin nezaketine rağmen vazife hususundaki vakit vakit hatıra gelmeyecek arızalarla karşılaştığımı bilirim. Hepsine karşı tam bir askeri dikkatle ve bir kumandanın mahiyetine karşı mükellef olduğu vazifeleri ciddiyetle yapması kadar ciddiyetle vazife yapmaya çalıştım. Lozan Konferansı’nın hayatıma verdiği ilk istikametlerden birisi, diplomasi mesleğinin ehemmiyetini anlamak oldu.

TARCAN GÖNENÇ: Lozan Konferansı’nda elde ettiğiniz neticeler umduklarınıza uygun düşmüş müdür?

İSMET İNÖNÜ: Lozan Konferansı’nda elde ettiğimiz neticeler umduğumuza uygun düşmüş müdür? Bu suale daima muhatap olmuşumdur. Bu suali kendi kendime de sordum. Memleketime ve kendi nefsime karşı istediklerimizle elde ettiklerimiz arasında bir nisbet olup olmadığını daima düşünmeye çalışmışımdır. Evvela konferansların mahiyetini söyleyeyim. insanlar arasında müzakere ile alışılmış manası ile pazarlıkla bir meseleyi halletmek davalarında daima bir uzlaşma esastır. İnsan hiçbir zaman umduğunu tam bulamaz. Fakat neticeden memnun olması lazımdır. Alınabilecek ve alınamayacak şeyleri, iki tarafın hangi noktalardan hayati noktaya kadar ısrar edebilecekleri meseleleri teşhis etmek, müzakere esnasında mümkün olduğu kadar isabet etmek lazımdır. Kendi esas davalarını müdafaa ederek onun yanında müdafaa ettiği diğer tali davaların esas davalar kadar ehemmiyetli meseleler olduğu kanaatini muhatabına verebilmesi lazımdır. Müzakere esnasında karşılıklı bulunanların hangi meseleyi ciddi tuttuğu hangi meseleleri diğer esaslı meseleleri elde etmek için, halletmek için vasıta olarak kullandığı asla hissolunmamalıdır.

Müzakerecinin başlıca dikkat edeceği keyfiyet budur. Çünkü, bunu hisseden taraf için müzakerenin idaresi oyuncak kadar basit bir hale girer ve bütün müzakereler esnasında murahhasların ve devletlerin birbirine karşı tutumlarında başlıca aradıkları nokta hangi noktanın, hangi meselenin  meydana çıkarılmasında karşı tarafın esaslı menfaati veya tali menfaati veya gösteriş manevrası olduğunu anlayabilmesidir. Bunun üzerinde çok tecrübe ister. Tecrübesi olmayanların çok dikkatli çalışması lazımdır. Gözünü çok iyi açmalıdır. Her  şeyden evvel müzakerelerden hiçbiri ehemmiyetsiz görülmemelidir. Biraz evvel söylediğim gibi Lozan Konferansı’nda baş murahhasların başkanlığında toplanan birinci komisyonlar vardı. Bunun arkasından tali komisyonlar gelir. Bunu yeni murahhaslar idare ederler. Çok değerli mütehassıslar vardır. Her mesele tali komisyonlarda hazırlanır. Büyük komisyona gelir. Bizim baş murahhaslarımız çok kuvvetli idi; karşımızdakiler de çok seçme insanlar idi. Mesela; Lord Curzon, İngiltere heyetinin baş murahhası idi. Onun yanında bulunan murahhas, İngiltere’nin İstanbul’u işgalinde İngiltere’yi temsil eden komiser idi. İtalya’nın, Fransa’nın, Japonya’nın, bilhassa diğer Balkan devletlerinin her birinin murahhasları, Yunanistan baş murahhassı Mösyö Venizelos gibi başlıca seçme insanlardan ibaretti. Onun için birinci komisyona gelecek ve alt komisyonda bulunan meselelerde mütehassıslar ayrı ayrı temas ederlerdi.

Mukabillerinden meseleleri öğrenmeye, tetkik etmeye çalışırlardı. Bunların hepsinin konferans başkanı olan murahhasın zihninde, elinde ve avucunda bulunması lazımdır. Bunların her birinin –toplantıya gitmediğim halde– devam eden çalışmalarının raporunu alır, bilgisini toplar ve her akşam konferansın cereyanı üzerinde bir netice çıkarmaya çalışırdım. Böyle bir usul tuttum konferansta. Alınan neticeler her konferansta, her pazarlıkta olduğu gibi daima eksik görülebilecektir. Bahusus elde edilen neticelerin yanında elde edilemeyenler de vardır. Ve meselelerin karşısında bulunan serbest insanların hangisine daha ehemmiyet verdiklerini tahmin edemezsiniz. Zaten elde edilen meseleler, elde edilemez zannedilecek kadar fevkalade güç olsa da bir neticeye bağlanıp hallolunduktan sonra birden bütün ehemmiyetlerini kaybetmiş gibi bir seviyeye düşerler. Herkes konferanstan sonra elde edilemeyen meselelerin büyüklüğünü düşünerek bir türlü muhakemeye dalar ve ancak tecrübeli ve insaflı insanlar heyeti umumiyesiyle nereden çıktığımızı ve elde edilen meselelerin büyüklüğünü, elde edilemeyenlerle mukayese edecek durumda olurlar. Bu meselede Osmanlı İmparatorluğu’yla, Lozan Konferansı’nda esaslı bir farkımız vardı. imparatorluk ricaliyle Harbi Umumi’den sonra Osmanlı ricalinde hakim olan fikir; harp sonunda Türkiye’ye vaki olan taleplerin baştan aşağıya memleketin parçalanması, ekonomik ve istiklal meselelerinde Türkiye’nin müstakil bir devlet gibi hareketine müsaade etmeyecek bütün kayıtların konması gibi tehlikeler karşısında idi. Osmanlı ricali imparatorluğun parçalanmasını kabul etmek ve öyle bir hesaba dayanmak yerine, imparatorluğun olduğu gibi muhafaza edilerek toptan zayıf bir halde bulunmasını tercih eder zihniyetteydiler. Milli Mücadele’nin kuvveti ve özellikle Atatürk’ün Milli Mücadele siyaseti büsbütün başka bir mana taşırdı. O da şu idi: Biz elimizde bulunan memleket parçalarını tam istiklal ile kurtarmayı hedef ve gaye bilmeliyiz. Bu fikir bize hakim olmuştur. Arap memleketlerinin ayrılmasını tabii görüyorduk. işgalimiz altında bulunmayan memleketlerin kurtarılmasının çok müşkül olacağını, tahmin ediyorduk. Mesela; muharebe esnasında, Milli Mücadele esnasında fiilen istirdat etmeye muvaffak olmadığımız yerlerden, bütün Osmanlı tarihinde ilk defa olarak Lozan Konferansı’nda yer kazandık. Mesela; Trakya’yı muharebe esnasında istirdat etmemiştik. Lozan Konferansı neticesinde Trakya’yı Meriç’e kadar tekrar memleketimize alabilmeye muvaffak olduk. Yalnız arazi almak meselesinde Trakya bile bizim için enteresan bir misaldir.

Çünkü biz Trakya hudutları Meriç’e kadar İstanbul’un ve Trakya’yı Meriç’e kadar işgal etmeyi Lozan Konferansı’na gelmeden evvel esas itibariyle müttefiklere kabul ettirmiştik. Mudanya Mütarekesi olmadan evvel müzakereye kadar müttefiklerle aramızda büyük bir buhran geçti. Göze çarpmadan geçirdik, geçirdiğimiz zaman ehemmiyetini biz de teferruatıyla tamamen bilmiyorduk. Biz İzmir’e vardıktan sonra mütarekeye başlayıncaya kadar, müttefiklerin ve Yunanlıların harpten evvelki hudutlarına çekilmelerini şart koşmuştuk.

Mütareke esnasında bu esas üzerinde çalıştık. Ve esas olarak müttefiklere bunu kabul ettirdik. Yani mütareke neticesi biz orasını işgal etmediğimiz halde Yunanlılar tamamıyla Trakya’nın şimdiki hudutlarının Meriç garbine çekilmişlerdi. Yalnız müttefikler İstanbul’da ve Çanakkale’de bulunuyorlardı. Orada bulunuşlarını geçici olarak kabul ettirmiştik. Bu şart ile mütarekeyi kabul edip muzaffer ordularımızın boğazları geçerek İstanbul’u ve Trakya’yı elde etmesi üzerinde durduğumuzu söyledik. Bunu kabul ettirdik. Mudanya Mütarekesi başlamadan evvel ve onun esnasında sıcağı sıcağına muharebe esnasında fiilen işgal etmediğimiz bir yeri müzakere ile elde etmek fırsatı elimize geçti.

Konferansta bizim konuşma tarzımız içerde ve dışarda dikkati çekmişti. Bidayette biraz diplomasi usullerine uymayacak zannolunuyordu ve bizim eski diplomatlarımız ilk tarizlerini, taşlamalarını bu şekilde bana yaparlardı. Ama sonradan konuşma tarzımız her tarafta takdir edilmeye başlandı. Bu nereden geliyordu? İmparatorluğun asırlar boyu söz oyunlarıyla iş yapmaya alışmış sanatkar diplomatları, bu usulleri büyük bir marifet zannederlerdi. Biz meseleleri sade şekliyle mütalaa ederek fikirlerimizi açıkça ortaya koymayı usul ittihaz etmiştik. Mücadelemizde Milli Mücadele’nin başından, yani Büyük Millet Meclisi kurulduğundan itibaren, –hem eski meseleleri, eski konuşma usullerini bilmediğimizden, alışamadığımızdan, hem davalarımızı ancak açık olarak söyleyip müdafaa etmeyi göze aldığımızdan– böyle bir konuşma usulü tutmuştuk.

Açık söylüyorduk fikirlerimizi. Yadırganıyordu. Sonra tabii bir halde müzakere ediyorduk. Bu hususta Lozan Konferansı’nda bana öğretme vazifesi gören iki misal hatırlarım.

İmparatorluğun Avrupa’da bulunan büyükelçilerinden bir vezir bana mütareke esnasında konuşma halimizden ve konferansın tehlikeye girmesi ihtimalinden samimi bir surette endişe ederek fikirlerini söyledi. Vezir, bana, bir maaş meselesini, mütareke esnasında ecnebi memlekette çalışırken alacakları kaldığını, bunun için eski devlet memuru olarak benden yardım istemeye geldiğini söyleyerek temas etmişti. Konuşma esnasında konferansın idaresi şekline sözü getirdi. Bazı tali meseleler olarak takip ettiğim noktaları hicvederek bunlar üzerinde ısrarla durduğumu ve bundan dolayı konferansın akamete uğrayacağını, bunun vahim bir tehlike olduğunu bana uzun boy1u anlatmaya çalıştı. Bunları, tali meseleleri müdafaa ederken gösterdiğim bu ciddiyeti, bu tarzda mübalağa ile müşahede etmiş olan vezirin anlayış tarzına atfederek sükunetle dinledim.

Diğer bir vezir, yine Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerindeki vezirlerinden merhum Rıfat Paşa idi. İmparatorluğun son günlerinde Hariciye Nazırı olmuştu. O zaman da, gençliğimde de çok kıymetli bir insan olduğunu işitirdim. O beni İsviçre’de bir gün ziyarete gelmişti. Konferanstan bahsederken çalışmamız ve hareket tarzımız için müsait mülahazalar söylüyordu. Kendisine, fırsat bularak, konferansta kendi tecrübelerinden istifade etmek isteyerek tavsiye edecekleri usuller ve esaslar bulunup bulunmadığını sordum. Bana nezaketle ve tevazuyla cevap verdi. Dedi ki, “Bizim size müzakere idaresi ve konuşma tarzı için yapacak hiçbir tavsiyemiz yoktur. Bizler, sizin konuştuğunuz gibi müzakereleri ortaya atmaya ve eşit bir tarzda münakaşa etmeye, müzakere etmeye alışmamışızdır. Bu usulleri hiç bilmeyiz. Onun için bize hiçbir şey sormadan kendi bildiğiniz, anladığınız tarzda idareyi nihayete kadar yapmanızı ve muvaffak olmanızı dilerim. Size verilebilecek hiçbir nasihatım yoktur” demiştir. Sade onu gördüm, Rıfat Paşa bizim halimizi takdir ediyor, cesaret veriyordu. Diğer birçok vezirlerle de ya görüştüm ya bana nakil ettiler, hepsi dudaklarının ucunda hiçbir şey bilmeyen insanların acemice çalışması ve çabalaması suretinde bizim halimizi manalandırıyorlardı.

 

TARCAN GÖNENÇ: Lozan Anlaşması’ndan neden memnun olmayanlar vardı?

 

İSMET İNÖNÜ: Lozan Konferansı için merak edilen noktalardan birisi de muahede imza edildikten sonra onun aleyhinde gerek hemen akabinde, gerekse senelerce karşı koyanların bulunduğunun merak edilmesidir. Bunu bana sorarlar niçin memnun olmayanlar vardır, diye. Bir defa Lozan Konferansı imza edildikten sonra onun tatbiki meselesi müttefikler arasında bir mesele oldu. Biz hemen bir iki ay içerisinde muahedeyi tasdik ettik, müttefikler ancak iki sene zarfında muahedeyi yürürlüğe koydular. Müzakere esnasında kabul ettikleri birçok maddenin Türkiye’nin kuruluş devrinde birçok hadiseler geçireceğinden ve daha tasdik olunmadan birtakım hükümetlerin düşeceğinden ümitleri vardı. İki sene kadar sürdü, bu esnada Cumhuriyet ilan olundu. Cumhuriyet yeni ve esaslı temeller üzerinde kuruldu. Cumhuriyet bir iki senelik büyük tepkilere, mesela; Şeyh Sait isyanı gibi silahlı mukavemetlere maruz kaldı. Bununla beraber yerleşti. Bir iki sene müttefiklerin gösterdiği tereddüt memlekette yeniden endişe yaratınca muahedenin kıymeti ilk defa anlaşılmaya başladı. Muahedeler tasdik olunduktan sonra da sözler söylenmiştir. Alamadığımız imparatorluk dışında bulunan memleketlerin büyük veya küçük bir karakoluna kadar teferruatı merak edilmiştir. Bunlar alınabilirdi, bunlar yapılabilirdi, ya da borçlardı, alacaklardı, hesaplardı, bunlar daha şöyle yapılırdı, daha böyle yapılırdı diyerek birçok mütalaalar serd edilmiştir. Muahedeler de, milletlerarası mukaveleler de özel hayatın pazarlıkları gibi daima münakaşa konusu olan meselelerdir. Bunlar üzerinde Lozan’ın kıymeti daima bahis konusu olmuştur. Bugün bile seyrek de olsa, hep Lozan’dan gelen mahsurlar diyerek söz edecek insanlar bulunur. Fakat şu anlaşılmıştır ki Lozan Muahedesi imzasından itibaren elli sene geçtiği halde 2. Cihan Harbi’nin mukavelelerinden hiçbirisi ayakta bulunmadığı halde Lozan Muahedesi dün imza edilmiş gibi devletimizin politikasında esas mahiyetinde gösterdiği yeni istikametleri muhafaza etmektedir. Lozan’dan sonra “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması yeni bir anlayışla uluslararası siyaset hayatına yerleşmiştir.” hükmünü bir kaide ve doktrin olarak bizim siyasetimizde icra etmektedir. Lozan Konferansı devam ederken, takip olunurken yalnız meseleleri değil, usulü ve şahısları itibariyle münakaşa ve tenkit konusu olmuştur. İmza olunduktan sonra yeni bir tenkit safhasına girmiştir. O zamandan beri geçen devirde de daima sırası gelmişken Lozan’a atfen şikayetler yapılmıştır. Sabit olan gerçek şudur ki; Lozan Konferansı elli seneden beri her gün kıymetini yenileyerek bugün bile taze hüviyetini muhafaza etmektedir.

 

 

 

 

 

 

 

Lozan Barış Antlaşması’nın 48. Yıldönümü

Dolayısıyla CHP MYK Üyelerinin

Ziyaretinde Söyledikleri[100]

(24. 07. 1971)

 

(…)

Çok neşeli olduğu görülen İnönü “Teşekkür ederim arkadaşlar. Hepinizin tebrikine çok teşekkür ederim. Sağolun” demiş ve daha sonra şunları söylemiştir.

 

“Tesadüfen Lozan’da Başmurahhas olarak ben bulundum. Şimdi sağ olan ve olmayan bir çok arkadaşım adına ben sizin teveccühünüze muhatap oluyorum. Onların adına da size ayrıca minnetlerimi sunarım.”

 

Basın mensuplarının “Bir hatıranızı anlatır mısınız:” sorusu üzerine CHP Genel Başkanı İnönü şöyle konuşmuştur:

 

“Giderken bilmediğim bir âleme gittim. Gelirken büyük sevinçle heyecanla karşılandım. İşte seneler geçiyor. Yarım asra yaklaştı. Lozan bize bir eser olarak milletin hatırasında kaldı. Teveccüh gösterip hatırlayan arkadaşlarıma, orada Lozan’da çalışmış olanların emeklerini değerlendirmeye çalışarak teşekkür ediyoruz.

Gittiğim zaman, beni ilk kabul ettikleri zaman, konuştuktan sonra, senelerce sefirlik yapmış Fransız Başmurahhası yanıma gelmişti. (Aaa çok sert konuşuyorsun) dedi. İlk konuşmam. Lord Curzon’a cevap verdiğim ilk konuşma. (Ama hallolunur, hallolunur göreceksiniz, çıkaracağız) dedi. Yani kendilerine güvenen bir yüzü vardı. Beni yola getireceklerini söylüyorlardı. Hepimiz sonra, beraber yola geldik.”

 

 

 

 

 

 

Lozan Barış Antlaşması’nın 50. Yıldönümü

Dolayısıyla Mecdi Sadrettin Sayman ile Yapılan

Televizyon Söyleşisi

(ve Söyleşinin Yayınlanmamış Kısımları)[101]

(24. 07. 1973) *

 

1. Soru: Büyük zaferle Lozan konferansının toplanma tarihi arasındaki haftalarda Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal’in düşüncelerini ve hislerini nakletmek lûtfunda bulunur musunuz?

 

1. Cevap: Bir defa büyük zaferle Lozan konferansının başlaması arasında geçen devrin ehemmiyetini gözönüne almak lâzımdır. Büyük zaferle İzmir’e girdikten sonra başkumandan Gazi Mustafa Kemal’in [ve] genel olarak hepimizin kafası bundan sonra ne olacak, Türkiye bu işin içinden nasıl sulha varacak, bu ihtimalle dolu halde idi. En büyük dikkat ve fikir yorgunluğu, fikren meşguliyet, Gazi Mustafa Kemal’e düşüyordu. Zaten evvelce Fransızlarla yapılan antlaşma ile galip devletlerin ne zihniyetle nasıl konferans yapacakları hakkında en çok tecrübesi vardı. Aramızda bütün bu hislerin sevki ile konferansın ve sulh davasının büyük meseleleri ile tamamiyle dolu bir halde bulunuyordu. Şimdi bu düşünceye hak vermek için şunu göz önüne almak lâzımdır. İzmir’e girişten Lozan Konferansının başlamasına kadar olan hadiseler şunlardır: Bir defa İngiltere Türkiye aleyhine yeni bir umumî harp çıkarabilir mi, bunu evvelâ bütün dominyon devletleri arasında araştırmaya başlamıştı. Gayet kırgın ve sert bir hava içinde idi. Biz İzmir’e girdikten 3 – 4 gün sonra İngiliz donanması İzmir’de bulunuyordu. Gazi Mustafa Kemal’e bir zabit vasıtası ile tebliğ yaptı. “İngiltere ile harp halinde misiniz, değil misiniz?” Çünkü İngiliz konsolosu İzmir’e girdikten sonra Gazi Mustafa Kemal ile bir mülâkat temin etmiş ve o mülâkatta çok amirane ve hakimâne vaziyet ile muharebe neticelerini askerlerin bizim ordumuzun İzmir’e girdikten sonra tutumunu tenkit etmek istemişti. Gazi Mustafa Kemal ile konsolos arasında hiçte hafif sayılmayacak bir çatışma olmuştu. Bu vesile [ile] olacak İngiliz donanması Gazi Mustafa Kemal’e İngiltere ile harp halinde bulunup bulunmadığını resmen sordu. Bir zabit çıktı, elinde amiralin bir mektubu, başkumandandan bu suali soruyordu. Derhal cevap verdi. Gazi Mustafa Kemal… İngiltere ile harp halinde bulunmadığımızı fakat İngiltere ile aramızda sulh olmadığını bildirdi. Bu cevabı ciddi idi. Bunun arkası gelmedi. Ondan sonra konferansta olacak işler kadar konferansa ait olan işlerde hallolunacak birçok meseleler bu müddet esnasında hallolundu. Meselâ; Trakya’ya giriş, meselâ İstanbul’da vaziyet nasıl olacak. Bunların her birisi gayri resmi ittifak memurları ile Gazi Mustafa Kemal arasında mütemadiyen konuşuluyordu. Meselâ; Fransızlar’la antlaşmada müzakereyi idare etmiş olan Fransız devlet adamı İzmir’e gelmişti. İzmir’de onunla konuşuyordu. Şimdi bizde hakim olan fikir İzmir’e girdikten sonra müttefikler bırakırlar meseleyle meşgul olmazlar, bulunduğu hali olduğu gibi muhafaza ederlerdi [şeklindeydi]. İngilizler İstanbul’da mütareke ahkamını bahane ederek girmişler, orada kalırlar ve böyle devam eder. Onları sulh addetmeye mecbur etmek lazımdır. İlk iş bu idi. Uzun boylu düşündükten sonra İzmir’den sonra hareketi Boğazlara doğru sevketme kararını aldı. Aramızda karar verdik. Ordu İzmir’e girdikten sonra yeni bir stratejik bir toplanma yapıyordu. İstanbul boğazı ve Çanakkale boğazına doğru hareketler başladı. Hareketler derhal tesirini gösterdi. Mudanya mütarekesi için teklif geldi. Demek ki İzmir’den sonra konferanstan evvel Mudanya Mütarekesi bu suretle açıldı. Mudanya mütarekesi az sürdü fakat o da bir çetin konferans kadar çitilli oldu ve heyecanlı oldu. O konferans neticelendi ve Mudanya Mütarekesinde de birtakım meseleler halloldu. İstanbul’a giriş çıkış, Trakya’nın vaziyeti Yunan ordusunun tamamiyle memleketten dışarı çıkması vs. Bundan sonra konferans geldi. Anlaşıldı ki Mudanya Mütarekesi öldükten sonra o vaziyette uzun müddet devam etmeye imkân yoktu.

 

Harbin hemen arkasından yeni bir mütareke, yapılması ondan sonra biran evvel sulh konferansına gidilmesi ve ondan ciddi bir sulh müzakereleri açılması havası zarureti hasıl olmak, Gazi Mustafa Kemal’in başkumandan olarak başlıca vazifesi halinde idi. Bu çabalarla geçti ve bu çabaların hepsi başarı ile neticelendi.

 

Bu başarılar müsbet hareketlerin birbirini takip etmesi, müttefiklerin böyle bir yola koyulmalarını sağlamak ancak Gazi Mustafa Kemal’in İzmir’e girdikten sonra hadiseler yeni başlamış gibi bir zihniyetle ve bir düşünce ile işleri takip etmesi sayesinde olmuştu.

 

2. Soru: Lozan Konferansında 4 Şubat 1923’te bir kesinti oldu. Şayet Lozan Konferansının 2. toplantısında da bir sonuç alınamasaydı, Türkiye’nin kaderi ne olurdu?

 

2. Cevap: Lozan Konferansının 1. safhası Şubat’a kadar sürdü. Ve Şubat’ta kesinti oldu. Niçin kesinti oldu? Hadiseler ispat etti ki kesinti olması müttefikler tarafından arzu edilmişti. Oraya götürülmüş ve Türkiye’nin konferansta mukavemeti nereye kadar devam edecek ve ne ölçüde bir anlaşma imkânı hasıl olacak? Bunun bir mihenk taşına vurulması lüzumlu görülmüştür. Bu ihtimali biliyormuş gibi Lozan Konferansının kesintisine kadar bizim müzakeremiz de ona uygun bir usul takip etmiştir.

 

Lozan Konferansının 1. devrine biz başlıca İngiliz düşmanı olarak gittik. Başta Fransızlar olmak üzere diğer sulh yapacak devletlerle münasebetlerimizin daha kolay düzeleceğini zannediyorduk. İlk günlerin temasında bende o fikir hasıl oldu ki İngiltere’nin bütün müttefikleri İngilizlerden şikayetçidirler. Kolayca onların İngilizler aleyhine toplanması mümkün olacak. Lozan Konferansının 1. devri ispat etti ki, İngilizler’den başka olan bütün müttefiklerin Türkiye’den istedikleri hudutsuzdur. Onları birer birer memnun etmeye kalksak Türkiye diye bir varlık hemen kalmayacak gibidir ve bunların hepsini memnun edecek kadar bütün şartlarını kabul edecek olsak, ondan sonra İngiltere için her birinin söylediği bize bunları verdikten sonra “size çok teşekkür ederiz fakat ondan sonra İngilizlerle meselenizi siz kendiniz hallediniz biz bir şey yapamayız” [olacaktı]. Hepsini memnun edersek yalnız İngilizler kalırsa memnun olacaklar. Fakat İngilizler ile meselenin halledilip sulh yapılmasına da bir yardımı dokunmayacak. [Bende] Bu kanaat hasıl oldu. 1. Konferansın devamı esnasında bu konferansın yarı müddetinde anlaşılmıştı. Benim böyle bir usul takip ettiğimi Lord Curzon da fark etmişti. Bir gün bana “Vicrotira [Victorious] General sen manevraya çok alışmışsın” dedi. Şaka tarzında “ama sana manevra yaptırmayacağım” diye devam etti.

 

Nihayet usulü değiştirip İngilizler ile esas meselemiz nelerdir, ve onlarla sulh yapmak imkânı var mıdır? Bunu araştırmaya, ciddî bir surette tetkik etmeye çalıştım. Alışmadığım konferans hayatı insan münasebetlerinin ve devlet münasebetlerinin en zor hayatıdır. Eşit şartlar içinde denilir. Bu eşit şartlar içinde her devletin kuvveti, vasıtaları nisbetinde gene şartlar birbirinden farklıdır, ağırdır.

 

İngiliz şartları ile münasebet ne olacak? Birgün nasıl kopmadan İngiltere ile sulh yapılabilecek. Benim teşhisime göre, Musul için bu konferansta istediğiniz şartlar içinde İngilizlerle bir kesinti olabilir. Boğazları kapalı tutmak ve İngilizlerin istediği açıklığı sağlamazsak gene konferans kesintiye uğrayabilir. Büyük meselelerden bunlar göze çarpıyordu. Bunlarla [Bunlarda] bir antlaşmaya varmak mümkün olmadı. Fakat bir kesinti daha olmadan meselelerin hallini geleceğe bırakmakta, konuşmaksızın, söyleşmeksizin bir usul birliğine varmış gibiydik. Fakat İngiltere kendisi için sulh imkânı verildikten sonra, müttefiklerinin istediği meseleler yüzünden kıpırdayamayacak kadar bağlanmış halde idi. Dar zamanlarında onların her istediğini taahhüt etmiş, vaadde bulunmuş. Şimdi kendisi neticeye varmak için o meselelerden nasıl kurtulacağını bilemez halde idi. Bir fasılaya ihtiyaç vardı. Bu fasıla esnasında Ankara’nın konuşmaları nasıl telâkki ettiği anlaşılacak ve müttefiklerin meseleleri arasında bir uyuşma olmayacağı fakat müttefikler sulh için birbirinden daha müstakil politikaya varabilecekler. Onlarda bir hazırlık yapacaklar. Bu şartlar içinde kesinti oldu. Kesinti günü ben vaziyeti Lord Curzon’a açıkça söyledim. Konferans kesiliyor dedim. “İngiltere’ye gittiğiniz zaman muahede niçin kesildi diye size soracaklar ve siz cevap bulamayacaksınız. Çünkü İngiltere’nin bir sulh için esaslı şart saydığı meselelerden hiçbirisi menfî [müsbet] bir neticeye varmamıştı. Böyle iken niçin kesintiyi kabul ettin diyecekler ve siz cevap bulamayacaksınız.” Benim, İngiliz meseleleri hallolunmuştur, diğer meseleler için İngiltere’yi sürüklüyorsun ve sulha mani oluyorsun, tarzında ithamımı Lord Curzon şiddetle karşıladı. “Hayır dedi müttefiklerimizle beraberiz, hepimizin meselesi birdir. Ayrı meselelerimiz yoktur” vesaire. Bu tarzda başlıca müttefiklerinin meseleleri yüzünden kesinti olmuştu. Yani kapitülasyonlar yüzünden, imtiyazlar yüzünden, borçlar yüzünden vs. Bu şartlar içinde ayrıldık, kesinti oldu. Kesintiden Ankara’ya gelinceye kadar uğradığım yerlerde Lord Curzon’dan mesaj aldım. Kesintinin ehemmiyetli olmadığını sulha varacağımıza emin olmamı bu konferansın mahiyetinin Ankara’da iyi değerlendirildiğini [değerlendirilmesini] bana telkin ediyor benden rica ediyor, benim kırgınlık havamı yumuşatmak için ve Ankara’ya İngiltere’den ümitli bir halde gittiğim manasını vermek için çaba sarfediyordu [ve Ankara’ya ümitli bir halde gitmem için İngiltere’den çaba sarfediyordu].

 

Bu şartlar içinde ayrıldık. Ama ayrılıncaya kadar ayrılmadan muahedeyi olduğu gibi imza edeyim diye yapmadığı baskı kalmadı. Meselâ hazırlandı hareket edecek. Gidiyor. Müttefiklerin de İngiltere’nin de kanaati o idi ki bu kesinti tehdidini yaparsak Türkler son anda dönecekler ve muahedeyi olduğu gibi imzaya razı olacaklar.

 

Muahede müddeti bitti. Tren de artık gidecek. Lord Curzon pencerenin önünde Türk heyetini bekliyordu, gelmedi. Trenin müddeti geldi Lord Curzon yarım saat daha trenin tehirini rica etti. Bana koşup geliyorlardı. Tren hareket etmedi, İngiltere müttefikler muahedeyi imza etmeye hazırdırlar, siz kabul ediniz dedi. Olmaz dedim. Ondan sonra tren hareket etti.

 

Şimdi bu şartlar içinde Ankara’ya geldim. Ankara’ya geldiğim zaman o kadar uğraştıktan sonra, bir sulh aktedilememiş olması umumî bir kırıklık yaratmıştı. Beni yolda Gazi Mustafa Kemal ile Fevzi Paşa karşılamışlardı. Bana sordular “nedir konferansın mahiyeti”, dedim ki “Sulh vardır, sulh olacaktır” Kesintiyi yapan devletlerin başında İngilizler görülüyor fakat İngilizler bu sulhu imza etmeye hazırdırlar. Çünkü kendileri için hayati denilen meselelerde hallolunmamış bir şey kalmamıştı. Diğer müttefiklere sadakat göstermek için konferansın başından beri onların kendi yanında vermiş olduğu sözlerin, yapmış olduğu taahhütlerin bir oyun olmadığını ispat etmek için son anda onlara sadakat göstermeye çalışıyordu. Bunu tatbik ettirmek için bize en son baskıyı yaptılar, muvaffak olmadı ayrıldılar, ve bütün yolda her tarafta temas ederek sulha karşı ümidimizi muhafaza edelim mutlaka sulh yapacağız, kanaatini Ankara’ya götürmeye [iletmeye] çalışıyorlardı. Bu şartlar içinde oradan ayrıldım. Gelir gelmez başlıca sulh hareketinden kaygılı ve sorumlu olan Gazi Mustafa Kemal’e bu kanaati söyledim. Ondan sonra Ankara’da bu hava içinde işleri Başkumandan Büyük Millet Meclis Başkanı yürütmeye başladı.

 

3. Soru: Bugün Lozan Antlaşmasının 50. Yılını sevinçle heyecanla kutluyoruz. Yeni çağın en renkli bir güzidesi ve o günü konuşacak en yetkili bir kişi olarak bugün neler söylemek istersiniz ve bu büyük eserinizi nasıl değerlendirirsiniz?

 

3. Cevap: Lozan muahedesi güç şartlar içinde sulha varmak için esas meseleleri halleden ve bir çok meselelerin zaman içinde hallini ileriye bırakan bir müessesedir, bir vesikadır. Lozan muahedesi adlî müşavirleri kabul etti. Lozan muahedesi Kabotaj meselesinde iki sene müddeti kabul etti. Bunların her birisi kontrol altına bağlanmak suretiyle çok daha ağır şekilden bugünkü bizim ihtiyarımıza terk olunan meseleler halinde muahedeye girdi. Ümid ediyorlardı ki müttefikler, ihtiyaç sebebiyle bir çok kabul olunmayan meseleler tarafımızdan sessiz surette kabul olunup geçecektir. Bir buna güveniyorlardı. Bir de Atatürk’ün davranışında reformlar, inkılaplar sezildiği için bunların Türk halkı tarafından nasıl telakki olunacağı, zamanın ne göstereceği kendilerince ümitlerle dolu bir devir bekleniyordu.

 

Bu şartlar içinde Lozan muahedesi yapıldı. Lozan muahedesinin eksik bıraktığı noktalar hiç zahmet vermeksizin seneleri geldikçe birer birer sönüp gitti. Mesela, adli müşavirler diye bir müessese vardı. İki sene müddetle müşavirler diye bir müessese vardı. İki sene müddetle müşavirleri kabul etmiştik, bir tek meselede, bir teklif yapıp, bir halimizi tenkit edip ona çare gösterdikleri, teşebbüs yaptıkları vaki olmamıştır. Çünkü biz, cumhuriyetin tesisiyle beraber, adliyede kanun olarak, davranış olarak ne arzu edilebilir, ne yapılması istenirse bunların hepsini hiç kimseye sormadan, kendiliğimizden yapmış bulunuyorduk. Kabotajlar böyledir. Başlıca güvendikleri, bir defa Curzon da bana söylemişti, memnun değiliz dedi. Konuşmamızdan. “Hiçbir sözümüzü kabul etmiyorsunuz, hepsini reddediyorsunuz. Hepsini cebimize atıyoruz. Yarın harap bir memleketi imar etmek için, önümüzde diz çökeceksiniz, bizden yardım istediğiniz zaman, bugün reddettiklerinizi birer birer çıkarıp önünüze koyacağım.” Cevap verdim, yanında Amerika sefiri de vardı. Curzon, “para bir bende vardır, bir de bunda vardır” diyordu. Curzon’a cevap verdim, biz bugün bir İstiklal Savaşından geldik, milli davalarımız var, bunların hepsini halletmek mecburiyetindeyiz. Bu davaları halledelim ondan sonra ihtiyaç sebebiyle gelirsek, yapmayı düşündüklerinizi beğendiğiniz gibi tatbik edersiniz. Böyle dedim ayrıldık ve ayrılıncaya kadar da bir defa Osmanlı Bankasından bir istikraz, bir yardım istemiştim. Ben Başbakanken, bir tediye sıkıntısı vardı, iki üç aylık, birkaç milyonluk bir yardım lâzım olmuştu, istediler, Osmanlı Bankası cevap verdi “Bu istikrazdır” dedi. Bunun şartlarını oturup konuşalım. Geldiler bana söylediler, cevap verdim, “meseleyi anladım” dedim “zahmet etmesinler, hiçbir ihtiyacımız yoktur, biz kendimiz meselemizi halledeceğiz” dedik. Birkaç aylık yardımdan da vazgeçerek kendi işimizi hallettik. İhtiyacımızdan dolayı bir istikraz aktetmek için, şimendifer yapacağız, yol yapacağız, birçok meselelerimiz var bunları yapmak için para istemek vaziyetine düşmedik. Böyle olunca, muahedenin eksik kalmış olan maddeleri hepsi arzumuza göre zaman içinde değişti. En son değişip düzelen Boğazların müdafası bütün şartlarıyla Türkler’e havale edilmiştir sözü 1936 da Birleşmiş Milletlerin kararıyla bize avdet etti, bunlarla bitti.

 

Şimdi Lozan Muahedesi, böyle zaman içinde tekemmül etmiş bir beynelmilel vesikadır. Birinci Cihan Harbinden sonra bir çok devletler sulh muahedesi yaptılar, onlardan biridir. Bizim talihimiz Birinci Cihan Harbinden sonraki, sulh muahedesi bizim için Cihan Harbinden sonra İstiklal mücadelesinin başlaması ve onun kesin ve muvaffak neticesi üzerine yeniden eş şartlarla sulh yapmak olmuştur. 1918 de Birinci Cihan harbi bitti, bizim sulh muahedemiz 1922 zaferiyle başladı. Tam iki sene, tam bir misli fazla müddet sürmüştü. Bu Lozan Muahedesi yaşar mı, yaşamaz mı herkesin zihninde dururken tarihe bakınız ki, ondan sonra ikinci bir Cihan harbi geçti, Türkiye bu müddet zarfında barış içinde kalabildi. I. Cihan harbinden kalan beynelmilel muahedelerden hiçbirisi doğru dürüst 20 sene bile yaşamamışken, Lozan Muahedesi, hükümlerini teyid ederek, perçinliyerek 50 senedir beynelmilel geçerliliğini muhafaza etmektedir. Böyle bir özelliği vardır.

 

Lozan Muahedesinin beynelmilel vesikalar içinde bir özelliği de şudur: I. Cihan Harbinden sonra yapılan Sulh Muahedelerinin hiç birisi doğru dürüst 20 sene yaşamamıştır. Hatta II. Cihan Harbinden sonra yapılan Muahedeler bile doğru dürüst yaşamamış ve hala o muahedeler tamamlanamamıştır. Lozan Muahedesi I. Cihan Harbi, Türkler için İstiklal Harbi olarak iki misli müddet devam ettikten sonra, ilk günde, ilk senede aldığı şekli zaman içinde tamamlıyarak tam bir Muahede, daimi vesika haline gelmiş ve o halini 50 senedir değiştirmeden devam ettirebilmiştir. Bu bir vesika için nadir bir talihtir ve bu vesikayı idame eden, devam ettiren memleketler için müstesna bir başarıdır.

 

 

 

 

Son Lozan Söylevi

 

 

 

“İstiklal Savaşı ve Lozan” Konulu

Konferans Söylevi[102]

(23. 10. 1973)*

 

Türk Tarih Kurumu’nun nazik daveti üzerine, Cumhuriyet’in 50. yılı münasebetiyle toplanan bu birleşimimizde huzurunuzda bulunuyorum. Bana, “İstiklâl Savaşı ve Lozan Muahedesi” üzerine konuşma konusu verilmiştir. Bunlar üzerinde tarih malumatı vere­ceğim. Sırası geldikçe ben de fikirlerimi söylerim.

Şimdi, arkadaşlarım, adından başlayayım. İstiklâl Savaşı münasebetiyle toplanmış bulunuyoruz. İstiklâl Savaşı eseridir Türkiye Büyük Millet Meclisi. Cumhuriyet, İstiklâl Savaşının neticesidir; Birinci Cihan savaşının neticesi değildir.

Birinci Cihan harbi bitmiştir. Ondan sonra galip Müttefikler, Türkiye ile yaptıkları mütareke münasebetiyle başka kararların tat­bikini istiyorlar kanaati hâkim olmuştur. Gerek idare edenler içinde, gerekse devlet ricali içinde, esaslı olarak, hiç aldanmadan, o zamanın büyük kumandanlarından Büyük Atatürk, bu müşahedeyi yapmıştır. Bu müşahede, büyük bir mücadeleyle milletin malı olmuştur.

Birinci Cihan harbi, imparatorluk tarafından imzalanan Mon­dros mütarekesiyle hitama ermiştir. Ondan sonra, onun muahedeleri gelir. Mondros mütarekesinin tarihi 30 Ekim 1918’dir. Türkiye, imparatorluğun müttefiki olan Almanlar ve diğer devletlerden evvel, Mondros mütarekesiyle harbe nihayet vermiştir. Mondros mütarekesinin imzasında cepheden gelmiştim,  İstanbul’daydım.

Murahhassımıza Mondros’ta yapılan nazik muamele ve şifahen yapılan görüşmelerin bıraktığı tesir ile iyimser bir hava yayılmıştı. İngilizler çok insaflı ve haklı olarak eski Türk dostluğunu aramaktadırlar. Buna göre muamele göreceğiz. Türkiye muharebeden sonra böyle muamele görecek, ümidi galip idi.

Mondros mütarekesi, ruhî tesir olarak o şartlar altında karşılandı. Mütarekenin şartları içinde, her mütarekede, harbi kaybedenlerin kaybetmeyi kabul ettikleri tabiî kayıtlardan başka, silâhlar teslim olunacak, lâzım olan cephanelikler vs. istihkâmlar verilecek, ondan sonra sulh muahedesi yapılacak. Umumî olarak bu kayıtlar altında görünüyordu. Bir maddesi vardı Mondros mütarekesinin: Müttefikler, emniyetlerinin lüzum gösterdiği yerleri işgal edeceklerdir diye bir hak alıyorlardı, İstanbul ve Çanakkale boğazlarım işgal etmek hak­kını alıyorlardı. Söyleyerek, ama umumî olarak bir prensip kararı kabul ettirmişlerdi: Müttefikler, emniyetlerinin icap ettirdiği stratejik noktaları işgal edeceklerdi.

Mondros mütarekesinden sonra Boğazlar, tabiatıyle açıldı ve İngiliz donanması içeri girdi. Sonra mütareke hayatı başladı. Mondros mütarekesini yapan hükümet de bir müddet sonra çekildi, başka bir hükümet geldi. Biliyorsunuz, Birinci Cihan harbine biz, İttihat ve Terakki hükümeti zamanında girmiştik. Bizim muharebeye girdiğimiz zaman olan 1914’te, Alman büyük askerlerinin planlarında söyledikleri kayıtlara göre harp, Almanya için bile kaybolunmuş sayılmak lâzım gelirdi.

Moltke’den sonra, Almanların büyük erkânıharp reisleri olan [kişi], Schlieffen’dir, o şöhret almıştır. Cihan harbinin planlarını da o yapmıştır. Schlieffen, planlarında demiş ki:

“Cihan harbi olacaktır. Bu Cihan harbini kazanmak için, vak­tiyle hazırlıkta ve harekâta başlayışta düşmanlarımıza takaddüm etmemiz lâzımdır, onlardan evvel davranmamız lâzımdır”.

Alman askerî literatüründe bir tabir vardır. Erkânıharp reisleri, kumandanlar, daima bir siyasî fikir teklif edecekleri zaman o mukaddemeyi yaparlar:

“Biz askeriz, devletin siyasette ne karar vereceğini bilmeyiz. Selâhiyetimiz de yoktur. Fakat, eğer bir harbe girmek ihtimali var ise, siyasî müzakerenin neticesi bir harbi doğuracaksa, o harpte muzaffer olmak için birtakım hesaplara riayet etmemiz lâzımdır. Vaktiyle, şu kadar zamanda bize haber vereceksiniz harbe gidiyoruz diye... vs.”

Schlieffen’e atfolunan sözün bir maddesi şu:

“Eğer harp olacaksa, biz harpte taarruz edeceğiz. Kuvvetimizin çoğunu, büyük kısmını garbe karşı, Fransızlara karşı toplayacağız. Rusya’ya karşı mümkün olduğu kadar az kuvvet bırakacağız. Hareket edebilirler, toprak kaybedebiliriz, fakat birinci mesele, garpte büyük bir üstünlükle harbi bir an evvel kazanmak lâzımdır”.

Belçika’ya girmekten bahseder. Oradan girecekler, istihkâmları çevirecekler. Büyük tahkimat var Fransız sınırında; onları çevirerek Fransa’ya hücum edecekler...

Bunu söyledikten sonra adam, şunu da söyler planında: “Bir an evvel Fransa’nın işini bitirmek lâzımdır garpte. Büyük kuvvet ile Fransa’ya taarruz ederiz ve Fransa’yı amana düşüremezsek, harp dışı edip sulh talebine icbar edemezsek, durmağa mecbur olur­sak, derhal sulh yapmak lâzımdır. Şartlar ağır olabilir. Fakat harp ne kadar uzarsa, ağır diye tahmin olunan şartlar daha ağırlaşır. Harbin uzamasında hiç bir fayda yoktur!”

Bu plana göre Almanlar, Fransa’ya taarruz etmişlerdir ve Fransa, Almanları durdurmağa muvaffak olmuştur. Söküp atamadılar, Verdun’de, vs.’de dayandılar. Harp, uzar, sürüklenir bir mahiyet aldı. Niçin böyle oldu? Hesabını çok iyi yapmışlar kendi aralarında. Me­selâ, bütün kuvvetler Fransa’ya doğru yürüsün deniyor. Rus cephesi ihmal olunacak. Harp çıktığı zaman Rus cephesini ihmal etmek ve bir Rus istilâsını geri almak, imparatorun ve Alman hükümetinin genel tutacağı bir şey değildi. Oradan plan sulandırıldı. Hem Rusya’ya karşı mukavemet edelim, hem ötekini tahrip edelim...

Neyse, Alman meselesini tahlil edecek değiliz. Rusya’ya karşı mukavemet tam tedafüi bir vaziyet alacakken Rus cephesinde muzaffer oldular, Fransız cephesini kaybettiler. Harp altı ayda bitecek derken, 1918’e kadar dört sene sürdü ve hakikaten şartlar ağır oldu.

Şimdi Türkiye’ye geliyorum. Almanya ile bir Avrupa harbi olacak. Rus tehlikesi bizim için büyük tehlikedir. Onun için Almanya ile beraber bulunacağız, İttihat ve Terakki’nin hükümeti zamanında dış politika olarak takip ettiği politika, bu yoldu. Ondan evvelki hükümdar zamanında da, II. Abdülhamit zamanında da Almanya ile özel bir münasebet vardı.

Demek ki, 1914’te seferberlik ilân etmiştik, fakat harbe girmemiştik. Harbe girişimiz, bilirsiniz ki, Yavuz (Göben) zırhlısının Kara­deniz’e çıkıp Rus şehirlerini bombardıman etmesiyle, emrivaki olarak başımıza gelmiştir. Onun için edebiyatta söylenmesi âdet olmuştur: Biz Birinci Cihan harbine, o harbin kaybolunduğu göründükten sonra girmi­şizdir. İttihat ve Terakki’nin ağır mesuliyeti bilhassa bu noktadandır. Şimdi bunun neticesi: Avrupa’da ve memlekette her cephede muha­rebe ettik biz. Ondan evvel, İtalya ile muharebe ettik ve bilhassa Balkan harbini geçirdik. Balkan harbi bir felâket olarak geçti. Balkan harbinde imparatorluk ordusu tamamıyle çöküntü gösterdi. Subay kadrosu bu zamana göre yetişmiş değil. Böyle bir orduydu, bir zavallı orduydu. Subay kadrosu büyük ölçüde okuyup yazma bilmezdi.

Bu zamanın ordusu talim yapar. Nedir talim? Harp taklidini ateşli olarak yapar. Harpte ne silâhlar kullanılacaksa, o silâhların hepsini talim zamanında kullanırlar. Tüfek verirsiniz neferin eline, “Bunu böyle atacaksın” dersiniz, kâfi gelmez. Attırırsınız ona, ni­şancılıkta numarasını verirsiniz. Top: Bu top kullanılacak. Şöyle kullanılır, işte hedefe şu tarzda vurulur. Evvelâ mesafeyi tahmin eder, tanzim ateşi yapar, ondan sonra tahrip ateşi yapar. Şu kadar atarsa şöyle bir netice alır. Bunu sulh zamanında o orduya göstermek lâzımdır. Götürürler, halis mermiyle ateş ettirilir, yapılır, edilir... Yani harp terbiyesi, zamanımızda bu tarzda, her cepheye göre, o harbin bir ufak modeli, o orduya amelî olarak gösterilir. Köprü böyle geçilecektir, ateş altında geçilecektir. Ateş altında nasıl geçileceği köprünün, gösterilir. Gece hücumu yapılacaktır, ilah... Bu yasak! Ordu hazırlığı demek, imparatorluğun, hükümdarların zihniyetine göre: Ne lâzım? Şöyle tüfek lâzım, böyle top lâzım, böyle mermi lâzım, şu kadar lâzım vs. Güzel... Hepsini alır, dolaba kor, kitler, onları göstermez. Onları, ateş etmemek üzere gösterir. Ateş talimini bilmezler. Ateş talimini bilmeyince, asker için bilhassa lâzım, o, tamamıyle eksik kalır yetişmede ve sevkıidare de, ciddî, hakikî harp vasıtasıyle olmayınca o da nazarî kalır. Halbuki kumanda kademesi için ehliyet esası üzerine ordu yetiştirmek... Bu da imparatorlukta bırakılır, âdettir. İmparatorlukta cerrâr olmak, ehliyetli olmak bir şarta bağlıdır. Evvelâ sadakat! Şevketmeâba sadakatle temayüz edersiniz. Onunla her kapı açıktır, diğer kusurların hepsi sona kalır.

Böyle yetişmiş bir ordu. 33 sene hükümdarlık etmiş II. Abdülhamit ordusu böyle, okumuştu böyle… Almanya’da tahsil edenleri var, orada görüyorlar talimi falan; teğmen olarak, küçük rütbede olarak görüyor. Sonra geliyor, büyük stratejik meselelere kadar selâhiyet sahibi oluyor. Güzel… Ama harp kabiliyeti doğuştan, bir defa görmekle, tasavvur etmekle her memlekette izahını bulmaz. Bugünkü medeniyet, yetiştirilmiş adamlar üzerine istinat eder. Yetiştirilmiş adamlar, kabiliyetleri seçilip birinci derecede insanlar olarak bulunur ve onlar, yetiştirilir değil, en az kabiliyetten başlar, her seviyeye göre alınabilecek azamî bilgiyi, verilebilecek azamî kabiliyeti meydana çıkarmaya çalışır. Bu yok! Yapılıyor, okunuyor falan, fakat her şey nazarî olarak kalıyor.

1908 İhtilâli oldu. 1908’den 1912’ye kadar, demek Balkan harbine kadar dört sene geçti. Bulunan ordu kumanda kademesinden daha aşağı rütbelere kadar, orduda belki iki defa, üç defa ayıklama yapılmıştır, tasfiye yapılmıştır, kadrolar düzeltilmiştir. Üç defa, iki defa, bir defa deyiniz, dört senede ne kadar kadro ıslahı yapılabilir? Bir defa bile yapılmış olsa, ıslah edilmiş bir kadro ile muharebe etmiştir. Düşününüz, asıl ordu ne kadar zayıftı eğitim bakımından.

Evet, Birinci Cihan harbine girerken biz, imparatorluktan böyle bir ordu almıştık ve bu ordu, Balkan harbinde fena bir imtihan vermişti. Bu fena imtihanın hatırası memlekette var idi, ordu üzerinde var idi.

Şimdi, Enver Paşa pek genç yaşta Harbiye nazırı oldu. Başlıca iki derdi vardı o zamanki ordunun. Birincisi, yetişme itibarıyla zayıftı bu sebepten dolayı; ikincisi, siyasete karışmıştı, ordu yapmıştı ihtilâli. Genç rütbede, herhangi bir rütbede siyaset yaptıktan sonra, o siyasetin, ordu subayının hayatı ve ideali üzerinde başka bir tesiri vardır. Kendi mesleğinde temayüz etmek, iyilik yapmak, ufuklarını açmak için aranan şartlar başkadır. Siyasette bilhassa akıl vermek ve devirmek tecrübesini yapan subaylar için birinci derecede söz sahibi olmak usulü başkadır. Siyasî meslek çok daha kolay gelir ve bir defa onunla zehirlendikten sonra o ordunun ordu vazifesini, harp vazifesini yapması güçleşir.

Enver Paşa Harbiye Nazırı olduğu zaman burasını biliyordu. Gayet cesur, gözüpek bir adamdı. Gençti, enerjisi yerindeydi. İlk işi, orduya siyaset yüzünden girmiş ve kaybedilmiş olan disiplini iade etmek, yaptırmak ve ordu – subay telakkisi bakımından orduyu yeniden kurmaktı. İhtilâlde kendisinin yakını olan, her türlü siyasî marifetlere bulaşmış olan küçük rütbeli, büyük rütbeli insanlardan çok arkadaşı vardı. Fakat onlara orduda vazife vermedi. Kendi akrabalarına –onlar müstesna doğmuş insanlardı– her türlü nimeti caiz gördü. Fakat umumî olarak ordu insiyatifinden ayırmak için gayet titiz davrandı. Orduyu teşkil etmek için gayret sarfetmiştir ve iyi bir ordu yapmıştır. Tasavvur ediniz, Balkan harbinde, bir meydan muharebesinde nefer vazifesini yapamayan subaylar varken, Çanakkale’de dünyanın bütün ateşleri altında ordu, istisnaî harpler vermiştir. Çanakkale’de böyledir, Rus cephesinde böyledir. Sevkıidare hatasından dolayı çok zayiat vermişizdir Sarıkamış’ta. Ama ordu kıymeti olarak Balkan harbi ordusu ile kıyas kabul etmeyecek bir kıymet ölçüsü vermişizdir. Enver Paşa’nın kurduğu orduda ferik rütbesi, fırka kumandanı olmak lâzım. İmparatorlukta böyleydi. Rütbeler kaymakama kadar inmiştir. Miralay rütbesinde kolordu kumandanı, hazerde olmuştur, seferde olmuştur. Bu tarzda yetiştikten sonra yeni kadro eskimiş, yaşlanmış ve sıraya girmiştir.

Yalnız, siyaset kısmında memleket Cihan Harbine, kaybolmuş bir harbe girmiştir. Almanya için, Almanya’nın kaybettiği bir harbe girmiştir. Alman imparatoru, gene siyaset adamlarının telakkisine göre, “Çok kuvvetli taarruz edeceğim, içte çok kuvvet topladım, daha kuvvetim var, Rusya’nın hakkından aynı zamanda gelebilirim” diye düşünmüştür. Bu tarzda hayalle hata etmişlerdir. Bütün kuvveti bağlamamışlar, belki onu da getirseydiler gene mukavemet edebilirlerdi. Çünkü karşı taraf da siyaseti, aynı harbin hesaplarını yaparken Almanya’nın ne kadar asker çıkaracağını ve kendilerinin ne kadar çıkarması lâzım geldiğini biliyordu.

Şimdi sözün başına geliyorum. Bu harbi, 30 Ekim 1918 Mondros mütarekesiyle kaybettik. Devam etmekte de artık fayda görmedik ve imkân da görmedik; mütareke istedik. Şartlarını söylediler bize. Bundan sonra Boğazlar açıldı, içeriye girdiler. Girdiler ama muharebe durmadı. Doğuda [güneydoğuda] Fransızlar, sanki harbin devamı gibi, müdafaasız yerlere taarruz etmeğe başladılar. Memleket bir taraftan işgal olunuyordu. İngilizler istedikleri yeri işgal ediyorlardı. Mütareke şartına göre müttefikler, stratejik emniyetlerini korumak için işgal edebilirlerdi. Bilinmeyen bir maksatla istifade edip işgal edeceksin, sonra bunu bana, emniyet için yapıyorum diyeceksin… fark etmez olur muyuz? Bunu fark ediyoruz. Bu, bir taraftan işgal devam ederken kolaylıkla farkolunacak açıklıktaydı. Şark’ta, Çukurova’da Adana’da, Gaziantep’te muharebeler oluyordu. Toroslara kadar gelmişlerdi. Açıktan, Ermenistan kuracaklar bizim topraklarda. Bu görülüyordu. En nihayet 15 Mayıs 1919’da Yunanlılar İzmir’e çıktılar. Niçin bu? Demek ki hazırlanan mütareke ile (Harbin başı için uğraşmayayım diye söylemedim), mütareke istemenin bir adı da (O zamanki Amerikan reisicumhuru 14 prensip ilân etmişti) şuydu (Wilson prensiplerinin esaslı maddelerinden biri): “Bir memleketin çokluk halkı kiminse, o memleket onun elinde bırakılacaktır”.

(Bu söylediklerim, elbette bir gün Türk Tarih Kurumu’na bir vesika olarak kalacaktır.)

İzmir’in işgalinden dört gün sonra Atatürk, ordu müfettişi olarak Anadolu’ya çıktı. Atatürk, muharebenin son zamanlarında Suriye cephesindeydi. Mütarekeyi orada aldı. İstanbul hükümeti teşekkül ettiği zaman kendisine bir vazife verilmesini istiyordu. Muharebede Almanlar’la temasımızda dikkati çeken bir çok deliller, misaller görmüştük. Meselâ benim başımdan geçen bir şeyi söyleyeyim: Almanlar’la beraber çalışıyoruz. Heyeti Islahiye olarak gelmişler. Memleketi, orduyu ıslah edecekler. İttihat ve Terakki hükümeti zamanında da, daha ondan evvel de tekerrür etmiş. Mahmut Şevket Paşa zamanında Heyeti Islahiye gelmiş, onunla çalışıyorlar. Bir defa, memlekette yabancı mütehassıs kullanmak, değerli insanı kullanmak, bilen insandan istifade etmek, beşerin tabiî bir ihtiyacıdır. Ona bir şey söylenemez. Ancak müstakil bir devlette, memleketin idaresine sahip olan bir irade altında, istismar konusu olacak bir yabancı idaresi, mütehassıs şeklinde de olsa daima tehlikelidir.

Şimdi Heyeti Islahiye: Ben, seferberlik ilân olunmuştu, tedavi için Yemen’den gelmiştim. Avrupa’da idim, dolaşıyordum, seferberlik ilânını duydum, hemen İstanbul’a geldim. Fakat harbe girilmemişti. Harp yoktu ve benim ilk kanaatim, harp, Cihan harbidir. Bizde ne suretle, ne vakit, nasıl başlar, bilmeyiz. Fakat bir an evvel orduyu teşkil edip talim terbiyesini yapmak lâzımdır. Hiçbir zaman ben kendim, harbe gireceğimize ihtimal vermemiştim. Beni de bir yere tayin etmişlerdi ondan sonra. Sonra harp emrivaki olunca Erkânıharbiye hizmetinde çalışıyorum. Bir gün, benim başımda bir müdür vardı, daha Sarıkamış muharebesi olmamıştı, onunla konuşuyordum. Harp uzuyor.

“Ne olacaksınız siz, dedim, nedir yani bu kadar ısrar ediyorsunuz?”

“Belçika’yı alacağız!” dedi.

“E, canım, Belçika değer mi bu kadar yaptığınız şeye? Sarfettiğin gayrete bak…” dedim.

Sıkıştırdım adamı. Şunu dedi, bunu dedi:

“Türkiye!” dedi.

Faltaşı gibi açıldı gözlerim:

“Nasıl Türkiye?...” dedim.

Toparlandı o da:

“Daha rahat çalışacağız, dedi, o zaman iyi olacak…” dedi.

Bu benim kendi işittiğim. Adamın tasavvuru bu. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu bir “hasta adam” üniformasını giymişti. Tabiî olarak bir istismar konusu, istismar arazisi sayılıyordu. Her devlet bunu düşünüyordu. Bunu, sonra biraz daha anlatırım.

30 Ekimde mütareke oldu, Boğazlar açıldı, İngiliz donanması içeri girdi. Muhtelif yerlerde silâhları, depoları teslim almaya çalışıyorlar. Büyük şüphe uyanmıştı. İzmir’in işgalinden sonra Toroslara kadar Şark’ta muharebenin devam etmesi büyük delildi. Mütareke şartlarından başka bir şeyi tahakkuk ettirmeye çalışıyorlar. Şark muharebesi bunu gösteriyordu. İzmir’in işgali bunda hiçbir şüphe bırakmadı.

Bu vaziyetten sonra, İstanbul’da bulunan Atatürk, ordu müfettişi olarak tekrar Anadolu’ya gönderildi. İstanbul hükümeti niçin göndermişti Atatürk’ü? Şöyle izah olunabilir bu:

İstanbul’da iyi niyet sahibi eski vezirler, bunların içinde düşman vasıtası olması şöyle dursun, olmasının tasavvur edilmesi bile mümkün olmayacak temiz insanlar vardı. Fakat kendilerine itimatları yoktu ve yapacak bir şey de görmezler. Söylersin, İzmir işgal olunmuş, tabiatıyle bir tepki yaratmış. Ona karşı tehevvür gösteren sade halkın kendi kıyamı, kendi silâh atması bir harbe sebep olur mu, böyle bir harp çıkarsa, o harbin bizim için şansı olur mu? Bunu hesap etmez. Millî hareket dediği bir haksızlığı görür görmez onun tepkisi olarak hemen karşı kor. Bu tarzda karşı koydular. Nasıl Fransızların taaruzuna karşı müdafaa ediyorlarsa, orada da halkın kendiliğinden müdafaa hareketi başladı.

Atatürk’le, diğer gün görmüş, iyi niyetli siyaset adamları arasındaki fark şudur: Onlar, “Bunun çaresi nedir? Bunun çaresi uslu oturmaktır, ne derlerse ona razı olmaktır. Vaziyeti daha ağırlaştırmayalım. Geçen harpten sonra ağır ithamlar altına girmişizdir. Bu ithamların yakışıksız, esassız olduğunu ispat etmeğe çalışalım, iyi niyetle çalışalım…” diye düşünürler. Atatürk’ün görüşüne göre: “Vaziyeti objektif olarak mütalaa edelim. Hissiyat meselesi değildir bu. Kendimi ne kadar beğendirmeğe çalışsam, benim memleketimi parçalayıp istismar etmek fırsatını bulmuş olan siyaset adamlarına insaf veremem ben. O bir şeyden anlar, imkân var ise istismar edecektir…” Bunu derken, bir devlet adamı olarak, büyük bir strateji olarak, [ortaya] çıkan bir şeyi söylemese bile görür.

“Harp ittifakı var idi. Şimdi paylaşma zamanı geldi. Paylaşma: Ganimet paylaşılırken galipler arasında da huzursuzluk, emniyetsizlik başlayabilir. Mukavemet edersek bakalım ne olur? Ama teslimiyet gösterirsek bu sefer parçalamakta, yağma etmekte yarışa geçerler.” Hulâsa, bunu söylemeğe çalıştı. Olmadı. Hatırlarım, Hürriyet ve İtilâf nazırları ile görüşmüştür. Yeni nazırlarla görüştüğü zaman:

“Ne haldeler?” diye sordum, Atatürk’le konuştuğumda.

“Hiç anlayışları yoktur” dedi.

İttihat ve Terakki – Hürriyet ve İtilâf mücadelesi, mütareke esnasında da, siyasî partiler arasına da girmiştir. Bu kafayla intikam peşindedirler. Hükümdarın bu siyaset cereyanlarında başlıca taraf olması ve uysal davranmak; kendimizi beğendirmek suretiyle bir şey koparabileceğimiz, bir şey kurtarabileceğimizi zannetmesi, felâketin başlıca sebebi olmuştur. Bundan sonra (Atatürk Samsun’a çıkıncaya kadar), en tehlikeli zamandı. Oraya çıktıktan sonra harekete başladı. Samsun’da az bir müddet kaldıktan sonra gitti. Rastgeldiği vatandaşları, onları hiç aldatmadan:

“Tehlike vardır. Bizi taksim edecekler, parçalayacaklardır. Buna karşı mücadele etmek lâzımdır”.

Kendisinde ümit müphem olarak var. Bu işin sonu nereye varacak? Bu işin sonunun nereye varacağını sonra düşünürüz. Cumhuriyet vs. bunların hiç biri mevzubahis değil Evvelâ bir mukavemet imkânı bulalım.

Bu şekilde, 3. Ordu [müfettişi olarak] Erzurum’a kadar gitti, vazifesi oraya kadar gitti. O, gittiği yerde, halkı camie toplamış söylemiş, hususî temaslar yapmış söylemiş. Başka bir takım şeyler söylüyor diye, İstanbul Hükümeti, Erzurum’a varıncaya kadar kâfi derecede şüphelendi. Erzurum’da, artık vazifesine nihayet vermek zamanı gelmişti. Onu yapmaya çalıştılar.

Şark’ta Erzurum’da özel bir istidat vardı mukavemet için. Ermeni istilâsından korkuyorlardı. Ermeni devleti ve Ermeni hadiseleri, eşrafı ve ağaları dahil olmak üzere Şark ahalisini can korkusuna düşürmüştü. Binaenaleyh burada Ermeni hükümeti teşkil olunacaktır. Bu ihtimal belirince herkes, mabadını [mâ–ba’dını] düşünmeden mukavemete kendini mecbur hissediyordu. Bu kolaylık vardı. Orada kıymetli bir kumandan vardı. Oraya gittiler. Temas etti. Nihayet Atatürk’ü, orada [halkı] tahrik ediyor diye müfettişlikten azlettiler. Sivil olarak tekrar vazifesine başladı.

Atatürk, Erzurum ve Sivas kongrelerini yaptı. Ondan sonra, O’nunla görüşmek için Başvekil Salih Paşa, Anadolu’ya gitti. Hükümeti, meclisi toplamaya ikna etti. Meclis toplandı. Bütün bu müddet esnasında bir taraftan İzmir’de –Fransızlarla devam ediyor Şark’ta, Ermenistan tehlikesi var orada– bütün bunlar, mukavemet fikrine meyleden şartlar içindeydiler.

30 Ekim 1918 Mondros mütarekesinin getirdiği yeni hayat tarzı: Mütareke hayatı esasen başka maksatla başlamıştır. Mütareke bir fırsat olmuştur. Bunu başlıca idare eden, İngilizlerdir. İngilizler, gerek harpte gördükleri mukavemetten, gerek öteden beri takip ettikleri politikadan, hulâsa –Osmanlı İmparatorluğunun kendi ölçülerine göre– bir taksim tarzını takip ediyorlardı. Galip tarafta bulunan müttefikler, bundan hisse almağa çalışıyorlar. Meclis ve İstanbul Hükümeti tabiî olarak devam ediyor ve halk mukavemet eder vaziyette.

İzmir’den sonra 16 Mart 1920’de İstanbul işgal olundu. Meclis dağılıp gittikten sonra Atatürk’ün ilk işi, Büyük Millet Meclisini toplamak, davet etmek olmuştur. Ankara’daki meclis, İstanbul’daki meclisin bir devamı olacak. İstanbul’dan gelen mebuslar arasında bu fikirde olanlar var. Bilhassa reisin bu fikirde olduğu zannolunuyordu. Ben onunla beraber İstanbul’dan çıkmış, buraya [Ankara’ya] gelmiştim. Söylemedim ama, meclisteki ilk görüşü şu: İstanbul’da meclis dağıldı. O dağılan meclis [Ankara’da] toplanıyor, onun devamıdır. O usul devam edecek ve kendisi de reis olarak devam edecek… Öyle zannediyor.

Atatürk büsbütün başka bir şey düşünüyor: İstanbul hükümetleri vaziyeti kavramamışlardır. Ya hiç böyle bir tehlike görmüyorlar, Hürriyet ve İtilâf’ın bir kanadı gibi, ya da güya hükümdarın, Kırım seferinin yapıldığı tarihte İngiliz hanedanıyle Türk hanedanının yan yana, bir müttefika karşı, düşmana karşı muharebe etmesi hatırası vardır, bu hatırayı öne sürecekler, bu hatıranın sıcaklığıyle İngilizlerle dostluk kuracaklar. Teslimiyet politikasını bilerek tatbik edenlerin mantığı bu. İyi niyetli olanlar, buna ihtimal vermeyenler, başka bir çare yoktur diye düşünüyorlar. Mukavemet fikrinde olanlar, darbeyi yemiş olan insanların kendiliğinden silâha sarılıp ayaklanması, bununla mukavemet [görüşündedirler]. [Bu,] dağınık, ondan sonra da vasıtasız bir orduyla olamaz görüşündedirler. [Ancak] bu, muntazam bir ordu haline gelerek, muntazam bir devletle olur. Bir defa Büyük Millet Meclisi idaresi ayrı bir devlet halinde kurulursa, ondan sonra ihtiyaçlara göre her mesele halledilmeğe çalışılır.

Ben, İstanbul işgalinden evvel geldim. Atatürk’ün Ankara’ya geldiği zaman, gelmiştim buraya gene. Atatürk’ün yanında bulundum iki ay kadar, burada çalıştım. Sonra, Fevzi Paşa Harbiye nazırı idi, emir verdi, Atatürk’le konuştum.

“İstanbul’a git, ilk ihtiyaçta çağırırım ben” dedi.

İstanbul’da vazifelerim vardı: İstihzârat–ı Sulhiye komisyonu falan. Bunların hepsinde sulh müzakeresi olacak. Hazırlanmak lâzımdır. Beni de verdiler bir komisyona. Hazırlık yapıyorum, çalışıyorum, Hariciye’de. İstanbul işgal olunduktan sonra Büyük Millet Meclisini davet etti. Ankara’ya 8 Nisanda falan geldim. Büyük Millet Meclisi 15 – 23 Nisanda toplanacaktı. Büyük Millet Meclisi toplanmak üzere. Atatürk beni yanına aldı. Ziraat Mektebindeki karargâhında çalışmaya başladım.

Büyük Millet Meclisi açıldığı zaman memlekette Büyük Millet Meclisi hareketine, Anadolu’da bir hükümet teşkiline karşı her tarafta isyan tohumları vardı. Bir türlü tükenmez! Meclis açılıncaya kadar iç isyanlarla uğraşmaya başladık. Bilhassa ortadan [İç Anadolu’dan] garba doğru en çok. Şayanı hayret bir surette, iç isyanların tertibi, sloganı ve işlemesi vardı. Bir yerde kalkarlar:

“Padişahı istiyoruz! Sevmiyoruz Büyük Millet Meclisini… Kimdir onlar?” [diye] mukavemet ederler, yol keserler, taarruz ederler. Ne bulursak, elimizde ne varsa göndeririz.

Ben, ilk Millet Meclisi hükümetinde Erkanıharbiye reisi seçildim. Hareket derler, göndeririz. Bir tabur gönderirim bir yere. Kumandanı çağırırım, talimat veririm:

“Gideceksin, adamlar geleceklerdir, dinden imandan bahsedecekler, ondan sonra padişahın fermanından bahsedecekler. Padişahla işimiz yok, Büyük Millet Meclisiyle var. Millet, iradesini eline aldı. Memleketimizi kurtaracağız! Bunu yapacaksın…!

Emir verdiğim, talimat verdiğim binbaşı veya yarbay:

“Başüstüne efendim” der.

“İşin bitti mi?” derim.

“Bitti.”

“Sen bütün bu söylediklerimi yapmayacaksın.” derdim, “Ben seni görüyorum, niçin yapmayacağını…”

“Yapacağım efendim”

“A, bak! Niçin yapmayacağını söyleyeyim sana. Şimdi sen oraya gideceksin, köylü kâmilen sana karşı çıkacak, tekbirler getirecek, başımız üstünde yeri var diyecek, nedir isteğiniz diyecek.. Tabiî, tabiî… Evet, evet... diyecek. Ondan sonra, bizim de başka istediğimiz bir şey yok diyecekler. Senin taburun kaç kişi? 350 kişi. 350 kişiyi dağıtacaklar. Silâhlarıyle misafir edecekler ve bir gece basacaklar, hepinizin silâhlarını alacaklar. Seni ne yapacaklar bilmem… Ama sen buraya geleceksin, ceza göreceksin.”

“Yapmam efendim, olur mu, biz aldanır mıyız?”

“Kulağında kalsın, sen bunu yapacaksın!”

Yani, bunu söyleyip isyanı bastırmak üzere gönderirim. Üç gün sonra kumandan bey, binbaşı bey bana yalnız başına gelir. Boynu bükük.

“Nasıl oldu efendim?”

“Dediğiniz gibi oldu.”

“E, söyledim sana, çaresini de söyledim. Gelecekler, söyleyecekler, tamam…”

“Biz taburu bir yere yaymadık. Burada başında bulunur, dışarıda ordugâh kurarız, yaparız…”

“Hükümetin, meclisin istediğini yapın, tedbir bundan ibaret. Bırakıp kumandayı, askeri evlerde zehirlenmeye serbest bıraktın mı, netice bu olur!”

Yani, böyle kaybetmiş.

Çetecilikten gelen insanların iç isyanların bastırılmasında mühim bir rüçhanı vardı. Mühim rüçhan şuradan geliyor: Çerkez Reşit Bey Çerkez Reşit Bey’e (Çerkez Ethem’in ağabeysidir) sormuştum:

“Ben asker gönderiyorum; avutuyorlar, aldatıyorlar, dağıtıyorlar… Siz çeteyle gidiyorsunuz bir yere, 300 kişi gitmişseniz, 350 kişi olup çıkıyorsunuz. Nasıl şey bu? Bulunduğunuz yerden 50 kişi daha kuvvet alarak çıkıyorsunuz, daha kuvvetli olarak… Bu nasıl oluyor?”

“A, kolayı var,” dedi, “bir yere gittik mi, orada intikam güden adamlar vardır, onları buluruz biz. Onlara suç işletiriz. Suç işlemiştir veya suç işletecektir. Onları sadık adam olarak alırız. Bizim adamımız olur artık”.

Böyle anlatır. Demirci Efeler, yok Çakırcalılar vs. yanlarında sadık adam buluyorlar. Sadık adamlar olarak, gayet disiplinli çalıştırılabiliyor şekavette. Suç ortağı oluyor evvelâ. Çetesiyle suç ortağı oluyor. O da, bir taraftan suç ortağı olduktan sonra emniyete giriyorlar.

Şimdi, ordu zayıflamış bir halde. Niçin zayıflamış bir halde? Zayiat vermiş, kadrolar düşmüş, harbin sonuna doğru firarlar çoğalmış, kalmamış yani, muharebede erimişiz biz. Ordu, her yerde kadro halinde, asker topluyoruz. Asker, seferberlik ilân edemiyor. Millî mücadelede devlet, yani Büyük Millet Meclisi hükümeti seferberlik ilân edemiyor bu muharebeyi yaparken. Edemiyor, çünkü Cihan harbinde, geri hizmetlerde ve seferberlik hizmetlerinde çok dedikodu olmuş, çok canları yanmış, ödü kopuyor herkesin. Muharebe esnasındaki menzil hatları ve menzil hayatı kurulacaktı, onun için seferberlik yapamıyoruz. Büyük Millet Meclisi hükümeti kurulduktan sonra da Yunan taarruzlarına karşı ta Sakarya’ya kadar davranamayışımızın sebebi budur. Seferberlik ilân edemiyoruz. Seferberlik ilân edemeyip zayıf kadroyla kalınca nüfusumuzdan ve halkımızdan istifade edemiyoruz, gönüllülerden istifade ediyoruz. Gönüllü, bir muntazam harbin cefasına dayanamıyor. Akşama kadar muharebe ediyor, gayet hamiyetli adamdır, gece yarısı evine gidecek, gidiyor. Karşısındaki muntazam ordu şafakla beraber taarruz ediyor. Kimse yok…

Bu konu, isyanlardan çıktı. İç isyanlar son derece yıpratıyor. Meclis toplandı. Hükümeti meclis idare eder doğrudan doğruya. Yeni usulle çıktı Atatürk: “Hâkimiyet kayıtsız, şartsız milletindir!” Binaenaleyh meclis idare eder doğrudan doğruya, hükümete azayı birer birer meclis seçiyor. Meclisin vekili olarak icra yapıyorlar hepsi. Bu tarzda memleket idare olunuyor. İç isyanlardan son derece yıpranıyorduk.

Meclis toplandıktan sonra beni Genelkurmay başkanı seçtiler. Genelkurmay başkanı olarak hükümete girdim. Bu iç isyanlar, muharebe, orduyu sevkıidare benim vazifem. Muntazam ordu yok, seferberlik yapamaz. Vasıtalar yok. Orduyu idare edeceksin. Memleket ateş içinde. İç isyanlar takibat ister ve karşımızda muntazam ordu var, muntazam ordulara mukavemet için [ancak] gönüllüler var.

Ben, ileride bulunan kumandanların en genciydim. Hepsi iyi telakki ettiler. Rütbeleri de yüksekti benden, yaşları da. Sınıfta da daha ileriydiler. Askerlikte kıdem, esaslı bir imtiyazdır. Onu tayin ediyorlar. Kolaylıkla kabul ettiler beni. Şöyle diyen var, böyle diyen var. Hiç hayale düşmedim ben, hiç! Hepsi değerli insanlardı.

Büyük Millet Meclisi Genelkurmay Başkanlığının, ben Genelkurmay başkanı olduğum zaman heves edilecek hiçbir yeri yoktu, hiçbir vasıtası yoktu. [Ama] her türlü ihtiyaç var idi.

Biz, Ziraat Mektebinde oturuyorduk. Ankara’da, meclis açılıncaya kadar, on beş gün zarfında her akşam bahçelerden, bağlardan, dağlardan silâh sesleri işitilirdi. Oradaki Ziraat Mektebine mi atıyorlar, başkasına mı atıyorlar, böyle bir şey…

İlk günden itibaren Atatürk’ün davasına inanmış olup kendisiyle işbirliği yapan kumandanların her biri, kumanda ettikleri kıtanın başında bulunmakla, hem şahısları, hem hizmetleri bakımından daha verimli, daha emniyetli durumdaydılar. Herkes kumandasını, emniyetini bırakıp da nazarî olarak, elinde hiçbir vasıtası olmayan ricacı bir adamın vaziyetine girmeği istemez. Onun verdiği kolaylıkla, Miralay İsmet Bey’in Genelkurmay başkanı olmasını tabiî buldular, zannederim. Yani, kendilerinin bana gösterdikleri hüsnü muameleyi ve hüsnü kabulü hiçbir zaman değersiz bulmadım, fakat sonradan vaziyetler düzeldikçe, işlendikçe, Genelkurmay Başkanlığı da heves edilir bir mevki haline geldi. O zaman daha ziyade cephe kumandanı olarak vazife gördüm.

Hulâsa, kolaylıkla Genelkurmay başkanı seçildim. Atatürk söylemişti, ondan sonra vazife yaptık. İlk uğraştığım şey, iç isyanlardı. İç isyanlarda orduyla çetelerden gelenlerin farkını size söyledim. Ordu daima zayıf kalıyor, daima aldatılabiliyordu, ufak kıtalar azaltılabiliyordu. Ama çeteciler, esasında vesveseli insanlar. Gittikleri yerlerde hiç kimseye emniyetleri yok. Tedib etmek istedikleri insanlara karşı ellerinde silâhları var, kuvvet getirirler. Bu farkı göstermek için söyledim.

Sonra Yunanlılarla taarruz. 1920’de Büyük Millet Meclisi açıldı. İç isyanlarla uğraştık. O sene yapılan işler: Bir defa Sevr muahedesi 1920 senesinde kabul olundu. Türkiye için Sevr muahedesini hazırlamış olanlar, Sevr muahedesini 1920’de tebliğ ettiler. Hükümdar, “Saltanat Şûrası” diye bir şûra topladı İstanbul’da. Bu şûra, Sevr muahedesini kabul etti.

Büyük Millet Meclisi 23 Nisanda toplandı, hükümeti teşkil etti. Ondan sonra da memleketi idareye başladı. Başlıca uğraştığımız büyük konular, iç isyanlar. Dikkate değer ve son derece zalimane bir güçlük karşısındayız. İç isyanlar olur, ister istemez kuvvetler buralara ayrılır, gönderilir. Düşman, karşısından ayırdığımız kuvvetlerden istifade eder, ilerler. Bu suretle bilhassa Garp cephesinde Yunanlılar ve iç isyanlar… Yunan taarruzu durur, isyan tedbiri yapılırken Yunan taarruz eder, onun karşısına kuvvet yetiştirdiğiniz zaman tekrar isyan başlar. Birbirleriyle kolaylıkla ve muntazam bir surette iç irtibatı yapma manzarası vardır. Kumandan bir kişi, bir taraf. Bu, galip devletlerin kumandası. Böyle almak lâzımdır. Bu kadar intizam… “Milne Hattı” diye, Yunanlılara bir hat göstermişlerdi. O hat’ta kalıyorlar ve ilerlemiyorlardı. Onun karşısında toplanıyoruz, Kuvayı Milliye’yle müdafaa ediyoruz. Fakat tekrar taarruza başlıyorlar. Bizim Büyük Millet Meclisi hükümeti böyle müdafaa ediyor, iç isyanlarla uğraşıyor. Bu toplanıp bir gün galebe eder. Kendileri muntazam ordu göndermeyince, Türkiye’yi yenebilmek imkânları dahilinde olmayan ufak devletlerin gayretleriyle, Türkiye’yi amana getirmek mümkün olmayacaktır. Bu mülâhazayı niçin dikkate almazlar? Bunun cevabını ne olarak söylüyorum? Yakından, içinden gördükleri padişahla beraber, millî kıyama karşı, Sevr muahedesine karşı uğraşma hareketlerini iç isyanlarla kolaylaştırıyorlar. Bunun kesin netice vereceğinden asla ümitsiz değillerdi. Hata bundan geliyor. Kesin neticeyi aldığımız zaman Churchill: “Suratımıza hacâlet şamarı yedik!” diyordu.

Yunanlılara, Lozan’da: “Ne istiyorsunuz?” dendiği zaman (Lozan başladığı zaman anlatacağım), Yunan Murahhası Venizelos:

“Sevr muahedesinde ne almışsak onların hepsini istiyorum.” diyordu. Kendisine, İngiliz Hariciye nazırı, Fransız başvekili:

“Canım, ayrı bir muharebe oldu, o muharebeyi kaybettiniz.” dediler.

Bunun üzerine Yunan murahhası:

“O ayrı muharebeyi siz rica ettiniz, bu muharebeye katıldım. Sizinle müttefik olarak katıldım. Müttefiklerin hepsi ya kazandılar, ya kaybettiler. Onun içinde birisi kaybetti olur mu?” diyorlardı bununla tutunmağa çalışıyorlardı. Demek isteğim ayrıdır.

1920’de iç isyanlarla mücadele ettik ve 1920’de olan işler bunlar. Sevr muahedesini evvelâ bir “Saltanat Şûrası”na kabul ettirdiler. Topçu Feriki Rıza Paşa merhumun, bir kişinin mukavemetiyle, reddiyle olmuş. Ondan sonra imza ettiler. Devletin kabul ettiği bu muahedeye karşı biz, Anadolu’da isyan etmiş vaziyetine giriyoruz. Şeyhülislâm ona göre fetva verebiliyor, her şey yapılıyor.

1920’de Ermenistan seferi oldu Şark’ta. Bu ordu biraz asker toplayabildi, muntazam ordu oldu. Şark cephesine hareket ettik ve Ermenileri mağlup etti, Sarıkamış’tan çıkardı, Kars’tan çıkardı. Gümrü’ye kadar gitti ve orada Ermenilerle muahede yaptı. Ayrı bir devlet olarak Ermenistan’ı işgal edebilecekti, fakat bu esnada muharebe ettiğimiz Ermenistan devleti, komünist camiasına iltihak etti. Birleşik Sovyet cumhuriyetlerinden biri oldu ve Rusya ile tabiî sulh havası içinde bulunurken, Ermenistan’la da sulh yapmış olduk. Bundan sonra Şark muharebeleri, yani Fransızların işgal ettikleri yerlerdeki muharebeler devam etti. Garpte Birinci İnönü muharebesi oldu. Taarruzlardan sonra Büyük Millet Meclisinin muntazam ordu kurarak yaptığı muharebe, Birinci İnönü muharebesidir. Bu muharebe çok güç şartlar içinde oldu. Az kuvvetle düşman karşılanabildi. Düşman Bursa’dan hareket etmişti. Büyük zaafımız, Çerkez Ethem isyanı aynı zamanda olmuştu. Birinci İnönü’nde evvelâ Çerkez Ethem, Kütahya üzerine çetesiyle beraber taarruz ederken biz de kuvvet göndermiştik, bizzat Çerkez Ethem’i takip ediyorduk. Ciddî bir muharebe kabul etmeden mütamadiyen çekiliyordu. Bu esnada Bursa cephesinde kıpırdama ve hareket emareleri görüldü.

Bir akşam, cepheden rapor aldım, baktım. Tam tertibi yapılmıştır. İki cephede az kuvvete karşı muharebe edecekler ve işbirliği var aralarında. Derhal şüphe ettim. O gece, geri Eskişehir cephesine, İnönü mevzilerine hareket etmek için emir verdim. Gece sabaha kadar yürüdüler. Zaten uzun yürümüşlerdi. Geldik. Kısa bir mesafe olduğu halde, yetiştirebildiğimiz trene bindiriyorduk. Asker güç halle trene binebiliyordu. Yorgunluktan kıpırdayacak hali yoktu. İki saat uyuduktan sonra askeri trenden indiriyor, muharebe meydanına sevk ediyorduk. Düşman da, 15.000 kişi kadar silâh kuvvetiyle İnönü’ne doğru geliyordu. Bizim toplayabildiğimiz kuvvet nihayet 6.000 tüfekten ibaretti. Bununla iki üç gün muharebe ettik. Düşman çekildi. Ben zannederim ki, Çerkez Ethem’le beraber hareket ettikleri halde, kendisinin de bir oyuna gelmesi ihtimalinden şüphe etti.

Garp cephesinde iki başkumandanla karşı karşıya bulundum. Birisi, bu ilk başladığım İnönü muharebelerini yaptığım kumandandır. General Papulas, askerine sahip, kıtasına sahip iyi bir kumandandı. Yalnız bir kıta içinde bir sefer yaptığını daima zihninde tutardı. Çevrilecek, bir kazaya uğrayacak, bir tehlikeye uğrayacak diye ödü kopardı. Bir gün, iki gün muharebe ettikten sonra sinirleri boşanırdı.

………………………….

Birinci İnönü muharebesi 10 Ocak 1921’de oldu. Muharebeyi kazandık. Memlekette büyük sevinç yarattı. Garp cephesinde Yunanlılara karşı daima güç vaziyette kalmıştık, neticeler alamamıştık. Ermenistan seferi ümit verdi, sevindirdi memleketi. Ondan sonra İnönü muharebeleri… Düşman ilk defa ricat ediyor, taarruz ettiği yerlerden çekiliyor. Bu tarzda psikolojik tesiri vardı. İkinci İnönü muharebesi bir ay sonra, 1 Nisanda oldu bitti. 10 Temmuz 1921’de Yunanlılar, Eskişehir – Afyon hattına taarruz ettiler. Her muharebeden sonra yenisi gelecektir diye, ne mümkünse onu hazırlamağa çalışıyorduk.

Daha Birinci İnönü muharebesi kazanılır kazanılmaz Londra’da konferans yapıldı. İstanbul hükümetini çağırdılar. Bize İstanbul’dan haber verdiler. Biz, başlıca selâhiyet sahibi olduğumuzu iddia ediyorduk. Konferansa biz ayrı gittik, İstanbul ayrı gitti. Konferansta Tevfik Paşa, İstanbul murahhas heyetinin başkanı idi. O, muharebeden, ordudan bahsedilmeğe başlandığı zaman:

“Ordu cevap verecektir, Anadolu cevap verecektir, Anadolu cevap verecektir” demişti. Çok makbule geçen bir dürüstlük göstermişti. Bununla, Büyük Millet Meclisi hükümeti bir enternasyonal konferansta tanınmış oldu.

Bundan sonra büyük Yunan taarruzu oldu. Eskişehir – Afyon hareketine karşı, büyük Yunan taarruzuna karar verildi. Seferberlik ilân ettiler. Orada, kanlı bir surette, geniş bir cephede muharebe oldu. Daima yarı kuvvet silâh vasıtalarıyle, makineli tüfek itibarıyle yarı bile değil, yarıdan bile az bir kuvvetle muharebe ediyoruz. [Silâhları] teslim etmişiz mütarekeyle, buldukları yerde almışlar. Ellerine geçmeyenleri kullanıyoruz. Rusya’dan daha bir yardım görmüyoruz. Hatta, heyet gönderdik, ne kadar zamanda Rusya’ya varacağını, görüşeceğimizi, onu da bilmiyorduk.

Yunanlılar, Eskişehir – Afyon hattına taarruz ettiler. Oradan ricata mecbur olduk. Oradan ricat ettik, Sakarya’ya geldik. Aynı sene sıcağı sıcağına, Temmuzda, Eskişehir hattına da taarruz ettiler. Ağustosta Sakarya muharebesi verdik. Kıyamet koptu Sakarya muharebesinde.

Ondan evvel bütün propagandalar İstanbul tarafından benim üzerimdeydi. Ben mâni oluyorum derlerdi. Bir Fransız kıtası Zonguldak’taydı. Oradan bir zabit, Ankara hükümetiyle görüşmek üzere izin istedi. Buyursun dedik, buraya geldi, üç dört günde geldi. Üç dört gün sonra da gitti. Gözleri parladı. Harpten kurtulacak, bir anlaşma sağlayacak vasıta arıyorlar. Temas başladı zannolundu. Adam geldi, ben konuştum kendisiyle:

“Buyrun, beklerim sizi, teklifiniz nedir, arzunuz nedir?”

“Hayır, dedi, ne istiyorsunuz diye onu öğrenmeğe geldim.” dedi.

“Nasıl şey, yani ne istiyoruz?... Burada devlet teşkil ettik. Büyük Millet Meclisi ilân etti: Toprağımız işgal olunmuştur, tehlike karşısındayız. Zulüm gördük; hayatımızı, istiklâlimizi istiyoruz!” dedim.

“Bilmiyordum, bunu öğrenmeğe geldim.” dedi.

Adam İnebolu’dan çıktı, Ankara’ya gelinceye kadar nerede kalmışsa, her köyde: “Merak etmeyin, hallolunacak, Ankara’ya görüşmeye gidiyorum. Ne mesele varsa çözülecek.” Bunu söyleyerek geldi; burada benimle bir saat görüştükten sonra geri döndü, tekrar işine gitti. “Gittim, sulh olsun falan… Ne kadar arzu gösterdi isem dinlemediler. İsmet Bey diye birisi var orda, tekrar elim boş dönüyorum.” [demiş]. Kimdir böyle diyen? Nasıl? Böyle işliyorlar! Sonra Fransız gazeteleri de yazdılar: Görüşmek üzere gitmişler, halletmek için çalışmışlar, İsmet Bey isminde birisi varmış, o mâni olmuş görüşmelerine…

Eskişehir taarruzundan sonra Yunanlılar Sakarya’ya geldiler. Biliyorsunuz, 22 gün gece – gündüz muharebe olmuştur, meclis kıyametler koparmıştır. Sakarya’da Yunanlılar bizi cenuptan çevirerek Ankara ile irtibatımızı kesecek surette hareket ettiler. 22 gün gece – gündüz muharebe ettikten sonra ricat etmeğe mecbur oldular, Eskişehir – Afyon hattına çekildiler ve orada beklediler. Onları takip ettik, biz de orada kaldık. Büyük bir netice almıştık. Muntazam ordunun taarruzuna karşı biz, muntazam ordu ile müdafaa etmek vaziyetindeydik. Evvelâ bu lüzumu anlamıştık. Memleketçe, milletçe bu lüzumu kabul etmiştik. Ondan sonra da bu lüzumu tahakkuk ettirmekte muvaffak olmuştuk. Elimizde bulunan vasıtaları muntazam bir surette teşkilâtlandırarak tecrübeli kumandanlarla iyi bir müdafaa yapmağa imkân verdik. O zaman memleketimizin genişliğinden, büyüklüğünden istifade ediyoruz. Eş kuvvetler olmasa da, kendi potansiyel kuvvetlerimizle, Yunanlılar gibi, Ermeniler gibi kuvvetlerin başa çıkamayacağı bir güçteyiz. Bunu ispat etmiş olduk. Bundan sonra 1921 vakaları bu tarzda geçti.

Sakarya muharebesinin geniş neticeleri oldu. Tam bir itimat geldi, tam bir hükümet teessüs etti. Her tarafta bu hükümetin emirleri tamamıyla caridir. Ondan sonra vicdan–i ammede İstanbul hükümeti, padişah idaresi mahkûm oldu.

Ondan sonra üçüncü kısım geliyor. Düşman sözle, mukaveleyle hattından çıkmaz, zorla çıkar. Nasıl çıkacak? Harp sanatı araya girdi. Bana sormuşlardı mütareke esnasında:

“Yunan ordusunun başlıca eksiği neydi, ne buldun sen?” dediler, “Neden mağlup oldu?”

“İyi muharebe ediyor dedim; Yunan ordusu, harb–i umumî görmemiş dedim, yani Birinci Cihan harbi görmemiş Yunan ordusu. Onun için bilmiyor. Büyük tertiplerde –kumandanlık, sevkidare– tecrübesi yok” dedim.

Bir sene hazırlık yaptık taarruz için. Şimdi bakın, ben nasıl harp ettim? Meselâ, ağır top kullanabilirsem… Yunanlılar ağır top kullanmadılar. Seyyar bulunuyorlar ve muharebe tecrübeleri de kâfi değil. Ağır top taşıyamadılar, kullanamadılar. Ağır topun lüzumunu bilseler, kullanacak yeri anlasalar, onu bulmak için paraları mı yok, müttefikleri mi yok, fabrikaları mı yok? Hepsi var. Sırf taşımağa korkuyor, ihtiyacı görmüyor! Bizim elimizde 8 – 10 tane ağır top (15’lik obüsler) vardı. İlk işimiz, o bunalım içinde, bu topları tamir etmek oldu. Kamaları alınmış, şurasını burasını bozabildikleri kadar bozmuşlar. Anadolu’da bizim şimendifer atelyelerinde, demirci dükkânlarında bu 8 – 10 topu işler hale getirdik. Bu 8 – 10 topu muharebede lâzım olan yerlerde kullandığımız zaman gözleri faltaşı gibi açıldı. Nasıl şey bu! Zannediyorlardı ki Ruslardan, Fransızlardın ağır toplar aldık. Almadık! Eski, mütarekeyle [düşmanlara] teslim ettiğimiz yalnız kaba gövdeleri olan ağır topları tamir ettik iptidaî vasıtalarla.

Birinci İnönü muharebesindeki silâh mevcudu 6.000 tahmin olunur bizim tarafımızda. Yunanlılar 15.000 kişi olarak taarruz etmişler Birinci İnönü’nde İnönü mevzilerine. İkinci İnönü muharebesinde onlar 30.000 olmuşlardır. Biz nihayet 15.000’e çıkabilmişizdir. Eskişehir taaruzunda Yunanlılar üstün gelmişlerdir. Az bir müddette bir şey alamamışızdır. Sakarya’da yine aramızdaki kuvvet farkı pek çoktur.

Bir sene taarruz için hazırlandık, askerin talim – terbiyesi için uğraştık. Muntazam ordu olmak hareketi içindeyiz. Bildiğimiz, anladığımız gibi, istediğimiz gibi orduyu hem kurduk, hem yetiştirdik. Asıl yetişmeğe amil olan unsur, psikolojik emniyet gelmesidir. Anlaşıldı ki fazla kuvvet gönderemiyorlar. Biz bunları yeneriz. Bu emniyeti bir defa verdikten sonra, kabul ettikten sonra çaresini buluyorum. Yenilme yok! Nerede kaybedersem mutlaka sebebini buluyorum: Kaybetmeyeceğim ben! Niçin kaybediyorum? Ama bir derdimiz var. Birinci Cihan harbi başka bir şey ispat etmiştir: Sahrada kesin netice alınmıyor. Mevzi harpleri çok tesirli olmuştur. Muharebe ediyor; çekildiği zaman 24 saat, 48 saat nefes alırsa, silâhlar onu tekrar ciddî bir düşman olarak meydana çıkarıyor. Bu sayede, mevzi harplerinin kuvveti sayesinde harpler devam etti. Cihan harpleri bu yüzden sürekli oldu. Bizde bu bir sene zarfında ordular mesafeli kalır. Arada büyük mesafe açıklığı vardır. Sulh vaktinde olduğu gibi ileri karakollarla idare edilen [muharebeler] ayrılır. Yeniden sahra harbi başlar. Taarruz edeceğiz, mağlup edeceğiz düşmanı, oradan çekilecek, 24 saatte 40 kilometre çekildi mi, onu oradan atmak için tekrar bir sene uğraşmam lâzım. Niçin? Bir defa, hemen takip edecek vasıtam yok, otomobillerim yok! Ne götüreceksem oraya, nereye gideceksem, elle gidecek, arabayla gidecek, atla gidecek… Nakil vasıtası yok! Hulâsa, mevzi harbine dökmeden, kesin neticeyi almak lâzım. Nasıl olacak bu? Kesin muharebeyi verelim ve oradan, sonra takip edelim. Büyük bir süvari [birliği] yaptık. Çok masraflıdır. İptidaî vesaitli bir süvari fırkası meydana getirdik. Üç fırkalık bir kuvvet, 5 – 6 bin at. Mağlup olmuş bir düşmanın peşine düşerlerse son derece tesirli olacaklardır. Tekrar toplanamazlar, barındırmazlar. Muharebenin icra tarzında kesin netice almayı sağlayacak çareler ve harp usulleri kullandık, muvaffak olduk. Müsavi kuvvet var, ordu var. Biz, bu üç gruptan birini, büyük çoğunlukla, kıyasıya takip etmek isteriz. Bir defa bunun birini tahrip edebildik mi, sonra biz mevcut olarak ona, üçte bir olarak yaklaşmış olacağız. Onu yeneriz. Aldığımız tertipte birini değil, iki grubu (Afyon cephesindeki kuvvetle, onun arasında bulunan kuvveti –Yunan kolorduları bizden daha kuvvetliydi sayı olarak–), bu iki ordudan mürekkep grubu, takriben müsavi bir kuvvetle biz, her taraftan ve Eskişehir’den tasarruf ederek orada topladık. Taarruz ettik, düşman, sonuna kadar bizim taarruzumuzu kabul etti, çırpındı, yenmeğe çalıştı. Nihayet kumandanla beraber hepsi esir oldu. Düşmanın iki parçası mahvolmuştu. Yalnız Eskişehir’deki kuvvet kalmıştı. Eskişehir’deki hakikî kuvvet karşısında üçte bir kuvvet kalmış. Aradaki kolorduyu işgal etmek için onun dörtte bir kuvvetini kullanmak kâfi geldi. Geride, bundan tasarruf ettiğimiz kuvvetlerin hepsini, onun üçte birini topladığımız zaman üstün geliyorduk. Sayı ve vasıta olarak takriben üstün olduktan sonra, dava sahibi enerji olarak üstünlüğümüz vardı.

26 Ağustosta taarruz ettik, 30 Ağustosta o iki kolordunun kumandanını esir olarak aldım. Kolorduların kumandanlarına birer birer sordum:

“Niye Konya istikametine taarruz yapmadın?” dediğim zaman:

“Süvari geçti arkamıza, dedi, gidemiyorum bir yere…” dedi.

Trikopis’in kuvveti cenuptaydı. Bunları, şimdiki başvekile (tarihçi Markezinis gelmişti) de anlattım, hatta Venizelos’a da [anlatmıştım].

“Niçin yalnız muharebe ettin?” dedim.

“Gelmedi” dedi.

“Niçin gelmedi?” dedim.

“Sorun ona” dedi.

“Niçin gitmedin, bu seni çağırdı da?”

General Diyenis:

“Ben bütün kuvvetlerimi kaybettim, dedi, nereye gideceğim? dedi, kendimi kurtarmağa çalışıyorum!”

Dörtte bir kuvveti onun karşısında bıraktık, bu kuvvet taarruz etti. Büyük taarruz etti. Büyük taarruzu yaptığımız zaman da, aynı günde o da taarruz etti. İleride bulunan zayıf, perde gibi hatların hepsini püskürttü attı. “Bütün mevzilerimi kaybettim” dediği odur. Adam bütün kuvvetiyle oraya geldi, kendisine taarruz eden dörtte bir, beşte bir kuvveti ricata mecbur etti, “Vazifeyi ifa ettim” dedi. Sonra anladık ki, asıl tehlike yanındaymış. Oraya parça parça geldi. Yanına geldiği kuvvet ezilmişti. Onunla beraber, hulâsa 26 Ağustosla 30 Ağustos arasında bütün Yunan ordusunun üçte ikisi harpten hariç kaldı. Ondan sonra İzmir’e girdik. Ben hesap ediyordum zihnimden: Nasıl yapabilirler? Bizim bu tertip muvaffak olursa, aşağıda, Afyon cephesinde mağlup olan kuvvetlerin hepsini Eskişehir’e çekerler ve İzmir’i, yakın bir cepheden, yeni kuvvetlerle, Yunanistan’dan getirecekleri kuvvetlerle tutarlar. Eskişehir’de zamanla çok kuvvetli olursa, ister istemez ayırmağa mecbur oluruz. İzmir’de zaten kendisini müdafaa edecek bir kuvvet yetiştirilmiş olur. Yapabilirler, [ama] öyle yapmadılar. Sordum:

“Niçin Eskişehir üzerine çekilmedin?”

“Emir aldım, İzmir’e gideceğim.” dedi.

“İzmir’e nasıl gideceksin? İşte gidemedin.” dedim.

“Emir aldım…” dedi kumandan.

Harp böyle bitti. Şimdi nasıl olacak? Biz İzmir’e gittik. İzmir’e varır varmaz yangın çıkardılar. Ondan sonra İngiliz donanmasından bir zabit geldi. Atatürk’e:

“Siz İngiltere’yle harp halinde misiniz? Yazılı cevap verin.”

Cevap verdik:

“Biz, İngiltere’yle harp halinde değiliz!”

İngiltere’yle sulh yapmamışızdır. Aramızda sulh yoktur. Onu takip ediyoruz. Ondan sonra yapmadılar. Çünkü taarruzdan sonra politik bakımdan İngiltere, Lloyd George, Churchill büyük hiddet gösterdiler. Dominyonlara müracaat ettiler. Dominyonlardan bazıları:

“Mecbur olursak, çağırırsa ana vatan, gideriz.” dediler.

Bir kısmı, Kanada gibi meselâ, açıktan:

“Nereye gideceğim? Niçin gideceğim?” dedi.

Hulâsa münakaşa başladı ve hükümet düştü. Yeniden gelen hükümet:

“Türkler sulh yapmak ister mi?” Bunu [soruşturdu].

Bundan sonra Lozan başladı. Evvelâ mütareke yaptık. Bir hafta müzakere ettik. 11 Ekimde mütarekeyi (Mudanya mütarekesi) imza ettim. Mütarekeye Yunanlılar gelmedi, müttefikler geldi. Mütarekeyi onlarla yaptık.

Bırakırlarsa ne yapacağız? İzmir’e gittikten sonra bırakırlarsa olmaz. Mutlaka bizimle sulh yapmak mecburî olsun. Buna çare arıyoruz. Tuttuk, asker olarak Boğazlara yürüdük. Büyük çoğunluk bizde. Sulh yapmak lâzım. İstanbul ve Çanakkale karşısında düşman kuvvetleri az. Silâh kullanmayacaklar bizimkiler, yürüyecekler ve gözlerinin önünde daima bir tehlike olarak belirecekler. Derhal mütareke ihtiyacı hissedildi, “Ne yapacağız” dediler. 30 Ağustos Başkumandanlık Meydan muharebesi kazanıldıktan sonra Ankara’da hükümete mütareke için müracaat edildi. Yunanlıları bozmuşuz. Ordu daha henüz Afyon’un 30 km. garbinde. Mütareke yapacağız. Girmedik öyle şeye… Yunan ordusunun evvelâ çıkması lâzım. Ondan sonra o kaldı. Tekrar Boğazlar üzerine hareket ettiğimiz zaman mütareke istediler. Ondan sonra, Lozan Sulh konferansı 1922’de oldu.

Demek 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi teşekkül etti. Taarruzlara uğradık. Zaten Mondros mütarekesiyle stratejik noktaları işgal edeceğiz bahanesiyle Adana ve Gaziantep’te Fransızlar cephe açmıştı. Karadeniz kenarında işgaller oldu. Ondan sonra İzmir’i işgal ettiler. Yunan ordusuyle neticeyi alacaklardı. Bunlar olmadı. Şimdi sulh müzakeresine gidiyoruz. “Müsavi şartlarla konuşacağız” dediler, müsavi şartlarla konuştuk. Venizelos [anlatmıştı] bana aramız çok iyi olduktan sonra:

“İki memleket arasında sulh yapmak esas politikadır, iyi politikadır.”

Venizelos hakikaten inanmıştı buna. Planları neydi? “Geçti o planlar” diyor. Müttefikler, Rusya ve diğer Garp devletleri Yunanlıları himaye edecekler, Rumeli’den bizi çıkaracaklar gibi. Anadolu’ya da bir gün Yunanlılar hâkim olacaklar. “Megalo idea” dedikleri bu hayal, Yunanlıların kafasında var.

Venizelos bir defa sulha nasıl başlamış? Venizelos, Lord Curzon’a gitmiş, demiş:

“Biz müttefiktik, kaybettim ben bu harbi. Bir ittifak heyetinde azadan birinin muharebe kaybetmesi var mıdır? İttifak heyetinde müttefiklerin hepsi kazanır veya kaybeder. Ben bir felâkete uğramışım, siz beni bu felâketle yalnız bırakıyorsunuz, olmaz bu! Sevr muahedesini isterim.”

Lord Curzon:

“Canım, sen tecrübeli devlet adamısın, nasıl söylüyorsun bunu? Nasıl yapacağız biz bunu?”

Tehdit etmiş Venizelos, Lord Curzon’u:

“Ben isteyeceğim bunu konferanstan ve size alenen reddettireceğim. Dünyaya göstereceğim ki, İngilizlerle ittifakın neticesi budur! Ben de size bunu yaparım!” demiş.

Lozan konferansı başlamadan evvel oraya gittim. Kimse yok… O da bir oyun gibi geldi bana. Halbuki İngilizlerin seçimi varmış, daha hükümetin ne olacağı belli değil. O yüzden, seçimin sonunu bekliyorlar. Siyasî hayatta tecrübem, bilgim o kadar geniş olmadığı için oraya gittim. İngilizleri bulamayınca, “Yeniden bir oyun karşısındayız…” dedim.

Bu fasıladan istifade ederek Fransızlar beni davet ettiler. Eski Reisicumhur Mösyö Poincaré başvekil olmuştu, o davet etti. Gittim, konuştuk. Harbin başında, “Sulh olacak mı?” diyorum, “Olacak, sulh olacak…” diyor.

“Çıkacaksınız memleketten!” dedim.

O sordu:

“Sulh olacak, arazi meselesi var mı?” dedi müzakerede.

Fransızlarla Ankara itilâfnamesini yapmıştık, Suriye’den ayağımızı çekmiştik. Onu tanıyor muyuz, tanımıyor muyuz; o, buna teşhis koymak istedi ve hakikaten Fransızlarla anlaşmıştık, istifade ettik onlardan. Böyle bir niyetimiz yoktu. Söyledim:

“Hayır, böyle bir niyetimiz yok, yaptığımız itilâfnameye riayet edeceğiz. Madem ki Araplar bizi istemediler, artık ana vatanı muhafaza etmeğe, onun üzerinde çalışmağa kararlıyız.”

“Güzel…” dedi.

“Ama bizim istediklerimiz var, dedim, meselâ azınlıkların memleket içinde imtiyaz sahibi gibi muamele görmelerini kabul etmeyiz. Başka memleketlerde azınlıklar ne muamele görüyorlarsa onu kabul ediyoruz, ederiz.”

Lord Curzon gelmişti, yakında onunla konuştum azınlık meselesi ne olacak diye. Lord Curzon:

“Azınlık kaldı mı ki, ne olacağı meselesi olsun?” dedi, “Çünkü Anadolu’daki Rumlar, muharebe sonunda çekilmişlerdi, Türklerle kendiliğimizden mübadele yapmıştık. Öyle bir mesele yok ve dediğim doğru.” dedi.

“Kapitülasyonları kabul etmeyiz.” dedim.

“Canım, edersiniz, dedi, nesi var kapitülasyonların?”

“Nasıl nesi var?...”

Bu bizim için esaslı meseleydi.

“İstiklâl savaşı yaptık biz. Bizden ayrılıyor bir devlet. Daha yeni doğmuştur. Tam müstakil bir devletin bütün haklarını alıyor, gümrük hakkını alıyor, vatandaşlık hakkını alıyor, adalet hakkını alıyor… Neden Türklere bunu böyle tanımıyorsunuz?”

“Bir çare buluruz” dedi.

“Çaresi yok bunun, ne çare bulacaksınız?”

“Canım, geçici bir şey, tekrar buluruz” dedi.

Hulâsa, ne söylersem olur, olur diyor, olmaz diyorum, olur diyor. Böyle ayrıldık.

Sonra, orada tanıştığımız Fransızlar var, onlarla görüştüm.

“Nasıl buldun?” dedi.

 “Poincaré ile konuştum. Poincaré’yi kapitülasyonlar meselesinde musir gördüm. O olmazsa hiçbir şey olmaz!” dedim.

“E, neye atfediyorsunuz?” dedi. Onu konuştuk.

“E, neye atfediyorum, kapitülasyonlardan vazgeçmiyor!”

“Bilmiyorlar, dedi, bizim devlet adamları, bu Anadolu harekâtı nedir, başında bulunan adamlar nedir, bilmiyorlar, cahildirler, dedi. Zannediyorlar ki, orada hakikaten eşkıya dağa çıkmıştır ve muvaffak olmuştur.”

“Öyle değil” dedim.

“Bunu bilmiyorlar, dedi, ne yapacaksın sen? Kısa bir zamanda kapitülasyonlar vs. meselesi gelecek.”

“Olmuyor, dönüp gideceğim, dedim, başka çare arayacağız, buluruz, dedim, her halde kabul etmeyeceğiz.” dedim ona.

“Sakın kısa zamanda bırakıp gitmeğe kalkma, dedi, adam bir şey için söylemiyor, bilmiyor; cahil… Bu konferansı yıpratmak lâzımdır, dedi, ısrar edeceksin, söyleye söyleye anlatacaksın…”* dedi.

Böyle kaldı. Ama bu, benim zihnimde bir yer yaptı. Çok sıkıştırdıkları zaman ilişkiyi koparmıyorum, fakat davada ısrar ediyorum. Askerî kuvveti, yani muharebe kuvvetini icbar etmek, iradesini kabul ettirmek… Bu şart olmazsa, iki memleketin, iki politika tarafının bir konu üzerinde anlaşması son derece güç. Nuh deyip peygamber demezler. Kendisi tasavvur ettiği şeyi istihsal etmeğe çalışır. Mutlaka onu kabul ettirecek, onunla muvazene temin edecek… Bir karşı menfaat bulunmak lâzım: Ya, iki tarafın müsavi derecede istifade edeceği bir konudur, anlaşmak kolaydır, ya da böyle olmaz da bir pazarlık mevzuu olursa, o pazarlıktan netice almak son derece zor, son derece zor! Müsavi şartlarla konferansa başladık. Biz müsavi şartlarla diyoruz ama, o dört sene harp etti, bütün Arabistan’ı işgal etti, müsavi şartlarla demiyor, galebe ettim diyor. İçinde, mağlup olmuş Yunanistan… O kendisi öyle anlıyor. Böyle olunca son derece güç, son derece güç! Ama onun vasıtaları da var.

Lozan konferansında arada (Şubatta) kopma oldu, ayrılma oldu. Meselâ, bahsettim; kapitülasyonların kalkmasını kabul etmiyorlar. Promajo isminde bir Fransız hukukçusu var, Hariciye hukuk müşaviri imiş. Çok anlatır bana. Kapitülasyonlar maddesini söyleriz, “Yazın”, der, kapitülasyonlar maddesi:

“Kapitülasyonların ıslahı ve kaldırılması için zemine girmek üzere…” İşte şöyle olur, böyle olur…

“Canım, kaldırılması zeminine girmek falan yok! Kaldırılmıştır! Niye bunu demiyorsunuz?”

“Canım, hukuk dili bu, olmaz ki böyle şey… Hukuk dili…”

Hulâsa, dokuz ay, hukuk dilini öğrenemedim… “Tali komisyon”da uzun boyla konuştuktan sonra olmadı. Sonra bir gün, kapitülasyonlar maddesini yazmak için Promajo bana geldi:

“Nasıl istiyorsunuz?” dedi.

“Yazın! dedim, kapitülasyonlar kaldırılmıştır! Lağvedilmiştir!”

Daha bilmem ne falan… “Bitti, yoktur böyle bir mesele!” dedim.

“Peki, böyle yazalım.” dedi.

“Ne oldu, hukuk diline uydu mu?” dedim.

“Karar verdiler, dedi kapitülasyonları kaldırmaya karar verdiler.

“E, demek şimdiye kadar karar vermemiştiniz?” dedim.

“Vermemişlerdi…”

Hukuk dilidir diye “kıyamet”i kabul ettirmeye çalışıyorlar. Bu tarzda kapitülasyonlardan çıktık.

Neye güveniyorlardı? Harpte padişah onlarla beraberdi. İstanbul hükümeti, harbi kazandırmak için iç isyanlarla her türlü zulmü yaptı. Cumhuriyet… Yoktu bizde böyle bir fikir. Yani şahsî bir fikrimiz olsa bile, hükümet şekli değişecek… Böyle bir şey düşünülerek Millî mücadele yapılmamıştır. Millî mücadele; Türkiye’nin yaşama hakkı kabul edilmemiştir, Türk devleti kaldırılmağa karar verilmiştir müşahedesine, davasına isabetle teşhis koyduktan sonra, müdafaa vasıtası olarak gelmiştir. Cumhuriyet, müdafaa rejimi olarak gelmiştir. İmparatorluk, Türk devletinin taksimini Türk milletine kabul ettirmek için düşmanlarla işbirliği yaparak, onlara yardımcı olarak mücadele etmiştir. Hanedan bunu yapmıştır, rejim bunu yapmıştır. [Bunun üzerine] Türk milleti ayaklanmıştır ve Birinci Cihan harbi dört sene devam ettikten sonra, İstiklâl savaşı olarak, 1918’den 1922’ye, 1923’e kadar, dört sene, beş sene daha devam etmiştir.

*  *  *

Şimdi, bu elli sene zarfında ne netice aldık? Benim kaanatimce biz, bizzat demokratik rejim bakımından da bu elli sene içinde müspet netice almışızdır. Bugün seçim oldu, neticeleri alındı. Şu şekilde, bu şekilde… Tek dereceli seçim yapıyoruz ve neticesini ilân ediyorlar. Herhangi bir yerde, seçim yanlış oldu, hatalıdır şikâyeti var mı? Çok partili hayata girmeğe karar verdiğimiz zaman 1946 seçimlerini yapmıştık. Seçim yanlıştır diye şikâyet etmişlerdi. Sonra toplandık. Ben o zaman reisicumhurdum. Yanlış olmuştur diye şikâyetler var. Bu şikâyetleri bertaraf etmek için ne lâzımdır? Çaresi? Adaletin murakabesi altında olsun dediler. Bir kısım vatandaşlar, politikacılar katiyen istemiyorlardı. Mademki bu emniyet getirecektir, bunu yapalım diye ısrar ettim. Adaletin kontrolü altında seçim yapılıyor. Tek dereceli seçim görülmemiş bir şeydir. Doğru dürüst yapılmasıyle böyle bir mesele kalmadı. Tek dereceli seçimle Cumhuriyet seçim yapabiliyor ve netice alınıyor.

Cumhuriyet ilkeleri muhafaza edilmek esastır. Cumhuriyet ilkeleri üzerinde çok partili hayata girdik. Münakaşası serbest olduğu halde Cumhuriyet ilkeleri üzerinde münakaşa çıkmadı, henüz çıkmadı. Tek parti devrinde, dokunulamayan konulara, tek parti olduğu için dokunulmuyor denebilirdi. Çok partili hayata girmekte asıl maksat da buydu. Herkes serbest olsun, her fikir söylenebildiği zaman ne oluyor, [buna ne kadar alışılmıştır], böyle girdik [çok partili hayata]. Elbette Cumhuriyet için, din ve dünya işlerinin ayrılması için konmuş olan ilkeler bugün münakaşa konusu değildir ve münakaşa konusu yapmak için arzular gizli haldedir, açığa vurulmayacak kadar zayıftır. Bu büyük bir terakkidir. Cumhuriyet ilkelerini muhafaza edebilirsek biz, iç buhranlara çare bulabiliriz.

Ancak bu sayede, Lozan muahedesinde başlıca [edindiğim] tecrübeyi, Lord Curzon’un bana verdiği bir dersi söyleyeyim:

“Memnun değiliz Lozan muahedesinin müzakeresinden. Hiçbir dediğimizi yaptıramadık. Reddettiklerinizin hepsini cebimize atıyoruz. Harap bir memleket alıyorsunuz, bunu kalkındırmak için mutlaka paraya ihtiyacınız var. Bu parayı almak için gelip diz çökeceksiniz. Cebime attıklarımın hepsini çıkaracağım size” diyordu [Lord Curzon] “Hepsini vereceğim size…”

Bu, benim kafamda daimî bir yer etmişti. Dışarıdan yalnız para verenin, yalnız para muamelesi yapması son derece güç bir şey. O, parayla beraber bir ek menfaat istiyor. Muhitine göre, meselesine göre kabili tahammül olur veya olmaz, istiyor.

Bunu bana söyledi. Bundan sonra biz Cumhuriyet’i elli sene tatbik ettik, bu müddet esnasında yatırım yaptık, demiryolları yaptık, demiryolları satın aldık, endüstriler kurabildik. Şeker endüstrisi, dokuma endüstrisi vs. gibi mütevazı endüstriler.. Diğer endüstrileri kurmadan yapamayız. Bu endüstrileri kurmak için, demiryollarını satın almak için, yeni demiryolları yapmak için istikraz mı ettik? İstikraz etmedik, hiç birini istikraz etmedik. Kendi paramızla yaptık. Gayet basit bir usulüm vardı benim. Malî intizam her şeyin üstündedir devlet idaresinde. Benim usulüm: Her bütçenin mutlaka yatırım payı olmalıdır. Ne kadar gelir var? Yüz milyon gelir var. Yüz milyon gelir, memleketin ihtiyacına yetmiyor bile. Ne yapacağız? Benim usulüm bu: Yüz milyon gelir var. İyi. Doksan milyon gelir olsaydı, onunla da gelir ihtiyacı tamamıyle karşılanıyor mu? Karşılanmıyor. Bu, on milyon daha eksik olsaydı, ihtiyacı nasıl karşılarsak, bu on milyonu yatırım olarak yeni işe ayırmak lâzımdır. Memleket, malî işini intizama koyabilir, kalkınma için para bulabilir. Fakir olduğu nispette, kalkınma için içinden bulacağı para az olur, ama kalkınır. Fakir olduğu için, zenginin on senede yapacağını, bu elli senede yapar. Ama yapar! Ama hiçbir yatırım yapmayan bir bütçe ile memleket idare olunursa, sadece yer ve ilânihaye o halde kalır. Basit bir şey gibi görünür; bunu yaptığın zaman, plan fikri buradan doğuyor, yatırım fikri buradan doğuyor. Beş’le başladığın zaman, iki sene sonra altı oluyor.

*  *  *

Arkadaşlarım, belki daha muntazam bir konuşma istiyordunuz benden. Başlıca meseleleri, askerî meseleleri ve Lozan Konferansı meselelerini, ihtiyaçlarını anlattım. Lozan muahedesi hemen tasdik olunmadı. Biz tasdik ettik. Diğer âkitlerin, imza sahiplerinin meclislerinde tasdik olunması için hemen bir seneye yakın sürüklediler. Niye sürüklediler? Eski Türkiye’yi bilerek kabul olunan maddeler, iç karışıklıklardan dolayı tatbik olunmayacak, yeniden karışıklıklar çıkacak, yeniden ihtiyaçlar çıkacak. Bu ihtiyaçlar karşısında bunlardan, aldıklarından, pazarlık eder, gelir alırız. Hiç şüphem yok. Bu, kafamın içinde vardır. Bununla ellinci seneyi bulduk. İyimser bir vaziyetteyim. Mutlaka Cumhuriyet’i korumağa mecburuz. İlkelerini korumağa mecburuz. Bu ilkelerin de, Cumhuriyet’te Atatürk hareketinin de, kendisi hayattan çekilip de yalnız eserleri kaldıktan sonra, Atatürk isminin ve hareketlerinin münakaşa ve tenkit konusu olmak vasfı, niteliği kalmamıştır, müşterek mal olmuştur. Cumhuriyet’le beraber müşterek millet malı olmuştur. Bütün münakaşalar, ihtilâflar, siyasî mücadeleler o hudut içinde kalacaktır. Bu ümitteyim. Cumhuriyet’in geleceği emniyetli görünür. Sağlam bir Cumhuriyet kurulmuştur. Vatandaşlarımız bunu şerefle muhafaza edeceklerdir.

Teşekkür ederim, arkadaşlarım…

 

 

 

 

Kaynakça

 

·         İnönü Vakfı Arşivi

·         Ayın Tarihi Dergileri; Matbuat Umum Müdürlüğü/Basın Genel Direktörlüğü Yayını, Sayı: 4, 1 – 31 Mart 1934 ve Sayı: 3, 1 – 31 İlkkanun (Aralık) 1936

·         Ulus/Barış Gazeteleri (1961 – 1971)

·         İsmet İnönü’nün TBMM’deki Konuşmaları, Birinci Cilt (1920–1938); Hazırlayan: Ali Rıza Cihan; TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları No: 56, Ankara 1992

·         Lozan Konferansı ve İsmet Paşa; Hazırlayan: Ali Naci Karacan; Bilgi Yayınevi, Üçüncü Basım Temmuz 1993 (Birinci Basım 1943, İkinci Basım 1971)

·         70. Yıldönümünde Lozan; Hazırlayan: Mehmet Özel; Kültür Bakanlığı Yayını, 1993

·         Lozan Konferansı; Tutanaklar-Belgeler; Çeviren Seha L. Meray; Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, No: 291, Takım: I, Cilt: 1, Kitap: 1, 1970

·         Bilal N. Şimşir; Atatürk ile Yazışmalar I / 1920 – 1923; Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara – 1981

·         Bilal N. Şimşir; Lozan Telgrafları, Cilt I (Kasım 1922 – Şubat 1923); Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu – Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1990

·         Bilal N. Şimşir; Lozan Telgrafları, Cilt II (Şubat – Ağustos 1923); Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu – Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1994

·         İsmet Paşa’nın Siyasi ve İçtimai Nutukları 1920  – 1933; Ankara Başvekâlet Matbaası, 1933

·         Muhalefetde İsmet İnönü – Konuşmaları, Demeçleri, Mesajları, Sohbetleri ve Yazılarıyla; Derleyen: Sabahat Erdemir; M. Sıralar Matbaası, İstanbul 1956

·         Muhalefetde İsmet İnönü – Konuşmaları, Demeçleri, Mesajları, Sohbetleri ve Yazılarıyla 1956–1959; Derleyen: Sabahat Erdemir; M. Sıralar Matbaası, İstanbul 1959

·         İhtilalden Sonra İsmet İnönü, 27 Mayıs 1960–10 Kasım 1961/ Konuşmaları, Demeçleri, Mesajları, Sohbetleri ve Yazılarıyla; Derleyen: Sabahat  Toktamış; M. Sıralar Matbaası, Ekim 1962

·         İsmet İnönü; Hatıralar, 2. Kitap; Yayıma Hazırlayan: Sabahattin Selek; Bilgi Yayınevi, Birinci Basım: Kasım 1987.

·         İsmet İnönü; Televizyona Anlattıklarım; Hazırlayan: Nazmi Kal; Bilgi Yayınevi, Birinci Basım Aralık 1993

·         Türkçe Sözlük (Yeni Basım); Türk Dil Kurumu Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara–1988

·         Yeni Türk Lûgati; İbrahim Alâettin, Ali Sedat, S. Tevfik, K. Sadi; Kanaat Kütüphanesi, 1930

·         Mustafa Nihat Özön; Osmanlıca – Türkçe Sözlük; İnkılâp Kitabevi, 2. Basım, Ekim 1955 – 8. Basım, Mart 1997

·         Ferit Develioğlu; Osmanlıca – Türkçe Ansiklopedik Lûgat; Yayına Hazırlayan: Aydın Sami Güvençal; Aydın Kitabevi Yayınları, 14. Baskı, 1997

·         Osmanlıca–Türkçe, Türkçe–Osmanlıca Kılavuz Sözlük; Hazırlayan: Yaşar Nabi; Varlık Yay., İkinci Baskı – İstanbul, 1968

·         Ali Püsküllüoğlu; Öz Türkçe Sözlük; ABC Kitabevi, 9. Baskı, İstanbul, 1989

·         Resmi Yazışmalar Sözlüğü, Osmanlıca – Türkçe; Hazırlayan: Cahit Öztelli, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1969

 

 

 

 

Sözlük

 


 

A

 

âcil                         : ivedi

acz/aciz                 : güçsüz, güçsüzlük durumu

adalet                    : hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme, doğruluk

addetmek             : saymak

aded                      : sayı, rakam tane

âdem–i                  : insana ait, insanla ilgili. yokluk, bulunmama. (kullanıldığı sözcüklerle birlikte onları olumsuzlaştırarak tamlama  oluşturur.)

âdem–i kifâyet     : yetmezlik

adet                       : alışılmış şey. görenek

âdi                          : alışılmış. bayağı, değersiz. âdet olan

adil                         :eşit, eş

adilane                  : adaletliye yakışırca, doğrulukla

adlî                         : adalet ve adalet işleri ile ilgili

adliye vekili          : adalet bakanı

âfet                        : doğa olaylarının neden olduğu yıkım

affı umûmî            : genel af, büyük bağış

afiyet                     : esenlik, iyi dilek sözü

agyar/ağyar          : gayr’ın çoğulu. (eskiden) başkaları, yabancılar, eller)

ağa                         : kırsal kesimde varlıklarından dolayı etkin olan kimse

ahali                       : bir yerde oturanların tümü, halk

ahd/ahid/t            : kendi kendine söz vererek bir işi üzerine alma. söz verme. and. anlaşma/antlaşma. devir, zaman, gün

ahdân                    : dostlar, yoldaşlar, yaşdaşlar

ahdi                        : antlaşmaya göre, antlaşma gereği olan

ahenk                    : uyum

ahidnâme              : anlaşma/antlaşma şartlarını ve tarafların imzasını içeren yazılı belge  (anlaşma /antlaşma)

ahir/en                  : en son, son zamanlarda, son günlerde.   (sonradan)

âhire                      : son

ahkâm                    : yargılar, hükümler

ahlâk                      : benimsenen bireysel ve toplumsal davranış belirlenimi

ahval                      : durumlar, haller

ahz                         : alma, kabul etme.  tutma, tutulma

âid                          : geri gelen, geri dönen. bir kimse veya şey ile ilgili olan. ilişkin,  dolayı, için,  üzerine

ajans                      : haber toplayan ve yayan kuruluş

akabinde               : ardından

akamet                  : kısırlık, verimsizlik. başarısızlık, sonuçsuzluk

akça/akçe             : madeni para

akd/akid/t             : bağ, bağlama, bağlanma, düğümlenme.  bağıt, sözleşme,  ön sözleşme

akdem                   : ilk önce, önceki, daha önceki

akıl                         : us. bellek

akibet                    : son, bitim

akis                         : yankı, yansı

aklı selim               : sağduyu(lu)

aksam                    : bölükler, parçalar

aksetmek              : yankılamak, yansıtmak. ulaştırmak, duyurmak

aksülamel              : tepki, reaksiyon

akvam                    : kavim, budun,

  ulus, uluslar

a’lâ                         : daha, en, pek

  yüksek

âlâ                          : bağışlar, ihsanlar

alâ                          : rütbece büyüklük, şeref, şan/san. üst, üzere

alabanda              : deniz teknelerinin iç yanları. gemideki toplarla birden ateş edilmesi. iskele dümenini çeşitli  yönlere çevirme

alâ hâlihi                : olduğu gibi

alâka                      : ilgi

alâkadar                : ilgili

alâka–dârân          : ilgililer

âlâm                       : elemler, üzüntüler, acılar

alâmet                   : işaret. iz. sembol

alâyiş                      : bulaşıklık, bulaşma. debdebe, gösteriş

alelâde                  : olağan. bayağı, sıradan

alelfevr                  : derhal, defaten, birden

alelıtlak                  : genel olarak. mutlaka. nasıl olursa olsun. rastgele

alelûmum              : genel olarak

âlem                       : yer ve gökyüzündeki yaratık ve nesnelerin bütünü, evren. dünya

alemdâr                 : bayrak taşıyan (bayraktar)

aleni                       : açık, saklanmayan

âlet                         : el ile kullanılan nesne. araç, iş aracı. hoş olmayan bir şeyi yapmaya araç olan

aleyh/te                : karşı, karşıt. (karşıt olma/olan)

âli/aliye                 : yüce, yüksek

âlicenap                : ulu gönüllü.  onurlu. cömert

alim                        : bilen, bilici

âlim                        : bilgin

âmade                   : hazır

aman                      : yardım, bağış, rica, usanç, öfke, dikkat, beğeni vd. anlatır

amân/eman          : eminlik, korkusuzluk.  bağış, bağışlama

amelî                      : pratik,   yapma/yapılma

ameliye                 : eyleme ilişkin olma işlemi, pratik, kılgı

amîk                       : derin. ince, inceden

âmil                        : yapan, etken   etmen

âmir                       : buyurucu. yönetici

amiral                    : deniz kuvvetlerinde generale eş  rütbe (deki subay)

amme                    : genel, herkesin olan, kamusal

amortisman          : taşınmazların yıllık aşınmalarına karşılık ayrılan pay. faiz işlemesine son vermek için tahvilin birden  ödenmesi

an’ane                   : gelenek

anânât                   : söylentiler. gelenekler

ananevî                 : gelenek ile ilgili olan, geleneksel

anasır                     : unsurlar, ögeler

anlaşma / antlaşma             : anlaşma, uyuşma   (itilaf). [antlaşma: yürürlüğe girmiş,  tam onaylanmış  anlaşma]

âra                          : “bezeyen, donatan, süsleyen” anlamlarıyla birleşikler oluşturur

ara                          : oylar, düşünceler

arâzî                       : yerler, topraklar

arı                           : temiz. arınmış, katışıksız, saf.  kusursuz

arıza                       : engebe, aksama,  aksaklık

arızi                        : sonradan olan, dıştan gelen. geçici, eğreti

ariz/ü                     : geniş, etraflıca,  enine boyuna

arz                          : dünya, yeryüzü. toprak. ülke. en,  genişlik

arz                          : sunu, sunmak. saygı ile bildirim

arzî                         : toprağa ait,  toprakla ilgili

arziyye                   : toprakla, topraktan  yetişen

asab                       : sinir, damar

asalet                     : soyluluk. bir görevin asıl sahibi

asar                        : yapıtlar, yapılar, eserler. izler, belirtiler. öyküler anlatılar,  gelenekler

asayiş                     : güvenlik

asgari                     : en az, en aşağı, en azından

asır                         : yüz yıl

asîl                          : soylu. yüksek duygulu

asli                          : asıl, kök, temel, kural vb. ilişkin

aslî                          :asla mensup, özel, seçkin

asliye                     : en önceki, ilk

asri                         : çağcıl, çağdaş

asya                        : değirmen. kıta adı

aşikâr                     : açık, belli, meydanda

atf/etmek              : ilgi/bağ kurmak.  yöneltmek,  yüklemek

atfen                      : mal ederek, yükleyerek

âti                           : gelecek, yarın

avam                      : halk. halkın alt tabakası

avâmil                    : nedenler. işleyenler, Arapça’da sözcük  sonlarının okunuşuna etki eden gramer konusu. vâliler

avdet                     : dönüş, geri gelme

ayan                       : açık seçik, belli, belirli olmak

âyan                       : ileri gelenler, ulular. senato üyeleri

aza                          : üye, uzuv

âzâde                     : özgür

azamet                   : ululuk, büyüklük gurur. görkem

âzami                     : en yüksek, en fazla

azayı kirâm            : değerli [...] üyeler

azımsama              : umulandan az bulma

âzim                       : niyetli, kesin karar veren

azîm/azîme           : büyük, ulu, iri

âzime                     : kıtlık yılı. azı dişi

azîme                     : sebat, kararda kesinlik. efsun, tılsım. büyük iş, büyük kusur.  büyük bela

azîmet                    : gidiş, gitmek

aziz                         : değerli

 

 

B

 

bâb                         : kapı. (kitaplarda: bölüm, başlık,  konu, özellik)

bâb–ı âli                : Osmanlı’da sadrazamlık, içişleri ve dışişleri bakanlıkları ile  devlet meclisinin bulunduğu bina.  Osmanlı hükümeti

ba’dehû                 : ondan sonra

bahane                  : gerçek neden gizlenerek ileri sürülen neden

bahis                      : konu, söz. savında haklı çıkacak olana bir şey verilmesini benimseyen sözlü  anlaşma

bahr                       : deniz. büyük göl veya nehir

bahr–î sefid          : akdeniz

bahr–î siyâh          : denize ait, denizle ilgili

bahriye                  : donanmaya, deniz kuvvetlerine ilişkin işler

bahş/etmek          : bağışlamak, sunmak

bahtiyar                 : mutlu

bahusus                 : ile. hele. özellikle,  üstelik

bais                        : sebep, neden,  gerektiren

banker                   : banka sahibi. bankacı. para, altın ticareti yapan. çok zengin

bâr                         : tanrı. yağdıran, serpen, saçan, döken. hava basıncı birimi. tortu

bari                        : hiç olmazsa, bir defa, keşke

bariz/e                   : açık, belirgin

basiret                   : öngörü, biliş, uzgörü

baş murahhas       : baş delege

başvekâlet            : başbakanlık

başvekil                 : başbakan

bayındır                 : gelişip güzelleşmesi için üzerinde çalışılmış olan

be                           : sözcüklere –e, – kadar anlamını  verir

bedâhet                : birdenbire konuşma. apaçıklık

bedbin                   : kötümser, karamsar

bedel                     : karşılık, karşı. Bir şeyin yerini tutan, yerine verilen şey

beevvel                 : evvelve, önce

behemehal           : herhalde, mutlaka

beka                       : devam, süreklilik. kararlılık. önceki durumda kalma

beliyye                  : felaket, üzüntü, kaygı

ber                         : “götüren, ileten, alan” anlamlarını katarak sözcüklere girer..

ber                         : gögüs, sine. meyva. meme. kucak. yaprak. genç kadın. ev   kapısı.en

beraâ/beraât        : yetenek, olgunluk, iyilik, güzellik

bergüzeşt              : baştan geçmişce

bergüzide             : seçilmiş, seçkin

berî                        : salim, kurtulmuş.

  temiz, arı

berrî                      : kara, toprak ile

  ilgili

bertaraf                 : bir yana atılan.

  şöyle dursun,

  gerekli değil, ne

  ise ne..

ber–vech–î âti     : aşağıda olduğu

  gibi

beşer                     : insan cinsi

beşeri                    : insan(lık) ile ilgili, insani

beşeriyet              : insanlık

beyan                    : anlatı. tanıtlama

beyanat                 : resmi açıklama

beyanname          : yazılı resmi açıklama, bildiri

beyhude               : boşuna. yararsız, anlamsız

beyn                      : ara, aralık. arada, araya, arasında

beynelmilel          : uluslararası

bezl                        : bol bol verme, saçma

bi                            : sözcük başlarında  –e durumuna getirir, –ile, –için  anlamlarını   vererek –be ebatıyla aynı işlevi görür

bidayet                  : başlangıç

bihakkın                : yerinde olarak

bil                           : ile anlamına gelir

bil’âhire/bilâhare: sonra, sonradan, sonunda

bil’icma                  : dağınıklığı gidermek için

bilâ                         : –siz. (bilâ–bedel: bedelsiz)

bilâd                       : memleketler, ülkeler, kentler,  ilçeler

bilâ–hak                : haksız

bilâ–irade             : iradesiz, istençsiz

bilâ–istisna            : istisnasız, ayrım yapılmaksızın

bilâ–kayd ü şart   : kayıtsız ve koşulsuz

bilâ–kayd              : kayıtsız, ilişiksiz, aldırmaz

bil–akis                  : aksine, tam  tersine..

bilâ–vasıta             : vasıtasız, araçsız, doğrudan doğruya

bil–cümle              : hep, bütün, toptan (cümleden)

bi–l–f’il                  : gerçek olarak, gerçekten, sözle değil gerçekten yaparak

bil–hassa               : özellikle

bil–hesap              : hesapça, hesap ile

bil–istifade            : yararlanarak

bil–mecburiye     : zorunlu olarak

bil–mükabele       : karşılık olarak

bil–münasebe      : sırası gelince

bil–vasıta               : araçlı, araç ile

bî–muhâbâ           : çekinmeyerek, korkmadan, sakınmadan

bin                          : “ile” durumlarını karşılar ve şemsiye harfleriyle başlayan sözcükleri zarf yapar (bin–netice: netice olarak)

binâen aleyh        : bununla, bundan dolayı, bunun için, bunun üzerine

binâen                   : dayanarak, yapılarak, dolayı

bi–nihâye/t           : sonsuz, pekçok

bin–nazariye        : nazari (kuramsal / teorik) olarak

bin–netice            : sonuç olarak

birincikânun         : aralık ayı

birinciteşrin          : ekim ayı

bit–                        : –ile, ederek anlamlarına gelip, eklendiği şemsiye harfleriyle başlayan sözcükleri zarf  yapar

bi–taraf                 : yansız, tarafsız(lık)

bi–t–tab(iî)            : doğal, doğal olarak

biz–                        : –ile, –rek anlamlarına gelerek eklendiği şemsiye sözcükleri zarf yapar

biz–zarûre            : ister istemez

bizzat                     : kendisi, kendi

buhran                  : bunalım

burhan                  : kanıt, belgit

 

C

 

caiz                         : olabilir, uygun

cami                       : derleyen, toplayan. içine alan, içinde bulunduran

camia                     : toplum, topluluk, zümre

cari                         : akan. olagelen, geçen, yürürlükte  olan

cebel                     : dağ, sahipsiz toprak

cebren                  : zorla, zoraki, gücün

cebri                      : zorla yapılan, yaptırılan

cedide/n               : yeni. yeniden, yeni olarak

cefa                        : büyük sıkıntı, üzgü, eziyet– görmek/etmek

celb                        : getirme, kendine çekme. yazılı çağrı

celbetmek            : yazılı çağrı yapmak. (dikkat çekmek, dikkate çağrı yapmak)

celse                      : oturum

cem                        : toplama, bir yere getirme. çoğul. toplam

cem’iyyet–i

akvâm                    : uluslar topluluğu, (eski) uluslar birliği örgütü

cem’iyyet–i

beşeriye                : insan topluluğu. kurum, dernek

cemahir                 : cumhur, cumhurlar, cumhuriyetler

cemiyet                 : toplum, dernek

cenup                    : güney

cephe                    : yüz, alnaç. savaş yapılan bölge. yan, taraf. bir düşünce çevresinde sağlanan beraberlik

ceraim                   : suçlar, cinayetler

cereyan                 : akma, akış. akım

cerrâr                    : çekici, sürükleyici. dilenci. savaş araçlarıyla donatılmış ordu.

cetvel                    : çizelge

cevaz                     : izin

cidal                       : savaşma. ağız kavgası, çekişme

cihan                      : (dünya). evren, acun

cihaz                      : aygıt, alet, takım

cihet                      : yan. yön

cumhur                 : halk

cumhurreisi          : cumhurbaşkanı

cûyân/e                 : arayıcı, arayan

cümle                    : dizge, sistem. tümce. bütün, hep

cünha                    : küçük hata, küçük kusur, suç

cüret                      : korkmaksızın ileri atılma, ataklık

cürüm                    : suç. yanlışlık, kusur ya da hatadan doğan durum

cüz–i                      : bütünü oluşturan parçalardan her biri

cüz–ü tam             : tamlık, bütünlük. birlik

 

Ç

 

çehre                     : yüz, sima

 

D

 

dahil                       : bir işe karışmış olma, karışma. iç, içeri. içinde olmak üzere ile birlikte  (“bugün dahil”..)

dahili                      : iç ile ilgili, içerde. içsel

daim                       : sürekli, sonsuz

daima                     : her zaman, sürekli olarak

daire                      : çember. bölge. (çalışma yeri)

dâmî                       : tuzakçı, avcı

dâr                         : ev. yer. yurt

dar                         : ölçüleri/genişliği yetersiz olma

dâr–ül–fünûn       : üniversite

dâva                       : sava, sav. hak  arama

def                         : öteye itme, savma, savulma. verme. ortadan kaldırma. giderme

defaten                 : bir defada, birden

delâil                      : kanıtlar, tanıtlar

delâlet                   : kılavuzluk, aracılık. işaret etmek, yol göstermek

delil                        : kanıt, tanıt

derakap                 : ardı, arkasısıra, hemen

derc                       : sokma, araya sıkıştırma. gazete, dergi, kitaba koyma. toplama, biriktirme

derece                  : basamak, kerte. derece. rütbe sırası. değer, miktar 

derece–i emniyet: güven/güvenlik derecesi, güven ölçüsü, kertesi, aşaması

derhatır                 : anımsama

der–miyân/etmek: ortada, ortaya koymak, öne sürmek, ileri sürmek

derpiş etmek        : gözönünde tutmak, gözetmek, öngörmek

deruhte                 : üstlenme. sorumluluğu benimseme

derun                    : iç taraf. yürek

devair                    : devir

devir                      : zaman, çağ (dönümü)

devre                     : çevrim. yıl/yıllardan oluşan zaman süresi, dönem

diplomat                : ülkesini temsille görevli

dirayet                   : akıl, zeka. yetenek

diriğ                       : esirgeme, esirgenme

divan                      : üst düzey devlet yöneticilerinin kurduğu büyük meclis

dominyon             : ingiliz uluslar topluluğuna üye ülkelere verilen ad

donanma               : deniz kuvvetleri, savaş gemileri

döviz                      : ülkeler arası ödeme yapmakta kullanılan para. yabancı para..

duçar                     : ulaşmış, buluşmuş. yakalanmış, tutulmuş

duhul                     : içeri, içine girme

dûr                         : uzak. (uzağı görmek). evler, bölgeler

düvel                     : devletler

düvel–i i’tilâf        : uyuşmuş, anlaşmış devletler

düvel–i müttefik/a: ittifak etmiş devletler

düyûn                    : borçlar

düyunû umûmiyye: genel borçlar (kamu/devlet borçları)

düyunû umûmiyye–î osmaniye: osmanlı imparatorluğunun yabancı ülkelerden aldığı borçlara karşı gösterdiği gelirleri toplayan, yabancı ülke memurlarının yönetimi altındaki kuruluş

 

E

 

ebedi                     : sonsuz, ölümsüz

ebediyen              : sonsuza dek,  sonsuzca

ebediyet               : sonsuzluk

ecanip                   : yabancılar, başka devlet uyruğunda olanlar

ecnebi                   : yabancı

edebiyat                : yazın

efkârı umumîye   : kamu oyu

efrat/d                   : bireyler, kişiler, kimseler. erler

ehemmiyet           : önem, değerlilik

ehil                         : topluluk. yeterli veya yetkili olma

ehliyet                   : yeterlik, yeterliklilik

ekalliyet                : azınlık

ekim                       : ekme işlemi, toprağa tohum atma

ekseri                    : en çok, çoğunlukla

ekseriyet               : çoğunluk, çok defa

el                            : arapçada “harf–i tarif” olup, sözcüklerin başında onlara anlam verir

el’ân                       : şimdi, şimdiki durumda, henüz, hâlâ, daha..

el’hâsıl                   : sonuçta, sözün kısası, özeti, uzatmayalım..

elem                      : acı, kaygı

elim                        : acı çekme (durumu)

el–yevm                : bugün, bugünkü günde, hâlâ, henüz, şimdi, şu anda, şimdiki zamanda

elzem                     : zorunlu/luk

emanet                  : inam. inanıp (bir şeyi) bırakmak

emare                    : belirti, iz, ipucu

emel                      : gerçekleştirilmesi zamana bağlı istek

emlâk                     : ev, arazi vb. sahip olunan varlıklar, mülkler

emniyet                 : güvenlik

emrivaki                : oldu bitti, olup bitti yaratma

emsâl                     : benzerler. yaşıt, eş, denk. örnek

emvâl                     : mülkler, para ile alınan şeyler

endişe                   : düşünce. tasa, kaygı, kuşku, korku

endiş–nâk             : düşünceli, üzüntülü, sıkıntılı, kaygılı

endüstri                : sanayi

enteresan             : ilgi çekici, ilgi

enternasyonal      : uluslararası

erkân                     : bir topluluğun önde gelenleri. başkanlar. general–amiral rütbesindeki askerler. yol, yöntem. temeller, esaslar

erkânı harbiye reisi: genel kurmay başkanı

erkânı harbiye     : askerlik öğretimi görmüş subaylar grubu. (genel kurmay kısaltması olarak da kullanılmaktadır.) 

erkânı harbiyei umumiye: genel kurmay (başkanlığı)

erkânı harp           : kurmay, kurmay (subay)

esas/at                   : ana, öge, temel. doğru biçim. temel alınan, başlıca, asal

esbab                     : nedenler. araçlar, gerekler

eslaf                       : resmi görevlerde birinden önce bulunmuş olanlar, yerlerine geçilmiş kimseler.

esman                    : tutar, elde edilen tutar

esna                       : an

eşhas                     : kişiler, şahıslar, bireyler

eşkâl                      : şekiller, biçimler

eşrâf                      : onur ve saygınlık sahipleri

evâmiri                  : buyruklar, buyrultular

evham                   : kuruntu. korku ve yanlıştan meydana gelen kuruntu

evlâ                        : daha uygun, daha yaraşır, daha üstün

evsaf                      : vasıflar, nitelikler

evvel                      : birinci, ilk. önce

evvelâ                    : ilkin

ezâ                          : incinme, incitme, can yakma durumu

eziyyet                   : incinme, incitme, can yakma durumu

 

F

 

faâl                         : etkin, aktif

fahir                       : fahreden, onurlu, şanlı..

fahr                        : yapılanlar sayılarak övünmek. övünülecek şey. övünmeye neden olacak kimse. kendisiyle ilgilileri övündürecek kimse

fahrî                       : onursal. onursal bağlamla karşılıksız olarak yapılan şeyler  

faide/fayda           : yarar, kazanç

fakir                       : yoksul

falihayır                 : hayırlı işaret, uğur sayma

faraziye                 : varsayım

fârig                       : vazgeçmiş, çekilmiş. rahat. boş, işsiz. tasarruf hakkını başkasına devreden

fârik/a                    : benzerlerden ayırt edici durum veya öge

farzâ/fâraza          : farzedelim ki, diyelim ki, tutalım ki, ola ki farzetme/farzolma

fasıl                        : bölüm, kısım, devre. belli bir sürede yapılan iş, karşılaşılan durum ya da olay

fasıla                      : aralık, ara, kesinti. (bölüm)

fecâyi                     : belalar, öfkeler

feda                       : bir amaç uğruna bir değer ya da varlıktan vazgeçme, uğruna verme. gözden çıkarma

fedakâr                  : özverili

felâket                   : büyük dert, bela

fen                         : fizik, kimya, matematik ve biyolojiye verilen ad

fenni                      : fen bilimlerinden elde edilen bilimsel verileri iş ve yapım alanında  uygulama, teknik. bilimsel bilgi

fer                          : parlaklık, aydınlık. canlılık

feragat                   : vazgeçme. tokgözlülük

ferah                      : bol, geniş, rahat. sıkıntısız, tasasız, sevinçli olma durumu. gönül açıklığı

ferdâ                      : yarın, yarınki gün, günün ertesi.. gelecek zaman..

ferik                       : kolordu komutanı. korgeneral (birinci ferik), tümgeneral (ikinci ferik)

ferman                  : yazılı padişah buyruğu

fert                         : birey

fesadâmiz              : bozucu (davranış, tutum)

fesât                       : bozukluk karışıklık çıkarma, ara bozuculuk

feth                        : açma, açılma. başlama. ele geçirme, zaptetme

fetva                      : şeriat esaslı yazılı yönerge

fevâid                    : yarar(lar)

feveran                 : fışkırma, kaynama durumu. ani öfke, parlama, köpürme

fevk                        : üst, yukarı

fevkalâde              : alışılmış olandan ayrı, olağanüstü

fevr                        : hemen, birdenbire, zaman geçirmeden

feyyaz                    : çok verimli, gür

fırka                       : grup.parti. asker tümeni

fıtrat                       : yaratılış, oluş. yaratıcı güç

fıtrî                         : yaratılışla ilgili. doğuştan

fî                             : paha, değer

fi’l                           : iş, kar, eylem. zamanla ilgili olup, anlama yol açan sözcük

fiilî                          : edimli, eylemli, pratik olarak

fiiliyat                     : gerçekten yapılan şeyler, işler

fikir                         : düşünce

filhakika                 : gerçekten, doğrusu

fişek                       : genellikle hafif ateşli silahlara konulan cephane, kurşun. şenliklerde kullanılan yanıcı, patlayıcı maddeler

fürûğ                      : aydınlık, parlaklık

 

G

 

gaflet                     :habersizlik, boş bulunma. dalgınlık

gala                        : resmi bir törenden sonra yapılan büyük ve gösterişli tören. bir oyun veya gilmin ilk gösterim etkinlikleri

galat                       : yanlış, kurala uymayan söz, tamlama, anlatım

galat–ı rü’yet        : renkleri doğallığından başka görme, görme bozukluğu, yanıltısı

galebe                   : yenme, yengi, üstün gelme

galibiyet                : yenme, üstün gelme

ganimet                 : savaşta karşı taraftan ele geçirilenler. raslantısal kazanç veya olanak

garaz                      : niyet, kötü niyet

gariz/e                   : dogal eğilim, içgüdü, huy. kendiliğinden oluşma

garnizon                : bir kenti savunan veya orada bulunan askeri birlikler. askeri birliklerin bulunduğu yer

garp                       : batı

gaye                       : erek, amaç

gayr                        : başka, diğer. başına geldiği sözcükleri olumsuzlama

gayret                    : çaba

gayrı                       : artık

gayrıtabiî               : doğal olmayan

gayrimüsaid          : uygun olmayan

grup                       : aynı yerde bulunan kimse ve nesneler bütünü, biraradalığı

gûn                         : renk. gidiş, tarz, sıfat

gûnâ–gûn              : renk renk, türlü türlü. alaca

güzergah               : yol boyu, yol hattı

güzeşt                    : geçme, geçiş. baştan geçmiş

güzide                    : seçkin, seçme, seçilmiş

 

H

 

habbe                    : tek bir tane. tahıl tanesi. taneler. evin

hacâlet                  : utanma, utanç

hâcât                      : hacetler, gereklilikler, gerekli nesneler

hacet                     : gerekli olma, gereklilik. dilek.

had                         : sınır. derece. yetki ve değer

hadis                      : fıkra, öykü, haber

hâdise/hadisat     : olay(lar)

hafi                         : gizli

haiz                        : malik/sahip. taşıyan

hak/hakk               : doğruluk. doğru, gerçek şey. adalet. temel gerekler, gereksinimler. bir şeyin karşılığı. pay

hakikat                   : gerçek

hakikaten              : gerçekten

hakiki                     : gerçek, sahici, asıl/tam

hakim                     : (konusunda) bilgili

hâkim                     : yargıç

hakimiyet              : egemenlik, egemen olma durumu

hal                          : durum. oluş, bulunuş. şimdiki zaman.

hâlâ                        : bu zamana kadar. henüz

halel                       : bozma, bozukluk, bozulmak, zarara uğramak/uğratmak

halet                      : durum

halet–i ruhiye      : ruhsal durum

halife                     : müslümanların imamlığı ve şeriatın koruyuculuğunu yapan. hükümdar. Osmanlı padişahlarının sanlarından biri. babıâli kalemlerinde yazman

hâlis                       : karışık olmayan, katıksız. temiz, arı. duru. gerçek

hâlis–âne              : katıksız olarak. yürekten, yürek temizliği

hall/i                      : çözme. çözüm, çözümü. açıklama

hâmil                      : yüklü, yüklenmiş. taşıyan. üzerinde olan

hamiyet                 : koruma

hande                    : gülme, eğlenme. açılma

hane                      : ev. bütünün küçük parçalarından her biri. basamak. (çeşitli adlara katılarak ad takımları oluşturmada kullanılır: balıkhane, vb.)

hanedân                : hükümdar ve devlet büyüklerine dayanan soy, büyük aile. belli ve büyük soydan gelen

harap/b/e             : yıkıntı, yıkkın, viran

hararet                  : ısı. sıcaklık. susama. coşkunluk, ateşlilik

harbiye nazırı       : savunma bakanı

harbiye                  : savaş işleri. subay yetiştiren askeri yüksek okul

haricî                     : dış

hariciye nazırı      : dışişleri bakanı

hariciye vekili       : dışişleri bakanı

hariciye                 : dışa bakan, dış işleri

harp                       : savaş

hars/i                     : kültür. kültürel

hasat                      : ürün kaldırma, ekin biçme 

hasbeten               : karşılıksız, parasız, bedava

hasbet–en–lillah  : tanrı rızası için, tanrı uğrunda

hasbihal                 : dertleşme. söyleşi

haseb                     : soyluluk. asillik. miktar. (Arapça tamlama: hasebiyle, hasebince..)

hasebiyle              : dolayısıyla, – den ötürü

hâsıl/a                    : meydana gelen. tümü, hepsi, sonuç

hâsılat                    : ürün, gelir, kazanç

hasım                     : düşman. karşı taraf

hasmane                : düşmanca

hasr                        : sıkıştırma. yalnız bir şeye kullanma. belli etme

hasret                    : özlem

hassa                      : bir kimse veya şeye ait özgü olma. özellik

hassas                    : duygulu, hisli. duyarlı

hat                          : çizgi. yazı. ulaşım yollarının aynı yönde olanlarının tümü

hatıra                     : zihinde kalan, geçmişe ilişkin şey(ler), anı(lar)

hatip                      : topluluğa söz söyleyen konuşmacı. etkili, açık, düzgün anlatım yeteneğine sahip olan

hattâ                      : ve dahi, bile, bir de vb..

hattı hareket        : hareket hattı/çizgisi, yönü

hatve                     : adım

havadis                  : ilgiyle karşılanan haber, yeni söz

havaî/ye                : hava ile ilgili

havale                    : bir iş veya şeyi başkasına bırakma, üstüne bırakma, aktarma

havali                     : çevre, yöre

hayal                      : zihinde tasarlanan ve gerçekleşmesi özlenen şey. imge. görüntü. belirsiz görüntü..

hayatiyet               : yaşamsal(lık)

hayır                      : iyilik. karşılık beklemeksizin yapılan yardım. yadsıma (red) sözcüğü

haysiyet                 : değer, saygınlık, itibar. onur, öz saygı

hazar                      : barış, rahat zamanı. köy veya ilçede yaşayanların durumu. eski bir Türk boyunun adı

hazer                     : sakınma, çekinme

hazım                     : sindirme, sindirim. benimsenme

hâzıra                     : kentli, bir yere yerleşmiş

hazine                    : hazne. değerli şeyler ve onların saklanması. gömülü değerli şeyler. devlet malı ve parası. kaynak

hazm                      : kesin karar, kararlılık, direnme. doğru ve sağlam düşünüş, karar

hazm                      : yiyecekleri eritme, sindirme

hazret                    : kutsal veya değerli kimselerin adlarının önüne getirilen ünvan

heba                      : boş, boşa gitme

heder                    : boş yere harcanma

hediye                   : armağan

herçi–bâd–âbâd  : ne olursa olsun, ister istemez.

heves                     : istek, eğilim, arzu, şevk

hey’et                    : kurul..

hey’et–i celile      : (yüce, yüksek, büyük) kurul

hey’et–i ıslahiye   : iyileştirme (düzeltme) kurulu

hey’et–i murahhasa: delege kurulu, delegasyon

hey’et–i vekile     : bakanlar kurulu

hırs                         : sonu gelmeyen istek, aşırı tutku

hicv/hiciv              : şiir yoluyla alay. şiir yoluyla gülünç duruma düşürme

hiddet                    : öfke. keskinlik

hidemât                 : hizmetler

hikâye                    : bir olayın sözlü ya da yazılı anlatımı. öykü

hikmet                   : felsefe. gizli, bilinmeyen nokta. neden. gerçeğe, ahlaka ait kısa söz

hilâf                        : aykırı, karşı, karşıt, zıd. yalan

hilâfet                    : halife hükümdarlığındaki düzen

himaye                  : koruma

himmet                  : çalışma, çabalama. ermiş kimse etkisi

his                          : duygu. sezme

hisâb                      : hesap, sayma, aritmetik

hisse                      : pay, düşen

hissi selîm             : sağduyu(lu)

hissî                        : duyusal, duygu ile ilgili

hissiyât                  : duygu yetileri, duygular

hitâb                      : ağızdan veya yazı ile söz söyleme

hitâbe                    : düzgün ve coşturucu söz söyleme, söylev

hitâm                     : son, bitim. tükenme

hoş–âmedî            : “hoş geldin” e gitme, “hoş geldin” deme

hudûd                    : sınırlar, uçlar, bucaklar

hukuk şinas           : hukuk bilen / anlayan / tanıyan

hukuk                    : haklar. gerçekler. yasaların tanıdığı haklar. toplumsal yaşamı düzenleyen ve yaptırımları belirleyen yasaların tümü. tüze. bu yasalar ile ilgili bilim/sel disiplin.

hulâsa                    : özet. öz. kısacası, sözün kısası

hulûl                      : gelme, gelip çatma. girme, sinme. geçişme

hulûs                      : gönül temizliği

hulyâ                      : kuruntu. kurgu. düşünce

hurûf                     : harfler

husûl                      : üreme, türeme, çıkma

husûmet                : düşmanlık. davacılık. karşıtlık. kıskançlık

husûs                     : bakım, iş. şekil, yol, konu

husûsi                    : başlıca, ayrıca, özel

husûsiyet              : özellik/ler

hutût                      : çizgiler, hatlar, yazılar, yollar

hüccet                   : belgit, tanıt

hücûm                   : saldırı

hükm/hüküm       : karar, buyruk

hükûmet               : devlet görevlerinde yetkili yürütme organı, bakanlar kurulu

hükümfermâ        : hüküm süren, kararları, egemenliği süren

hükümrân             : hükümsüren (hükümdar)

hür                         : özgür, köle veya esir olmama

hürmet                  : saygı

hürriyet                 : özgürlük

hüsn                       : güzellik, iyilik. tamlık olgunluk. düzen, düzgünlük

hüsnü intihap       : düzenli, iyi örgütlenmiş, tam, verimli seçimler

hüsnüniyet           : kötü düşünce beslememe, temiz yüreklilik, iyi niyet, iyi dilek

hüviyyet                : öz, nitelik, gerçek, asıl

 

I

 

ırk                           : kök. asıl, damar. kalıtımsal ortak fiziksel ve fizyolojik özelliklere sahip insan topluluğu

ıskat                       : düşürme, düşürülme

ıslah/at                  : düzeltme(ler), iyileştirme(ler)

ıstırâh                    : yardım isteme

ıstırap/ızdırab/p   : sıkıntı, büyük üzüntü

ıstırar                     : çaresizlik. zorunluk. yasak bir şeyi istemek zorunda kalma

ıttıla                        : bilgi edinme, öğrenme

 

İ

 

iade                        : alınmış bir şeyi geri verme

iane                        : yardım. yardım amaçlı toplanan para

ibkâ                        : ağlatma

ibka                        : sürekli kılma. yerinde bırakma

iblâğ                       : ulaştırma, eriştirme. miktar artırma

ibrâ                        : borçtan kurtulma. aklanma. hastayı iyi etme

ibrâm                     : yıldırıncaya kadar üste düşme. zorlama

ibret                       : yanlışlardan ve kötülüklerden sakınmayı sağlayan ders çıkarma

ibtidar                    : bir işe çabuklukla başlama

ic/ç/timâ               : toplantı

ic/ç/timaî              : toplumsal

ic/ç/tinab/p          : bakınmak

icâb/p                    : gerek, gereklilik, ister. olumlama

icabat                     : gereklilikler

icbâr                      : zorlama, zorunda bırakma

icrâ                         : yapma, yerine getirme, yürütme. borçlunun yerine getirmediği yükümlülükleri adli kuruluş aracılığıyla yerine getirme işlemlerinin bütünü

icrâât                     : yürütme, yapılan işler, çalışma ve uygulamalar

idâme                    : devamlı, sürekli kılma, sürdürme

idâre–i örfiyye     : sıkıyönetim

ideal                       : ülkü, mefkûre. düşüncenin toplayabileceği üstün nitelikleri kendinde toplayan, ülküsel

idrâk                      : anlayış, algı. yetişme, erişme. olgunlaşma

ifâ                           : ödeme, yerine getirme, yapma, iş görme

ifhâm                     : anlatma, anlatılma, bildirme

iftihâr                     : övünme, övgü. onur, şan

iğfâl/ât                   : aldatma, baştan çıkarmalar

iğlâk                       : kapama. sözü anlaşılmayacak karışıklık ve belirsiz biçimde söyleme

ihdâ                        : armağan verme, gönderme. doğru yolu gösterme. alçak gönüllülüğe zorlama

ihdâs                      : meydana getirme, oluşturma. kurma

ihlâl                        : bozma, zarar verme

ihlâs                       : temiz, doğru sevgi. Gönülden gelen dostluk, samimiyet, doğruluk, bağlılık

ihmâl                      : gereken ilgiyi göstermeme, savsaklama

ihrâc/ç                   : çıkarma, dışarıya atma. (üretim fazlası ya da) ürünleri yurt dışına satma

ihrâz                       : kazanma, elde etme, erişme

ihsâs                       : pay verme, verilme. hisse ayırma

ihtâr                       : anımsatma. dikkat çekme, uyarı

ihtilâf                     : ayrılık, uyuşmama, çelişki, anlaşmazlık (durumu)

ihtilâl                      : devrim

ihtilât                     : karışma, karışmak. karşılaşıp görüşme

ihtimâl                   : olasılık, olabilirlik. belki, ola ki (olasılığı)

ihtimâm                 : özen gösterme, dikkatli davranma, itina. iyi, özenli bakım

ihtirâm                   : saygı

ihtirâz/i                  : sakınma, çekinme. korkma (ile ilgili)

ihtisâs                    : duyma, duygu, duygulanma. uzmanlık

ihtivâ                      : içine alma, içinde bulundurma, içerme

ihtiyâr                    : seçme, kendi isteğiyle davranma

ihtiyarî                   : isteğe bağlı, seçmeli olan, seçimlik. istemli, zorla olmayan

ihtiyât                    : ileriyi veya kimi olasılıkları düşünerek ölçülü davranma, sakınma. yedekte tutma

ihtiyatî                   : önlemli düşünce, önlemli davranma. yargılama öncesi alınan önlem(ler)

ihtizâ                      : örneğe göre iş yapma

ihzâr                       : hazırlanmış, hazır etme

ikamet                   : bir yerde oturma, eğleşme

ikincikânun           : ocak ayı

ikinciteşrin            : kasım ayı

ikmâl                      : kemale erdirme, tamamlama, bitirme, eksiğini giderme

ikrâz                       : borç ya da ödünç verme

iktidâr                    : güç, erk. bir işi başarma yetisi. devlet yönetimini elinde bulundurma ve gücünü kullanma yetkisi

iktifâ                       : yetinme, yeter bulma, fazla istememe. kanma

iktihâm                  : katlanma, dayanma. güçlüğü yenme. saldırma. küçük görme

iktirân                    : yakın gelme, yanına gelme, yaklaşma

iktisâb                    : kazanma, edinme

iktisâd                    : ekonomi. aşırı davranmama, tutma, tutam. biriktirme, artırma, esirgeme

iktisadî                   : ekonomik olan, ekonomik tutum, ekonomi ile ilgili

iktitâf                     : meyva toplama, devşirme, toplanma. bir şeyin sonucundan yararlanma

iktizâ                      : gerekme. gerektirme. gereklilik. yardım

ilâ                           : ...ye, ...ye kadar,  ...dek, ...değin

ilâ                           : and içme. sıkıntıya ve derde uğrama

ilâ                           : yükseltme, yüceltme(ye). şan ve şöhretini artırma

ilâhi                        : tanrıya yakarma, bu ne hal, ne tuhaf

ilâ hirihi                 : sonuna kadar

i’lâk                        : bir uzva sülük yapıştırma; yapışmak için sülük yapıştırmak

i’lâmât                    : davanın mahkemenin nasıl bağlandığını gösterir belgeler

i’lân                        : duyurma, yayma

ilâ–nihaye             : sonsuza kadar

ilâve                       : katma, ulama, ek. eklenmiş, katılmış parça

ilcâ                         : zorlama, zorunda bırakma

ilelebet                  : sonsuza / sonsuzluğa değin, sürgit

ileyh                       : ona (erkeğe. kadına: ileyha: ona)

ilga                         : kaldırma, bozma, hükümsüz bırakma

ilhâk                       : katma, bağlama, ekleme. egemenliği altına alma

ilim                         : bilim

ilkkânun                : aralık ayı

ilkteşrin                 : ekim ayı

ilm                          : bilgi. bilim

ilmî                         : bilimsel

iltibâs                     : iki veya daha çok şeyin –biri öteki sanılacak düzeyde– birbirlerine benzemesi

iltifât                      : yüzünü çevirerek bakma. güleryüz gösterme, ilgilenme, övgü

iltihâk                     : katılma, karışma

iltizâm                    : kendi için gerekli sayma. taraf tutma, kayırma, bir tarafı tutma. devlet gelirlerinden birinin toplanmasını üstlenme

ilzâm                      : yanıt veremez duruma getirme. susturma

imâ                         : dolaylı, üstü kapalı anlatım. imleme, anıştırma

imân                       : dinin ortaya koyduğu dogmalara inanma, dini inanç. güçlü inanç duygusu

imâr                       : bayındır duruma getirme, geliştirme

imhâ                       : mahvetme/edilme, yok etme

imkân                     : olabilirlik, olanak

imparatorluk        : çeşitli ulusları egemenliği altında toplayan devlet yönetim biçimi

imsâk                     : bir şeyden el çekerek nefsine hakim olma, perhiz

imtihân                  : sınav

imtinâ                    : kaçınma, sakınma, çekinme

imtiyâz                   : ayrıcalık. bir işi özel izinle ayrıcalıklı olarak verme

in’ikad                    : bağlanma, kurulma, toplanma

inân                        : düzgün yönetme, yürütme

inan                        : inanma durumu, eylemi

infiâl                       : gücenme. kızgınlık

infilâk                     : patlama, yarılma, açılma

inhisâr                    : tekel. tek başına sahip olma (tekelcilik). bir işi yalnızca bir kişi veya kuruluşa verme

inisiyatif                 : bir şeyi başkalarından önce yapma. gerekli kararları almayı bilen kişinin niteliği

inkâr                      : yaptığını gizleme. tanımama. yadsıma

inkılâb/p                : değişim, dönüşüm (devrim)

inkısâm                  : bölünme, taksim edilme. parçalanma

inkıtâ                      : kesilme, arası kesilme. bitme

inkisâr                    : kırılma. gücenme. ilenme. ilenç

inkişâf                    : açılma, gelişim. açığa çıkma. açınım

insilâb                    : zorla alma. kalkma, kaldırma, giderme. kalmama

inşa                        : yapma. yapı yapma, kurma. kaleme alma, yazıya dökme

intac                       : sonuçlandırma, sona erdirme, bitirme

intibâ                     : izlenim. basılmış yayınlanmış olma. zihinde iz bırakma

intifâ                      : ortadan yok olma, aradan çıkma. yararlanma

intihâb/p               : seçim, seçme, seçilme. en güzel

intihâbat                : seçimler

intikal                     : yer değiştirme, aktarım

intisar                    : saçılma, dağılma. püskürtme, püskürme, aksırma.. öcalma

intişâr                    : yayılma, dağılma, üreme, yayınlanma

intizam                   : düzenli, düzgün olma

intizâr                    : bekleme, gözleme

inzibât                    : yolunda olma. güvenliğin yolunda olması. sıkı düzen. silahlı kuvvetlerdeki düzeni sağlamak için görevlendirilmiş er

inzimâm                 : katılma, ulanma, eklenme

iptida                     : başlangıç, bir işe başlama. önce, ilk önce

iptidaî                    : ilkel

i’râ                          : soyma, çıplak bırakma. iyi

i’tâ                          : verme, verilme, ödeme

irâ                           : iyilikte bulunma. çakmaktan ateş çıkarma, parlama

irâd/t                     : söyleme, konuşma. gelir. gelir getiren mülk. getirme

irade                      : istem, istenç. buyruk

irâe                        : gösterme, belirleme

irca’                        : geri çevirme, geri döndürme. indirgeme

irfân                       : bilme, biliş, anlayış

irsâl                        : gönderme, yollama

irşad/t                    : doğru yolu gösterme, uyarma

irtikâb/p                 : (kötü) iş yapma, kötülük etme. yiyicilik, rüşvet alma. yalan söyleme, hile yapma

is’ad                        : kutlu kılma/kılınma, mutlu kılmak, yükseltme.. yukarı çıkarma

isâbet                     : hedefe varma, hedefi vurma/tutturma. güzel raslantı

isâl                          : ulaştırma, eriştirme, erişilme

iskân                       : sakin kılma, oturtma, ev sahibi kılma. yerleştirme

ismâ                       : duyurma, işittirme, dinlettirme

isnâd/t                   : iddia, birisine bir şey yükleme. iftira etmek

ispad/t                   : kanıt(lama), kanıt yoluyla doğruyu ortaya çıkarma/gösterme

isti’mâl                   : kullanma

istid’â                     : dilekçe, arzuhal, yalvararak isteme

istidâ                      : el uzatma. birinin yanına bakılmak üzere bir şey bırakma

istidâd                    : doğrulma. alışma

istidâd                    : yatkınlık, eğilimlilik, yetenek. akılcılık, anlayışlılık

istidlâl                    : kanıta dayalı sonuç çıkarma, anlama

istifâde                  : yararlanma, yararlanarak öğrenme

istifsâr                    : sorma, sorulma

istihbâr/ât             : haber ve bilgi alma. duyum(lar)

istihdâf                  : amaçlama, hedef alma

istihdâm                : bir iş ve görevde kullanma

istihsal                   : çıkarma, elde etme. üretim

istihsalât                : elde edilen şeyler, ürünler

istihzârât               : hazırlıklar

istikamet               : doğruluk, doğru hareket. doğrultu, yön

istikbâl                   : gelecek zaman. birini karşılama, birine karşı çıkma

istiklâl                    : bağımsız/lık

istikrâr                   : yerleşme, durulma, kararlılık durumu. yineletme

istikrâz                   : borçlanma. faizle para alma

istikşafât                : bulmaya çalışmalar, aramalar

istilâ                       : (zor ile) ele geçirme. yayılma, kaplama

istilzâm                  : gerektirme, gerekme

istimlâk                  : mülk alma, bir yeri satın alma. genel, kamu yararına bir şeyi sahibinden satın alma. kamulaştırma

istimrâr                  : sürme, sürüp gitme

istinâd                    : dayanma. güvenme. kanıt olarak sunulan şey hakkında kanı oluşturma

istinâden               : dayanarak, dayanılarak, güvenerek

istîr’â                      : gözetme, sayma, söze uymayı isteme

istirahat                 : dinlenme, rahat etme

istirdad/t               : geri alma, alınma. verilmiş, gönderilmiş bir şeyin geri gönderilmesini isteme

istirham                 : yalvarma, merhamet dileme, rica etme

istismar                  : işletme, yararlanma, sömürü

istisna                    : ayırma, ayrı tutma. ayrıksı

istizah                    : açıklama isteme. mecliste gensoru

iş’ar                        : yazı ili bildirme

işâa                         : haber, yayma, duyurma

işbâ                        : karın doyurma, doyurulma. çoğalma, çoğaltılma

işkâl                        : güçlük, zorluk. güçleştirme, zorlama

iştigal                     : uğraşma, uğraşı, ilgilenme, meşgul olma

iştirâ                       : satıl alma, alınma

iştirak                     : paydaşlık, katılım

it’âb                        : yorma, yorulma, zahmet verme

itâat                        : boyun eğme, dinleme. emre göre davranma

itâb                         : azarlama, tersleme, paylama. darılma

ithal                        : içine alma. başka ülkelerden mal/ürün getirme

ithâm                     : suçlama, hata, kusur yükleme

itibar                      : önem verme. saygınlık. onur.

itidal                       : eşitlik. ortalama. yavaşlık, yumuşaklık. ölçülülük

itikat                       : inanma, inanış

itilâ                         : yükselme, yukarılara çıkma

itilâf                        : alışma. uyuşma (anlaşma)

itilâf–cûyân/e       : uyuşma, anlaşma arayan

itilâf–name           : anlaşma belgesi

itimad                    : dayanma, güvenme. güven

itina                        : dikkat etme, özen

itirâzât                   : itirazlar

itiyâd                      : alışma, alışkanlık

itizâr                       : özür dileme

itmînân                  : emir alma. Birine inanma, güvenme

ittifâk                     : uyuşma, bağlaşma

ittihâd/t                 : bir olma, birleşme, birlik

ittihâm                   : suçlandırılmış, suçlu olma

ittihâz                     : benimseme, kabullenme. sayma, öyle diye kabullenme

ivâz                         : bedel, karşılık, karşılık olarak verilen şey

i’zâm                      : büyütme, büyütülme. gereğinden fazla önem verme

iz’ân/izân               : itaat, uyma, söz dinleme. yürek keskinliği. anlayış, kavrayış

izah                        : açık anlatım, açıklama

izale                       : giderme, yok etme

izâm                       : büyükler, ulular. kemikler

izân                        : bildirme, bildirilme

izhâr                       : toplayıp biriktirme

izrar                       : gösterme, meydana çıkarma. yalandan gösteriş

izzet                       : değer. yücelik. güç, kuvvet. saygı, ikram

 

J

 

jandarma               : kamu düzenini sağlamakla görevli askeri kuvvet

 

K

 

kabîl                       : az önce, biraz önce. soy, tür, sınıf

kabil                       : benimseyen. olan, olabilir. yetişebilir

kabl–ez–zuhr       : öğleden önce

kabotaj                  : bir ülkenin limanları, akarsu ve göllerinde gemi bulundurma, işletme ve taşıma hakkının bulunması

kabristan               : mezarlık, gömütlük

kademe                 : basamak

kader                     : alın yazısı. yazgı

kadi–l kuzât          : kadıların başı

kadirşinas              : kadir, değer bilir, tanır

kadr                       : değer. itibar, onur

kâffe                      : bütün, tüm, tam, tamam, hep

kâfi                         : yeter(li)

kâfil                        : kefalet eden, üstüne alan. ödeyen

kaide                      : temel, esas, yöntem, kural

kaim                       : ayakta duran, ayakta bulunan. birinin yerini tutan, yerine geçen.

kâin                        : mevcut olan, bulunan, var olan

kal                          : koparma, koparılma, sökme, sökülme, temelinden çekip atma

kali’                        : kal’ eden, kökünden çekip koparan

kalp                        : yürek

kama                      : silah olarak kullanılan iki ağzı keskin uzun bıçak

kâmil                      : bütün, tam, eksiksiz. olgun, yetkin, erişkin. bilgisi çok kimse

kâmilen                 : tam olarak. bütün, büsbütün, toptan

kânâ                       : cahil, ahmak, algısı zayıf

kanaat                    : oluşmuş düşünce, kanı. yeter görüp fazlasını istememe

kanaatkâr              : yetinen, yetinmeci, az ile yetinen

kani                        : yargı sahibi olan/olmak. inanmış olma

kânun                    : kış mevsiminin, yılın ilk ve son ayı

kanun                    : yasa

kanunî                   : yasa(lar) ile ilgili, yasal

kânunuevvel        : aralık ayı

kânunusânî           : aralık ayı

kapitülasyon         : bir ülkenin zararına, o ülkede yabancılara verilen, mali, iktisadi, idari ayrıcalık hakları

kâr                          : para kazancı. yarar. ürünlerin maliyet fiyatı ile satış fiyatı arasındaki fark

kararname            : cumhurbaşkanının onayından geçen hükümet kararı

kasdî/kasıt             : isteyerek yapılan. kurma, niyet

kat                          : kesme, kesilme, biçme. halletme, karar verme, sona erdirme.

kat’â                       : hiçbir zaman, asla

kat’i                        : kesip atan, tereddüde yer bırakmayan kesin(lik)

kat’iyen                 : hiçbir zaman, asla. kesin olarak, kesinlikle

kat’iyet                  : kesinlik

katib/p                   : yazman, sekreter

katib–i umûmî      : genel yazman/sekreter

kavâid                    : kurallar

kavaim                   : fermanlar, buyruklar, senetler, kağıt liralar. kitap yaprakları

kavânîn                  : yasalar

kâvi                        : dağlayan, yakan, yakıcı

kavi                        : güçlü. güvenilir, sağlam

kavîm                     : doğru dürüst, kıvamında. ayakta

kavm                      : insan topluluğu

kayd                       : şeyleri belirtik olarak yazılı, kayıtlı duruma getirme. sınırlama. belirtme. önem verme, endişe

kayd                       : zincir, pranga. bağlayacak şey, bağlanma

kayd–ı ihtirâzî       : çekince, sakınarak, çekinerek bağlama. bağlayıcı şey. bir yere kayıt ederek yazma. sınırlama. önem verme, umursama

kaymakam             : (eskiden) yarbay

kazâ                        : kadı kararı. kadılık görevi. istek dışı yapılmış kötü iş. yapma, yapılma

keder                     : bulanıklık, acı 

ke–en–lem yekûn: sanki yokmuş, hiç yokmuş, hiç olmamış gibi

keenne                  : sanki, güya, gibi, benzer

kefalet                   : başka biri(leri) adına bütün sorumluluğu üstlenme (kefillik durumu) ve gereğini yerine getirme (ödeme, vb.)

kelime                   : sözcük

kemâl                     : olgunluk, tamlık, eksiksizlik. değer, paha. bilgi, erdem

kemali                    : kemale ilişkin olanlar

kesâfet                  : sıklık, tokluk. kalabalık, koyuluk, kalınlık, yoğunluk

kesb(etmek)         : kazanma, kazanç. edinme. nazik bir durum almak

kesbi şeref            : onur kazanma

keyf                        : sağlık, afiyet. mizaç. doğa. hoşnutluk. iç açıklığı. neşe. istek, arzu

keyfiyet                 : nitelik. bir şeyin iyi veya kötü isteğe bağlı olması

keza/lik                  : yine, buda öyle

kılavuz                   : yol gösteren. rehber. yol yöntem gösteren şey

kıt’a                        : askeri birlik. dörtlük. parça tane

kıta                         : anakara, büyük kara parçası

kıtaât                      : parçalar, bölükler. ilkeler. askeri birlikler. büyük kara parçaları

kıyafet                   : kılık. biçim, şekil. giysi

kıyam                     : ayağa kalkma, ayakta durma. bir işe girişme, kalkışma. ayaklanma

kıymet                   : değer. bedel. paha, tutar. onur

kıymet–dâr           : değerli

kifâyet                   : yetişir, yeterli miktarda olma. yeterlik, yeteneklilik

kirâm                     : soydan gelerler, soyu temizler, ulular, onurlular. eli açıklar

kiyâset                   : akıllıca davranış, akıllılık. uyanıklık

kolordu                 : değişik sayıda tümen ve süvari destek birliklerinden kurulu büyük birlik (ordu)

komiser                 : ortaklık ve toplantıları (Türkiye’de birinci dünya savaşında: İngiliz, Fransız, İtalyan çıkarlarını) hükümet(i) adına denetlemekle görevli kimseler

komisyon              : yarkurul, encümen. aracılık yapana bırakılan yüzdelik

kruvazör                : deniz yollarını gözetme, deniz – hava filolarına kılavuzluk eden hızlı savaş gemisi

kudret                   : güç, erk, erke

kulliyât                   : yazırın basılmış eserlerinin tamamı. birşeyin bütünü, hepsi

kumandan             : komutan

kupon                    : değerli kağıtların (tahvil, hisse senedi) üzerinde bulunan ve sahip olana faiz ve kazanç payı olarak gelir sağlayan kesilmiş parça

kurûn                     : zamanlar, çağlar, tarihsel dönemler

kurûn–ı vusta       : orta çağ

kusur                     : eksiklik, ayıp, sakatlık. suç, ihmal, tedbirsizlik

kuvâ/kuvvâ           : kuvvetler, güçler

kuvâ–yi milliye     : ulusal kuvvetler, güçler

kuvve                     : kuvvet, güç

kuvvet                   : fiziksel güç, takat

kuyûd                    : kayıtlar, bağlar. deftere geçirmeler

kuyûdât                 : resmi işlemler ve haberleşmeler defteri

kuyud–i siyasiye  : siyasi kayıtlar

kuzât                      : kadılar

kül                          : bütün, tüm

külfet                     : sıkıntılı zorluk. büyük masraf

küllî                        : genel, bütün. çok

külliye/t                 : genellik, bütünlük. çokluk, bolluk

küre                       : yuvarlak, toparlat. yeryüzü, dünya

kürei arz                : yer yuvarlağı, (yerküre), dünya

küsûr                     : artan veya geriye kalan bölümler, kesirler. tam sayıdan sonraki kesirli sayı

küşat                      : açma, açılış

 

L

 

lâ–akal                   : en azından, daha aşağı olmaz

lafz                         : söz

lâfzıyye                  : boş sözcülük, ezbercilik

lafzî                        : sözcüğün söylenişine ve yapısına ait, onlarla ilgili

lağv                        : kaldırma

lâhika                     : ek

lâhza                      : an

lâkin                       : ama, fakat

lâtife                      : şaka. ince hoş şaka

lâûbâli                    : ilişiksiz, kayıtsız, senli benli..

lâyık                       : hak kazınmış. değimli, yaraşık

lâyiha                     : görüş ve düşünce bildiren yazı

lâzım                      : gerek, gerekli

lede                       : sırasında yapıldığı zaman

lede–l–icab          : gereği sırasında yapıldığı zaman

lehine                    : tarafında, yanında

levc                        : lokmayı ağızda evirip çevirme

levha                      : (...) manzara, görünüş

lezzet                     : ağızla duyumsanan tat. duyulan zevk

lillâh                       : tanrıya özgü, tanrı için

lisân                       : dil. konuşulan dil

literatür                 : yazın. bir daldaki yazı veya eserlerin bütünü

liyâkat                    : layık olma, yaraşırlık, uygunluk, değim

lûtf                         : hoşluk, güzellik iyilik

lûtfen                     : hoşlukla, tatlılıkla.. lütfen

lûtfetmek              : vermek, ihsan etmek

lûtf–kâr                 : iyilik sever

lüzûm                     : bir şeye yarama, gerek. gereklik. sayma

  

M

 

mâ                          : biz

mâ’–                       : o şey, bu, şu nesne. ...daki. (mâ–bâd: sondaki, alttaki, vb.)

mâ’                         : su

ma’, maa                : ile, beraber, birlikte

mâ–adâ                 : geçen, başka, fazla, gayrı

mâ–ba’d                : sonu, sonrası, sonraki, altta

mâcerâ                  : olaylar, ilginç olaylar zinciri, serüven

maddeten             : maddi olarak, madde ve cisim olarak

mâddî/ maddiye  : dokunma, görme, işitme, tatma ile duyulan şeyler. madde ile ilgili, maddesel

maddiyat               : gözle görülür, elle tutulur (maddi) şeyler. para ile ilgili olan şeyler

mağlubiyet            : yenilme, yenilgi

maa –hazâ             : böyle iken, bununla beraber

mâh                        : ay. yılın onikide birlik kısmı

mahâfil                  : oturulup, görüşülecek yerler, toplantı yerleri

mahâkim               : mahkemeler

mahall                    : yer, yöre

mahallî idare        : yerel yönetim

mahalli                   : yerel, yöresel

mahallinde            : yerinde. olduğu, oluştuğu yerde

mahdut                  : çevrilmiş, sınırlanmış

mahfil                    : toplantı yeri, toplanmış kimseler

mahfûz                  : saklanmış, korunmuş, gözetilmiş. (alçalmış)

mahiyet                 : öz, iç yüzü, içerik. nitelik

mahkûm                 : mahkemece hüküm giymiş, hükümlü. birinin hükmü altında bulunan. katlanma zorunluluğu olan

mahreç                  : çıkılacak kapı, çıkış yeri. ağızdan harflerin çıktığı yer, boğumlama noktası. payda

mahrem                : gizli olan

mahrûm                : yoksun, istek ve dileğini elde edemeyen

mahrumiyet          : yoksunluk

mahsus                  : özgü. ayrılmış. özel olarak, bilerek isteyerek

mahsusa                : özel. başkasında bulunmayan, yalnız birine ait veya ayrılmış olan. ayrı, başlı başına

mahviyyet             : alçak gönüllülük, kendine önem vermeyiş, hiçe sayma

mahzâ                    : ancak, yalnız, tek, sade. katıksız, tam

mahzur/iyet          : sakınca, yasak, zarar, engellilik (durumu)

mahzûziyyet         : haz etme, hoşlanma

makam                   : mevki, konum, kat. memurluk yeri

makamat               : makamlar. meclisler, topluluklar, kalabalıklar

makbul                  : benimsenen, beğenilen

ma’kes/makes      : akseden, yankı yapan, yansıyan yer. yankı, yansı yeri

maksad/t               : amaç, gaye, erek

maktû                    : kesilmiş, kesin, kesin olarak değeri biçilmiş

makul                     :söylenilmiş, denilmiş, söylenilen (söz)

ma’kul                    : akla uygun, akıllıca, mantıklıca

mâ–lâ–yutâk         : dayanılmaz(lık)

malî                        : mal ve para ile ilgili, parasal – maliye, devlet gelir ve giderleri ile ilgili

malik                      : sahip, iye

maliye                    : kamu gelir ve gider işlem kurallarının bütünü. devlet gelir ve giderlerini yürüten kuruluş

malûl                      : sakat

malûm                    : bilinen, belli

malûmat                 : bilgi, biliş, bilinen şeyler

mâ–melek             : nesi varsa, varı yoğu, olanı biteni, olancası

maa–merbutat     : bağ ile, bağlılık ile vd.

mamûl                   : imal edilmiş, yapılmış, işlenmiş

ma’mûr/e              : bayındır, bakımlı, güzel, insan bulunan (yer)

mana                      : anlam. iç, içyüz. akla yakın neden. düş

manda                   : birinci dünya savaşından sonra kimi az gelişmiş ülkelerin bağımsızlıklarının tanıması öncesinde cemiyet’i akvam (uluslar topluluğu – eski “birleşmiş milletler” örgütü) adına o ülkeleri yönetmek için bazı büyük devletlere verilen vekillik

manen                   : iç varlık bakımından, manevi

manevî                  : anlama ve duyulara ait. soyut. tinsel

mâni                       : önleyen, engel

mania                     : engel, özür. zorluk

manzara                : görünüm. görünümü dikkat çeken her şey ve yer

marazî                    : hastalığa ilişkin, hastalıkla ilgili. hastalıklı

marifet                  : ustalık, hüner, bilme, biliş. araç, aracı. hoşa gitmeyen hareket

ma’rûz                   : sunulmuş, sunulan. söylenilmiş, anlatılmış. bir olay veya durumun etkisi veya karşısında bulunan

ma’tûf                    : bir yöne eğilmiş. birine dayandırılmış, yöneltilmiş

masârif                  : harcamalar, giderler

maslahat                : iş, emir, husus, madde, keyfiyet. önemli iş. barış, dirlik, düzenlik

masum                   : suçsuz, temiz

masûn/iyet           : korunan, korunmuş (olma durumu)

maa–şükran          : teşekkür ile, gönül borcu ile

matâlip                  : talip olunan, istenen şeyler

matbûât                 : basılmış şeyler, kitaplar, gazeteler, basın

maa–teessüf         : teessüf ile, esef ile, yazık ki

matlab/p                : talep olunan, istenen, amaç edinilen şey. konu, sorun. yasada kenar başlıklarına verilen bir ad

mazarrât                : zararlar, zarar vermeler

mazbata                 : tutanak. kararname

mazbût                  : ele geçirilmiş. yazılmış, hatırda tutulmuş, korunmuş. düzgün, beğenilen. Sağlam.

Mazeret                : istenmeyen duruma yol açan kaçınılmaz neden. özür, bahane

mazhar                  : bir şeyin ortaya çıktığı, göründüğü yer veya kimse. bir iyiliğe erişmiş, erişen kimse

mazhariyet            : erişme, elde etme, ergi

mazi                       : geçmiş, geçmiş zaman

maznûn                 : zannolunmuş, zan altında bulunan

me’mûr                 : emir almış olan. devlet/kamu hizmetinde çalışan görevli

me’mûrîn              : memurlar, kamu çalışanları

meâb                     : geri dönülecek, sığınılacak yer

meâl                       : meydana gelen şey, sonuç. anlam, kavram, olgu

meb’ûs                  : milletvekili

mebâdî                  : önceller, başlangıçlar, ilkler, ilk unsurlar

mebde                   : önce, başlangıç, ilke, ilk unsur. bilimin başlangıç bölümü

mebus’ân              : milletvekilleri

mebzûl                  : esirgemeksizin, bolca, çokca

mecbûr/iyet         : yükümlü(lük), zorunlu(luk)

mecbur                 : zor, zorluk. zorla bir işe girişmiş. bağlı, düşkün

mechûl/meçhul   : bilinmeyen. edilgen

meclis–i âli            : büyük meclis

meclis–i milliye    : ulusal meclis

mecmâ                  : toplanılan yer. kavuşulan yer, nokta

mecmû/ mecmûa: toplanmış, bir araya getirilmiş, top, tüm. (koleksiyon)

mecmûa                : toplanıp biriktirilmiş, düzenlenmiş şeylerin tümü. seçme yazılardan oluşan kitap, dergi

mecmuân              : toplu olarak, toptan, birden, hep

medâr                    : dönen bir şeyin merkezinde dayandığı yer. yörünge. neden, gerekçe

medd                     : uzatma, çekme, yayma, döşeme

medenî                  : uygar

medeniyet            : uygarlık

medhal                  : girecek yer, kapı. girilecek yön. başlangıç. giriş

mefhûm                : olgu, kavram

mefkûre                : ülkü, ideal

megalo idea          : büyük düşünce

mehâlik                 : mahvolacak, harcanacak yerler. tehlikeli yerler veya işler

mekteb/                : yazı yazılacak yer. okul

meleke                  : tekrarlar sonunda oluşan yetenek, ustalık. ruh, tin

melhûz                  : düşünülen, akla, hatıra gelen

memâlik                : memleketler, ülkeler. bir devletin toprağı

memât                   : ölüm

memnn/iyet         : sevinç duyan, hoşnut, mutlu, kıvançlı (olma durumu)

memnû                  : yasak, yasak edilmiş

men                       : bırakmama, durdurma. yasak

menabi/i               : kaynaklar, kaynakları

menâfi/i                : yararlar, akarlar

menâtık                 : (mıntıka kökenli) bölgeler

menba’                  : kaynak, pınar

menfaat                 : yarar, çıkar

menfi                     : olumsuz. olumsuz bakan

mensî                     : unutulmuş. terkedilmiş, bırakılmış

mensûb/p             : bir şeye, kimseye vb. ilgisi, ilişkisi bulunan

mensûbiyet          : bir yer veya grup vb. oluşum ile ilgili, ilişkili olma durumu

mer’î                      : uyulan, saygı gösterilen, gözetilen. yürürlükte, geçerli olan

merâm                   : istek, amaç, niyet

merâsim                : tören

merbût                  : bağlı, bağlanmış. ulaşmış, ilişik, ilişkin

merbûtât               : hayali şeyler

merbûtiyet           : bağlılık, eklilik

merci’                    : dönülecek yer, başvurulacak yer

merhûm                : ölmüş bir Müslüman erkekten söz edilirken söylenen söz. (kadın için: merhume)

mertebe                : aşama, derece, rütbe. evre

mes’ûd/t                : mutlu

mes’ul/iyet           : sorulmuş, kendisinden sorulmuş. sorum/lu(luk)

mesâhaî                 : ölçme

mesâî                     : çalışma(lar), bol çalışma. emek

mesâil                    : meseleler, sorunlar

mesbûk                 : geri kalmış, arkada bırakılmış. önde bulunan. ondan önce, geçmiş

mesdûd                 : kapanmış, kapalı, tıkalı

meselâ                   : örneğin, şunun gibi, söz gelişi

mesele                  : sorun. problem. güç iş

meserret              : sevinç

mesken                 : konut, oturulacak yer

meskûn                 : içinde insan oturan yer. insan bulunan, şenlenmiş yer

meslek                   : sürekli uğraş. çığır, okul, ekol.

mesmûât               : işitilen, duyulan, haber alınan şeyler

mesned/t              : dayanak, dayanılan şey. makam, rütbe, derece. orun

meşbû                   : dolmuş, dolu. doymuş, tok

meşkuk                  : yarılmış, yarık

meşrû’                   : kamu vicdanınca doğru olan

meşrûtiyet            : hükümdar başkanlığı altındaki parlamento yönetimi

metâlib                  : istenen şeyler

metânet                : metin olma, dayanma, dayanıklılık, sağlamlık

meth/metih          : övme, övgü

metod                    : yöntem

mevâdd                 : uzayda yer kaplayan varlıklar ve cisimler. işler, özellikler. yasalar, düzenler. yasa ve sözlük vb metinlerde herbir karar veya konu bildiren bölümler, maddeler

mevâki                   : mevkiler, konumlar, yerler

mevâni                  : güçlükler, engeller

mevkii                    : yer, konum. izleme veya yolculuk yerinin konum, konfor derecesi

mevkuf                  : bağışlanmış toprak, vakıf toprağı. durdurulmuş, alıkonulmuş. tutulmuş. hapsedilmiş. ait, bağlı

mevkut/e              : sürekli, periyodik. zamanı belli olan.

mevzi                     : bir şey konulacak yer

mevziî                    : bir yere özgü, bir yerde olan, sınırı dar, yayılmamış

mevzu                    : konu

mevzû                    : konulmuş. işler geçer olan

mevzu–i bahs       : konu edilmiş, sözü edilen/edilmiş

meyan/miyan       : ara, aralık,orta

meyl/meyil           : eğiklik, eğim, eğilim

mezbûre               : adı geçen, yukarda söylenmiş olan

mezkûr                  : adı geçmiş, az önce anılmış

mezûn/iyet           : izin almış, izinli. bitirerek diploma almış olmak. bir iş için verilen yetki

mıntaka/mıntıka   : kuşak, kemer. bölge

mi’yâr/miyâr         : ölçü, ölçüt. değerli madenlerde yasanın istediği ağırlık, saflık ve değer derecesini gösteren ölçü.

miktar                    : bir şeyin ölçülebilen durumu

milel                       : uluslar

millet                     : ulus. gerekli benzer ve ortak özellikleri bulunan (ulusal) topluluk

millî                        : ulus ile ilgili, ulusa ait, ulusa özgü, ulusal

milliyet                  : ulusa özgü olma durumu. ulusallık

milliyetperver      : ulussever, ulusçu

min                         : –den,  –denberi

minnet/dar           : iyiliğe karşı gönül/teşekkür borcu (olma/sayma durumu)

mir–alây                : alay beyi, albay

misafir                   : konuk. gözün saydam tabakasında oluşan beyaz leke

misâk                     : sözleşme, antlaşma, bağlaşma. ant, yemin

misâk–ı millî          : ulusal ant

misâl                      : örnek. masal. düş. benzer, andırır

misil/mislî              : eş, benzer. miktar. kat, yinelenen bir sayının toplamı

moratoryum         : bunalımlı dönemlerde bir ülkede borçların ödemesinin geri bırakılması. borçların ödenmemesi durumu

mu’cib                   : gereken, hayrete düşüren, şaşkınlık veren

mu’cib                   : gereken. şaşırtan

mu’tâd                   : adet olunmuş, alışılmış, alışılan. alışılmış şey

muaddil                 : eşit, denk, eşdeğer

muâhedat             : anlaşmalar, antlaşmalar

muâhede              : anlaşma/antlaşma

muâkıb                  : cezalandıran

muakîd                  : birbiriyle anlaşan, sözleşen

muallâk                  : asılmış, aılı. sonuca bağlanmamış, sürüncemede kalmış

muamelât              : daire ve kurumlarda evrak üzerinde yapılan işlemler

muâmele               : davranma, davranış. yol, iz. resmi kurumlardaki kayıt, vb. işlemler

muârız                   : karşı koyan, karşı çıkan

muattal                  : tatil edilmiş, bırakılmış, kullanılmaz. boş, işsiz

muâvenet             : yardımcı olma, yardım etme, yardımcılık

muâyin                  : belirli, kesin olarak belirlenmiş

muayyen               : tayin edilmiş, belirlenmiş, belli. kararlaştırılan

mûcib/e                : gereken, gerektiren. neden, neden olan

mufassal                : ayrıntılı, uzun uzadıya anlatılan

mugayir                 : başka türlü. uymaz, aykırı

mugayyer              : değiştirilmiş, başkalaştırılmış

muğlâk                   : kapalı, belirsiz

muhâbâ                 : korku, sakınma, çekingenlik

muhabbet             : sevgi, dostluk, yarenlik

muhâberât            : iletişim, haberleşmeler

muhâbere             : haberleşme, yazışma

muhâcemât          : hücumlar, saldırılar

muhacir                 : göçmen

muhâdenet           : dostluk, yakın ahbaplık. barışma, barışık olma

muhâfaza              : koruma, saklama, kayırma

muhakemat          : mahkemeler

muhâkeme           : yargılama, yargılanma. karar verebilmek için zihinde inceleme,. usa vurma

muhakkak             : doğruluğu, gerçekliği kesin olarak bilinen, gerçekliği kesinleşmiş

muhâlefet             : bir görüş veya tutuma karşı olma. uygunsuzluk, aykırılık, karşıtlık

muhâleset             : birbiri ile dostça geçinme, dostluk ve iyi davranış gösterme

muhâlif                  : bir tutum, görüş ya da eyleme karşı olan. aykırılık eden, uymayan

muhârebe             : savaşma, vuruşma

muhârip                : savaşan, savaşçı. savaş tekniğini iyi bilen

muharrem            : yasak, haram kılınmış. kamer takviminin ilk ayı, aşure ayı

muharrer              : yazılmış, yazılı

muharrir                : yazı yazan, yazman. yazar

muhâsama            : düşmanlık. savaşta çarpışma, çatışma

muhâsebe             : hesaplaşma, karşılıklı hesap görme. hesap işleri. hesapların tümü. saymanlık

muhâsım               : birbirine düşman olanlardan her biri

muhassal               : elde edilmiş. özü, özcesi, özeti, sözün kısası, işin sonu

muhassala             : elde edilen sonuç. bileşke

muhatap                : kendine söz söylenilen, konuşulan kimse

muhaverât            : (karşılıklı) konuşmalar

muhavvel              : değiştirilmiş. gönderilmiş, ısmarlanmış, bırakılmış

muhayyel              : imgelenen, hayal gücüyle yaratılan, hayal edilen

muhayyer             : iki şey arasında seçim yapılmasını serbest bırakan

muhayyir               : hayret veren, şaşırtan

muhikk                  : hakkı, doğru olanı yerine getiren. haklı, doğru

muhil                     : ihale eden, havale eden, aktaran, bırakan, gönderen, yönlendiren

muhît                     : çevre, yöre

muhkem                : sağlam kılınmış. berk. değiştirilmesi mümkün olmayan söz, yazı

muhtaç                  : ihtiyaç duyan, yoksul

muhtâr/muhtâre : seçilmiş, seçkin. yönetimi kendinde olan. özerk

muhtâriyet            : kendi kendini yönetme. özerklik

muhtelif                : zıt, birbirine uymayan. türlü, çeşitli

muhtelit                : karışık, karma

muhtell                  : ihlal edilmiş, bozuk, bozulmuş, karışmış

muhterem            : saygı değer

muhtevâ                : içteki şey, içerik

muhtî                     : hataya düşüren, yanıltan. hata eden, yanılan

mukabele              : karşılık, karşılama. karşılık verme. karşılaştırma

mukabele–i bi–l–misl: misilleme yapılan davranışı aynı şekilde yineleme

mukabil                 : karşı karşıya gelen, karşısında bulunan. karşılık olarak yapılan. karşılığında

mukaddem           : (büyüğe) sunulan. önde olan, önde giden. önce gelen. değerli üstün

mukaddemâ         : önce, eskiden

mukaddemât        : öncüller. öncüler 

mukaddeme / mukaddime: öne geçen, önde giden. ön söz. başlangıç

mukadder             : takdir olunmuş, değeri bilinmiş. yazgı, yazgı ile ilgili olan

mukadderât          : yazgı

mukaddes             : kutsal, temiz, takdis edilmiş

mukaddim             : sunan. öne, ileriye geçiren

mukalled               : boynuna gerdanlık takılmış, taklit edilen, örnek tutulan

mukarin                 : bitişik, ulaşmış, erişmiş,bir yere gelmiş

mukarrer              : kararlaşmış, kararlaştırılmış. kuşkusuz, sağlam anlatılmış. bildirilmiş

mukarrerat           : kararlar. kararlaştırılan şeyler

mukarrin               : birlikte bulunduran

mukassatan           : taksitle, taksitli olarak

mukavele              : sözleşme. yazılı sözleşme

mukavemet          : karşı durma, koyma, direniş

mukayese             : karşılaştırma, kıyaslama, ölçme, ölçü

mukayyed             : bağlı, bağlanmış. yazılmış, kayıtlı. bir işe önem veren

muknia                  : inandıran, ikna eden

muktazi                  : gerektiren. gerekli, yararlı

muktedir               : gücü yeten, erkli

mukteza                : gerekli olmuş. yasa gereği yazılan yazı, derkenar

munhasır               : her tarafı kuşatılmış, çevrili. yalnızca bir şey veya kimseye özgü olan. özel ve belli olarak. yalnızca. başkalarının dahil olmadığı

munsif                   : insaflı, kötülükte ileri gitmeyen

muntazam             : sıralanmış, düzgün, düzenli

muntazır                : bekleyen, gözeten

munzamm             : üste konan, katılmış, eklenmiş, ek

murabba’              : terbiye edilmiş. dörde çıkarılmış. dörtlü, dört şeyden biri olma. dört köşeli

murahhas              : izinli, yetkili. delege

murat/d                 : istek, dilek. amaç

musallat                 : bıktırıcı ilgi. sataşma, ilişme

musâraa                : görüşme

musâraha              : işi ortada görme, açık yapma

musarrah              : açıklanmış, açık söylenmiş, belirtilmiş

musîb                     : isabet eden, rastgelen, yanılmayan

mûsir                     : zengin

musirr                    : ısrar eden, ayak direyen, direnen

muslihane             : düzeltici yolda. arabulucukla

mutabakat             : uygunluk, uyuşma, anlaşma

mutabbak              : uygulanmış, uydurulmuş. kapak gibi, kapanmış

mutâbık                 : birbirine uyan, uyuşan

mutâlebât             : istenilen şeyler, istekler

mutâlebe              : istekte bulunma, hakkını isteme

mutasavvir            : tasarlayan

mutasevver          : tasarlanmış, düşünülmüş

mutavassıl             : kavuşan, ulaşan, eren

mutavassıt             : aracı. orta, ortalama

mutazammın         : içine alan. kefil olan, üstüne alan

mutazarrı               : yalvarıp, yakaran

mutazarrır             : zarar gören, zarara uğrayan

muteber                : saygın, itibarı olan, sayılır. inanılır. yürürlükte olan

mûtenâ                  : önemli, dikkatle bakılmış, özenilmiş. seçkin

mutlakiyet             : saltçılık. hükümdarlığa dayalı yönetim biçimi

muttali                   : öğrenmiş, haberli, bilgili

muvâcahe             : yüzleşme, yüzyüze gelme. karşı, ön

muvaffak               : başarmış, başarılı

muvâfık                 : uygun, yerinde

muvakkat              : sürekli olmayan, geçici. eğreti

muvâsala/t            : gidip gelme olanağı. ulaşım. erişim. varma

muvâzene             : denk olma. gelir – gider uyumu. kıyas, ölçü. denge

muvâzenet            : denkleşme, denk gelme. denge

muvazzaf               : bir görevle yükümlü olan. orduda meslekten subay ve astsubaylar ile erler. askerlik yaşına girince askerlik görevi

muzaffer               : üstün. başarmış, elde etmiş

muzâheret            : destekleme, yardım etme, arka çıkma

muzır                     : zararlı, zarar veren

muztar                   : zorlanmış, yapmak zorunda kalmış

muztarib/p            : sıkıntı içinde bulunan, rahatsız

mübâdele             : değişim, değiş–tokuş

mübâdil                 : başkası ile değiştirilmiş. bir şeye bedel tutulmuş

mübâhi                  : övünen

mübâlâğa              : büyütme, abartma, abartı

mübâşeret            : bir işe girişme, başlama

müberrâ                : beri kılınmış, aklanmış

mübeyyin              : bildiren, açıklayan, ortaya koyan

mücâdelât             : mücadeleler, savaşmalar, uğraşmalar

mücâhede            : uğraşma, savaşma, nefsi yenmeye çalışma

mücâvir                 : komşu

mücbir/mücbire  : zorlayan, zorlayıcı

mücerreb             : denenmiş, sınanmış

mücmel                 : özet olarak anlatılmış. kısa ve özlü

mücrim                  : suç işlemiş, suçlu

müdâfaa                 : savunma

müdâfi                   : koruyan, savunan, dayanan

müdâhale              : karışma, araya girme, el katma, sokulma

müdâvele              : çevirme, döndürme. alıp verme. düşünce verip konuşma. elden ele gezdirme

müddeayât           : iddialar, iddia olunan şeyler

müddeî / müddeiyye: iddia eden, davacı. bir hükümde ayak direyen, inatçı

müddeiyân           : bir davadaki iki taraf

müddet                 : süre, zaman

müdellel                : delil, kanıt ile, tanık ile kanıtlanmış

müdrik                   : anlamış, algılamış, aklı ermiş

müebbed              : sonsuz. ömür boyunca süren/sürecek olan

müekkid/e            : sağlamlaştıran. yineleyen, bir daha haber veren, öğütleyen

müemmen            : sağlanmış, güvenceye alınmış, güvenilir

müessesât             : kurulmuş yapılar. daireler, kuruluşlar

müessese              : kuruluş, kurum

müessif                  : üzücü, acı veren, eseflendiren. hoşa gitmeyen kötü olay, durum

müessir                 : etki yapan, etkili. içe işleyen, dokunaklı

müessis                 : kuran, temel atan, kurucu

müeyyed               : teyid edilmiş, güçlendirilmiş. doğrulanmış. yardım gören

müfettiş                 : bir kuruluştaki işleri denetleyen

müfredât               : bir bütünü oluşturan bireyler veya mevzuata ilişkin ayrıntılar

müfrit                     : aşırı

müftehir                : bir şeyle sevinen, övünen

mühebbel             : beddua olunmuş, lanetlenmiş

mühim                   : önemli

mühimmât            : gerekli şeyler, savaş malzemesi

mükellef/iyet       : yükümlü. kaçırılamayacak yüküm, yükümlülük. vergi ödeme yükümlülüğü

mükemmel           : eksiksiz, tam, yetkin

mülâhaza               : dikkatle bakma, irdeleme. düşünce, düşünme

mülahazât             : düşünceler

mülâkat                 : kavuşma, buluşma, birleşme. görüşme. söyleşi

mülga                     : ilga olunmuş, kaldırılmış

mülhem                 : ilham, esin olunmuş

mülkî                      : ülkeye ait, ülke ile ilgili. ülke yönetimine ilişkin. ordu ve din kesimleri dışındaki memurlar

mümâşât               : yoldaşlık, beraber gitme. suyuna gitme, uysallık, göz yumma

mümessil               : temsil eden, temsilci

mümkün                : olabilir, olası

mümtâz                 : ayrıcalıklı. seçkin

mün’akid/t            : düğümlenmiş. bağlanmış, bağlı. iki taraf arasında resmi olarak benimsenmiş. kurulmuş, oluşmuş. kurulan, toplanan

münâfî                   : karşıt, uymaz. uyuşmaz

münâkalât             : ulaştırma

münâkaşa              : tartışma

münâsebât            : ilgiler, ilişkiler

münâsebatdâr      : ilgili, ilişkili

münâsebet           : ilgi, ilişki

münâsib/p            : uygun, yerinde. beğenilen, hoşa giden

münbais                : gönderilen. İleri gelen, doğan

Müncer                 : bir yana doğru çekilip, sürüklenen

mündefi’               : geçmiş. atlatılmış, savuşturulmuş (sıkıntı, savaş, hastalık)

mündemiç            : içinde olan, bulunan, saklı olan. içkin

münevver             : aydın

münferid/t            : tek, ayrı, kendi başına olan

münhasır               : ayrılmış, özgü

münhasıran          : yalnız, özellikle

münkatı’                : kesilen, kesilmiş. kesik, aralıklı. arkası gelmeyen, son bulan. arada bağ kalmayan, ayrılmış. herkesten ayrılıp bir kişiye bağlı kalan

müntemî               : yakınlık ve ilgisi olan. birinin adamı olan

müphem               : belirsiz. açık ve seçik olmayan

mürâcaat               : başvuru, danışma, yardım isteme

mürâcaha              : (iyilikte) üstün gelmek için yarışma

mürâkabe             : denetleme, denetim

mürekkep             : birleşik. bireşim

mürettebât           : bir yer için ayrılmış kimseler. gemi personeli

mürûr                    : geçme. bir yandan girip öte yandan çıkma. geçip gitme. sona erme

müsâade                : izin. elverişli, uygun olma durumu

müsâdeme            : silahlı çarpışma, çatışma. uğraşma

müsâdere              : el koyma

müsâid/t                : uygun, elverişli

müsâlemet            : barış durumu. taraflar arasındaki barışıklık

müsâlemetkârâne: taraflar arası barış. barış taraftarı olma 

müsâlemet-perverâne: taraflar arası barış ya  da barışıklığı besleyici, destekleyici

müsaraat               : hızlı, acele davranma

müsâvât                 : eşitlik, denklik

müsâveme            : pazarlık etme

müsâvi                   : eşit

müsellâh               : silahlı, silahlandırılmış. silahlı kuvvetler

müsellem              : yadsınamayan, karşı çıkılamayan, söz götürmez

müsmir                  : yararlı, verimli. sonuç veren

müspet                  : kanıtlanmış. olumlu

müsta’cel              : acele, ivedi

müstağni               : doygun

müstahkem           : sağlamlaştırılmış

müstakil                 : bağımsız

müstefîd                : istifade eden, yararlananlar

müstekîn               : alçak gönüllülük gösteren

müstelzim             : gerektiren, gereken

müsteniden          : dayanan, yaslanan. dayanarak, yaslanarak

müstenkif              : benimsemeyen, geri duran, el çeken, çekimser

müsterham           : yalvarılmış, yalvarılan, merhamet istenilen

müsterih                : kaygıdan arınmışlık, rahat olma

müstesna              : başkalarına benzemeyen, kural dışı. üstün

müsteş’ar              : bildirilen, haberli

müsteşâr               : danışılan. bakanlıklarda bakandan sonra gelen yönetici

müstevli                : bir yeri zor yoluyla yönetimi altına alan, ele geçiren. yayılan. salgın

müsvedde             : karalama, taslak. beceriksiz, işe yaramaz kimse

müş’ir                    : iş’ar eden, haber veren, (yazı ile) bildiren

müşâbehet           : benzeyiş, benzeme

müşâhade             : görme, gözlem

müşâhid/t             : gözleyici. gözlemci

müşarûn–i ileyh   : adı geçen, adı anılan (erkek). (tanzimat’tan sonra, sözü edilen en yüksek rütbe için bu sözcük kullanılmıştır)

müşâvere              : danışma, bir iş üzerinde konuşma

müşevveş              : belirsiz, karışık, düzensiz, karmakarışık

müşîr                     : emir ve işaret eden. mareşal

müşkül                   : güç, zor, çetin. engel, güçlük, zorluk

müşkülât               : güçlük, güçlükler

müştekî                 : şikayet eden

müşterek              : ortak, birlikte

müşteri                  : alıcı

müşterik                : mendi kendine söylenen

mütâlaa                 : iyice düşünme, değerlendirme

mütareke              : ateşkes, bırakışma (silah kullanma bırakışması)

müteaddid/t         : çok, birçok

müteâkıb/ip          : sonra, ardından, ardı sıra

müteâlim               : herkesçe bilinen

müteallik               : asılı, bağlı. ilişkin ilgili

müteâmi                : görmemezlikten gelen, görmezlenen

müteammik          : derinleşen, derine giden

müteammim         :  yaygın, yayılmış

mütebâkî               : baki kalan, geri kalan, artan

mütecaviz             : saldırgan, saldırıcı

mütecellidâne      : kahramanlıkla, yiğitlikle

mütedâir               : …dair, …le ilgili. ait, için, dolayı, üzerine

müteellim             : elemli, acılı, üzgün. acıyan. ağrıyan

müteessif              : üzülen, acınan, yerinen

müteessir              : üzülme, üzgün olma

mütefer’in            : firavun tavrı takınan. kibirli

müteferri              : bir kökten ayrılan, dal budak salan. bir kökle ilgili olan

mütehammil         : dayanıklı, götürümlü

mütehassıs            : uzman

mütehassis            : duygulanma, duygulanmış

mütehayyir           : şaşmış, şaşırmış olan

mütekabil              :  karşılıklı, karşılık olan, karşılık gelen. karşıt

mütekabiliyyet     : karşılıklı durum, karşıtlık

mütekâmil             : olgunlaşmış, gelişkin

mütelâşi                : telaş eden, acele eden, aceleci

mütemâdi/yen     : sürekli, aralıksız

mütemâyil             : istekli, eğilimli

mütemâyiz            : sivrilen, kendini gösteren

mütemevvice       : dalgalanan, dalgalı. kararsız, bir kararda durmayan

mütemmim           : tamamlayan, bütünleyen, bitiren. bütünler. tümleç

mütenâhî              : nihayet bulan, sona eren

mütenâsib/p         : orantılı, oranlı, uygun

mütenebbih         : uyanan, uyanık, uslanan, aklanı başına toplayan

mütenevvia          : türlü, çeşitli, .eşit çeşit değişik

müterakki             : ileri, ilerlemiş, ilerleyen

mütesâvîye/n       : birbirine eşit, eş olan

müteselli               : avunmak

müteşekkir           : teşekkür eden, teşekkür borcu olan

mütevazı               : alçak gönüllü

müteveccih          : karar vermiş, yapmaya yönelmiş

müteveffa             : ölmüş olan, ölü

müteveffık            : muvaffak, başarılı olan

mütevellit             : doğmuş, dünyaya gelmiş. oluşmuş

müttefik                : bağlaşık

müttefikan            : elbirliğiyle, hep birlikte. oybirliğiyle

müttehid/t            : birleşmiş, birlik olmuş,birleşik

müzâheret            : yardım etme, arkalama

müzâkerât             : konuşma, görüşme, danışmalar

müzakere              : görüşme, danışma

 

N

 

nâ-                          : başa gelerek sözcüğü olumsuzlaştıran bir edat

nâ – mütenâhî      : sonsuz, uçsuz bucaksız

nâ’ş                        : içinde ölü bulunan tabut

naçiz                      : değersiz, önemsiz, çok küçük

nadir                      : seyrek, az bulunur

nâfıa                       : bayındırlık işleri

na–gâhân              : apansızın, birdenbire

nâil                         : ele geçiren, ele geçirmiş, erişmiş, kazanmış, ulaşmış

nâiliyyet                : ele geçirme

nakdî                      : nakite ilişkin, para bakımından, paraca

nakil                       : iletme, aktarma. göç, taşınma. anlatma, anlatım (nakil/nakli)

nakz                       : bozma, çözme, kırma. bir sözleşmeyi yok sayma

nam                        : ad. ün, lakap

namına                  : adına

nasib/p                  : paya düşen bölüm. elde edebildiği şey. kısmet, talih

nasihat                   : tavsiye, öğüt

nâşî                        : neşet eden, ileri gelen. ötürü, dolayı, nedeniyle

nazar                      : bakma, göz atma. düşünce, görüş. zarar verici bakış

nazaran                 : göre, oranla, kıyasla

nazar–ı dikkat       : ilgi, dikkat çekme

nazarî                     : kuram, kuramsal, teorik (bakış, yaklaşım..)

nazariye                : bilimsel görüşler, kuram

nazır                       : bir yere doğru bakan. hükümet üyesi bakan

necip                     : soylu, soyu temiz

nefer                     : bir tek kişi. rütbesiz asker, er. insan sayısı bildiren sözler için kullanılır

nefis                       : öz varlık, kişilik. beslenme gereksinimlerinin bütünü

nesil                       : göbek, kuşak

neşir                      : yayma, dağıtma, yayım

neşriyât                 : yayın

netice                    : sonuç

nev’an                   : nevi, tür, çeşit bakımından

nev’an–mâ            : bir türlü, bir şekilde, bir dereceye, bir bakıma göre

nevi                        : çeşit, cins, tür. sınıf

nevî                        : yenilik

nezaket                 : saygılı ve ince davranma. önemli olma, dikkatli davranmayı gerektirme.

nezâret                  : bakma, gözetme. denetim, kontrol. bakanlık. görü. gözaltı, gözetim

nifak                       : anlaşmazlık, ara bozma, ayırma

nihaî                       : son, en son, sonal

nihâyet                  : son, sonunda

nikât                       : herkesin anlayamadığı ince anlamlar. ince anlamlı zarif ve şakalı sözler

nikat                       : noktalar

nimet                     : iyilik, lütuf, ihsan

nisp(b)eten           : göre, oranla, kıyaslayarak

nispet                    : oran. bağıntı, ilgi. kasıtlı üzücü davranış

nispî                       : göreli, bağıntılı

nitekim                  : gerçekten, nasıl ki..

niyet                      : önceden isteyip, düşünme

nizâ                        : çekişme, kavga

nizâm                     : düzen

nizâmnâme           : tüzük

nokta–i nazar       : görüş, bakım (ilgili noktaya bakma, ilgili noktaya ilişkin görüş.. görüşten hareketle)

nota                       : bir devletin başka bir devlete verdiği bildiri(m)

növbet                   : (nöbet) sıra, kere, kez. sıra ile güdülen bir işte herkese düşen bölüm

nutuk                     : söylev

nüfûz                     : içine geçme, işleme. sözü geçme, sözü dinlenme

 

O

 

objektif                  : nesnel

orta şark                : orta doğu

 

P

 

paha                       : eder, değer, fiyat

pakt                        : antlaşma (bir antlaşma ile oluşan bağlaşık, birlik)

pâre                       : parça. sayı, bölük

paşa                       : Osmanlı’da yüksek sivil memurlar ile albaydan üst rütbede bulunan askerlere verilen san

pây–ı taht              : başkent

perseng                 : konuşurken, alışkanlık dolayısıyla gerekli gereksiz, “efendim, efendime söyleyeyim, uzatmayalım” gibi yinelenen sözcükler

perver                   : “besleyen, besleyici, yetiştiren, eğiten” anlamlarıyla bileşik sözcükler yaratmada kullanılır (nizamperver, vd.)

peydâ                    : belli, açık. ortaya çıkmak, oluşmak

prensip                  : ilke, umde

program                : dizge, yapılması gereken iş/işlemler bütünü

propaganda          : bir düşünceyi yayma ve benimsetmek için söz veya yazılı araçlarla yapılan etkinlik

protokol                : bir toplantı, oturum vb sonunda imzalanan belge. diplomatlar arası anlaşma tutanağı. devlet içi ve devletler arası ilişki, tören vb. durumlarda uygulanan kurallar

 

R

 

râbıta                     : bağlayan şey, bağ. ilgi, ilişki

rağbet                    : istek, arzu

rahmet                  : suç bağışlama, merhamet etme. yağmur

raptetmek/olmak: bir şeyi bir yere tutturmak, iliştirmek; bağlanmak, tutmak, tutunmak

razı                         : benimseme, isteme

re’y–i âmm           : genelin oyu, genel oy

readaptasyon       : yeniden uyarlama

realist                    : gerçekçi

realite                    : gerçek, gerçeklik

red                         : yadsıma. benimsememe

ref                          : kalkındırma, yüceltme. yukarı kaldırma. hükümsüz bırakma, kaldırma. Arapça bir sözcüğün sonunu ötreli okuma

refah                      : bolluk, varlık, rahatlık, gönenç

refakat                   : eşlik, arkadaşlık, yoldaşlık (etme/yapma)

reform                   : iyileştirme, düzeltme(ler)

reis                         : başkan

reisicumhur          : cumhurbaşkanı

reji                         : eskiden tekel yönetimine verilen ad

rejim                      : yönetme, düzenleme biçimi, düzen. devlet yönetme biçimi

resâne                   : özlem, üzüntü

resanet                  : eskilik, yıpranmış olma

resen                     : kendi başına, kendiliğinden, bağımsızca, bağlı olmaksızın

resim almak          : vergi almak

resim                     : kimi eşya ve işlerden alınan vergi

resmî                     : devlete ait, devlet ile ilgili

rev, rev’a              : korku, heyecan, helecan

revâ                       : layık, uygun. yaraşır, yakışır. isteği yerine gelmiş

revâbıt                   : bağlar. ilişkiler, ilgiler. bağlılıklar. düzenlemeler, sıralar, usuller

rey                         : görme, görüşş. (oy)

rıza                         : razı olma, istek. onay

riâyet                     : uyma. saygı, itibar etme, ağırlama

ricâl                        : erkekler. üst makamlardaki devlet adamları

ricât                       : geri dönme. geri çekilme

rivâyet                   : söylenti. hikaye edilen, anlatılan bir haber, söz veya olay

riyâset                   : başkan, başkanlık

riyâset–penâh      : başkan konumunda bulunan, başkan olan, başkan

riyâset–penâhî     : başkana sığınma

ru’b                         : korku

ruh/î/ye                 : tin. ruhla ilgili, ruhca, ruhsal. tinsel

rûz                          : gün. gündüz

rûz–merre            : her günkü, her günlük

rûz–name             : günlük olayların yazıldığı defter

rü’yet                     : görme, bakma, görülme. yönetme, çevirme, idare etme. araştırma

rüçhan                   : üstünlük, yeğlik

 

S

 

saâdet                    : mutluluk, ongunluk

sâbit                       : yerinden oynamayan, yer değiştirmeyen, durağan. hep aynı kalan. gerçekliği tesbit edilmiş, kanıtlanmış

sâbite                     : gezgin olmayan ve yerinde durur gibi görünen yıldız

sadâkat                  : bağlılık, güçlü dostluk

sâde                       : yalın, gösterişsiz

sâdık                      : doğru, gerçek. dostluk, bağlılık. dostluğu ve bağlılığı içten olan

sadrazam               : Osmanlı’da başbakan

safahât                   : evreler

saffet/safvet         : saflık, temizlik, arılık

safha                      : evre

saha                       : alan

sahil                       : su ve deniz kenarı. kıyı

sahrâ                      : kır, ova, çöl

sâik                         : ardçı

sâik/sâika              : sevkeden, götüren. süren,sürücü güdü (itki)

sâika                       : yıldırım

sair                         : ateş, alevli ateş. tam cehennem

sâir                         : harekette olan, yürüyen. başka, öteki, diğer

sâkıt                       : düşen, düşücü, düşmüş. hüküm ve saygınlıktan düşmüş

salâbet                   : katılık, peklik, sağlamlık

salâh                      : iyilik. barış. düzelme

salâhiyyet              : yetki, bir şeyi yapmaya hakkı olma. bir davaya bakabilme

salim                      : esen, sağlam

saltanat                  : bir ülkede hükümdar, padişah, sultan egemenliği. bolluk, zenginlik, gösterişli yaşayış. kişiler üzerindeki egemenlik

samîm/e                : iç, öz, asıl, merkez

san                         : ün, şan, şöhret. saygı ya da belirtme sözü. bir şeyi ne ise, o yapan özellik

sarâhat                  : açıklık

sarf                         : harcama, masraf etme, gider. tüketme, kullanma. çevirme, döndürme. değişme. dilbilgisi, gramer

sarfınazar              : vazgeçme

sarfiyat                  : harcamalar, giderlerin tümü

sarih                       : açık, kolay anlaşılır

sarihan                  : açıkça, açık, meydanda olarak

sathi                       : dış yüzeyle ilgili. yüzeysel. üstünkörü

sebat                      : kararlılık

sebep                    : neden

sebil                       : yol, büyük cadde. su dağıtılan yer. hayır için dağıtılan su

sedd                       : kapama, tıkama, engel olma. set, tümsek..

sefâin                     : gemiler. çeşitli konuları içine alan kitaplar

sefaret                   : elçilik

sefer                      : yolculuk. genellikle yurt dışına  yapılan askeri harekât, savaşa gitme

sefine                    : gemi, vapur

sefir                       : büyükelçi

selâmet                 : esen, esenlik

selâse                    : üç

selb                        : kapma, zorla alma. kaldırma, giderme. olumsuzlaştırma. yadsıma

selim                      : doğru, dürüst, kusursuz

sem’                       : işitme, işitiş, duyma, duyuş. dinlenme, kulak verme. kulak

sem’î                      : işitmek, duymak ile ilgili

semâ                      : gökyüzü

semerât                 : yemişler, meyvalar. yararlar, verimler. sonuçlar. devlete ait mülk ve akarlar ile topraklarından alınan gelirler

semere                  : ürün

sempati                 : doğal ve içgüdüsel eğilim, sevgi ve yakınlık duyma

senato                   : yaş, eğitim vd. ölçütlere göre seçilmiş parlamento üyelerinden oluşan meclis

sene                       : yıl

sened/t                 : dayanılacak şey. belgit. tapu. güçlü manıt olabilecek söz

senevîyye             : seneye, yıla ait, yıl ile ilgili, bir yıllık

ser                          : baş, kafa. (bazı bileşik sözcüklerde başkan: sertabip, vb.)

serdetmek            : ileri sürmek

sermaye                : ana mal, kapital. varlık

servet                    : varlık, zenginlik, mal–mülk

sevâhil                   : yalılar, kıyılar

seviye                    : düzey

sevk                       : gönderme, aktarım

seyahat                  : gezi

seyir                       : gidiş, yürüyüş, ilerleyiş. yola çıkma. eğlenmek için bakmak

seyrüsefer            : gidiş gelir, trafik

seyyar                    : belli bir yeri olmayan, gezici, gezgin. kolay taşınabilir

sıdk                        : doğruluk, gerçeklik. iç, yürek temizliği

sıfat                        : toplumsal konum ve özelliğin nitelenmesi. yüz, giysi ve dış görünüm

sıhhat                     : sağlık

sıhhiye                   : sağlık işleriyle ilgilenen kuruluş. sağlığa ilişkin. sağlık işleri

sima                       : yüz, çehre. kimse, insan, tip

sine                        : göğüs. gönül. yürek. bağır, iç

sîr                           : tok, doymuş

sirayet                   : geçme, bulaşma. yayılma, dağılma

siyâsî                      : politikaya ilişkin olan. politik. politikacı

skandal                  : büyük yankı uyandıran, utanç verici küçük düşürücü olay

sosyal                     : toplumsal

standart                 : belli bir tipe göre olma. belirli ölçülere, yasaya ve kullanıma uygunluk. tek biçim. kural(laştırma)

statüko                  : yürürlükteki antlaşmalara göre olması gereken veya süregelen durum

strateji                   : belirlenmiş amaca ulaşmak için izlenen yol. politik, ekonomik, toplumsal, psikolojik vb. etmenleri bütünlüklü olarak ele alan uzun erimli çizgi, yaklaşım, dizge

sual                        : soru

suare                     : akşam yemeğinden sonra yapılan eğlence, toplantı. gece yapılan sinema, tiyatro gösterisi

sui                          : kötü/ye

suiidare                 : kötü yönetim

suiistimal               : kötüye kullanma

suikast                   : gizli hazırlıkla cana kıyma

suiniyet                 : kötü niyet

suitefehhüm         : kötü, yanlış anlaşılma

sulh                        : barış

sulh–cûyân           : barışı arayan, barış arayıcı

sultan                     : müslüman, özellikle sünni hükümdarların kullandıkları san. padişah

sun’                        : yapış, yapma. etki, güç

sun’î                       : yapma, yapay, takma. yapmacık/eğreti

sûret                      : görünüş, biçim. yazı-resim kopyası. yüz, çehre

suret–i kat’iye      : kesinlikle, asla

suret–i mahsusa  : özel biçimde, özel bir biçimde

sühulet                  : kolaylık. yavaşlık. elverişlilik

sükûn                     : durma, kımıldamama. hareketsizlik, durgunluk. dinme, kesilme

sükûnet                 : dinginlik, hareketsizlik, sakinlik

sür’at                     : hız, çabukluk

süvari                     : atlı. atlı asker

 

Ş

 

şâfi’                        : şefaat eden, suçlunun affı için araya girip yalvaran

şahit                       : tanık

şahsen                   : kendi (kendim, kendin). bizzat

şahsî                       : kişiye ait, kişisel

şahsiyet                 : kişilik

şâmil                      : içine alan, kaplayan, kapsayan

şan                         : ün, san, şöhret. gösteriş/lilik

şark                        : doğu

şart                         : koşul

şayan                     : uygun, yaraşır, değer, layık

şayet                      : olasılık derecesi daha az olmak üzere, eğer

şayia                       : yayılmış haber, yaygın söylenti

şebeke                  : ağ gibi yapılmış, gerilmiş hat ve yolların toplamı

şef                          : yetki ve sorumluluğu olan, yönetici. önder, lider. baş

şeh–bender         : konsolos. Osmanlı’da Müslüman tüccarların korunması için aralarındaki anlaşmazllıkları gidermekle görevli kimse

şehit                       : din uğrunda ölen. savaşta ölen

şekavet                  : bahtı karalık, kutsuzlut. eşkiyalık, haydutluk

şekil/şekli/î           : biçim. tutum, yol, tarz. oluş biçimi. toplumsal bir bütünün örgütleniş biçimi. olma biçimi.. şekilce, biçim ile ilgili, (biçimsel)

şerâit                     : şartlar, koşullar

şeref                      : kişisel değer, onur

şetaret                   : sevinç, şenlik, neşe

şevk                       : istek, heves. sevinç, neşe

şevket                    : büyüklük, ululuk, heybetlilik

şevket–meâb       : şevketin bulunduğu yer, padişah

şeyh                       : yaşlı adam, ihtiyar. tekke veya zaviyede başkanlık yapan ve müritleri bulunan. kabile ve aşiret reisi

şeyh–ül–islâm      : şeyhislam (islam şeyhi – sadrazamdan sonra en yüksek konumdaki kişi)

şıkk/ı                      :bir kaç parçaya bölünen bir şeyin her biri, bir parçası

şiâr                         : belirti, işaret, iz. ayırdedici adet. belgi

şibh–i–cezîre       : yarım ada

şibh–i–cezrî          : kökümsü

şiddet                    : bir gücün yoğunluk derecesi, sertlik kullanımı

şifa                         : sağlıklı duruma geçme, iyilik bulma, iyi olma

şifahi                      : ağızdan, sözlü

şikâyet                   : hoşnutsuzluk belirtme, yakınma

şimal                      : kuzey

şimendifer            : demiryolu

şinâs                       : “anlayan, tanıyan, bilen” anlamlarına gelerek birleşik sözcükler oluşturur

şinas                       : “tanıyan, bilen, anlayan” anlamlarıyla sözcüklere eklenir

şirret                      : geçimsiz, kavga çıkarmaktan hoşlanan, edepsiz, yaygaracı

şûra                        : danışma kurulu, meclis

şuur                       : anlama, anlayış, bilinç

şükran                   : teşekkür etme, iyilik bilme, gönül borcu

şümûl                     : içine alma, kaplama, kapsama

şüûn                       : işler, yeni işler. haberler

 

T

 

tâ                            :  kadar, dek

taahhüd/t              : üzerine alma. yapılması için söz verme. resmi sözleşme

taalluk                    : ilgisi olma, ilinti. ait olma

taâm                       : yemek, aş

taarruz                   : saldırı

taarrüf                   : bir şeyi araştırarak öğrenme

taayyün                 : belli olma

taazzuv                  : organlaşma

tâbi                         : bağlı, bağımlı

tabiat                     : doğa. doğa, huy, mizaç

tabiatıyla               : doğal olarak, doğasıyla

tabîî                        : doğada olan, doğal. olağan, her zamanki..

tabîiyyat                : tabii, doğal bilimler

tabîiyye                 : doğa bilgisi. doğalcılık

tâbiiyyet                : tâbi’lik, tâbi olma, bir devletin uyruğunda bulunma

tâbir                       : deyiş, anlatım

ta’dâd                    : sayma, sayı. birer birer söyleme, sayıp dökme. sayım

tadil/tâdilât           : değişiklik

tafsil                       : ayrıntılı anlatım, açıklama

tafsilat                    : ayrıntı/lar

tahaddüs               : sezgi. yok iken ortaya çıkma

tahakkuk               : gerçekleşme

tahakküm              : baskı, zorbalık, hükmetme

tahammül              : dayanma, katlanma

tahassul                 : sonuç olarak belirme

tahassür                : özlem çekme. çok istenen ve ulaşılamayana üzülme

tahattur                 : anımsama, akla getirme

tahdit                     : sınırlama, çevreleme

tahfîf                      : hafifletilme. yükünü azaltma. kolaylaştırma

tahkik/at                : soruşturma

tahkim/at              : güçlendirme, sağlamlaştırma

tahlil                       : çözümleme, analiz

tahliye                   : boşaltma, salıverme

tahmil                    : yükleme

tahmin                   : yaklaşık olarak değerlendirme, oranlama

tahribat                 : yıkıp bozma

tahrik/ât                : hareket ettirme, kışkırtma, ayaklandırma

tahrik–cûyâne      : tahrik (yapma koşullarını) arayan. tahrikçi, kışkırtıcı

tahrip                     : yıkma, kırıp dökme

tahriren                 : yazı ile

tahsil                      : öğrenim

tahsis                     : özel olarak ayırma

tahşid/ât                : yığma, biriktirme, toplama(lar) (askere ilişkin)

taht                        : alt aşağı. “fevk’ın zıddı

taht                        : hükümdar koltuğu. hükümdarlık makamı

tahte–l–bahr        : denizin altı. denizaltı gemisi

takabbül                : kabul etme. üstüne alma

takarrür                 : bir yerde karar kılma, yerleşme

takas                      : mal alıp vererek ödeşme. sayışma

takat                       : güç, derman

takdim                   : sunma, sunuş. tanıtma, tanıştırma

takdir                     : beğenip belirtme

takibat                   : arkasına düşme

takriben                : aşağı yukarı, yaklaşık olarak

takrir                      : yerleştir(il)me. sağlamlaştır(ıl)ma. anlatış, önerge. yazılı bildiri(m). siyasi nota. tapu işlemi. resmi kurumlardan bab

taksim                    : parçalara bölme, bölüştürme

takyit                      : bağlı kılma, kısıtlama, kayıtlama

talebe                    : öğrenci

talep                      : istek

tâlî                          : sonradan gelen, bir şeyin arkası sıra giden. ikinci derecede olan, ikincil

talîk                        : güleryüzlü (adam). düzgün söz söyleyen

ta’lîk                       : asma, asılma. bir şeye bağlı gösterme. geciktirme, asıntıda bırakma. belli bir zamana bırakma

talim                       : öğretim. yetiştirme. alıştırma. uygulamalı askerlik eğitimi

talimat                   : yönerge, direktif

taltif                       : iyilik ederek gönül alma. nişan vb. şeylerle ödüllendirme

tamim                    : genelge, sirküler

tâmîr                      : onarım

tâmîrât                   : tamirler, düzeltmeler, onarmalar. [bu kitapta, bu anlamları da içererek, tazminat, savaş tazminatı anlamında da kullanılmaktadır.

tâmme                   : büyük alt üst oluş, büyük felaket. keskin çığlık

tanzim                    : sıraya koyma, düzenleme

tarafeyn                 : iki taraf. yanlar

tarassut                  : gözleme, gözetleme, dikkatle bakma

tarife                      : fiyat gösteren çizelge

târîk                        : karanlık

târik                        : terkeden, bırakan, vazgeçen

tariz                        : kapalı, dolaylı biçimde söz söyleme

tarsîn                      : sağlamlaştırma

tasallut                   : rahatsız edecek tarzda peşini bırakmama (musallat olma). sarkıntılık

tasarruf                  : bir şeyi istediği gibi kullanma yetkisi. dikkatli kullanım ve tüketim. artırım, biriktirme

tasavvur                 : göz önüne getirme, hayal etme, zihinde bir biçim kazandırma

tasdî                       : baş ağırtma, ağrıtılma. can sıkma, rahatsız etme

tasdik                     : doğrulama, gerçeklendirme. onay

tasfiye                    : arıtma, ayıklama. kapatma. dışlama. yok etme

tashih                     : düzeltme, düzelti

tasmim                   : tasarlama

tasrih                     : açık söyleme, belirtiklik

tasrih/at                : açık, belirtik söyleme, konuşma(lar)

tasvîb/p                 : doğru bulma, uygun görme

tatbik                     : uygulama, pratik

tatbikat                  : uygulamalar. askeri manevra uygulama(ları)

tavassut                 : aracılık, ara bulma

tavazzuh                : açıklık kazanma, aydınlanma

ta’vik                      : oyalama, geciktirme, asıntı

tavsiye                   : öğüt, salık verme

tavzih                     : açıklama, aydınlatma

tayin                       : belirleme, kararlaştırma. atama

ta’yîn                      : ayırma, belli etme. bir memurluğa koyma, atama. tayın, asker ekmeği. erzak

tayyare                  : uçak

tazammun             : kapsama, içine alma

ta’zîm                     : saygı gösterme, ululama

ta’zimât                  : saygılar

tazmîn/ât               : zarar ödemeleri

tazyik                     : basınç, zorlama

te’dîb                     : terbiye verme, eğitme, edeplendirme

te’dibî/yye            : te’dib, terbiye, edeplendirme ile ilgili

te’diye                   : ödeme, ödenilme. borcunu verme

teahhur                 : gecikme, geriye bırakma

teâmül                   : iş. işin oluşu. ötedenberi oluşan, olagelen (yerleşikleşmiş) davranış

teâti                       : birbirine verme, alıp verme

teba’                      : tabi olma, uyma

tebaa                     : uyruk, bir devletin hükmü altındakiler

tebarüz                  : görünme, belirme. karşı karşıya gelme

tebdîl                     : değiştirme, değiştirilme, başka bir duruma getirme

tebean                   : tabi olarak, uyarak

tebeddül/at          : bir durumdan bir başka duruma geçme, değişme

teberrî                   : sevmeyip yüz çevirme. aklanma, arınma

teberru                  : bağışlama, bağış

tebligat                  : bildirim

tebliğ                     : bildiri

tebrik                     : kutlama

tecavüz                  : saldırı. başkasının hakkına el uzatma

tecdît                     : yenileme, yenilenme, tazeleme

tecelli                    : belirme, görünme, ortaya çıkma

tecerrüd/t            : soyunma, çıplak olma

tecrit                      : ayırma, ayrı bir tarafta tutma. “soyutlama”. yalıtım

tecrübe                 : deneme sınama. deneyim, görgü

tecziye                   : cezalandırma

ted’ibât                  : edeplendir (il)meler. terbiye etmeler, terbiyesini vermeler

tedâfüî                   : kendini koruma, savunma ile ilgili

tedarik                   : bulma, sağlama

tedavül                  : (para ve senet için) geçerli olma, sürümde bulunma, geçerlik. mal ya da paranın dolaşımı

tedbir                     : önlem

tedricî                    : derece derece, yavaş yavaş

tedris/at                : ders verme, öğretme. öğretim

teeddüb                : edeplenme, edebini takınma. utanma, çekinme

teehhür/at            : gecikme(ler), geriye bırakma(lar)

teessüf                  : acınma, yazıklanma, yerinme

teessür                  : üzülme, üzüntü

teessüs                  : kurulma, ortaya çıkma

teeyyüd/t              : güçlenme, güç bulma, sağlamlaşma. doğru çıkma, gerçekleşme

teferruat               : ayrıntı(lar)

tefevvük                : üstünlük, üstün gelme

tefrîk                      : ayırma, seçme, ayırdetme

tefrika                    : ayrılma, ayrılık. bozuşma. basındaki dizi yazılar

tefsir                      : açıklama. yorum(lama)

teftiş                      : denetleme, bakı

tehâcüm                : (birlikte) saldırma. üşüme, toplaşma

tehcîr                     : göç ettirme

tehdîdât                : göz korkutmalar, gözdağı vermeler

tehevvür               : öfkelenme, köpürme

tehî/y                     : boş. boşuna. yeteneksiz, bilgisiz. boşu boşuna

tehir                       : sonraya, geriye bırakma, geciktirme, ertele(n)me

tekabül                  : karşılık olma, karşılama. karşı olma

tekâlîf                    : teklifler, öneriler. vergiler

tekâmül                 : olgunluk, olgunlaşma

tekarîr                   : takrirler, önergeler

tekarub                 : iki şeyin birbirine yakın olma durumu

tekemmül             : olgunlaşma, yetkinleşme

tekerrür                : tekrarlanma, yinelenme

teklîf/ât                 : teklif(ler), önerme(ler), öneri(ler)

teksif                      : koyu veya sık yapma. saydamlığını giderme. yığma, toplama

tekzip/b                 : yalanlama

telaffuz                  : söyleyiş, söyleniş

telâfi                      : bir etki veya sonucu bir başka etki ile giderme

telâki                      : birbirine ulaşma, kavuşma, birleşme

telâkki                    : anlayış, görüş. benimseme, sayma

telâş                       : acele

telhis                      : özet, özetleme, kısaltma. resmi özet yazı

telîf                        : uzlaştırma. barıştırma. (kitap) yazma. yapıtı yapanın haklarının tümü

te’lîf–i beyn          : ara bulma, uzlaştırma

telkin                     : aşılama, zihne sokma. öğütleme

temas                     : değme, dokunma. ilişki kurma. değinme, sözünü etme. bağlantı

temâyül/ât            : eğilim(ler)

temâyüz                : sivrilme, üstün duruma gelme, seçkinleşme

temdid                   : uzatma, uzatılma. sürdürme. bir harfi uzun okuma çekme

temeddün             : uygar olma. uygarlaşma

temellük                : kendine mal etme

temenni                : dilek

temerküz              : merkez tutma. toplanma. birikme, yığılma, koyulaşma [merkezde birikim, yoğunlaşma]

temevvüc/ât         : dalgalanma(lar)

temin                     : korku giderme, inanç verme. sağlama, elde etme

teminat                  : garanti, güvence

tenevvür               : parlama, ışıldama, aydınlık olma

tenkid/t                 : eleştiri

tenvîr                     : aydınlatma. bilgi verme

tenzîl                      : indirme, azaltma, aşağı düşürme

terakkî                   : ilerleme, yükselme, gelişme

terâne                   : yinelene, yinelene usanç verici durum alan söz

terbiye                  : eğitim. görgü. alıştırma

tercih                     : bir şeyi bir başkasına göre üstün ya da önemli sayma, yeğleme

tercüme                : çeviri, çevirme

tereddüt               : kararsızlık, duraksama

teressüm               : resimleşme, resim gibi biçimlenme

tereşşuh                : sızma, sızıntı yapma. terleme

terfi                        : yükselme

terhîs                     : ruhsat, izin verme. askerliğin bittiğine ilişkin yapılan işlem

terkib/p                 : birleşim, birleştirme

tersim                    : resmetme, resmedilme

tertib/p                 : düzene koyma. hazırlama. hile, düzen, komplo

tertibat                  : düzen, düzenleme. karşılayıcı (önlemli) hazırlıklar

terviç                     : (bir düşünceyi) tutma, destekleme

tes’îd                      : kutlama

tesadüf                  : rastlantı(sal)

tesâdüm                : çarpışma, tokuşma

tesânüd                 : dayanışma

teshil/ât                 : kolaylaştırma(lar)

teshir                     : büyüleme, büyü. kendine bağlama, ele geçirme

tesir                       : etki

tesis                       : yapma, kurma. kurum, kuruluş

tesisat                    : kurumlar. bir işle ilgili yardımcı araçların döşenmesi ve döşenen araçların tümü

teskin                     : yatıştırma

teslih/ât                 : silahlandırma(lar)

tesliyet                  : teselli verme, verilme, avut(ul)ma

tesrî                       : hızlandır(ıl)ma, çabuklaştırma

tesviye                   : beraber yapma, düz etme, düzleme

tesviye                   : düz duruma getirme, düzleme. (düzenleme). ödeme, verme. bir yere gönderilen erlere verilen ve bilet yerine geçen kağıt

teşebbüs               : girişim

teşekkül                : varlık ve biçim kazanma. kurulma, kuruluş, örgütlenme teşekkülleri

teşevvüş                : karışma, karmakarışık olma, karışıklık

teşhis                     : tanıma, seçme. tanı

teşkil                      : oluşum, oluşturma

teşkilât                   : örgüt, kuruluş

teşmil                     : kapsamına alma, genişletme, yayma

teşrih                     : açma, yayma, inceden inceye didikleme. ölü gövdesini parçalara ayırma, otopsi. anatomi. iskelet

teşrik                     : bir işe başka birini ortak etme

teşrik–i mesai       : bir amaç uğruna kurulan çalışma ortaklığı, işbirliği

teşrin                     : yılın onuncu ve onbirinci aylarına verilen ortak ad

teşrinievvel          : ekim ayı

teşrinisani             : kasım ayı

teşvik                     : özendirme, destekleme

teşviş                     : karıştırma bulandırma

tetebbü                 : inceleme, araştırma

tetkik                     : araştırma, inceleme

tevâfuk                  : uyma, uygun gelme

tevahhuş               : yalnızlıktan çekinme, korkma. güvensizce bakma, (öz) güvensiz bakış

tevakkuf                : durma, duraklama, eğleşme

tevasul                   : kavuşma, ulaşma, birleşme

tevazuu                 : alçak gönüllülük

tevcih                    : belli bir yöne çevirme, yöneltme. (aşama, makam, mevki) verme

tevdi                      : verme/vermek, bırakma/bırakmak

teveccüh               : bir yana doğru yönelme, yüzünü çevirme, güleryüz gösterme, yakınlık duyma, hoşlanma

tevehhüm             : vehimlenme, kurma, kuruntuya düşme

tevekkül                : herşeyi tanrıya bırakma, yazgıya boyun eğme

tevellî                    : birine yanaşma. birini dost tutma

tevellu                   : sevme, aşk ve ilgiyi açığa çıkarma

tevellüd                 : doğma, doğum

teverrut                 : vartaya düşme, zor bir işe rastlama

teverrüd                : varid olma, gelme, erişme. gül gibi kızarma

tevessül                 : başlama, girişme

teveşşuh                : süslenme, takıp takıştırma

tevfîk                     : uydurma, uydurulma, uygunlaştırma

tevfikan                 : uyarak, uygun olarak (–e) göre

tevfikat                  : tanrı yardımına kavuşmalar

tevhid/t                 : bir kaç şeyi bir araya getirip birleştirme. birliğine inanma, bir sayma. tek tanrıcılık. tanrıyı övmek için yazılan manzume

tevkir                     : ululama, yüceltme

tevlîd                     : doğurma, doğrulma, doğurtma. meydana getirme. neden olma

tevlit                      : doğurtma, doğurma. neden olma, oluşturma

teyid                      : doğrulama, gerçekleme, bir bilgiyi doğrulayarak güçlendirme

tezahür                  : belirme, görünme, ortaya çıkma

tezyid/t                  : çoğaltma, artırma

tıfl–âne                  : çocukça, çocuk gibi

timsal                     : sembol, örnek, simge

toptan                    : toplu olarak, tümüyle, bütünüyle

torpido                  : torpil atmaya yarar küçük ve hızlı savaş gemisi

transfer                 : bir yerden başka bir yere aktarım

tûl                           : uzunluk

 

U

 

uhde                      : yükümlü olunan iş, görev. sorumluluk

uhûd                      : ahidler, andlar, an(t)laşmalar

umûm                    : genel olma. hep herkes

umûmî harp          : genel savaş [kitapta “cihan harbi” olarak da geçmekte ve birinci dünya savaşı anlamında kullanılmaktadır]

umûmî kâtip         : genel yazman/sekreter

umumî                   : genel, genele, herkese ilişkin

umumiyet             : genellik

umûr                      : işler, özellikler, maddeler, şeyler

usûl                        : yol, yöntem

 

Ü

 

ülkü                        : amaç edinilen, ulaşılmak istenilen şey, mefkûre, ideal

ültimatom             : hiçbir tartışma veya karşı koymaya yer bırakmaksızın bir devletten diğerine tanınan süre kapsamlı nota

üserâ                     : esirler, tutsaklar. kullar, köleler

üss                          : saldırı için donatılmış yer. esas, asıl, kök, temel

üss–ül–hareke     : askeri harekatın başlangıcına esas olan yer

 

V

 

va’d/vaad              : söz verme, üstlenme. önceden yapacağına ilişkin umut verme

va’de                      : bir şey için önceden belirlenen zaman. geciktirmek için belirlenen zaman. ecel. söz verme

vabeste                 : bağlı

vadi                        : mecra (akış, gidiş, oluş, yayılma vb. yolu)

vahded/t               : yalnızlık, teklik. tanrıya yakınlık, tanrıya ulaşma

vahim                     : ağır, korkulu, çok tehlikeli

vak’a                      : olay

vakf                        : duruş, durma, kımıldamama. ayırma, satılmama kaydıyla yapılan bağış

vakıa                      : olgu. bağ

vakıf                       : ayakta duran. bilgili, haberli. vakfeden

vaki                        : olan, olmuş

vakit                       : zaman

vareste                  : kurtulmuş, serbest, rahat. ilişiksiz

varid/t                   : gelen, ulaşan erişen. olabilecek olanın akla gelmesi

varidat                   : akla gelen, içe doğan düşünce. gelir, gelirler

vasati                     : orta, ortalama. ikisinin ortası, orta halde

vasıf                       : nitelik

vâsıl                        : ulaşan, ulaşma, varma

vasıta                     : araç

vasi                         : engelli birinin malını yöneten. ölenin vasiyetini yerine getirmekle yükümlü olan

vâsi                         : geniş, engin

vatanperver         : yurtsever

vaz’                         : konma, konulma, koyma (esas, eksen koyma). bırakma. tayin etme. kurma, bulma, yapma. duruş, davranış..

vazâîf                     : vazifeler, görevler

vazı’–ül–yed         : el koyan, eline alan

vâzıh                      : açık, ortada, belli, kapalı olmayan (söz, tümce)

vazî//a                   :alçak, bayağı, aşağı

vazife                     : görev

vazîh/a                   : çok açık, besbelli, ortada

vaziyet                   : konum. durum

vech                       : yüz, çehre. üst taraf, düz yüz. üslup, tarz, neden..

veche                    : yüz. yan taraf, semt

vechi                      : yüze ait, yüz ile ilgili

vechile                  : (aynı) nedenle, (bu yüzden)..

vefa                        : sevgide durma, sevgi bağlılığı

vehâmet                : (vahâmet) hazım güçlüğü. tehlikeli, korkulacak durum

vehm/vehim         : kuruntu, yersiz korku. kuşku, tereddüt

vekâlet                  : yerine bakma. bakan

vekil                       : yerine bakan. bakan

velev                      : ister, isterse, olsa da, kaldı ki, hatta

velinimet               : etkisi yaşadıkça sürecek bir iyilikte bulunan

vesâik                    : vesikalar, belgeler

vesâit                     : vasıtalar, araçlar

vesika                    : belge

vesile                     : neden, bahane

vesvese                 : kuşku, kuruntu, işkil

veyl                        : vay!, yazık, vah vah

vezâif                     : (vazâif) vazifeler, görevler)

vezir                       : mülkiye (kamu yönetimi) rütbelerinin en üstü

vicdan                    : kişisel ahlaki değerler üzerine dolaysız yargılama gücü

vikaye                    : koruma, esirgeme, gözetme

vilayet                    : il

viran                      : yıkık, harap

vuku/u                   : olma, meydana gelme

vukuat                   : olanlar, olup bitenler

vukuf                     : bir durumda duruş. artıp eksilmeme. haberli olma

vusta                      : orta

vusul                      : ulaşma, varma

vuzuh                     : açık olma durumu, açıklık, aydınlık

vücub                    : vacib ve gerekli olma. bırakılma olanağı bulunmaması

vücud/t                 : bulunma, var olma, varlık. cisim, gövde, beden

vürûd                     : toplar damarlar

 

Y

 

yad                         : yabancı yerler. yabancılar. anma/k

yed                         : el. güç, kudret. yardım. araç. mülk

yed–i tasarruf      : tasarrufunda olma, sahip olma

yegâne                  : biricik, tek

yek                         : bir, tek

yekdiğeri               : bir diğeri

yeknesak               : tek düzen, biteviye, değişmez

yekpare                 : bir tek parça

yektaraf                 : bir taraf

yekûn                    : toplam

yel                          : pehlivan, yiğit

yevm                      : gün. gündüz

yevm–i ihtiyacat  : gereklilik günü, (gereklilik zamanları)

yortu                      : Hıristiyan bayramı

 

Z

 

zaaf                        : düşkünlük, dayanamama

zabit                       : rütbesi teğmenden binbaşıya kadar olan asker. resmi kurumlardaki yazı işleri görevlisi. yönetme gücü olan, dediğini yaptıran

zabt ü rapt            : düzen, disiplin

zabt                        : sıkı tutma. yönetimi altına alma. silah gücüyle bir yeri alma. anlama, kavrama

zabt–nâme            : tutanak

zâde                       : “çok olsun ve artsın” anlamında iyi dilek sözü

zâde                       : evlat, oğul. insaniyetli, doğru adam. “doğmuş, meydana gelmiş” anlamlarıyla birleşik sözcükler oluşturur (perizade, vb.)

zahire                    : gereğinde kullanılmak için saklanan tahıl

zahiri                      : görünen, görünürdeki

zâif                         : zayıf, güçsüz. gevşek, tenbel

zâil                          : sona eren, sürekli olmayan. geçen, geçmiş olan

zalim/ane              : acımasız ve haksız davranan, kıyıcı. (acımasızca)

zan                         : sanma, sanı

zarf                         : kap, kılıf. kağıttan kese. metal kap. bir fiil, sıfat veya başka bir zarfın anlamını zaman, yer vb. bakımdan etkileyen belirteç

zarfında                 : (belirtilen) süre, zaman içinde veya o zaman boyunca

zaruret                  : zorunluluklar

zaruri                     : zorunlu

zât                          : kimse, kişi. kendi, öz

zat–ı âli                  : büyük kişi

zayiât                     : yitikler, kayıplar

zebân                     : dil, lisan

zebân–zed            : dil persengi. söylenen, söylenir olan. alışılmış, kullanışlı, yayılmış (söz)

zecr                        : önleme, yasaklama. zorlama, zorla yaptırma. sıkma. angarya çalıştırma

–zede                    : vurulmuş, çarpılmış, tutulmuş,uğramış, yakalanmış anlamlarına gelerek birleşikler oluşturur

zerre                      : çok küçük parçacık

zevahir                  : zâhir’in çoğulu. dış yüz, dış görünüm

zevâl                      : yerinden ayrılıp gitme. sona erme. güneşin başucunda olma zamanı

zevât                      : zat’ın çoğulu. kişiler

zıd                          : bir şeyin karşılığı, tersi. karşıt.

zıman                     : olmuş veya olacak bir zarara karşı verilen sağlamlık nesnesi

zımnen                  : açıktan olmayarak, dolayısıyla, kapalıca

zıyâ’                        : kayıp, yitim, kaybolma

zihin                       : bellek, hafıza. anlayış, kavrayış. bilinç, dimağ

zihniyet                 : düşünme yolu, düşünüş biçimi

zikr/zikir                : anma, söyleme, sözünü etme

zimâm                    : kendi tarafını koruma, gözetme

zimâm–dâr/ân      : yular tutan. bir işi elinde tutan, yöneten, yürüten(ler)

zîr ü zeber            : altüst

zîr                           : alt, aşağı (zîrde: altta, aşağıda)

ziraat                      : ekincilik, çiftçilik, tarım işleri

ziyâ’                        : ışık, aydınlık

ziyade                    : çok, daha çok

ziyan                      : zarar

zuhur                     : ortaya çıkma, belirme

zûlüm                     : kıyım, acımasızlık, haksızlık

zümre                    : bölük, takım, topluluk, sınıf, cins, grup. alt takım

 

 



[1] Bu Kavramı Cumhuriyet tarihi araştırmalarına sokan Prof. Dr. M. Akif Tural’dır. bkz, M. Akif Tural, Saltanatın Otopsisi Veya Millî Hâkimet Yolunda Çekilen Çileler, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, ilâveli 2.bs., Ankara 1999.

[2] Mondros Mütarekesi Osmanlı Devleti’ni fiilen ortadan kaldıran bir andlaşma idi. Bu konuda bkz. Fahir Armaoğlu, “Tarihî Perspektif İçinde Misak-ı Millî’nin Değerlendirilmesi” (Makaleler Seçkisi) Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası, Atatürk Araştırma Merkezi Başk. y., Ankara 2000, s.63-72; Adnan Sofuoğlu, “Anadolu Üzerindeki Yunan Hedefleri ve Mütareke Döneminde Fener Rum Patrikanesi’nin Faaliyetleri” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi., C. 10, sayı, 28; Ank.,1994;s.211-156.

[3] Avrupa Emperyalizminin Osmanlı Devletinin şahsında Türk sayılı halka, milliyetine, dinine ve tarihî işlevine öfkesinden dolayı imzalatılmaya kalkılmış bu metnin ne olduğunu anlamanın en sağlam yollarından birisi – belki de birincisi - Atatürk’ün Büyük Nutuk’ta bu iğrenç belgenin adı geçtikçe bir bilinç yıldırımı gibi gürleyen cümlelerinin okunmasıdır. Ayrıca bkz. Türk Dış Politikası, Yayına Hazırlayan Baskın Oran, C. I, İstanbul, 2001, s.113-138.

[4] Tevfik Bıyıkoğlu - Tevfik Ercan: Türk İstiklâl Harbi, Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, ATESE y., Ank., 1992.

[5] David Fromkin, Barışa Son Veren Barış, Modern Orta Doğu Nasıl Yaratıldı?, (Çev., Mehmet Harmancı) İst., 1994.

[6] Mudanya Mütarekesi konusunda Merhum İnönü’nün ve Büyük Nutuk’un temel kaynaklar olduğunu belirtelim. Bunun dışında Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi’nde 10’a yakın araştırma yayınlanmıştır. Ayrıca bkz.Baskın Oran, a.g.e., 213-214.

[7] M. Kemal (Atatürk), Büyük Nutuk, (Bugünkü Dille Yayına Hz. Prof. Dr. Zeynep Korkmaz) Atatürk Araştırma Merkezi y., Ankara 2002, s.532 - 534, 536.

[8] Bu kitaptaki ilk metin

[9] Bu konuda en güvenli çalışmalar Mehmet Tekin tarafından yapılmıştır. Ayrıca bkz. Prof Dr. Mehmet Akif Tural, “Savaş İstemeyen Bir Liderin Başarısı: Hatay”., Ortadoğu’da Osmanlı Dönemi Kültür İzleri Uluslar Arası Bilgi Şöleni Bildirileri (25-28 Ekim 2000), Atatürk Kültür Merkezi Başk. Y., Ankara 2001, s.55-72 (Açılış Bildirisi)

[10] Mim Kemal Öke., Musul Meselesi Kronolojisi (1918 - 1926), Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul – 1987; Dr. Zekeriya Türkmen, Musul Meselesi – Askerî Yönden Çözüm Arayışları (1922 – 1923), Atatürk Araştırma Merkezi Başk. Y., Ankara 2003.

* Bu listede İsmet İnönü’nün yayınlanan başlıca kitaplarına yer verilmiş, çok sayıda bulunan ve tek bir konuşmasının kitapçık/broşür haline getirilmiş basımlarına yer verilmemiştir. Bu liste, başlıca başvuru kaynağı olarak düşünülmüştür. Burada yer verilmeyen kitapçık ve broşürlerin çoğu, bu listedeki kitaplar tarafından içerilmektedir.

[11] Cihan, Ali Rıza; (Hazırlayan), İsmet İnönü'nün TBMM'deki Konuşmaları, Birinci Cilt (1920-1938); TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları No: 56, Ankara 1992, sf. 53-54

[12] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 55-60.

[13] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 61.

* Konferans 13 Kasım’da başlayacaktır, ancak başlama tarihi Türkiye delegasyonundan habersiz olarak  20 Kasım’a alınmıştır.  Söz konusu nota, bu gelişme üzerine taraflara iletilmiştir. Metnin Fransızcası, Bilal N. Şimşir’in Lozan Telgrafları’nda bulunmaktadır. Bkz. Cilt I, sf. 103

[14] Karacan, Ali Naci., Lozan Konferansı ve İsmet Paşa; Bilgi Yayınevi, Üçüncü Basım Temmuz 1993 (Birinci Basım 1943, İkinci Basım 1971) sf. 55-56.

 

[15] Karacan, Ali Naci., age., sf. 59-60.

[16] Şimşir, Bilal N., Lozan Telgrafları, Cilt I (Şubat – Ağustos 1923); Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu – Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1990, sf. 105.

* İsmet Paşa, basına verdiği demeçleri ve Türkiye delegasyonundaki delegeleri tek tek yabancı basın organlarını izlemekle görevlendirmesini kastetmektedir.

[17] Bilal, N. Şimşir., age, sf. 114-115.; Meray, Seha L, ( Çeviren) Lozan Konferansı; Tutanaklar – Belgeler, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, No: 291, Takım: I, Cilt: 1, Kitap: 1, 1970, sf. 3-4.

[18] Şimşir, Bilal N., age., sf. 110-112.

[19] Şimşir, Bilal N., age., sf. 116-117.

[20] Şimşir, Bilal N., age., sf. 118-119.

[21] Şimşir, Bilal N., age., sf. 201.

[22] Şimşir, Bilal N., age, sf. 201-202.

[23] Karacan, Ali Naci., age., sf. 139-140.    [12.12.] 1923.

[24] Şimşir, Bilal N., age., sf. 250.

[25] Şimşir, Bilal N., age., sf. 262-263

* Lozan’da ikinci Türk delegesi Hasan SAKA.

** Ferit TEK, o tarihte Paris Mümessili idi. Paris’ten Lozan’a çağrıldı.

*** İttihat ve Terakki İktidarının Maliye Bakanı.

[26] Şimşir, Bilal N., age., sf. 266.

[27] Şimşir, Bilal N., age., sf. 366.

[28] Şimşir, Bilal N., age., sf. 414.

* Gazi Mustafa Kemal annesi Zübeyde Hanımı kaybetmiştir.

 

[29] Şimşir, Bilal N., age, sf. 428-429.

[30] Şimşir, Bilal N., age., sf. 436.

[31] Şimşir, Bilal N., age., sf. 446.

[32] Şimşir, Bilal N., age., sf 447-448.

[33] Şimşir, Bilal N., age., sf. 463.

[34] Karacan, Ali Naci., age., sf. 182-183., [Ocak ayı sonu – Şubat ayı başı] 1923

[35] Şimşir, Bilal N., age., sf. 493 – 494., 4 Şubat 1929.

* Şifre çözümünde “bir kelime açılamamıştır” kastediliyor.

[36] Şimşir, Bilal N., age., sf. 502., 5 Şubat 1929.

[37] Karacan, Ali Naci., age., sf. 202.

[38] Şimşir, Bilal N., age., sf. 513.

* [Bu dipnot, Lozan Telgrafları kitabını hazırlayan Bilal N. Şimşir tarafından eklenmiştir:] “Gerçekten Türk makamlarının İzmir limanını yabancı savaş gemilerine kapatmaları üzerine, 7 – 10 Şubat 1923 günleri pek gergindir. Başta İngilizler olmak üzere Müttefikler, barışa kadar savaş gemilerinin hareketlerini sınırlamayacaklarını iddia etmişler, bir yandan Türk hükümetine nota verirken, öte yandan da inadına İzmir’e savaş gemileri göndermişlerdi. Silahlı bir çatışmaya ramak kalmış gibiydi. İngilizler, İstanbul’da gerileyince arkasından İstanbul’u boşaltmaya zorlanabileceklerini düşünüyor ve İzmir limanına kadar bir çeşit kuvvet gösterisine kalkışıyorlardı. İsmet Paşa, haklı olarak, gereksiz bir silahlı çatışma olayının Lozan’da harcanan emekleri ve sağlanan sonuçları silip götürebileceğinden endişe duyuyordu.” age, sf. 513

[39] Şimşir, Bilal N., age., sf. 521.

*[Bu dipnot, Lozan Telgrafları kitabını hazırlayan Bilal N. Şimşir tarafından eklenmiştir:] İsmet Paşa, Eskişehir’de Atatürk’le buluşup görüşmesini şöyle anlatıyor:

“Lozan dönüşünde İstanbul’da pek az kaldıktan sonra Ankara’ya hareket ettim. Eskişehir’de, İzmir’den gelmekte olan Atatürk ile buluştuk. Fevzi Paşa da beraberdi. Atatürk İktisat Kongresinden geliyordu. Her ikisiyle ayrı ayrı ve beraber konuştum. Sulh yapmak ihtimali üzerinde kanaatimi öğrenmek istiyorlardı. Bir sulh ihtimali var mı, yok mu? Üzerinde durulan husus bu. Benim kendilerine naklettiğim, sulh ihtimali vardır...

“Bu esas üzerinde bir kanaate, bir mutabakata vardıktan sonra, Meclis içi ve Meclis dışı münasebetleri ona göre idare etmek için bir istikamet tayini arzusu bizim Eskişehir’de buluşmamızın hedefini teşkil etmiştir. Hakikaten Mustafa Kemal Paşa ve Fevzi Paşa ile Eskişehir’de buluşup görüşmemiz çok faydalı oldu. Zannediyorum ki, onlar da konferansın neticesi ve akıbeti hakkında kendilerine rahatlık verecek bir kanıya vardılar. Bundan sonra aramızda herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızın Meclis’e gitmeye karar verdik...

“Eskişehir’de tren içinde yaptığımız görüşmede sulh olacaktır kanaatine vararak, görüş birliği halinde Ankara’ya hareket ettik. Ankara’ya geldikten sonra aramızda bir ihtilat olmaksızın Meclis müzâkereleri yapıldı...

“Meclis müzakereleri tabiatiyle benimle çok çekişmeli geçtiği kadar, Atatürk müzakerelere karıştıkça bütün hücumlar ona karşı yapılıyor ve onun üstünde toplanıyordu. Lozan’dan dönerken, bizim Atatürk ile Eskişehir’de buluşmamız zihinlerde bazı tereddütler yaratmış, Meclis’ten evvel görülmüş, bir takım kararlara varılmış olduğu zannıyla benim aleyhimde ve Atatürk aleyhinde nihayete kadar her türlü tenkitler, kötülemeler yapılmış, mücadele edilmiştir.” (Hatıralar, II, s. 95, 97 ve 98)

 

[40] Karacan, Ali Naci., age., sf. 204-207.

[41] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 62-81.

* Kitapta geçen “tamirat”, “ta’mirat” deyişleri esasen “tazminat”, “savaş zararlarının tazminatı”nı içermektedir. Lozan Konferansı ile ilgili hemen bütün Türkçe metinlerde bu konu “tamirat” şeklinde geçmektedir.

[42] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 82-85.

[43] Cihan Ali Rıza., age., sf. 86.

[44] Cihan, Ali Rıza.,age., sf. 87-97.

[45] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 98-111.

[46] Şimşir, Bilal N., Lozan Telgrafları, Cilt II; Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1994., sf. 150-151.

[47] Şimşir, Bilal N., age, Cilt II, sf. 163-171.; Meray, Seha L., (Çeviren), Lozan Konferansı, Tutanaklar-Belgeler., Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, No: 291, Takım: I, Cilt: 4, 1970

* Fransızca metinde “ilots inhabites de Merkeb” (Meray, Seha L.)

[48] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 112-113.

* Bu konuşma, 20 Ocak 1921 tarihli seçimlerin yenilenmesiyle ilgili yasanın bir maddesinin görüşülmesi dolayısıyla yapılmıştır.

[49] Şimşir, Bilal N., age, Cilt II, sf. 188-189.

*Bu noktalama ve biraz aşağıdaki soru işareti aktarım yapılan kaynakta bulunmaktadır.

[50] Şimşir, Bilal N., age., sf. 194-195.

[51] Şimşir, Bilal N., age., Cilt II, sf. 229.

[52] Şimşir, Bilal N., age., Cilt II, sf. 349.

[53] Şimşir, Bilal N., age., Cilt II, sf. 355.

[54] Karacan, Ali Naci., age., sf. 314-315.

[55] Şimşir, Bilal N., age., Cilt II, sf. 366-367.

[56] Şimşir, Bilal N., Atatürk ile Yazışmalar I / 1920 – 1923; Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara – 1981, sf. 481-482.

* Bu telgraf metni, şu ana kadar aktarım yapılan Lozan Telgrafları kitabında da bulunmakta ancak “Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine marûzdur.” veya “Zâta mahsûstur” giriş notu olmaksızın yer almaktadır. Buradaki şekli ile bu telgraf, Bilal N. Şimşir’in bir başka çalışmasından aktarılmıştır.

 

[57] Şimşir, Bilal N., Lozan Telgrafları, Cilt II, sf. 386.

[58] Karacan, Ali Naci., age., sf. 374-376.

[59] Şimşir, Bilal N., age., Cilt II, sf. 504.

[60] Karacan, Ali Naci., age., sf. 386-387.

[61] Şimşir, Bilal N., age., Cilt II, sf. 528-529.

[62] Selek, Sabahattin., (Yayıma Hazırlayan), İsmet İnönü, Hatıralar, 2. Kitap;  Bilgi Yayınevi, Birinci Basım: Kasım 1987, sf. 145

[63] Şimşir, Bilal N., age., Cilt II, sf. 582-584.

[64] Şimşir, Bilal N.,age., Cilt II, sf. 586.

[65] Şimşir, Bilal N., age., Cilt II, sf. 601.

[66] Şimşir, Bilal N., age., Cilt II, sf. 602.

[67] Şimşir, Bilal N.,age., Cilt II, sf. 606.

[68] Şimşir, Bilal N., age., Cilt II, sf. 609.

[69] Şimşir, Bilal N., age., Cilt II, sf. 630-631.

[70] Özel, Mehmet, (Hazırlayan)., 70. Yıldönümünde Lozan, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 1993, sf. 75-77. (Tarih vesikaları, S. 7, 6/1942, sf. 3-7)

[71] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 114-142.

[72] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 148.

* Bu konuşma, “Batı Trakya ve Makedonya’da müslüman halka karşı yapılan kötü davranışlara ilişkin hükümetten açıklama” istemi üzerine, Türkiye ile Yunanistan arasındaki “mübadele” eksenli olarak yapılmıştır.

[73] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 158-160, 162-163.

[74] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 175-178.

* Bu konuşma, 1924 yılı bütçe yasa tasarısı dolayısıyla yapılmıştır.

[75] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 181-187, 200-201, 204-205, 207-208.

[76] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 226-228.

[77] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 235-236.

[78] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 303.

[79] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 323, 326-327.

[80] İnönü, İsmet., İsmet Paşa’nın Siyasi ve İçtimai Nutukları 1920–1933; Ankara Başvekâlet Matbaası, 1933, sf. 301-303.

[81] Ayın Tarihi, Matbuat Umum Müdürlüğü, Sayı: 4, 1-31 Mart 1934, sf. 30-36

[82] Agd., Sayı: 3, 1-31 İlkkanun (Aralık) 1936, sf. 22-29.

[83] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 409-413.

[84] İnönü Vakfı Arşivi, Demirbaş No: 02530.

[85] Erdemir, Sabahat. (Derleyen)., Muhalefetde İsmet İnönü–Konuşmaları, Demeçleri, Mesajları, Sohbetleri ve Yazılarıyla, M. Sıralar Matbaası, İstanbul 1956, sf. 121-125.

[86] Erdemir, Sabahat., age., sf. 195.

[87] Erdemir, Sabahat., age., sf. 419-421.

[88] Erdemir, Sabahat. (Derleyen)., Muhalefetde İsmet İnönü–Konuşmaları, Demeçleri, Mesajları, Sohbetleri ve Yazılarıyla 1956–1959., M. Sıralar Matbaası, İstanbul 1959, sf. 89-91.

[89] Erdemir, Sabahat., age., (1956 – 1959), sf. 398-399.

[90] Erdemir, Sabahat., age., (1956 – 1959), sf. 400-401.

[91] Toktamış, Sabahat. (Derleyen)., İhtilalden Sonra İsmet İnönü 27 Mayıs 1960–10 Kasım 1961/Konuşmaları, Demeçleri, Mesajları, Sohbetleri ve Yazılarıyla, M. Sıralar Matbaası, Ekim 1962, sf. 18-19.

[92] Toktamış, Sabahat., age., sf. 18.

[93] Ulus Gazetesi., 25 Temmuz 1964.

[94] Agg., 25 Temmuz 1965.

[95] Agg., 25 Temmuz 1967.

[96] Agg., 25 Temmuz 1969.

[97] Meray, Seha L, (Çeviren)., Lozan Konferansı; Tutanaklar – Belgeler, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, No: 291, Takım: I, Cilt: 1, Kitap: 1, 1970, sf. V-IX.

* Önsöz, İsmet İnönü’nün Defterler’indeki notlarına göre 30 Eylül 1969 tarihinde yazılmış, kitap ise 1970’te Lozan Barış Antlaşması’nın 47. yıldönümünde yayınlanmıştır.

[98] Karacan, Ali Naci., age., sf. 7.

[99] Kal, Nazmi. (Hazırlayan)., İsmet İnönü; Televizyona Anlattıklarım; Bilgi Yayınevi, Birinci Basım Aralık 1993, sf. 57-69.

[100] Ulus Gazetesi, 25 Temmuz 1971.

[101] İnönü Vakfı Arşivi., Tam Metin., Demirbaş No: 02448 ... 02.07.1972 [?-1973]; Kal, Nazmi., age., sf. 71-74.

* Bir ve ikinci soru ile yanıtları yayınlanmamış, İnönü Vakfı Arşivindeki tam metin buraya aktarılmıştır.

[102] “İsmet İnönü; İstiklal Savaşı ve Lozan”; Belleten, Türk Tarih Kurumu Yayını, Cilt: XXXVIII, Ocak 1974, Sayı: 149, İsmet İnönü; İstiklal Savaşı ve Lozan; Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu – Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 1993).

* Bu Konferans Cumhuriyetin 50. yıldönümü dolayısıyle Türk Tarih Kuru­munca düzenlenen seminerin ilk konferansı olarak 23 Ekim 1973 Salı günü Türk Tarih Kurumu’nda verilmiştir.

Bu metindeki iki ayrı sayfa altı notu ile bütün parantezler metnin özgün halinde bulunmaktadır. Köşeli parantezler de, konferans metni Türk Tarih Kurumu’nca yayına hazırlanırken eklenmiştir.

* Bunu söyleyen Franklin Bouillon'dur (y.k)