ATATÜRK KÜLTÜR,
DİL VE TARİH YÜKSEK KURUMU
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ
İSMET İNÖNÜ
Lozan Barış Konferansı
Konuşma, Demeç, Makale,
Mesaj, Anı ve Söyleşileri
Hazırlayan
İlhan Turan
KİTAP SATIŞI:
ATATÜRK
ARAŞTIRMA MERKEZİ
Gazi Mustafa
Kemal Bulvarı No: 133
06570 Maltepe /
ANKARA
TEL
: 009 (0.312) 232 55 06 – 009 (0.312) 232 44 17 / 3
FAX
: 009 (0.312) 232 55 66
E-mail
: info@atam.gov.tr
ISBN
: 975-16-1660-3
İLESAM
: 03.06.Y.0150.200
BASKI
: BOYUT Tanıtım Matbaacılık
TEL
: 009 (0.312) 384 73 51 - 52
ANKARA – 2003
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN
TAPU TESCİL ANDLAŞMASI: LOZAN
Prof. Dr. Sadık TURAL
Atatürk Kültür, Dil ve
Tarih
Yüksek Kurumu Başkanı
I
Antlaşma iki veya daha çok devlet arasında barışın korunmasını
sağlamak üzere karşılıklı güven temelinde çıkarların belirlendiği uzlaşmalar,
sözleşmelerdir. Antlaşmalar sıcak çatışmaların, askerî ve siyasî gerginliklerin
giderilmesi için yapılan türden olabilir. Antlaşmalar, siyasî ve askerî
işbirliği türünden de olabilir. Antlaşmaların bir başka türü ise, inkâr
edilmiş, yok sayılmış hakların kabullenilmesi, yeni bir anlayışla tarafların
birbirine koyduğu sınırları yeniden belirlemesi gibi daha büyük ve geniş amaçları
içinde taşıyabilir.
Ant kelimesi, karşılıklı olarak verilen söz, cayılmayacak
uzlaşma, benimsenen anlaşma anlamlarını taşıyor. Antlaşma kavramı ile devletler
arası ilişkilerin düzenlenmesini esas alan siyasî, askerî ve ekonomik
yapılanmayı sağlayıcı bir tür özel hukuk oluşturan metinleri anlıyoruz.
Zorbalığın önlenmesi güç gösterisi ve kullanımının durdurulması tarafların
haklarının kabul edilmesi işlevini taşıyan bu türden metinlerin iki boyutu var:
Olmuş, tamamlanmış veya bitmesi istenen yahut muhtemel
bir savaşın durdurulmasını hazırlayan metinler olmak değerini taşıması;
ikincisi, zorbalığın askerî güç kullanımının ve çeşitli türdeki sömürgeciliğin
durdurulması için öncelikle güçsüz ve çaresiz iken hakkını isteme konusunda bir
mücadeleyi kazanmış olanların ısrarlı tutumları sonunda kazanımların
kabullenilmesi. Zorbalık ve sömürgecilik anlayışıyla bir ülkenin, devletin veya
devlet topluluğunun rahatsız edilmesi antlaşmalarla hazırlanacağı gibi,
antlaşmalarla önlenebilir, antlaşmalarla durdurulabilir.
İnsanlığın utanılacak, yüzyıl sonra baktığında çirkin
bulunacak saldırılarla birbirini kırması, devletlere, tabiata, mal ve
hizmetlere en önemlisi de, cana zarar vermesini önleyici hukuk metinleri olan
antlaşmaların, çoğaltılması, ve geçerliliği ölçüsünde dünya barışı korunabilir.
“Bütün antlaşmalar bozulmak içindir, o gün bu antlaşmayı imzalayacak
konumdaydık, şimdi reddedecek, yok sayacak durumdayız.” diyen emperyalist
tavırlı, zorba davranışlı devletlerin dünya barışını ihlal ettiği çok
görülmüştür. Bunu önlemenin tek yolu Birleşmiş Milletlerin birkaç ülkenin
ağırlığıyla biçimlenen kararlar almasının durdurularak, insanlık federasyonu
işleviyle çalışmasını sağlamalıdır.
II
Emperyalist tavırlı,
siyasî ve askerî öfke dolu, zorba davranışlı Devletler 1800 yılından sonra, hem
diplomatik zeminlerde, hem de savaş alanlarında Anadolu Türklüğünü yok etmeye
çalıştılar.
Anadolu Türklüğü,
Selçuklu’dan Osmanlıya oradan Türkiye Cumhuriyetine bağlanan Devletlerin başat
(dominant) nüfusu ile yönetimi bakımından Türk olan bir tarihî topluluğun
adıdır. Anadolu Türklüğü içinde Selçuklulardan, Osmanlılardan önce Tatar, Kun,
Pomak, Kuman, Uz, Edige, Abar, Alpan, Çeçen, Kumuk, Gorlu (Goralı) Torbeş, Peçenek v.b. adlarla Doğu Avrupa’ya,
Ukrayna’ya ve Balkanlara yerleşen Türk topluluklarının da bulunduğunu önemle ve
özellikle vurgulayalım.
Bu toprakları
vatanlaştıran Türkleri kovmak niyetiyle adı “Haçlı Seferleri” konularak
emperyalist arzunun ilan edildiği siyasî ve askerî hareketler 800 yıl
önceye dayanır. Bir insan topluluğunu ezmek, sindirmek, yok etmek için 880 sene
uğraşıldığını bir düşünelim: Başka halklar olsa, örtülü veya açık fakat,
ısrarlı bu yok etme hareketleriyle kaybolup giderdi. Anadolu Türklüğü konusunda
düşmanca sert tavır 1800’lü yıllarda başladı: Sindirmek, baş eğdirmek,
eğer bunlar mümkün olmazsa, yok etmek yönündeki düşünceler, Avrupalı Devletleri
de, Çarlık Rusya’sını da, siyasî ve askerî plânlarında değişiklikler yapmaya
zorluyordu. Zaman zaman Türklere karşı ittifak andlaşmaları yaparak diplomatik
ve askerî alanlardaki vur kaçların, yıllarca süren savaşların merkezi Anadolu
coğrafyasıdır.
Birinci Dünya Savaşı
denilmesine rağmen, bütün kanlı çarpışmaların Anadolu merkezli Osmanlı Devleti
sınırları içinde olduğu da, düşünülmesi gereken sorunlardan biridir.
20. yüzyılın ilk
çeyreğinde kurumlaşmış devlet emperyalizminin dört ayağından üçü, İngiltere,
Fransa ve Rusya Anadolu Türklüğünü parçalamaya, bağımsızlığını elinden almaya
ve uydu devletçiliklerle yapay bir siyasî coğrafya oluşturmaya kararlı
görünüyorlardı. Emperyalizmin dördüncü ayağı Almanya İmparatorluğu ise, Osmanlı
Devletinin yanında yer almıştı.
1911’den sonra
emperyalizmin üç temsilcisi, strateji birliğiyle, İtalyan, Yunan, Bulgar, Romen
ve Ermenileri de, Müslüman Arapları da, Türk siyasetçisinin ve askerlerinin
karşısına koyma başarısı gösterdiler. Maşa kullanarak ellerinin yanmamasını
sağlayanlar, bizim “kirletilmiş bilgi,” “çarpıtılmış yorum” dediğimiz propagandayı
da iyi kullandılar. Propaganda, en iyimser anlamıyla, benimsetmek, ikna etmek,
kötü anlamıyla aldatmak değil midir?
Emperyalizmin üçüncü
ayağı olan Rusya Komünist Ekim ihtilâli dolayısıyla Sovyetleşme sorunları ile
uğraşmak ve bizi dört- beş yıl rahat bırakmak üzere Aralık 1917’de ülkemizden
askerlerini çekti. Aldatılmış Ermeniler ise, mahçup ve mahkum duruma
düşürüldüler. Ermenileri yalnızca Ruslar değil, Emperyalizmin diğer iki
ayağının da, hattâ Almanların da aldatıp kullandıkları açılan arşivlerle ortaya
çıkmaya devam ediyor.
1914-1918 yılları
arasında altı cephede savaşan Osmanlı Devleti, Çanakkale savunması ile Kafkas
cephesindeki zafer dışında, askerî başarı kazanmamış sayılıyor. Çanakkale
savunmasının ise, emperyalizmi nasıl şaşırttığını, Türk Ordusunun silah ve
beslenme yetersizliğine rağmen üstün moral gücünü, Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale
şiirinde bulabiliriz.
4 Kasım 19l8’de siyasî
iradenin hükümet kanadını da askerî kısmını da temsil eden İttihad ve Terakki
Fırkası liderleri İstanbul’dan ayrıldılar. Emperyalizmin askerleri ve gemileri
İstanbul’a yerleştiler. Sindirdikleri sarayı ve mebuslar meclisini de, irade
göstermeye mecali olmayan hükümetleri de gönüllerince yönetmeyi denediler.
Yaygın ve etkili bir
askerî hareket sonunda öldürücü darbeyi vurma niyetiyle, İngiliz ve Fransız
askerleri 16 Mart 1920’de İstanbul’u resmen işgal ettiler. 18 Mart’ta son
Mebuslar Meclisini dağıttılar. Bu işgal Osmanlı Devleti’nin otopsisine
başlangıçtır.[1]
Müttefik emperyalist
cephe, öldürücü darbe anlamına gelen ikisi andlaşma, biri askerî hareket olmak
üzere üç ağır saldırıyla Osmanlı Devletine boyun eğdirdiler:
1.
Mondros Mütarekesi (Andlaşması);[2]
2.
İtalyan, Fransız, İngiliz ve Yunanlıların ülkenin dört
bir yanına ordularıyla çıkartma yaparak siyasî ve askerî sömürgeleşmenin
başlatılması (bağımsızlığın yok edilmesi, bütünlüğün ve iradenin kırılması);
3.
Bir ölü üzerindeki otopsi çalışması anlamına gelen Sevr
Andlaşması[3]…
Bu iki andlaşmanın,
emperyalist tavır ve zorba davranış belgesi olmak üzere insanlık tarihinin
utanç belgelerinden olduğuna inananlardanız.
Bu öldürücü ilk iki
darbe ile otopsî niyetli Sevr Anlaşmasını Mustafa Kemal Atatürk’ün
önderliğinde Millî Mücadele ile İstiklâl Harbine dönüştürdük. Ulusal direniş ve
Bağımsızlık savaşı, sonunda, bütün dünya, başsız ve devletsiz kalan Anadolu
Türklüğünün millî önderiyle önce emperyalizmin askerini mahcup ve mahkûm
edişinin, sonra da yeni bir devlet kuruşunun tanığı oldu.
Anadolu’ya 1040
yılından itibaren dalgalar halinde göçüp gelmiş olanlar ile, Doğu Avrupa’yla
Balkanlara ve Doğu Karadeniz’e 2000 yıl önce yerleşmiş olanların aynı kökten,
Türk Ata’dan geldiğini, Hıristiyanlığı veya Museviliği seçenlerin büyük bir
kısmının İslamiyet’le tekrar bütünleştiğini gerçek bilginler bilirler.
Avrupa emperyalist
devletlerinin “Şark Meselesi - Doğu Sorunu” olarak
adlandırdığının, arkasında ise, “Müslüman Türklüğü, önce Doğu Avrupa’dan, sonra
da Anadolu’dan kovma, gitmezlerse yok etme düşüncesi”ne dayanan önemli
bir plânları vardı…
Bu plâna ait
andlaşmalara yansıyan zorba davranış, emperyalist tavır konusunda T.
Bıyıklıoğlu - T. Ercan’ın eseri[4]
ile Fromkin’in[5]
eserine bakılabilir. Emperyalistler “benlik; kimlik; bağımsızlık”
kavramlarından vazgeçmediğimiz sürece, Türklere varlık alanı tanımamaya kararlı
idiler.
Bu andlaşmalardan
Osmanlı Devletine imzalattırılan Mondros Silah Bırakışması ve Sevr’de
imzalanan metinlerin yeterince öğrenilip yorumlanması, emperyalizmin asıl
yüzünü doğru tanımaya yardımcı olacaktır.
Millî benliğimizi,
millî kimliğimizi, millî bağımsızlığımızı ve millî varlığımızı inkâr eden bu
sözüm ona baş eğdirici, sindirici andlaşmalara karşı Gazi Mustafa Kemal
Paşa’nın başlattığı millî direniş, millî derleniş ve millî mücadele
hareketiyle, ilk cevabı verdik.
Bu millî direniş ve
mücadelenin karşısında emperyalistler, önce Mudanya Mütarekesi (Silah
Bırakışması)’nı, sonra da Lozan Andlaşması’nı imzaladılar.
Bu belgeler, vatan
tapusunun tescili, millî varlığın kabul ettirilmesi, millî bağımsızlığın
tartışılmaz bir gerçeklik olduğunun içte ve dışta ilânıdır.
III
Tarihin ruhunu,
ataların ruhunu,toprağın ruhunu kendi ruhlarında duyan, bu duyarlılığın
yüklediği sorumluluğa sahip çıkan Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa ve arkadaşları 9
Eylül 1922’de İzmir’de tamamlanan büyük zaferi kazanmışlardı. Bu zaferin
emperyalist devletlere kabullendirilmesi anlamını taşıyacak bir metin halinde,
11 Ekim 1922’de Mudanya’da imzalanan Andlaşma ile işgalciler barışı yıkan
askerî yanlışlarını kabul etmiş oluyorlardı.[6]
Asıl mesele ise, bağımsız
bir devletin doğuşunu kabul etmek anlamına gelecek olan, milliyetimize ve
dinimize karşı öfke ve kinlerini bastırma tartışmalarının yapılıp, barış andlaşmasının
imzalanması idi.
Yeni Türk Devletinin
şafağı 26 Ağustos 1922,
aydınlık sabahı 11 Ekim 1922 (Mudanya) idi; Vatanın Türklere tapu tescil
işlemlerinin başlaması ise, kuşluk vakti saydığımız 21 Kasım 1922 tarihini
taşıyor.
Mudanya Mütarekesi
metnindeki hükümler, barışın en kısa zamanda sağlanmasını benimsiyordu, çok
taraflı imza edilmiş siyasî sınırları ve ekonomik hakları belirleyen bir Barış
Andlaşması imzalanmalıydı. Lozan Konferansı bu amaçla toplandı. İtilaf
Devletleri denilen, emperyalist tavırlı, siyasî öfkeli, askerî kinli
ülkeler, Osmanlı Devleti (?) ni var sayarak, irâdesiz İstanbul hükûmetini de
masaya oturtmak istediler. Sadrazam Tevfik Paşa’nın telgrafı üzerine
Atatürk’ümüzün verdiği cevap ve bu türden oyunları yorumlayışı[7] TBMM’sindeki görüşmeler ve İsmet Paşanın
konuşması çok dikkate değerdir.[8]
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti,
Ankara’daki yeni devlet dışında davet
yapılması hâlinde barış
konferansına katılmayacaklarını açıkça ifade etti. O tarihte yeni oluşan
İngiltere hükûmetinin Dışişleri bakanı, Lord Curzon’un barışta ısrarlı
tutumuyla, diğer devletlerin de, yorgun, bezgin ve mahçupluğu birleşince,
Ankara hükûmeti, tek temsilci olarak kabullenildi.
Ankara hükûmeti
İsviçre’nin Lozan (Lausanne) şehrindeki konferansa gidecek olan heyeti seçti.
Gazi Mustafa Kemal
(Atatürk) Paşa heyetin oluşumuna bizzat müdahil olmuştur.
İsmet Paşa’nın, 3 Ekim
1922’de başlayan çetin tartışmalar sonunda 12 Ekim 1922 günü imzalanma
başarısını kazandığı Mudanya Mütarekesi hatırlansın. Yeni Devlet’in
Başkumandanlık makamı adına Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa tek yetkili
temsilci olarak Mudanya’da bulunmuştu. İsmet Paşa, İngiltere, Fransa, İtalya
gibi emperyalist üç devletin işgal orduları komutanlarıyla- tabiî bu alanda
mağlubiyeti tescilli Yunan Ordusu temsilcileriyle- çok sert tartışmalardan
sonra isteklerimizi kabul ettirme başarısını göstermişti. İsmet Paşa’nın
Lozan’da da, Baş Delege (Heyet Başkanı, Müzakereye ve imzaya yetkili kişi)
olması, Mustafa Kemal Paşanın isteği üzerine hükûmet kararnamesi haline
getirildi.
Dr. Rıza Nur ile Hasan
(SAKA) Bey’in, başkan yardımcılığı görevini üstlendiği hey’etteki diğer üyeler
şunlar idi:
Müşavirler
(Danışmanlar): Münir Ertegün, A.
Muhtar Çilli, Veli Saltık, Zülfü Tigrel, Zekai Apaydın, Şefik Başman,
Seniyettin Başak, Şevket Doğruker, Tevfik Bıyıklıoğlu, Tahir Taner, Nusret
Metya, Hikmet Bayur, Zühtü İnhan, Fuat Ağralı, Mustafa Şeref Özkan, Şükrü Kaya,
Hamit Hasancan, Cavit Bey, Hayım Naum, Baha Bey.
Basın Danışmanları: Ruşen Eşref Ünaydın, Yahya Kemal Beyatlı
Genel Sekreter ve
Danışman: Reşit Saffet Atabinen
Mütercim: Hüseyin Pektaş
Kâtipler: Ali Türkgeldi, Mehmet Ali Balin, Cevat Açıkalın, Celâl
Hazım Arar, Saffet Sav, Süleyman Saip Kıran, Rıfat Bey, Dr. Nihat Reşat Belger,
Atıf Esenbel, Sabri Artuç
Yukarıdaki delegasyon. I. Dönem Lozan Konferansı’na ( 20
Kasım 1922 - 4 Şubat 1923) katılmıştır. Bu gruptan A. Muhtar Çilli, Veli
Saltık, Zülfü Tigrel, M.Celal Bayar, Seniyettin Başak, Şevket Doğruker, Zühtü
İnhan, Şükrü Kaya, Hamit Hasancan, Cavit Bey, Hayım Naum, Baha Bey, Ruşen Eşref
Ünaydın, Yahya Kemal Beyatlı, Raşit Saffet Atabinen, Mehmet Ali Balin, Cevat
Açıkalın, Celâl Hazım Arar, Saffet Şav, Süleyman Saip Kıran, II. Dönem Lozan
Konferansı’na (23Nisan 1923 - 17 Temmuz 1923) katılmamıştır.
Fransa, İsviçre ve
Almanya’da görevli hariciyecilerden Ferit Tek, Cemal Hüsnü Taray, Cevat Üstün
ve TBMM Almanya-Avusturya basın temsilcisi ve Servet-i Fünun dergisi sahibi
Ahmet İhsan Tokgöz bir süre konferans çalışmalarına katılmışlardır.
Seçilen Hey’etin
çalışma yöntemi konusundaki 2 Kasım günlü ve vedâ için 3 Kasım günlü
konuşmalarının ardından İsmet Paşa, Türk Heyetiyle 4 Kasım’da Ankara’dan
hareket etti; 13 Kasımda toplanması kararlaştırıldığı halde daha önce gelip
kulis faaliyeti yürüten Devletlerin konferansın başlamasını geciktireceği
anlaşılınca, İsmet Paşa, Müttefik devletlerinin temsilcilerine ulaşmak üzere
bir nota hazırladı.
1911’den başlayıp
1914’te şiddetlenen Doğu Avrupa’yı, Anadolu’yu, Kafkasları, ve Irak, Suriye,
Arap yarımadası ile Kuzey Afrika’yı içine alan savaşlardan istediği askerî
sonuçları alamayan Düvel-i muazzama (çok büyük devletler) veya Müttefikler
yahut İtilaf Devletleri adlı güç birliği, T.B.M.M delegelerini
öncelikle komisyonlara sokmamak, sonra konuşturmamak, en sonra da istedikleri
metni imzalatmak yönünde diplomatik hile ve tuzaklarla ilgili çalışmalarından
dolayı açılış oturumunun 20 Kasım 1922 günü yapılması mümkün oldu.
Ev sahibi İsviçre
hey’eti başkanı Haab’ın, barış dileyen konuşmasından sonra, Barış Konferansının
başkanı Lord Kürzon (Curzon) da, Avrupa ve Ön Asya’da barışın kurulması
konusunda her-kesin elinden geleni yapması gerektiğini ve dünya barışı için
çalışacaklarını söyledi. İsmet Paşa, Türkiye’ye yapılan askerî, siyasî
haksızlıklar ve halkın çektiği işgal acılarına yer verdiği ısrarlı ve kararlı
tavrın ifadesi olan konuşmasını yaptı.
21 Kasım 1922 günü Uşi
Şatosu (CHATEAUD’Uchy) adlı otelin büyük salonunda Türk heyeti karşısında
İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan oy sahibi üyeler olarak, A.B.D,
Japonya, Romanya, Sırp-Hırvat Sloven Krallığı da gözlemci olarak yer aldılar.
Boğazların yönetimi, konumu ve bağımsızlığı konusundaki görüşmelere,
İngilizlerin oyunuyla Sovyet Rusya, Bulgaristan ve Romanya delegeleri de oy
sahipleri olarak katıldılar.
1876’dan 1922’ye kadar
yapılan çetecilik veya sıcak savaşlar sonucunda (Türk Yunan Harbini cephede biz
kazandığımız halde) sözüm ona andlaşma metinleri ile Güney-Batı Trakya ile
Balkanlarda yönetim yetkisi Türkler, Bulgarlar ve Yunanlılar arasında sık sık
el değiştirmişti. Buradaki Türk sınırının Türk nüfusuna dayanması konusu
arkasında itilaf devletleri ve Sovyet Rusya bulunan Yunanistan, Bulgaristan ve
Romanya’nın olumsuz tutumuna yol açıyordu. Musul meselesi İngilizlerin petrol
sömürüsünün, Hatay meselesi Fransızların Suriye’yi petrol sevkiyatı ve
Hıristiyan halka mal ulaştırma ön pazarı; Boğazlar ve azınlıklar’ın siyasî ve
kültürel hakları ise emperyalist devletlerin vazgeçilmez sermayeleri(!?)
saymaları yüzünden, tartışmalar uzuyordu.
Kapitülasyonların
devam ettirilmesi ve Düyûn-ı Umumiye borçlarının ödenmesi de Düvel-i
Muazzama’nın vazgeçilmez istekleri idi.
Emperyal devletler, 28
Ocak 1923’te raporlarını hazırlayıp DÖRT gün içinde imzalanması şartıyla bir
andlaşma metni sundular. İsmet Paşa bu tutuma karşı kararlı ve ısrarlı bir
davranış gösterince, görüşmeler ve anlaşma kesildi, Türk Hey’eti yurda döndü.
T.B.M.M bir ay içinde
Türk tezine son şeklini verdi. İsmet Paşa kabullenilmesinde ısrar
edecekleri bu metni, İngiltere, Fransa ve İtalya’ya ulaştırdı. Karşılıklı
notalardan sonra Lozan’da tekrar toplanılması kararlaştırıldı.
BU ARADA TÜRKİYE BÜYÜK
MİLLET MECLİSİ 7 Haziran 1923 günü OSMANLI HÜKÜMETİNİN İMZALADIĞI BÜTÜN
ANDLAŞMALARI FESHETTİ. Bu kanun Lozan’da da çok etkili oldu. Temmuz ortalarında
İsmet Paşa ortak metni kabul ettirmişti; ancak Başbakan konumundaki Rauf
(ORBAY) Bey ve hükümet üyeleri Lozan’da bulunan İSMET PAŞA’ya imza yetkisi
vermek istemiyorlardı. İsmet Paşa durumu Atatürk’e şifreli bir telgrafla
bildirdi, O da İsmet Paşa’nın yetkili olduğunu hükümete söyleyerek hükümetin
konuyla ilgili bütün toplantılarına katılır.
Atatürkümüz 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında Ankara’da okuduğu Büyük
Nutuk adlı tarihi eserinde, bu konuda Rauf Bey ile kendi arasında
geçenlere şöyle yer veriyor.
“ İsmet Paşa, barış
antlaşması imzalanmadan önce Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey’e konferansın son
bulduğunu ve meselelerin ne şekilde çözüme bağlandığını bildirmiş… Rauf Bey,
olumlu veya olumsuz hiçbir cevap vermemiş… İsmet Paşa, bekleyiş içinde
geçirdiği bu günlerde çok üzülmüş. Hükümetin hiçbir cevap vermeyişini,
Ankara’da bir kararsızlığın hüküm sürmekte olduğuna bağlamış… Rauf Bey’e
yazdıktan üç gün sonra 18 Temmuz 1923 tarihinde durumu bana da bildirdi.
Telgrafında, Hükûmet’i kararsızlığa düşürebileceğini tahmin ettiği noktaları
birer birer sayıp açıkladıktan sonra, düşüncelerine şu sözlerle son veriyordu:
Eğer hükûmet kabul
ettiğimiz noktalardan geri dönmemiz hususunda kesinlikle ısrar ediyorsa, bunu
bizim yapmaklığımıza imkân yoktur. Benim düşüne düşüne bulduğum yol,
İstanbul’daki İtilâf Devletleri komiserlerine, imza yetkisinin bizden
alındığını bildirmektir. Gerçi, bu durum, bizim için yer yüzünde
görülmemiş bir skandal olur. Fakat vatanın yüksek çıkarları, şahsî düşüncelerin
üstünde olduğundan, Millî Hükûmet istediği gibi hareket eder. Hükûmetten
teşekkür beklemiyoruz. Yaptıklarımızın muhasebesi milletin ve tarihin yargısına
bırakılmıştır.
Efendiler, İsmet
Paşa’nın yürüttüğü ve sonuçlandırdığı işin ne kadar önemli olduğunu açıklamaya
gerek yoktur. Bu işin sonuçlandırıldığı, son günün, imza gününün geldiğini
bildiren telgrafa sevinçle ve can atarak cevap verileceğini kabul etmek
tabiîdir. Ankara ile Lozan arasında, bir veya iki günde haberleşmek mümkündü.
Üç gün geçtiği halde, hiçbir cevap verilmemiş olması, en basit bir anlayışla,
Hükûmet Başkanı’nın işi önemsemediğini ve aldırmazlıkla karşıladığını gösterir.
Yapılan işin hükûmetçe noksan görülerek, kabul edilmemesi yoluna girdiği ve
bundan dolayı da cevap verilmemekte olduğu zannına da düşülebilir. Bu durum
karşısında, işi bitirmek için büyük ve tarihî sorumluluk yüklenerek imza
kullanacak olan zatın ne kadar güç bir durumda kalacağı düşünülürse, İsmet
Paşa’nın üzüntü ve ıztırap çekmesini haklı görmek gerekir.
İsmet Paşa’nın
telgrafına hemen şu cevabı verdim:
İsmet Paşa
Hazretleri’ne 18 Temmuz 1923 tarihli telgrafınızı aldım. Hiç kimsede
kararsızlık yoktur. Elde ettiğiniz başarıyı en sıcak ve içten duygularımızla
tebrik etmek için antlaşmanın usulüne göre imza edildiğinin bildirilmesini
bekliyoruz, kardeşim.
Gazi
Mustafa Kemal
Türkiye
Büyük Millet Meclisi Başkanı
Başkomutan
İsmet Paşa’nın çektiği
ıztırap İsmet Paşa, bu telgrafıma cevap verdi. İsmet Paşa’nın ıztırabının
derecesini gösteren bu cevabı, aynı zamanda temiz kalpliliğini,
içtenliğini ve özellikle alçak gönüllülüğünü de gösteren bir belge olduğu için,
aynen bilginize sunuyorum.
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne
Her dar zamanımda
Hızır gibi yetişirsin. Dört beş gündür çektiğim azabı bir düşün. Büyük işler
yapmış ve yaptırmış adamsın. Sana bağlılığım bir kat daha artmıştır.
Gözlerinden öperim pek sevgili kardeşim, aziz şefim.
İsmet
Efendiler, İsmet Paşa
24 Temmuz 1923 günü antlaşmayı imzaladı. Kendisini tebrik etme zamanı gelmişti.
Aynı gün şu telgrafı çektim:
Lozan’da Delegeler Hey’eti Başkanı
Dışişleri Bakanı İsmet Paşa Hazretleri’ne
Millet ve hükûmetin zâtıâlilerine vermiş olduğu yeni görevi başarıyla sona
erdirdiniz. Memlekete birbiri ardıca yaptığınız yararlı hizmetlerle dolu
ömrünüzü bu defa da tarihî bir başarıyla taçlandırdınız. Uzun çarpışmalardan
sonra vatanımızın barış ve istiklâle kavuştuğu bu günde, parlak hizmetiniz
dolayısıyla zâtıâlinizi, pek sayın arkadaşlarımız Rıza Nur ve Hasan Bey’leri ve
çalışmalarınızda size yardım eden bütün Delegeler Hey’eti üyelerini şükran
duygularımla kutlarım
Gazi
Mustafa Kemal
Türkiye
Büyük Millet Meclisi Başkanı
Başkomutan
Efendiler, Bakanlar
Kurulu Başkanı Rauf Bey’in İsmet Paşa’ya kutlama telgrafı çekmediğini anladım.
Kendisine bunun gerekli olduğunu hatırlattım. Rauf Bey’e bu konuda bazı
arkadaşlar da uyarıda bulunmuşlar.
Daha sonra öğrendim
ki, Rauf Bey, İsmet Paşa’yı kutlamayı ve ona yaptığı bu önemli ve tarihi
görevden dolayı teşekkürü gerekli görmüyormuş. Yapılan uyarı üzerine Kâzım
Paşa’ya bir mektup yazarak, ondan kendi adına, İsmet Paşa’ya bir kutlama
telgrafı yazmasını rica etmiş. Bunun anlamı nedir?
Kâzım Paşa, bu mektubu
Bahriye vekili İhsan Bey’in evinde bulunduğu bir sırada almış. Maliye Bakanı
Hasan Fehmi Bey de orada imiş…
Hep birlikte, Rauf
Bey’in ağzından uygun bir telgraf müsveddesi yaparak İsmet Paşa’yı kutlamışlar
ve ona teşekkür etmişler. Bu müsveddeyi bir zarfa koyup Rauf Bey’e
göndermişler. Fakat Rauf Bey müsveddeyi beğenmemiş. İsmet Paşa’ya başka bir
telgraf yazmış veya yazdırmış. Rauf Bey Kâzım Paşa’yı gördüğü zaman demiş ki:
“Sizin yaptığınız müsveddede sanki her işi yapan İsmet Paşa imiş gibi
gösteriliyor. Biz burada bir şey yapmadık mı?”
(..)
Efendiler, Delegeler
Heyet’etimiz görevini tamamladıktan sonra, Ankara’ya dönmek üzere yolda
bulunuyordu. Herkes Delegeler Hey’etini yakından alkışlamak için can atıyordu.
O günlerdeydi. Hükumet Başkanı Rauf Bey, Meclis İkinci Başkanı bulunan Ali FUAT
Paşa ile birlikte, Çankayada bana geldiler.
Rauf Bey; ‘ben, dedi
İsmet Paşa ile karşı karşıya gelemem. Onun karşılanmasında bulunamam. Müsaade
ederseniz, o geldiği zaman Ankara’da bulunmak için, seçim bölgemde dolaşmak
üzere Sivas’a doğru bir geziye çıkayım.’
Rauf Bey’e bu şekilde
davranmasına bir sebep olmadığını, burada bulunarak İsmet Paşa’yı bir Hükûmet
Başkanı’na yaraşırcasına karşılamasının ve görevini başarı ile sona erdirdiği
için onu sözle de takdir ve tebrik etmesinin uygun olacağını söyledim.
Rauf Bey, ‘kendime
hâkim değilim; yapamayacağım;’ dedi “ve geziye çıkma hususunda ısrar etti.
Hükûmet Başkanlığı’ndan ayrılması şartıyla çıkmasını kabul ettim.”
Büyük Nutuk’da Lozan
Konferansına ilişkin çok bilgi vardır; Atatürkümüzün Lozan ile Sevr
karşılaştırması da ayrıca dikkate değer bir konudur.
Atatürkümüz İsmet
(İNÖNÜ) Paşa’nın Lozan’daki başarısı dolayısıyla daima önde görünmesinde ısrar
etmiş, Paşa’yı kıskananlara karşı da İsmet Bey’i ve Andlaşmayı savunmuştur.
Lozan’da çözümlenemeyen meselelerden Hatay konusunu, Atatürkümüz bizzat
temellerini attığı çalışmalarla çözümlenmesini hazırlamıştır.[9] Irak Meselesi, daha doğrusu Türk nüfusun
2/5 olduğunu İngilizlerinde kabul ettiği petrol çıkarları dolayısıyla
sömürüsünden vazgeçmediği konu ise tarihi bakımdan Türkiye Cumhuriyeti
Devletinin haklılığına rağmen çözülememiştir.[10]
IV
İsmet Paşa, cephelerde
savaşmış bir topçu subayıdır. Ankara’ya gelip Atatürkümüzün yanında Millî
Mücadeleyi örgütlemeye katılması, Şevket Süreyya Aydemir’in söyleyişiyle
“İkinci Adam” olması Bağımsızlık Savaşı temellerinin sağlam atılması anlamına
gelir. O’nun asıl şöhreti Sakarya Zaferinin muzaffer komutanı olmasıyla
başlayıp Mudanya ve asıl önemlisi de Lozan Andlaşmalarında bir siyaset adamı,
bir diplomat yeterliliğiyle kazandığı üstün başarıdır.
İsmet Bey, Yeni Türk
Devletinin kuruluşunda Atatürkümüzün yanında yer alarak verdiği üstün hizmet
yanında, ikinci Cumhurbaşkanımız ve bir çok hükûmetin başbakanı olarak
Türkiye’ye hizmet etmiştir, hem de çetin zamanlarda, çetin işlerde…
İsmet (Paşa) İNÖNÜ,
bugün Ankara’da Çankaya’ya giden yol üzerinde Pembe Köşk adıyla bilinen müze
ev’de kırk yıla yakın yaşadı. Eşi Mevhibe Hanım, çocukları Özden
Hanımefendi ile Erdal ve Ömer Bey’ler ile dâima mutlu bir aile babası olan
İNÖNÜ de, Mevhibe vâlide de bugün vatan toprağındadır. Kızları Özden Hanım ise,
yeni yetişen kuşakların Pembe Köşk’ü ziyaretlerinde tarihle buluşturuyor,
babasının, annesinin tarihleşen hayatları ile yaşayan ve yaşayacak olanlara
sorumluluklarını hatırlatıyor.
İçinde bulunduğumuz
yıl Lozan Konferansının 80., İsmet Paşa’nın ölümünün 30. yıl dönümüdür. Bu yıl
dönümünde başkanı olduğu İNÖNÜ Vakfı aracılığıyla, orta yaşlıların ve
yaşlıların hafızalarını tazelemek, yeni yetişenlere ise, bu vatana niçin sahip
çıkılması gerektiğinin mantıklı sebeplerini göstermek üzere bir kitap
hazırlanmasını sağlayan bilinç anıtı saydığım Özden İNÖNÜ - TOKER
Hanımefendi’ye derin saygılarımı ve sevgilerimi belirtmek isterim.
Bu kitabın düzeni
bütünüyle onlarındır. Özverili çalışmasıyla Lozan Barış Konferansının özel bir
düzenle kitaplaşmasına ait emekler İlhan TURAN Bey’e aittir. Lozan Konferansı
konusunda hâtırât kitaplarını bir kenara bırakırsak Ali Nâci Karacan, Ali Rıza
Cihan, Cemil Bilsel, Bilal Şimşir ve Baskın Oran’ın kitap düzenindeki
çalışmaları ile İNÖNÜ VAKFI’nın 70. Yılında Lozan Barış Andlaşması adlı
Uluslar arası seminerin bildiriler kitabına elinizdeki eserle, Lozan
Konferansıyla ilgilenen bilinçlere, yeni bir ışık tutmuş olacağız.
Resimler ve
karikatürler ile kitabın metinleri bize düzgün çıktılı bir bilgisayar
disketiyle emanet edildi. Sayfa düzenine taşınması ve basılması dışında bir
katkımız olduğunu söyleyemem. İlhan Turan Bey Atatürk Araştırma Merkezi ve
basımevinde çalışarak çok kısa bir zamanda kitaplaşmayı başardı. Mustafa
Cöhce enerjik bilinci ile işi sonuçlandırıyor. Atatürk Yüksek Kurumu’nun bağlı
kuruluşlarından olan Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı olarak biz eserle
okuyucuyu buluşturma görevini üstlenmeye çalışıyoruz.
İsviçre’nin bir
şehrinde bir avuç Türkün, İsmet (PAŞA) İNÖNÜ’nün komutasında dünya
diplomasisine karşı kazandığı sivil zafer, bilinç sahiplerinin övüncüdür.
Atatürkümüzü,
İnönümüzü ve onların yanında hizmet vermiş insanları rahmetle, minnetle,
saygıyla selamlıyorum.
12
Temmuz 2003
Sunuş ve Teşekkür
Bu yıl Lozan Barış Antlaşması’nın ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 80.
yıldönümünü birlikte kutlayacağız.
Bilinir ve bilinmez; Kurtuluş Savaşının cephelerdeki başarıları ve 9
Eylül’de ordularımızın İzmir’e girişi; iki koldan Çanakkale ve İstanbul üzerine
yürüyüşleri üzerine işgalci güçler Türkiye’yi önce Mudanya ve ardından Lozan
Konferansına çağırırlar. İsmet İnönü Başkanlığındaki delegasyonlarla
Türkiye bu iki konferanstan tam bir başarı ile çıkar. Mudanya’da ateşkes,
Lozan’da barış imza altına alınır.
Lozan’da aylar süren çetin mücadelelerin sonucunda siyasi tarihteki en uzun
ömürlü barış antlaşmalarından biri imzalanır ve böylece “yeni Türkiye”nin
kuruluşu olanaklı olur. Ekonomik, siyasi, adli, hukuki bağımsızlık, bu
antlaşma hükümleriyle kayıt altına alınır. İşte bu kazanımlarla bu coğrafyada
bir sayfa kapatılıp bir yenisi açılıyor ve Lozan’dan 3 ay sonra Cumhuriyet’in
ilanı ile Kurtuluş Savaşı’nın ve Lozan’daki temel amaçlarımızın güvencesi
yaratılıyor, modern Türkiye tarihe ve gelecek kuşaklara
kazandırılıyordu.
Lozan ve Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte Türkiye, bütün ulus ve devletler
karşısında eşit ve saygın bir konuma ulaşıyordu. İsmet İnönü, bu konumu sık sık
şu sözlerle açıklamıştır: “Lozan, temel fikir olarak ulusal devletin kurulmasını,
bağımsızlığı, uluslararası hak ve hukuk eşitliği kavramlarını amaç olarak
benimsemiş bir konferanstır. Aydınlarımız ve gençlerimiz bu düşünüş biçimiyle
antlaşmayı değerlendirirlerse, siyasî tarihimizin geçirdiği başlı başına birçok
değişiklikleri çok iyi kavrarlar.”
Atatürk de Söylev’inde ve daha pek çok konuşmasında bu antlaşma için: “Lozan Barış Antlaşması’nın içerdiği
esasları, diğer barış teklifleriyle karşılaştırmaya yer olmadığı fikrindeyim.
Bu antlaşma, Türk ulusu aleyhine, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr
Antlaşması’yla tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın sonuçsuz kaldığını
bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasî zafer
eseridir.” diyordu.
Lozan’ın 80. yıldönümü dolayısıyla yapılan bu derleme aynı zamanda İsmet
İnönü’nün aramızdan ayrılışının 30. yıldönümüne denk geliyor. Bu kitap ile
Lozan’ın bir kez daha güncelleştirilmesine katkıda bulunan Sayın İlhan Kamil
Turan’a, Dışişleri Bakanlığı Kültür İşleri Genel Müdürü Büyükelçi
Sayın Şule SOYSAL ile Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’na
ve Yüksek Kurum Başkanı Sayın Sadık TURAL’a içten teşekkürlerimizi
sunuyoruz.
Özden TOKER
İnönü Vakfı Başkanı
İsmet İnönü’nün Yayınlanmış Kitapları*
TBMM Konuşmaları
· İsmet İnönü’nün T.B.M.M.’deki Konuşmaları 1920 – 1973; 3 Cilt, Derleyen: Ali Rıza Cihan; TBMM Kültür Sanat ve Yayın Kurulu
Yayınları, Ankara, 1992,
Söylev, Konuşma, Söyleşi, Demeç, Makale ve Mesajları
· İsmet İnönü; Hatıralar; 2 Cilt, Hazırlayan: Sabahattin Selek; Bilgi
Yayınevi, Ankara, 1985 ... Kurtuluş Savaşından Cumhurbaşkanlığına seçilişine
kadarki konuları kapsamaktadır ve tefrika olarak ilk yayın tarihi 1968’dir.
· İnönü Atatürk’ü Anlatıyor; Hazırlayan: Abdi
İpekçi; İstanbul, Cem Yayınevi, 1968 ... Kurtuluş Savaşından Atatürk ile
ilişkilere dek olan konuları kapsamaktadır.
· İsmet İnönü; İstiklal Savaşı ve Lozan; Atatürk Kültür, Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 1993 … 1973 yılı Ekim ayında
verdiği konferans metnini içermektedir.
Mektupları
· Baba İnönü’den Erdal İnönü’ye Mektuplar; Basıma Hazırlayan: Sevgi Özel; Bilgi Yayınevi, Birinci Basım Aralık 1988
… Erdal İnönü’ye yazılan 1947–1960 tarihlerine ilişkin mektupları
kapsamaktadır.
· İsmet İnönü’nün Maarife Ait Direktifleri; Maarif Vekilliği Yay. 1939, İstanbul
· Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlarının Milli Eğitimle
İlgili Söylev ve Demeçleri (içinde); Türk Devrim
Tarihi Enstitüsü Yayınları, Milli Eğitim Basımevi, 1946 – Ankara
Hazırlayandan Kitap Hakkında Notlar
Bu kitap, Lozan’ın öngünlerinden İsmet İnönü’nün yaşamının sonuna dek
yapılan bir tarama sonucunda ortaya çıkmıştır.
İsmet İnönü’nün “Hatıralar” adlı anlatımını içeren iki cildin 2.
kitabındaki ayrıntılı ve bütünlüklü Lozan anlatımları ile “Lozan Telgrafları”
adlı Bilal N. Şimşir’in iki ciltlik çalışması ve “Lozan Tutanakları” adlı
takımlar dışarıda tutulursa, İsmet İnönü’nün Lozan Barış Konferansı ve
Antlaşması ile ilgili söyledikleri, Türkçe basılı kaynaklar itibarıyla bu
kitapta hemen hemen eksiksiz olarak içerilmiştir.
Kitapta, İsmet İnönü’nün Lozan konulu konuşmalarının bütününe yer verilmiş;
yalnızca birkaç metinde noktalama (...) yoluna başvurularak, kitabın ve ilgili
metnin ekseninin ayrıntılardan (bunlar genellikle bağlantılı ikincil, üçüncül
konulara ilişkindir) korunmasına çalışılmıştır.
Yine az sayıdaki metnin ana konusu Lozan olsa da, Lozan bağlamı dışındaki
konulara değinildiği durumda aynı yola (...) başvurulmuştur.
Kitapta, Atatürk’e gönderilen bir mesaj hariç, Lozan dolayımlı kutlama
mesajlarına verilen yanıtların tamamı dışarıda tutulmuştur. Zira bu yanıtların
tümü, nezaket yanıtları olup, Lozan’a ilişkin anlatı içeriği taşımamaktadırlar.
Bu kitapta yalnızca, dönemin Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Başkumandan Gazi
Mustafa Kemal’e konferans sırasında yazılan mesajların tamamı ile Bakanlar
Kuruluna gönderilen mesajlardan bazılarına yer verilmiştir.
İsmet İnönü konferans sırasında Bakanlar Kuruluna toplam 320 telgraf
göndermiş ve bunlar iki ciltlik “Lozan Telgrafları” adlı çalışmada
içerilmiştir. Burada, basılı bir eserdeki mesajların bütününün alınması
yeğlenmemiş, konferansın gelişimine uygun bir seçme yapılmıştır. Kitabın ana
kurgusu, esasen “Konuşma, Demeç, Makale ve Söyleşileri” eksenli olup, mesajlara
seçmeli şekilde yer verilmiştir.
Kitapta yer alan metinlerin dil – yazı – konuşma özgünlükleri korunarak
aktarılmıştır. Yararlanılan her kaynağın dil ve yazım kurallarına ilişkin
farklı duyarlılıkları, doğal olarak bu çalışmaya da yansımıştır. Söz konusu
metinleri yayıma hazırlarken yalnızca bariz dizgi yanlışlarında az sayıda harf
düzeltileri yapılmış; bunun dışında yine az sayıdaki anlamsal harf veya tekil
sözcük ekleri köşeli parantez içinde gösterilmiştir. Ancak bütün düzeltilere
karşın, kullanılan bazı harf ve sözcükler itibarıyla metinler arası
farklılıklar ve hatta bir metin içinde kimi farklılıklar bulunduğu gözetilmelidir.
Kaynakça bilgileri, her metnin bitiminde sayfa altlarında özel olarak
belirtilmiştir. Kimi açıklayıcı bilgiler de, sayfa altlarında dipnot olarak,
özgün metinlerden ayrıksı olarak verilmiştir.
Kitabın arkasında bulunan sözlükte, sözcüklerin doğru yazımı verilmiştir.
Kitaptaki metinlerin içinde, (çıkış yeri ve dilin durumuna göre) “kalın ünlü”
harfler [a, ı, o, u] ile “ince ünlüler”in [e, i, ö, ü]; (dudakların durumuna
göre) “düz ünlüler” [a, e, ı, i] ile “yuvarlak ünlüler”in [o, ö, u, ü] ve
(ağzın açıklığına göre) “geniş ünlüler” [a, e, o, ö] ile “dar ünlüler”in [ı, i,
u, ü] sözcükler içindeki kullanımı bazen yer değiştirebilmektedir. Ayrıca a-ı,
e-i, i-ı, u-ü; b-p, c-ç, d-t, ğ-v, n-m değişmeleri; ünsüz türemesi olarak y-v
değişimi de olabilmekte ve nihayet Osmanlıca’nın kimi özgünlükleri
yansıyabilmektedir. Bu nedenle okuyucu sözlükte arama yaparken, mantıksal
olarak iki ve daha çok seçenekli tarama yoluna başvurmalıdır.
Sözlüklerde bulunmayan az sayıdaki sözcüğün kitapta geçtiği ayrıca
gözetilmelidir. Bu tür sözcüklere ilişkin zorlama açıklamalar yapma yoluna
başvurulmamıştır. Bu durumlarda okuyucu, metnin akışına göre yorum gücüne
başvurmak durumundadır.
Kitapta kısaltma olarak, yalnızca age (adı geçen eser), agg (adı geçen
gazete), agd (adı geçen dergi) ve BMM (Büyük Millet Meclisi) kısaltmaları
yapılmıştır.
İlhan K. TURAN
Lozan Konferansının Öngünü
Sadrazam Tevfik İmzasıyla Gelen Telgraflar
Üzerine Lozan Konferansında Türkiye’nin Temsiline İlişkin
BMM Görüşmesinde Yapılan Konuşma[11]
(30. 10. 1922)
Efendiler Türkiye’nin mukadderatına bilâkaydüşart
vâzıülyed bulunan Türkiye Büyük Millet Meclisine bu telgrafla vukubulan
müracaatın bir mahiyet-i resmiyesi olamaz. Mevzuubahsolan mesele, mesele-i
hariciyeye, Sulh Konferansına taallûk ettiği için, bir ehemmiyet iktisab
etmektedir. Bunda benim mucib-i teessüfüm olan nokta, öteden beri olduğu gibi
Garp devletlerinin halâ Şark milletlerini taht-ı işgallerinde bulundurdukları heyet
vasıtasiyle bütün milleti taht-ı hâkimiyetlerinde tutmak imkânını görmekte
olmalarıdır.
Türkiye milletiyle, Türk
milletiyle bir sulh konferansı akdedebilmek için, Türkiye'nin meşru ve hakiki
mümessilleriyle karşı karşıya bulunmak lâzımdır. Bu evvelce de; İstanbul'da
birtakım heyetler ve bu telgrafname sahibinin arkadaşları milletimize muhik
kararname metalibini kabul etmekliğimiz ve bundan başka çare olmadığına kaani
olmaklığımız için tavassut etmişler, uğraşmışlar, müracaatte bulunmuşlar ve bu
suretle ecnebilere de birçok ümitler vermişlerdir. Teessüf olunur ki; aynı
gaflettedirler. Burada âlem-i islamın cihet-i alakasından da bahsolunmaktadır.
Biz âlem-i islamın mücahedenin yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından
yapılmakta olduğunu tefrik edecek kadar müterakki olduğuna kemal-i ihtiramla
kaani bulunuyoruz. Eğer biz, Türkiye büyük Millet Meclisi murahhaslarının Sulh
Konferansında mümessil-i yegâne oldukları kanaatinde israr edersek sulhun bu
yüzden teahhur edeceğini ifade etmek suretiyle fesadâmiz ve tahrikcuyane bir
mütalâa da yapmış oluyorlar. Türk milletinin, milletimizin samimi ve hakiki bir
sulh arzusiyle takibettiği hattı harekete karşı ve telgraf sahipleri, sulhu
tehir etmek ve milletin ıztırabatını temdit ve tezyid etmek tehdidiyle karşımıza
çıkıyorlar. Halbuki; millet, çok karanlık ve çok müşkül zamanlarda ümidbahş ve
milletin selametini temin eden bir neticeye varmak için çalışırken onlar
milletin çektiği ıztırabatı temdid ettirmişlerdir. Bugün sulhu tehir etmek
teşebbüsünde bulunanlar, yalnız bu telgrafın sahibi olanlardır. Onun için biz,
bütün dünyaya karşı ilan ediyoruz ki: Eğer Türkiye'nin mümessili olarak başka
heyetler aranır ve bu yüzden sulh teahhur ederse, davet edenlerle bilahak
kendilerini muhatap görenler sulhu tehir etmiş olurlar. Bizim devletlerin Sulh
Konferansına karşı bu davet üzerine ittihaz ettiğimiz hattıhareketi, Meclisi
Aliye arz etmiştim. Onda şifahen verilen malumat üzerine, biz de böyle şifahen
İstanbul'a verilen bir Notanın Türkiye'ye mütaallik [müteallik] bir keyfiyet
olmadığını ve Türkiye'nin Sulh Konferansına ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi
mümessilini göndereceğini ve Türkiye mümessili olarak başka yerlerden mümessil
gelecek olursa, onların iştirakini bizim iştirakimize mâni addedeceğimizi ve
Mudanya Konferansı ahkâmının da, bu suretle muhtel olacağını ifade eyledik.
Bununla Büyük Millet Meclisi azâ-yı kirâmının hemen müttefîkan tezahür eden
noktai nazarı esasisini iblağ etmiş oluyoruz. İşgal olunan manatıkta
[menâtıkta] sabahleyin de arz etmiştim ki; ancak mahalli idareyi tanzim edecek
birtakım heyetler mevzuubahsolabilir. Hatta bu heyetlerin bile intihapla olması
icabeder. Bu manatıkı meşgule heyetlerinden hiçbirisinin Türkiye mukadderatı
üzerine bir vaziyet olmasına şimdiye kadar kendi hamiyetleri müsaid olmadı.
Meselâ evvelce İzmir'den, Edirne'den, Bursa'dan, Eskişehir'den ve hatta bugün
Çatalca'dan ve bunların hiçbirinden böyle bir heyet çıkarmaya muktedir
olamadılar. Gerçi Yunanlıların son idare-i muhtaresi zamanında, Türkiye namına
söz söyleyen mahdut ve mahiyetleri meşkuk adamlar vardı. Fakat Türk Milletinin
en müşkül zamanlarında bir sahibi hamiyet düşman işgali altında bulunurken
kendisinin Türkiye mümessili olmak cüretini meydana koymamıştır; hiçbir zaman
içlerinden böyle efrat çıkmamıştır. Bu teşebbüsle mıntakai meşguleden kendisini
mümessil göstermeye teşebbüs edenler kendilerini millet muvacehesinde ağır bir
mesuliyete maruz kılmışlardır. Millete sulhun tavik ve işkali teşebbüsünün
birtakım yeni nifak arayanlar tarafından alındığını ilan edeceğiz. Bütün millet
ve bütün hakikati idrak edenler, bizimle beraber olacaktır.
Lozan Konferansına Katılacak Heyetin Bileşimi ve
Çalışma Yöntemine İlişkin BMM’de Verilen Söylev[12]
(02. 11. 1922)
Arkadaşlar, bir sulh konferansının ifa-yı vazife etmesi
hususunda Hükümet, bidayetten beri, en seri ve en katı bir usule tevessül etti.
Bu usul ne idi? Bu usul; sulh konferansının memleketimiz dahilinde bir yerde
inikad etmesi idi. Eğer memleketimiz dahilinde bir yerde inikad ederse, teklif
ettiğimiz gibi, İzmir'de inikad ederse, Büyük Millet Meclisi yakından konferans
müzakeresinin her safhasına vakıf olacaktı. Nasıl ki Mudanya konferansında
vakıf olmuştu. Vakıf olacak ve sonra muallak olan, gerginliği mucib olan her noktada
müdahale ederek kararını izhar edecekti. Binaenaleyh Hükümet sulh müzakeresini
neticeye isal edecek şekilde olmak üzere, Büyük Millet Meclisinin yakından
haberdar olması ve daima eli içinde imiş gibi müsterih olması ve müzakeresini
takip etmesi ve nihayet kararların sürüncemede kalmayarak anında ittihaz
olunması meselesine ehemmiyet vermiş ve bunu bir meselei esasiye addetmiştir.
Fakat bu şekil ve suretin imkânı olmadığı malumunuzdur.
Hariçte, bitaraf bir mıntakada
muhariplere nazaran bitaraf olan memlekette sulh konferansının inikadı hemen
emrivaki haline gelmiştir. Hariçte çalışacak bir sulh murahhasamızın
konferansta nasıl çalışacağını Hariciye Vekili olarak şu tarzda tasavvur
ediyorum. Bizim bir heyeti murahhasamız olacak. Bu heyeti murahhasamızın
meselemizi, tamamiyle kavramış, mevzuubahis olan her meseleyi ariz ve amik
tetebbu ettikten sonra bir karar ittihazına muktedir ve ondan sonra mevzuubahis
olan bütün mesailde tevhidi mesai ve tevhidi efkâr edecek ve asla aralarında
ihtilafı efkâr olmayacak ve bütün dünyaya sızdırmayacak bir heyet lazımdır.
Tevhidi efkâr edecek ve muhafazai efkâr ederek çalışacak olan bu heyet asgari
adedde olmalıdır. Ne kadar asgari olursa tenus, tevhidi efkâr ve ittihazı karar
o nisbette mümkün olur. Yalnız bu kadar mühim mesail; iki üç murahhasın reyine
tevdi olunamaz ve iki üç murahhas Türkiye Devletine müteallik bütün mesaili
bütün teferruatı ile iddiayı malumat edemez. Bunu da bir heyeti müşavereye
bırakıyor.
Heyeti müşaverenin mütehassıs ve muktedir ve kafi adedde
olması tabiidir. O halde asgari adedde bir heyeti murahhasa vardır. Sonra bir
de ihtiyaca kafi adedde bir heyeti müşavere vardır. Herhangi bir mesele
mevzuubahis oldu. Mesela bir mesele ele alalım. Boğazlarda sefainin müruru
meselesi: Bahri bir meseledir, berri bir meseledir, ticari bir meseledir, adlî
bir meseledir, siyasî bir meseledir. Binaenaleyh ticaret noktai nazarından malî
ve iktisadî bir meseledir. Adlî müşavirler, malî müşavirler, iktisadî
müşavirler bahri ve berri müşavirlerin her birinin reyini alırsınız. Gayri
mesul olan bu müşavirlerin her birisi her türlü kuyudu siyasiyeden ari olarak
ihtisası dairesinde mütalaalarını söylerler. O söyler, bu söyler, hepsini
şifahen dinlersin. Heyeti mecmuasını toplayıp bir karar ittihaz için birini
kabul etmek, öbürünü kısmen kabul etmek, diğerini kâmilen reddetmek, öbüründen
bir parça almak, diğerinden bir iki nokta almak suretiyle heyeti mecmuasından
bir karar hasıl eder ve buna göre mesele mevzuubahis olur.
Şimdi Meclisi Ali’yi müşavere noktai nazarından müsterih
edecek nokta şudur: Bir mesele üzerinde heyeti murahhasa karar verirse
meselenin taalluk ettiği bütün mesailde müşavirleri sabır ile, tahammül ile
nihayete kadar dinlemiş midir, aramış mıdır? Bunu maslahatın selameti noktai
nazarından temine mecburuz. Müsterih olmalısınız, bütün müşavirlerin fikirleri
ariz amik dinlenecektir ve onların bütün reyleri alınacaktır. Buna müsterih
olmak lâzımdır.
İkinci bir mesele var. Heyeti müşavere kendisine tevdi
olunan bir vazifeyi ifa edecek midir ve ifaya muktedir midir?
SALAHADDİN BEY (Mersin) —
Evet...
MEHMET ŞÜKRÜ BEY (Karahisarı Sahib) — Mesele burada.
İSMET PAŞA (Devamla) —
Heyeti müşavereyi dinlemeyi bir kaç türlü yapacağız. Bir defa toptan taalluk
eden bir mesele olursa müşavirleri muhtelit olarak toplayarak kendi aramızda
bir konferans yaparız, ekseriyeti ara alırız ve onu mevkii tatbike koyarız. Bir
sureti hal bu. Bu ekseriyeti arada herkes birinin sözünü dinledikten sonra
bundan hasıl olacak netice olabilir ki bütün hacatı temin edecek bir mesele
olabilir. Bunu alemi İslâm, dünya herkes dinliyor. Herkes bildiğini söylesin,
sahibi akıl ve mantıktır, ondan sonra reyini vermişlerdir. Bazan olur ki, böyle
olmaz. Bunların hepsi fikir ve kanaatinde müşirdirler. O zaman karar verecek
olan zatın ve heyetin bunları dinledikten sonra kendisinin ittihazı karar
eylemesi lazım gelir. Onların ittihaz ettikleri kararı heyeti müşavereyi
dinleyerek kararını verir. Evet fennen böyle lazımdır, amma adlî, bahrî noktai
nazardan bu gayrı kabili icradır. Mesele yoktur. Bazan der ki; hayır efendim
ben iktisat müşaviriyim. İktisat noktai nazarından kendi kanaatimi izhar
edeceğim. Hepsini dinlerim. Hepsini dinledikten sonra kendi istinad ettiğim
esbabı müstakillen riayet edilecek kadar kuvvetli bulurum. Halbuki heyeti
murahsasa bu fikri kabul etmemek fikrindedir. Kabul etmek imkânı yoktur. O
vakit heyeti murahhasa der ki, size karşı borcum bu mesele hakkında
ihtisasından tamamen istifade ettiğimi, bu mesele hakkında reyinizi nihayete
kadar dinlediğimi ispat ediyorum. Yazarsınız, yazdıktan sonra gördüm, mütalaa
ettim, altına imzamı korum ve size veririm. Çünkü bunun heyeti mecmuasını
Meclis karşısında ben müdafaa edeceğim. O zaman bir anket yaparsa, filan
müşaviri dinlediniz mi, evet dinledim. İşte reyi. Peki niçin yapmadınız. Çünkü
o müşavir böyle söylüyor. Filan söyledi. Filan sebep vardı ve bunlardan maada
İngiltere, İtalya, Fransa ve filan böyle söyledi ve bunların hepsini böyle
hulasa ettim. Siz de benim tarzda hulasa edersiniz, imzanızı edersiniz. Siz
bizim gibi hulasa etmezseniz reddedersiniz mesele hallolur. Demek heyeti
müşavereye karşı onların behemahal dinlenmesini ilzam ettikleri bir lâyihayı
alırım ve işte imzamı koyup onlara verirsem, heyeti murahhasayı mesul bir
vaziyete sokmuş oluruz.
Heyeti müşaverenin çalışmak noktai nazarından
murahhaslara karşı mesuliyeti lazımdır. Yarın cevap vermeye mecburuz. Şu mesele
akşama kadar hazır olmalıdır ve akşam saat dokuzda toplanacağız, haber
vereceğiz. Binaenaleyh efendiler, siz şimdi başlayınız, akşama kadar cevap
veriniz. Bunu yapınız, bunu yapınız. Birisi çalışmazsa, vesaiki getirmedim
derse, malumatım yoktur derse heyeti müşavere mesul olur. Heyeti murahhasa o
heyeti müşavereyi Hükümete mi şikâyet edecek, vazifelerine nihayet mi verecek
veyahud hakikaten alelfevr bir mesele hasıl olmuştur. O mesele için heyet
içinden mütehassıs bulundurmaya imkân yoktur. Başka mütehassıs aramaya mı karar
verelim? Demek ki, başmurahhasın heyeti müşavere üzerinde vazife noktai
nazarından kati olarak heyeti müşaverenin heyeti murahhasaya kendi mütalaatını
behemahal isma etmek vaziyetinde olması heyetin mesaisini tanzim ve tevhit
eder.
Arkadaşlarım; benim teşkil ettiğim heyeti murahhasa ile
müşavere arasında beş, altı veya daha fazla ayrıca bir heyetin bulunması
lüzumunu müdafaa ettiler. Heyeti mutavassıta diyelim yahud heyeti murakaba
diyelim. Bu heyet vazi imza salahiyetini haiz olmayacak. Fakat kendi aramızda
karara iktiran etmek salahiyetini haiz olacak. Bu heyetin harice karşı olan
şeklini bertaraf edecek olursak hakikaten bunlar heyeti murahhasa demektirler.
Mademki mevzuubahis olacak meselede ittihazı karar edeceklerdir. Heyeti
murahhasanın kendisi demektir. Bir mesele hakkında ittihazı karar edilecek, bu
mesele hakkında müştereken, tesanüden çalışmak dokuz kişi ile müşküldür. Her
meselede bunların tevhidi efkâr etmeleri mümtenidir. Demek ki mevzuubahis olan
her meselede bugün o taraftardır, yarın öteki aleyhtardır.
Her meselede ârâ iktiran edecektir. Bu, harice sızar.
Lozan gibi bir yerde bütün dünyada bütün vesaiti ile olan bir mahalde bu,
harice behemahal sızar. Bir defa anladılar mı ki mevzuubahis olan meselede
başmurahhas kabul etmiyor. Amma heyeti murahhasa içinde kabul edenler vardır,
bir takım aza bunda mahzur görmemektedir. Değil böyle heyeti müşavere içinde...
hissederlerse davamız zayıflar, ısrar ederler ki onun muhalefetinde bulunan
mebuslar daha çok hak kazansınlar. Daha çok müşkülat gösterirler ve daha çok
uzatırlar. Daha çok müşkül vaziyette kalırız. Demek ki, heyeti murahhasa düşman
karşısına çıktığı zaman bir kişi gibi, bir şey izhar etmesi meselei esasiyeyi
teşkil eder. Ondan sonra dokuz kişinin ekseriyetinin iradesinde isabet
olmayabilir. Ekseriyeti iradede isabet demiyelim. Katiyeti icraiye yalnız Büyük
Millet Meclisinde olur. Bu meseleye geleceğiz.
Heyeti murahhasamız gelecek, diyecek ki, heyeti murahhasa
bu mesele için inkitaa uğradı, buraya geldik. Ne oldu? Bu meselede bize böyle
bir teklifte bulundular. Müzakere ettik, biz de kabul etmedik. Ey; niçin kabul
etmediniz? Reye vaz ettik, beş kişi olmaz dedi. Dört kişi olur dedi, amma beş kişi
olmaz dedi. Sonra Meclis bunu müzakere edecek, bir de Meclis reye vaz edecek.
Bunun için mi geldiniz; hata, nasıl şey bu diyecekler. Başmurahhasa diyecekler
ki, sen neredesin? Ben diyecek Başmurahhas; dört kişinin içindeyim. Fakat diğer
beş kişi öyle dediği için böyle oldu. Ne olacak? Ekseriyeti ârâ ile ittihazı
kaar mesuliyeti maneviyesi yalnız Büyük Millet Meclisine aid olur ve mahiyeti
katiyeyi haiz olur. Diğer heyetlerin şeylerine ekseriyeti ârâ ile tespit
edecekleri karara şekli katiyet vermeli [vermek?], maslahat noktai nazarından
muvafık değildir.
Efendim; heyeti murahhasa arasından böyle heyeti
mutavassıta veya heyeti murakabe esasen heyeti murahhasanın mesuliyetini tahfif
eden bir iştir. O noktai nazardan şayanı nazar olması lazımdır. İşte bir kişi,
iki kişi bir mesele hakkında ittihazı karar etmek üzere güç bir karar
verileceği zaman neden heyeti murahhasa yalnız kalsın. Meclis dokuz kişi
intihap etsin. Altı kişi olur dedi. Pekâlâ olur. Altı kişi yedi olmaz. Pekâlâ
olmaz. Fakat heyeti murahhasa Meclisin karşısına geldiği zaman, heyeti
murahhasa niçin bunu kabul ettiler? Ben kabul etmedim. Ekseriyeti ârâ ile kabul
olundu.
Bu heyeti mutavassıta onun vazifesini teshil eder ve onu
mesuliyetten teberrî eder bir meseledir. Halbuki bu mesuliyetin ağır olmasına
ihtiyaç vardır. Heyeti müşavereden tamamiyle istifade eden asgari bir heyet,
azamî mesuliyetle karşınıza gelmelidir. Orada meseleleri halledip de gelecek
bir heyet kendisini itirazatta karşı müdafaa edilmiş bir vaziyette görür. Sonra
heyeti murahhasanın dar zamanlarda bu işi bizim Meclis kabul etmez, bu işi
bizim Meclise kabul ettiremeyiz. Bunların elinde başlıbaşına bir silahtır.
Nitekim onların elinde de böyledir. Doğru söylüyorsunuz amma, biz bunu Hükümete
kabul ettiremeyiz. Herkes kim yanında yok ise, ondan ayrıca kuvvet almaya
çalışır.
Biz mebusların adedini çoğalttıkça ve onlara mesuliyeti
verdikçe ve böyle bir heyeti murakebe gönderdikte[çe] bu silahı elimizden atmış
oluruz. Halbuki bırakınız heyeti murahhasanızı bir çok mesailde sonuna kadar...
desin ki, bizim Meclisimiz bunun mahiyetin mahsusasını anlamış ve fakat kabul
etmiyor ve bunu şappadak reddeder. Reddederler. Bunları söylemişizdir ve
söylemek mecburiyetindeyiz.
Sonra dokuz kişi orada bulunursa ayrı ayrı tesiratı
onlara yaparlarsa, o zaman Meclisin en ziyade harice gönderdiği arkadaşların
çokluğu nispetinde harice tesir yapar. Hulasa efendim: Heyeti murahhasanın
vazifesi noktai nazarından adedinin az olması ve ondan sonra heyeti
murahhasadan maada bir heyeti mutavassıta bulunması, bu iki şekil ortasında
olan ayrı bir heyet yalnız vazifeyi iğlak eder, ameli bir neticeye varmasını
işkal eder ve ameli olarak hiç bir faideyi münteç olamaz.
Bir de heyeti müşaverenin –Salahaddin Beyefendi
buyurdular– mahdud bir dairede olmamasını... ve hariçten istenildiği gibi
intihap olunmasını... Zaten Hükümetin kabul ettiği şekil buna imkân
bırakmıştır. Yani heyeti murahhasa gerek propaganda noktai nazarından, gerek
sulh mesailini hal noktai nazarından masarif iktihamına salahiyettar
kılınmıştır. Bu suretle herhangi bir mesele mevzuubahis olursa dünyanın dört
köşesinde, gerek hariçte düşmandan, gerek bizden müşavir almaya selahiyet
verilmiştir ve bağlanmamıştır. Müşavir meselesinde Hariciye Vekili olarak ben,
sırası gelince düşman memleketine mensup adamlardan dahi istifade edilmesi
fikrindeyim.
Herhangi bir meselede, faraza Boğazlar meselesinde bir
İngiliz müşaviri bulursak, İngilizlerin fikrini hiç bilmediğim zamanda bir
İngiliz hukuk müşaviri bulursak para verir ve ona bu noktadaki fikrini bir
meselei fenniye olarak söyletirsek, bizim için şayanı istifadedir ve onu da
düşman fikri budur diye alırız. Demek İngilizler bu meselede böyle düşünüyorlar
ve o mesele hakkındaki müşavereden azamî istifade etmek için teklif olunan
eşkalde teminat vardır.
Sonra temenniyat arasında heyeti müşaverenin muktedir
olması söylenmiştir ve bunda ısrar edilmiştir. Bunun esasında hepimiz ittifak
ederiz. Bunun için başka türlü söylenemez. Zevat ve eşhasa taalluk eden cihet,
takdiri bir meseledir. Heyeti Hükümet, muhtelif mesailde hakkında reyinden
istifade olunacak müşavirler için ariz amik düşündükten ve tetebbu ettikten
sonra bir heyeti murahhasa kabul etmiştir. Şekil ve esas itibariyle sulh
konferansında meselenin tarzı cereyanını bu tarzda düşünürüz ve ameli olarak da
bu tarzdadır ve zannediyorum ki, Heyeti Celileye kanaatbahş olacak bir
şekildir. Burada bir sual vardır. Heyeti müşavere meyanında bulunan bir memur
ve bir zatın ecnebi memleketlerde memur olması mevani yok mudur? Bununla kimi
kastettiklerini derhatır etmiyorum. Yalnız heyeti müşavere meselesi için
bilmünasebe ne düşünüldüğünü, kimin üzerinde ne gibi husumeti varsa o
husumetiyle beraber rey ve mütalaasından ve müşaveresinden istifade olunur. Bir
daire veya bir müessesede ilişiği vardır. O ilişiği dolayısıyle, bilhassa onun
reyinden istifade ederiz. Bilhassa bu, şayanı tercihtir. Biliriz ki onun her
reyinden istifade ederken ilişiği olan filan daire ve müesseseler bu hususta ne
düşünüyor acaba? O zaman o bizi irşad eder. Der ki karşınıza çıkacak ilk
taarruz, ilk muhalif müessese olacaktır.
Lozan Delegasyonunun
Konferansta İzleyeceği
Çizgiye İlişkin
BMM’de Yapılan Konuşma[13]
(03. 11. 1922)
Arkadaşlar, Heyeti
Celilenizin itimadına mazhar olarak Sulh Konferansına Heyeti Murahhasamız
gidiyor. Heyeti Murahhasamızın Avrupa’da takibedeceği müddeiyatın hututu
esasiyesi şimdiye kadar cihanca malumdur. Bu, milletimizin öteden beri metalibi
milliye yolunda takip ve tespit eylediği hututtur ki Misakı Millî ile tavzih
edilmiştir. Binaenaleyh Misakı Millî ve Heyeti Celilenizin siyasetimize esas
olarak kabul ettiği muahedat bizim hattı hareketimizin esasını teşkil eder.
Misaki Millî ile mûnakit muahedat dairesinde hukukumuzu müdafaa edeceğiz.
Ümidediyoruz ki hak ve hakikat dünyada o kadar terakki etmiştir ki
mutalibatımızı suhuletle izaha muvaffak olacağız. (İnşallah sadaları) İnşallah
Sulh Konferansı insaniyetin, hakkı kabul hususunda çok munsif ve çok müterakki
olduğuna bürhan [burhan] olur. Heyetimiz için Meclisi Alinin daimî müzahereti
tevfikatı ilahiyenin tecellisine vesile olacaktır. (İnşallah sadaları)
Lozan Konferansının Başlamasındaki Gecikme*
Üzerine Müttefik Ülke Temsilcilerine İletilen Nota[14]
(12. 11. 1922)
“Sulh konferansının
içtimaı hakkında, Fransa, İngiltere, İtalya hükümetleri tarafından Türkiye
Büyük Millet Meclisi hükümetine resmen yapılan davet ve bu hususta alınıp
verilen notalar üzerine konferansın açılma tarihi 13 İkinciteşrin olarak kati
surette kararlaştığı cihetle, Lozan’a muvasalat eden Türk murahhaslar heyetinin
sureti müşterekede takarrür eden yukarda yazılı tarihte müzakerata girişmeye
hazır olduğunu zatı asilanelerine tebliğ ile kesbi şeref eylerim. Sulhun tehiri
Türk milleti için büyüklüğü takdir edilemeyecek fedakârlıkları ve zahmetleri
uzatacak ve bertaraf edilmesi münhasıran bizim iyi niyetimize bağlı olmayan
beklenmedik neticeler doğuracak bir mahiyette olduğunu benimle birlikte zatı
asilaneleri de takdir edecektir. Bu cihetle cihan sulhunun menfaati namına
konferansın çabuk toplanması için beslediğim en hararetli temennileri zatı
asilanelerine tebliğe ve yüksek saygılarımın teminine müsaraat ederim.”
İSMET
Lozan’da Yabancı
Gazetecilere Verilen Demeç[15]
(13. 11. 1922)
(…) Türkiye başdelegesi bu demecinde Türkiye’nin müttefiklerin gösterdiği
görüşme yerine tam zamanında geldiğini, fakat karşısında kimseyi görmediğini
söyledikten sonra dedi ki:
“Türkiye epey zaman sulh yapılmasını bekledi. Fakat sulh yerine, bilakis,
her hududundan aynı zamanda hücuma uğradı. Bu suretle dahilde aksülamel
unsurlarına cesaret verildi. Padişah her türlü terakki fikrine karşı idi ve
milliyetperverler aleyhine mevki almıştı. Onun için Türk milletinin kendi
davasını kendi eline almaktan başka çaresi kalmadı. İstiklalimizi fethetmek
bize pahalıya mal olmuştur. Memleketimiz tahrip edilmiştir. Bazıları on asır
kadar eski olan en büyük şehirlerimiz bugün kül halindedir. Eskiden mamur olan
geniş yerlerimiz bugün viranedir. Yeni tahripleri önlemek ve sulha
kavuşmak için Türk milleti hiç bir fırsatı kaçırmadan ve hiç bir zaman sulh
çarelerinin hepsini kullanmadan silaha sarılmadı. Büyük Taarruzdan evvel
Londra’ya mümessillerimizi gönderdik, fakat kabul edilmediler. Taarruzun
nihayetinde Fransa’nın müslihane [muslihane] tavassutuna müsait cevap verdik.
Bu hareketimiz hüsnüniyetimizi ispata yeter delildir. Lozan Konferansının
içtimaı alakalı devletler tarafından kabul edildi. Devletlerin davetine ilk
cevap veren memleket sulh arzusunu ispat etmiş değil midir? Türk
murahhaslarının konferans muhitine herkesten evvel gelmiş olması da Türklerin
nasıl sözlerinde durduklarını bir kere daha ispat etmiş oluyor. Türkiye’de
ecnebi düşmanlığından bahsedenler oldu. Türkiye’deki ecnebilerin can ve
malları, her şeyden mahrum olmamıza rağmen, tarafımızdan herhangi bir tecavüze
maruz kalmamıştır. Türkiye’de Fransızca tedrisatın kaldırıldığı da yalandır.
Bilakis Fransızca dersler artırılmıştır. Ankara Büyük Millet Meclisi üç seneden
beri memleketi idare ediyor. Bu meclis bütün selahiyet ve iktidarı nefsinde
toplamıştır. Halife şimdiye kadar siyasi bir vasıta idi. Umumi Harpte mukaddes
cihadı halife ilan etti. İnkılabımız esnasında Ankara mümessillerini mahkum
eden yine halife olmuştur. Bu hareketin hiç bir dini mahiyeti yoktur. Yeni
vaziyetiyle halife bütün siyasi cereyanların üstünde ve müstakil bulunacaktır.”
Paşanın sözleri bitince, muhabirler arasında bulunan bir İngiliz
gazetecisi: “Babıali, konferansa iştirak edecek mi?” diye sordu. Paşanın
verdiği cevap kısa ve kesin oldu:
“Babıali
yoktur!”
Lozan’dan
Bakanlar Kurulu Başkanlığına
Gönderilen
Mesaj[16]
(14.
11. 1922)
Heyet–i
Vekile Riyâsetine
14
Teşrin–i sânî 338
No. 2 (14 Kasım 1922)
Bugün
Fransa’nın Bern sefâreti müşteşârı Lozan’a gelerek Konferansın İngiltere ve
İtalya’ya aid ahval–i dâhiliye i’tibâriyle tehire uğradığını ve Teşrin–i
sânînin yirmisinde in’ikâd edeceğini bildirmeğe Hâriciye Nezâretinden
me’mûr olduğunu ve Konferansın in’ikâdına intizâren şâyed Paris’e gidecek
olursam Fransa hükümeti pek dostâne bir suretde hüsn–i kabul edeceğini beyân
eyledi. Teehhürden şikâyet ettiğim gibi da’vet nasıl ve ne gibi tarîk ile vâki’
olmuş ise te’hirin de o şekilde resmen bildirilmesi lâzım geldiği halde böyle
yapılmadığından şikâyet ve Konferansın yirmi Teşrin–i sânîde toplanacağının
hey’et–i murahhasaya resmen ve tahrîren bildirilmesi lüzûmunu hükümetine
yazmasını ifade ettim. Bilâhire dün akşamki telgrafıma cevaben Lord Curzon ve
Mösyö Poincaré’den birer telgraf geldi. Bunlar da Konferansın düvel–i
müttefikadan ba’zılarına âid esbabdan nâşi ayın yirmisine teehhür ettiği
bildirilerek i’tizâr edilmektedir. Birkaç gün içinde dönmek üzere bugün Paris’e
gideceğim. İngilizler Konferansa gelmezden evvel müttefikleri ile tevhîd–i
metâlib etmek teklifindedir. Fransız mehâfili Paris’te mülâkat içün pek ziyade
sarf–ı mesai etmişlerdir. Matbuatda hararetle çalışmaktayız.* İstanbul
ahvâlinden ma’lûmat isterim. Tarih–i vüsulunun iş’ârı.
Lozan Konferansının İlk Evresi
Lozan
Konferansı Açılış Oturumunda Yapılan Konuşma[17]
(20.
11. 1922)
Sayın Başkan,
Dört yılı aşan bir süre önce, başkan Wilson’un ilkelerine
ve bunlara inanç duygusuna dayanarak yapılmış bir silâh – bırakışımı, Osmanlı
İmparatorluğunun da katılmış olduğu çarpışmaları resmen durdurmuştu.
Barışın
nimetlerinden her zaman yoksun kalan Türk ulusu, o tarihten bu yana, hak ve
adalet elde etmek için ara vermeden yaptığı barış girişimlerinin yetersizliğini
ve hiç bir şeye yaramadığını görerek ve artık hiç bir kurtuluş umudu
kalmadığını anlıyarak, varlığını korumağı ve maddi ve manevî kendi
kaynaklarıyla bağımsızlığını kazanmayı başarmıştır. Türk ulusu, bu yolda, pek
çok acılara katlanmış, sayısız fedakârlıklara rıza göstermiştir.
Özgür uluslar, bütün bunlara, içten bir yakınlık ve
anlayış duygusuyla tanık olmuşlardır. Kadın ve çocuk, her yaşta ve her
durumdaki Türkler, bu savunma savaşına katılmışlardır. 1918 den bu yana, Türk
ulusunun karşılaştığı sonu gelmez saldırıları ve acıları burada hatırlatmaktan
kendimi alamıyorum. Gerek bu saldırılara ve acılara, gerekse hiç bir askerî
zorunluluk olmaksızın, Türkiye topraklarının en zengin ve en bakımlı
parçalarında, yok etmekten başka bir şey düşünmeyerek, sistemli bir şekilde
yapılmış yakıp – yıkmalara tek bir özür bulunamaz.
Hala bu dakikada bile, bir milyondan çok masum Türkün,
Küçük Asya ovalarında ve yaylalarında, evsiz ve ekmeksiz, başıboş
dolaştıklarını da hatırlatmak isterim. Türk ulusu, insan gücünü aşan bu
fedakârlıklara katlanmakla, uygar insanlık içinde, köklü bir yaşama gücüne
sahip uluslara özgü olan varlık ve bağımsızlık haklarıyla, barış, huzur ve
çalışkanlık unsuru olarak, büyük bir yer kazanmıştır. Türkiye Büyük Millet
Meclisinin kesin amacı, bu yeri korumak ve güçlendirmektir. Son yılların
olayları insanlığın vicdanında genel barış ve huzurun, Devletlerce,
birbirlerinin haklarına, özgürlüklerine ve bağımsızlıklarına karşılıklı olarak
saygı gösterilmedikçe gerçekleşemeyeceği gerçeğini bir inanç ilkesi halinde
yerleştirmiş bulunduğundan, bu olayların anısı, gelecek için bir barış ve huzur
güvencesi olur umudundayım.
Düşünülmesi mümkün en büyük bir iyi niyetle dolu olan
Türk Temsilci Heyetinin, öteki Temsilci Heyetlerinde de aynı iyi niyeti
bulacağı ve böylece, konferans çalışmalarının memnunluk verici bir sonuca
ulaşacağı umudunu besliyorum.
Sayın Başkan,
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti adına, İsviçre
Cumhuriyetine, konferansımızın burada toplanmasını kabul etmekle lütfen
göstermiş olduğu konukseverlikten dolayı teşekkür ederek sözlerime son
vereceğim. Tarihi şanlı, soylu bir ulusun, kendi bağımsızlığına ne kadar büyük
bir değer verdiğini inkar edilmez şekilde gösteren bu ülkenin, konferansa
toplanma yeri olarak seçilmesinden büyük bir mutluluk duymaktayım.
Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[18]
(20. 11. 1922)
Büyük Millet Meclisi
Riyâsetine
No. 8, 9, 10
20 Teşrin–i
sânî 38
(20 Kasım 1922)
No. 8. Mösyö Poincaré
aynı otelde bulunduğu cihetle ihsâs ettiği arzu üzerine Konferansın küşâdından
mukaddem kendisiyle görüştüm. Bu def’a pek ziyade hüsnü kabul ve nezâket
gösterdi. Riyâset mes’elesini mevzu–î bahs ettim ve riyâsetti münâvebeten
düvel–i müttefika–î selâse ile Türkiye arasında tedâvül etmesi teklifinde
bulundum. Fransa, İngiltere, İtalya da’vet eden devletler olduğu cihetle
kâide–i riyâsetin bu üç devlete ait olması lâzımgeleceğine ve da’vet edilen
devletler, yani Türkiye, Romanya, Yugoslavya ve Yunanistan’ın dav’etçi
olmadıkları cihetle riyâset etmeyeceklerini düşündüğünü söyledi. Türkiye
devletleri İzmir’e da’vet etmiş olduğu cihetle bizim de riyâset etmemiz icap
edeceğini bildirdim. İkinci derecede komisyonlarda Türkiye’nin riyâset
növbetine ithal edilebileceğini ve esasen Türklere müsâvi muâmelesi yapılacağı
ve asıl iş müzâkerâtda olup bunun o kadar i’zâm edilmemesini rica ettim.
Talebimden ferâgat ma’nâsını ifâde edecek bir şey söylemeden başka mesâile
geçtim. İstanbul’un tesrî–i tahliyesi bahsinde İstanbul ve Trakya’ya ahden
girmek, harben girmeye müraccah olduğunu, çünkü bu son taktirde gerek
İngilizlere ve gerek Yunanlılara karşı bir hiss–i husumet bırakılmış olacağını,
halbuki muâhede imza edilince İstanbul’daki vaz’iyyetimiz kendilerinin de
imzaları altında kabullerini mukârin olacağından çok sağlam olacağını izâh
etti. Tahliye ne zaman olacak dedim. İmzâ edildiği gün ne İstanbul’da, de
Boğazlarda bir tek Fransız ve İngiliz veya diğer bir ecnebi asker
kalmayacağını, Boğazların serbestîsi için Türklerin riyâseti altında bir
komisyon mutasavver olduğunu ve Türkiye’nin İstanbul’da bilâ kayd u şart hüküm
süreceğini, yalnız Avrupay–ı Türki’deki askerimizin jandarma dâhil olmamak
üzere tahdîd–i mikdârı düşünüldüğünü, ekalliyetlerin mübâdelesi meselesi
arzumuza muvaffık bir surette hallolunabileceğini, kapitülasyonlarda ecânibin
menfaati ihlâl edilmemek şartı ile bilâ müşkilât hallolunabileceğini suallerim
üzerine izâh etti ve halli çok müşkilâtı istilzâm edecek mâhiyetde mesâil
gördüğümü beyan etmekliğim üzerine her müşkilâtın hallolunabileceğini ve Türkiye’nin
bugün ümmid edilmez derecede müsâid bir vaz’iyyette bulunduğunu ve hattâ
karîben anlaşılacağı üzere Lord Curzon’un dahi Türkiye’ye karşı gayet müsâid
bir hale gelmiş olduğunu ve Yunanistan’dan alınacak tamirat bedeli hususunda
Yunanlıların Anadolu’da tahrip ettikleri Fransız emvâl ve menâfiini Türkiye’de
olmak i’tibârıyle bizden isteyeceklerinden bize karşı yapılan tahribat bedelâtı
ile birlikte bunları bizim Yunanistan’dan almamıza müzâheret edecekleri tabiî
olduğunu mahremâne bir surette ilâve etti.
No. 9 – Hülâsa söylenilen şerâit aynıdır. Yalnız bugün
muâmele daha nâzikânedir. Bu da bir iki gündür gazetelerde görülen fena
havâdisleri tahfife de matûf olabilir. Konferansın küşâdında İsviçre Reis–i
cumhûrunun nutkuna benimle Lord Curzon’un cevâb vermesi takarrür etmiş olması
üzerine hazırladığımız nutkun muhteviyâtından bahsettim. Bir iki cümlesini
tahfif husûsunda çok rica etmeleri üzerine muvaffakat etmeyi münâsib gördüm.
Esâsen yalnız İsviçre’ye teşekkür edilmesi mevzû–ı bahs olduğundan ve halbuki
nutkumuzda esâs olan aksâmı tamâmen muhâfaza ettiğimizden bunda bir mahzûr
yoktur. Konferans salonuna girilmezden evvel Lord Curzon takdîm edildi. Ve bir
müktezay–ı nezâket âfâkî bazı şeyler konuşuldu. Bize karşı bunu da tavrı
şâyân–ı dikkat bir suretde nâzikâne idi.
No. 10 – İsviçre Reis–i cumhûru Konferansı alenî bir
celse ile açarak beyânı hoşâmedî etti ve İsviçre’nin konferans mahalli olmak
üzere ta’yîn edilmesine memnuniyetini izhâr ettikten sona düvel–i muâkidenin
gösterecekleri kiyâset ve hiss–i müsâlemetkârâne ile fecâyi–i harbin ve bir ân
evvel zâil, hal–i sulhün hâsıl olması temenniyâtını izhâr etti.
Müteâkıben Lord Curzon nutkunu söyledi. Bu devletlerin
mütekabilen gösterecekleri efkâr–ı itilâfcuyâne sayesinde sulhun husulü
temenniyatını izhâr ederek İsviçre’nin daima efkâr–ı müsâlemetkâranenin tatbik
ve intişârında oynadığı rol i’tibâriyle sulh konferansı için en münâsib bir
mahal olduğunu beyân ve reis–i hükümete teşekkür etti.
Ba’dehu ben irâd–ı nutk ettim. Bunun metni aynen açık
telgraf ile arz edilmiştir. Yalnız İngiliz ile benim tarafımdan nutuk iftitahı
yapılmıştır.
Ba’dehu İsviçre Reis–i Cumhuru kendisine gösterilen
hissiyâta karşı her ikimize teşekkür ettikten sonra yarın kablez – zuhr saat on
birde murahhaslar ictimâ’ etmek üzere bu umûmî ve alenî celseye nihâyet
verildi.
22 Teşrin–î sânî 38 tarihli ve 10 numaralı raporudur.
Vusûlünün iş’ârı.
İSMET
Lozan’dan
Bakanlar Kurulu Başkanlığına
Gönderilen
Mesaj[19]
(21.
11. 1922)
No: 13
Heyet–i Vekîle Riyâsetine
No. 11, 12 21
Teşrin–i sânî 38
(21 Kasım 1922)
Bugün Konferanstan
sonra Lord Curzon tarafından izhâr edilen arzuya binaen iâde–i ziyaret etmesi
te’min olunduktan sonra görüştüm. Konferansın tarz–ı mesâisi nasıl olacağından
ve mesâil tefrîk edilerek komisyonlarda tedkîk edilmesi kendisinin yarınki
konferans içün sûret–i hususiyede dermîyan edilen mülâhazası olmamakla beraber
heyet–i murahhasalara isterlerse mülahâzat–ı umumiye dermîyan etmeleri teklîf
olunacağından bahsetti. Riyâset mes’elesini buna da söyledim. Oda Poincaré ile
aynı nazariyeyi dermîyan etti. Türkler içün en ehemmiyetli mes’ele hangisi
olduğunu sordu. Mesâilin hepsi yekdiğerine merbût ve hepsi aynı derecede mühim olup
bunların esâs–ı müşterki [müşterek?] istiklâl–ine karşı gülerek sulh dedi ve
Noel yortularını memlekette geçirmek arzusunda bulunduğundan mesâilin o vakte
kadar hallolunması temennisini izhâr etti. Bu kendilerinin elinde olup
isterlerse bir saatte mes’elenin biteceğini söyledim. Buna karşı da gülerek
aynı şey sizin de aynı vechile elinizdedir dedi. Yunan tahribatından ve
bunların ta’mirinden bahsettim. Yunanlılar da Türklerin tahribinden bahsediyor.
Her ikiniz söylersiniz. Biz bitaraf bir suretde dinleriz dedi. Bugünkü nutukda
bazı cümleler sert olduğundan şikâyet ederek birbirimize karşı sert nutuklar
irâd etmememizi rica etti. Iztırâb çekmiş bir milletin mümessili olduğumdan
şiddetli addettiği nutukların şikâyetden başka bir şey olmadığını, Anadolu’da söylediğimiz
nutuklarda bile hiçbir milletin izzet–i nefsine karşı hiçbir kelime
söylemediğimizi ve ben de gerek münâsebât–ı resmiye ve gerek münâsebât–ı
şahsiyemde sözlerime fevkalâde i’tinâ etmek i’tiyâdında bulunduğumu bildirdim.
Yunanlılara karşı zaferimize diyecek olmadığını, fakat müttefiklere karşı da
muzaffer olmadığımızı söyledi. Cevâp verdim. Yarın veya öbür gün iâde–i ziyaret
edeceğini söyleyerek sık sık görüşmemizi arzu ettiğini ilâve etti. Ben de
bi’l–mukâbele görüşmeğe âmâde bulunduğumu ve konferansın devamı müddetince
işlerin bu suretle daha kestirme hallolunabileceğini beyân ettim. Mes’elenin
zevâhiri fırtınadan evvel tatlı yel mâhiyetindedir. İlk evvel mesâil–i arziyeyi
mevzû –ı bahs etmek fikrindedirler.
İSMET
Lozan’dan Bakanlar Kurulu Başkanlığına
Gönderilen Mesaj[20]
(21. 11. 1922)
No: 14
Heyet–i Vekîle Riyâsetine
No. 13, 14 21 Teşrin–i sânî 38
(21 Kasım 1922)
Bu sabah konferans
açıldı. Resmî tebliğ aynen açık olarak arz edilmiştir. Bugün yalnız Konferansın
nizamnâme–i dâhilîsi müzâkere edilmiştir. Bunun hemen her maddesine i’tirâz
mecburiyetinde kaldık. Harâretli münâkaşât oldu. Konferans hangi devletlerin
murahhaslarından teşekkül edeceğine dâir olan birinci maddenin dâire–i
şümûlünden notalarda taayyün eden devletlerden mâadâsının ihrâc edilmesinde
sûret–i katiyyede ısrâr ettik ve murahhasların adedinin iki olmasına binâen her
ictimâ’da murahhaslardan yalnız ikisinin murahhas addedilmesi teklifini de
şiddetle reddettik. Boğazların rejimine âid komisyondan bahsolunurken
Sovyetlerin iştirâki lâzım olduğunu ifade ettim. Curzon da’vet olunduklarını,
henüz bir cevâb vermediklerini söyledi. Boğazlar meselesini Sovyetlerin
iştirâki olmaksızın takarrür ettirilemiyeceğini tekrâren te’yid ettim. Riyâsete
Türk hey’eti murahhasasının da iştirâkini resmen taleb ve aynı talebi
komisyonların riyâseti içün de tekrar ettik.
No. 14 – Öğleden
sonra olan ictimâ’ dahî İsviçre hükümetine karşı teşekkürü ve sulhün akdı
hakkındaki temenniyâtı mutazammin olarak Fransız, İtalyan ve Japon
murahhaslarının irâd ettikleri nutuklarla geçti. Yarın Lord Curzon’un riyâset
edeceği Arazi, Umûr–i askeriye ve Boğazlar komisyonu toplanacak ve Trakya
hududu mevzû–i bahs olacaktır. Bugün yalnız şeklî mesâil konuşulduğu halde
birçok nikatda şiddetli münâkaşât mecburiyetinde bulunduk. Konferansın
hitamından sonra iâde–i ziyaret içün otele gelen Lord Curzon ile nâzikâne
görüştük. Ruslarla aramızda kavga olup olmadığını sordu. Reddetmekliğim üzerine
dostluk ne kadar devam edecek dedi. Dâimâ ve ilânihâye dedim. Sonra teklifsiz
ve âfâkî şeylere geçti.
Mösyö Poincaré dahî
iâde–i ziyaret ederek diğer devletlerin iştirâkinde mahzûr olmadığını iknâ’
etmeğe çalışmıştır.
İSMET
Lozan’dan Başkumandanlığa Gönderilen Mesaj[21]
(11. 12. 1922)
NO. 119
Lozan’da İsmet Paşa’dan
Başkumandanlığa
No. 82
11 Kânunuevvel 338
(11 Aralık 1922)
Sunnisi’nin
seyahatini İtalyanların da talep edip etmediklerini anlayamadım. Eğer İtalyanlar
Sunnisi’nin gittiğini biliyorlarsa ve bilecekler ise tarafımızdan bir muavenet
gibi burada meseleyi İtalyanlarla görüşmek derhatırdır. İradelerine muntazırım.
İSMET
Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[22]
(11. 12. 1922)
NO. 120
Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine
Tel.
11 Kânunuevvel 338
No.
83
(11 Aralık 1922)
Başkumandan Mustafa
Kemal Paşa Hazretlerine.
Sıhhatınız ve
vaz’iyete dair ihtisâsâtınız hakkında malumât itâsını istirhâm ederim. Mesâili
esasiyenin hemen kâffesinde dayanıp kaldık. Belki hepsini birden mütekabil
pazarlıklar ile birden çıkaracağız. Ancak Boğazlardan sefain–i harbiyenin
geçmesini İstanbul için bir tehlike mâhiyetinde kabul etmeğe asla mütemayil
değildirler. Zaten Boğaz açıklığının esas Rusları donanma altında tutmak ve
Türk – Rus tevhidi harekâtına mâni olarak Türkleri Entente politikası kabulüne
sevk ve icbar eylemektir. Boğazlar arasında bulunacak harb gemisi mikdârı bizim
donanmamızdan aşağı olsun demek hemen hemen harb gemisi geçmesin demek olduğu
gibi Karadeniz’e harbde donanma geçmesini kabul edince muhârip devlete karşı
münferiden tehlikeye düşmemek için bütün kuvvet–i harbiyenin geçmesini de talep
ediyorlar. Bu kuyûdu mesele–i esâsiye addedip etmemek veya iktizâ–ı hale göre
hareketi buraya bırakmak şıkkını mülâhaza ve irade buyurmalarını istirhâm
ederim. Bizim harb halinde mudâfaa imkânına ve mudâfaa hakkına mâlik
olmaklığımız serbesti–i harekâtımızı te’min edecek bir vâsıtadır. Hakîkat–i
halde bu sistem Rusya’nın za’afını ve bizim Entente politikasına mümâşatımız
demek ise de bizim kuvvetli memleket yapmak için kuvvetlerimizi nerede muhâfaza
ve inkişâf ettirmek istediğimiz gözönüne alınırsa ve esasen Gelibolu dahil
olduğu halde bütün İstanbul havalisinden işgali mündefi ve kuvve–i berriye
yakın ve hazır bulunursa donanmanın mürûru halen sebebi inkıtâ addedilmemesi
mütâleasındayım. Musul işi ağırdır. İştigalâtımız fevkalade ise de vazifeyi
hüsn–i ifâ etmek gayreti cümlemize medâr–ı kuvvet olmaktadır, Aziz Reisim ve
Başkumandanım. 11 Kanunuevvel 338.
İSMET
Lozan’da Yeni Kurulan
İsviçre – Türkiye
Dostları Derneği
Tarafından Düzenlenen
Baloda Yapılan Konuşma[23]
(18. 12. 1923)
O akşam
İsviçrelilerle Türkler arasında bir dostluk derneği kuruldu. İsviçreli Miralay
Fonjella’nın reisliği altında toplanan İsviçre – Türkiye Dostları Cemiyeti de
Lozan Palas’ta bir suare verdi. Biri Mustafa Kemal Paşa’ya, diğeri İsmet
Paşa’ya ait olmak üzere iki altın madalya verdiler. Beşi bir yerde altından
daha büyük çapta olan bu madalyaların bir tarafında “İsviçre Türk Dostları
Cemiyeti” ibaresi ve 922 tarihi yazılı ve yan yana İsviçre ve Türkiye
bayrakları bulunmakta idi. Arka tarafında “Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine”,
diğerinde ise “İsmet Paşa Hazretlerine” ibareleri yazılıydı. Salonda
İsviçre’nin her tarafından gelen bir çok kimseler toplanmıştı. Bunlar arasında
Lozan valisi, Lozan merkez kumandanı, polis müdürü, İsviçre meclis azaları,
nazırlar, üniversite hocaları, İsviçre ticaretine, sanayiine mensup kimseler,
gazeteciler bulunmaktaydı. Özel olarak getirilen bir bando Türk marşını çaldı.
Saat dokuz buçukta İsmet Paşa salona geldi ve reis Fonjella tarafından hazır
olanlara takdim edildi. Bu takdim merasiminden sonra Miralay Fonjella bir nutuk
söyledi. Türkiye hakkında çok dostça cümleler kullandı. Ondan sonra İsmet Paşa
söz alarak, İsviçrelilere teşekkür etti ve Türk davasını bir daha özetledi:
“Türk milleti mukaddes davasının hayat dolu timsali olan
reisine karşı gösterilen saygı ve takdirden dolayı iftihar duymaktadır. Bana
gelince, lütfen verdiğiniz madalyayı, şerefli İsviçrelilerin ruh yüksekliğinin
bir hatırası olarak iftiharla saklayacağım. Nazikâne kabulünüzden dolayı
teşekkür ettiğim sırada giriştiğimiz sulh çalışmalarının şimdiki vaziyetinin ne
merkezde olduğunu İsviçreli dostlarımıza bildirmeyi manevi bir borç sayarım.”
İsmet Paşa’nın bu başlangıçtan sonra izah ettiği Türk davasının özeti, kendi
cümleleriyle şu idi:
“Milli ayaklanmamızın kati ve mesut neticesinden sonra
istiklalimizi müdafaa uğrunda katlandığımız nihayetsiz fedakârlıklara ve
memleketimizin sahne olduğu munzam tahribata rağmen sulh şartlarımız
tarihimizin en karanlık günlerinde bahsedilen terki imkânsız asgari şartların
tamamıyla aynıdır. Ahvalin bize müsait görünmesinden istifade ederek aşırı veya
haksız isteklerde bulunmaya kalkmadık. İlk istediğimiz şey, Türklerin ezici bir
çoğunlukla doldurdukları topraklarımızın mülki bütünlüğüdür. Bu noktada her ne
şekil, isim ve bahane altında olursa olsun zerre kadar fedakârlığa muvafakat
edemeyiz. Türkiye’de kalmış ekalliyetlere Avrupa’da son zamanlarda imzalanan
muahedelerdeki bütün faydaları tatbik etmeye hazırız. Başkaca istisnai
tedbirler kabulü hakimiyet hakkımıza kabul edilemeyecek surette halel getirir.
Muhtelif unsurların hayat şartlarını bozar ve devlet içinde devlet teşkilatı
vücuda getirmek suretiyle Türk hükümetinin nüfuzunu azaltır. Hiç bir Türk
hükümeti bu gibi müdahaleleri kabul edemez. Saltanatın kaldırılması, Türklerin
asrın icaplarına uygun bir varlık temin etmek için eskiden beri kökleşmiş ve
köhne engellerden kurtulmak hususunda besledikleri kati azmin inkâr edilmez
delilidir.
“Türk milleti siyasi, adli, iktisadi, hukuki
münasebetleri beynelmilel kaidelere ve mukabelebilmisil esasına göre kati
surette tayine azmetmiştir. Hiç kimse bu taleplerin aşırı olduğunu ve bu
istekleri ileri sürmeye hakkımız olmadığını iddia edemez. Bunlar, bütün dünya
kavimlerinin itiraf ve tecrübeleriyle sabit olduğu gibi bir milletin varlığı ve
inkişafı için vazgeçilmesi imkânı olmayan şartlardır. Bu sözlerimin necip ve
kahraman İsviçrelilerin kalbinde bir makes bulduğunu işitmekle bahtiyarım.
Vatandaşlarıma karşı gösterdiğiniz alaka ve iyi hislerden dolayı sizlere bir
daha teşekkür ederim.”
Lozan’dan
Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[24]
(19.
12. 1922)
NO. 176
Lozan’da İsmet Paşa’dan Ankara’da
Mustafa Kemal Paşa’ya
19 Kânun-i evvel 38
(19 Aralık 1922)
Aziz kahramanım, reisim ve kardeşim.
Tehassürümün [tahassürümün] derecesini ifade edemem.
Anadolu’da aylarca görüşemediğimiz zamanlar olmuştu. Ama kendimi bu kadar uzak
ve istediğim zaman hemen sizi bulamaz görememiştim. İstediği zaman sizinle
konuşmak ve buluşmak ihtimali bile biz insanların en büyük kuvveti olduğunu bir
daha tecrübe ediyorum.
Konferansın hassa–i mesaisini (10 Kânunuevvele kadar)
takdim ediyorum. Bu mesaiye hazırlanmak için çok çalışılıyor. Şimdi ben 15
Kânunuevvel akşam raporunu bitirdim. Bu mektubu yazıyorum ki saat sabahın dördü
oluyor. En uzun çalışmak yorgunluğunda senin bir hâtıranı anlatmak yeni bir
hayat kudretindeki tesiri yapıyor. Benim güzel paşam, bilmezsin bu anda ne
kadar tahasasür ve teessürüm vardır.
Bana ordudan malumât veriniz. Büyük kumanda makamlarında
tebeddül var mıdır? Bir telgrafını aldım. Sureti umumiyede istirahat ve
memnuniyetini ifade ediyordu. Bana büyük teselli oldu. Ne kadar tehacüm içinde
bulunduğumu ve bundan ne kadar sıkıldığımı mükemmelen tasavvur edersin. Fakat
senin herhangi bir imzanın derece–i şifasını da bildiğin halde bundan niçin
imsak ediyorsun Mutmain olman için söyliyeyim ki iyi çalışıyoruz.
Ben Sana hiç bu kadar silik ve rabıtasız yazmamıştım.
Tekrar edeyim ki tahassürümün şiddetindendir. Neticeden memnun olacak mısın;
bahusus tekrar görüşebilecek miyiz?
Hayatımdan Suret–i umumiyede memnunum. Heyetimizde ahenk
ve intizam vardır. Ciddiyetle çalışıyoruz. İş hakkında ne yazayım, raporumu
okursun. Şahsen mevkiim suret–i umumiyede saygıya müstenid addolunabilir.
İsviçre muhitinde dahi mevkiimiz vardır.
Benim güzel şefim, sevgili kumandanım. Seni ne vakit
göreceğim? Gözlerinden öperim. Çok laubaliliğimi affet, çok tahassürüm.
Kelimeler çok eksik ve içim hiç tatmin edilmemiştir.
İSMET
Lozan’dan
Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[25]
(22.
12. 1922)
NO. 191
Heyet–i Vekîile Riyâsetine
Zâta
mahsusudur 22 Kânun-i evvel 38
(22
Aralık 1922)
No. 125
Maliye işlerimiz iyi değildir. Düşmânın metâlibi çoktur.
Adamları son derece kuvvetli mütehassıs, musırr, ve mukni’dir. Hükümetten
aldığımız ta’limât da mütehassısların söylediğine göre mümkinü’l–icrâ değildir.
Ben memleketin bütün maliyecilerini etrafıma topladım. Hasan Bey*, Ferid Bey**, Cavid Bey***, Şefik Bey aralarında ittihâd–ı efkâr
olmuyor. Bu ahvâl tahtında Hasan Bey ahvâli bir def’a Ankara’ya şahsen
anlatmağa lüzûm–i kat’î görüyor. Benim istisâsime göre müşarün ileyh çok
müşkilât karşısında kendisini kuvvetli görmüyor. Müşârün ileyh murahhas
olduğundan re’sen i’zâmı salâhiyetim dahilinde değildir. Evvel emirde hükümetten
me’zuniyet istedim. Ferid Bey heyet–i murahhasaya me’mûr ediliyor. Hasan Bey
gidip gelinceye kadar iki murahhas ile iktifâ câizdir. Zaten herkesin iki
murahhası vardır. Bir def’a Ankara’ya gitmek bizzat Hasan Beyin de taleb ettiği
bir tedbir olduğundan bunun tervîcini rica ederim.
İSMET
Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[26]
(22. 12. 1922)
No. 194
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine
No.
135
Lozan, 22 Kânun–i evvel 38
(22
Aralık 1922)
Zâta Mahsûs
Marki Garroni’nin gala ziyafetinde şetâret içinde bulunduk. Büyük
ziyâfetlere büyük milletlerden başka kim gidebilir. İtalya, Fransa, Britanya,
Türkiye murahhasları mevkii ihtiramda, diğer milletler kendi sıralarındadırlar.
Curzon ile ziyâfete riyâset eden İtalyan hanımın tarafeyninde bulunduk. Geçen
gün de böyle idi. Curzon bir aralık bana “çetenin sıhhatine içiyorum” dedi.
Sonra ben de onun sıhhatine içtim. Liste üzerine imza atarken birkaç defa hep
benim altıma rastgelen Curzon bana dedi ki “hep ayağına rast geliyorum,
çekemem.” Sonra bir defa “tepene imza ediyorum” dedi. Birkaç gündür pek ziyâde
gerginlik hüküm sürüyor. Bugün de gündüz böyleydi. Gelip geçici buhranlar ile
zâhirî tatlılık arasında çok gergin vakit geçiriyoruz. Ziyafetten sonra işte
saat üçtür ki raporu bitirdim. Birkaç saat istirahât edeceğim. Nasılsın?
Sıhhatinden, neş’enden bize kuvvet ver şanlı Gazi. Görüştüğümüz zaman saçlarımı
bembeyaz, yaşımı on sene ileri bulacaksın.
İSMET
Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[27]
(10. 01. 1923)
NO. 324
Gazi Mustafa Kemal Paşa
Hazretlerine
No.
217
10 Kânun-ı sânî 39
(10 Ocak 1923)
Şeyh Sunnusi
için Marki Garroni ile bir kaç gün evvel görüştüm. Hükümetinden soracağını
söyledi. Şeyh Hazretlerinin ilk önce müracaat ve arz–ı hizmet ettiğini söyledi
ve müstağni göründü. Şimdiye kadar bu babta bir malûmat vermediler. Alınacak
malûmat derhal arzedilecektir.
İSMET
Lozan’dan
Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[28]
(20.
01. 1923)
NO. 390
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine
No.
250
20 Kânun-ı sânî 39
(20 Ocak 1923)
Büyük ziyaın*
murahhas arkadaşlarımızla cümlemizi cidden ve samîmen müteessir ettiğini
arzeder Hey’et–i Murahhasa nâmına kıymetdâr vücudunuza âfiyet ve selâmet
temennî eylerim.
İSMET
Lozan’dan
Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[29]
(23.
01. 1923)
NO. 414
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine
No.
262
23 Kânun-i sânî 39
(23 Ocak 1923)
Bugün son
derece buhranlı oldu. Curzon bütün vesâitini bütün gün isti’mâl etti. Musul’un
siyâsî muharebe günüdür. Konferansın mebâdisinde olmadığımızı bütün cihân
efkâr–ı umûmiyesine karşı Musul yüzünden sulh âlemini tehlikeye koymak
mes’uliyeti ağır olduğunu iddiâ ve Musul’u taleb ettim. Cemiyyet–i Akvâm’a
müracaat etmeğe karar verdi. Onun mahrem niyeti sulh projesinin hey’et–i
umûmiyesini pazarlığa koymazdan evvel Musul mes’elesini halletmek idi. Çünkü
müşkil vaz’iyete girdi. Ve ric’at etti. Büyük müsademe akabinde İspanya
Sefirinin ziyafeti münâsebetiyle anladım ki İtalya ve Amerika mahâfilinde
meserret var idi. Belki muzafferiyet günüdür. Zafer çok buhrânlı günde olur.
Fakat anlaşılmaz. Ben böyle söz sarfetmişim. Bilesiniz ki çok yorgunum. Üç gece
uyumadım. Bugünkü Musul müsâdemesini düşündüm. Curzon inkıta karşısında
şimdilik ric’at etti. Büyük ve mütemâdi tertibât ve tehdidât yaptı. Çok
yoruldum. Benim güzel Gazi Şefim beni bu kadar imtihâna niçin fedâ ettin. Büyük
ziyâfetlerin birinci damlasını hep senin sıhhatine ve en büyük buhrânlardan sonra
benimle içerler. Selâm selâm! Acab seni tekrar görecek miyim? Curzon
sandalyesinde yığılmış idi. Vedâ’ ederken Garroni bana çok çalımlı halin var
diye gülüyordu. İngiliz’i Musul yüzünden sulhu tehdîd eder gösterdik. Dehşetli
propaganda ve mücadele.
İSMET
Lozan’dan
Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[30]
(24.
01. 1923)
NO. 424
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine
No.
270
24 Kânun–i sânî 1339
(24 Ocak 1923)
Gazi Mustafa
Kemal Paşa Hazretlerine mahsustur.
Çiçerin’den
aldığım 22 Kânun–i sani tarihli mektubta muhterem validenizin ziyaından pek
ziyâde müteessir olduğu ve Türkiye’yi yeniden tesis ve İstanbul’u ikinci def’a
fethedip Türk milletinin prestijini kazanan Zat–ı Âlilerinin kederine tamâmile
iştirâk ettiği bildirilmekte ve iş bu hissiyatın Zat–ı Devletlerine arzı
rica edilmektedir. Bundan mâadâ müşârünileyh birkaç senelik bir teşrik–ı mesâi
sâyesinde muzafferiyetimizde hissesi olmakla müftehir olduğunu ve eski ve yeni
Türkiye’yi yekdiğeri ile mukayese ettikten sonra Türk milleti ve onun kahraman
Reisi ile Rus teşrîk–i mesâisinin İstanbul’un emniyetini kâfil yegâne tedbir
olan Boğazların harp gemilerine mesdûdiyetini istihsâl edebileceğini beyan ve
bu neticeyi görmekle bahtiyâr olabilmek ümmidini izhar eylemektedir.
Alacağım cevâbı
derhal kendilerine iblâğ edeceğimi arzederim.
İSMET
Lozan’dan
Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[31]
(26.
01. 1923)
NO. 438
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine
No.
278
26 Kânun-i sânî 339
(26 Ocak 1923)
Zata mahs’usdur
C. 25 Kanun–i
sânî ve 321 numaraya:
Fransızlar bize
hiçbir şeyde müsaid değildirler. Onlardan hayır yoktur. Sulh olmadığı halde
dahî inşâata devam etmek ve ikrâzı yapmak şartını ayrıca te’min ederek Çester’i
[Chester] tercih etmek muvâfıktır.
İSMET
Lozan’dan Bakanlar Kurulu Başkanlığına
Gönderilen Mesaj[32]
(27. 01. 1923)
No 442
Hey’et–i Vekile Riyâsetine
No. 281
27 Kanûn–i sânî 39
(27 Ocak 1923)
26 Kânun–i sânî raporudur.
1 – Bir iki tâlî komisyon son işlerini bitirip rapor
yaptılar. Fransızlar verdikleri yeni projelerde yeni ağır maddeler
göstermişlerdir. Fransızlar ya bizim sulh yapmamızı istemiyorlar veya hem bize
her fenalığı yapmak hem de yüzümüze gülerek hazmettirmek kabil olduğuna
kani’dirler. İnkısâr intibâhımızı sarîh bir sûretde kendilerine ihsâs ettim.
Bugün bana eğer inkıtâ’ olursa Suriye’de dahî Fransızlara hücum edileceği
rivâyetinin esâsını sordular. Vazifem sulh yapmağa çalışmaktır. İnkıtâ’ olursa
mâbaadını bilemem dedim. Ciddi infiâlimizi Mougin’le hissettirmeliyiz. Son âna
kadar İ’tilâfa sadâkatımızı muhâfaza ettik. Son âna kadar kendilerinden iğfâl
gördük.
2 – Müttefikler Konferansı inkıtâa götürdüklerinden bu
hâlde Amerika ile ayrı muahede yapmak imkânını istîzâh ettim. Burada
olamayacağını, Konferanstan sonra hükümetten alacakları ta’lîmâta göre hareket
edeceklerini bildirdiler. Denildiğine göre çarşamba günü alenen bize muâhede
projesi verecekler. Cuma günü Curzon gidecek diğer hey’etler kalacaklar. Müttefikun
aleyhdir ki vaz’iyet ağırdır ve vâhamet Musul’dan münbaisdir.
3 – Bugün burada hey’etimiz a’zâsına gazeteciler demişler
ki burada böyle taleb ve iddiâ ediyorsunuz. Halbuki milletiniz orada sulh
istiyor. Bu gibi zaîf tereşşihâta [tereşşuhata] mahal verilmemesini bilhassa
rica ederim.
İSMET
Lozan’dan Bakanlar Kurulu Başkanlığına
Gönderilen Mesaj[33]
(30. 01. 1923)
No 460
İcra Vekilleri Riyâsetine
No. 290, 291
30 Kanûn–i sânî 39
(30 Ocak 1923)
Madde 1 – Müttefikler hazırladıkları muâhede projesini verdiler
kurye ile geliyor.
Son günlerde bilinenden ağır şekildir. Musul Cemiyyet–i
Akvâm meclisinin vereceği karara ta’lîkan 15 milyon Liralık ta’mirâtı
Yunanlılarla mütekabilen bağışlamak gibi mevâdd–i malûmeden mâadâ İstanbul
kuvveti dâhil olduğu halde Trakya’daki kuvvetimizin yirmi bir bin kişiye
tahdidi kapitülasyonların adlî sisteminde beyânât hâlinde muhtelit mahâkim
usûlü, ticarî ve adlî müttefiklerle takarrür eden mevâddın sâir bilcümle
teşmîlî gibi mevâdd vardır. Muâhede ağırdır. Konferansta görüşülen mevâddan
reddolunanlar ibka olunduktan mâadâ yeniler de ilâve olunmuştur.
Trakya hududu Karaağaç’ı vermeyerek evvelki hududdur.
No. 291
Madde 2 – Amerika murahhasının telkinâtı şudur: Musul
mes’elesini hakeme havâle etmek. Müttefiklerin istedikleri tazmînâta mukabile
zabtettikleri beş milyon altın lira ile İngiltere’deki gemilerin bedelini
hasretmek ve sâir mesâil–i mâliyeyi hakeme hâvale etmek ve Yunan ta’mîrâtına
beddel kim ne aldı ki siz alacaksınız mütâlaasiyle iktifâ etti.
Kapitülasyonlardan
hiç bahsetmeyerek ilgaya devâm etmek gibi şerâitle sulh mümkündür. Şerâitin
sun’î olarak ağırlaştırılmasına bakmayınız. Başmurahhaslar toplanırsak esâsları
sür’atle hallederiz diyor. Curzon gidecek. Hariciye müsteşarını murahhas olarak
bırakacak, herkes kalacak, bir çâre–i hall aranacaktır.
Musul içün
re’y–i âm usûlünü ve kendileri ile ayrı sulh imkânını mevzû–i bahs ettim. Her
ikisi aleyhinde bulundu. O halde Musul’un hakeme hâvalesini kabul eylediği
(taktirde) müzâkereye başlamak mümkündür. Yahud ısrâr ile inkıtâa gitmek
lâzımdır. Evvel ma’rûzâtımda bunu söyledim.
İSMET
Lozan Konferansının İlk Evresinin Sonlarına
Doğru Türk Gazetecilere Yapılan Açıklama[34]
Proje
verildikten sonra Lozan’daki Türk gazetecileri hemen başdelegemizin etrafını
alarak ilk izlenimini öğrenmeye çalıştılar. İsmet Paşa sakindi. Vaziyeti
soğukkanlılıkla muhakeme ediyordu. Müttefiklerin bu tehlikeli oyununu hayret
verici bir sessizlikle karşılamıştı.
“Muahede
projesi hakkında fikir dermeyan etmeye lüzum yoktur” diyordu. “Uzun uzadıya
tetkik etmeden diyebilirim ki müttefikler bunu bize vermekle sulhun imza
edilmemesini kastediyorlar. Burada geçirdiğimiz iki buçuk ay, bütün o münakaşa
ve müzakereler bir komedyadan ibaretmiş. Nihayet bize konferanstan daha evvel
hazırlamış oldukları teklifleri dermeyan ediyorlar. Lozan Konferansı 13
İkinciteşrinde toplanacaktı. Müttefikler Lozan Konferansından evvel Paris’te
bir içtima akdettiler ve bu içtimanın nihayetinde bir beyanname neşrederek şark
sulhunun bütün maddelerinde anlaşmış ve birleşmiş olduklarını ilan ettilerdi.
Burada uzun uzadıya teklifler, mukabil teklifler, münakaşalar cereyan etti.
Bütün bunların bir sahne oyunundan başka bir şey olmadığını şimdi anladım.
Çünkü verdikleri bu muahede ile Lozan Konferansının müzakereleri arasında büyük
bir münasebet yoktur. Komisyonlarda hiç görüşülmemiş bir çok maddelerin
muahedeye konduğunu görüyorum. Aramızda kararlaştırılmış, taayyün etmiş bir çok
meseleler muahedede şiddetlendirilmiştir. Bu şerait dahilinde sulh nasıl
imzalanır? Trakya’da bulunduracağımız kuvvetlerin sayısı tayin edilmişti.
Muahedede bu sayı bize hiç sorulmadan eksiltilmiştir. Düyunu umumiye idaresi
âdeta Türkiye devleti içerisinde başka bir devlet haline konmak isteniyor.
Anlaşılıyor ki iki buçuk ay evvel İngiltere ve Fransa arasında takarrur etmiş
bir takım şartlara müttefikler konferans süsü vermek istediler. Artık her şey
anlaşıldı...”
İsmet Paşa
odasında aşağı yukarı gezinerek konferanstan duyduğu bu umutsuzluğu anlatırken
ne gözlerinde endişe gölgesi, ne de çehresinde bezginliğin çizgileri vardı:
“Evet” diye devam etti. “Sulhun şimdi olmasını
istemiyorlar. Belki kendileri için daha menfaatli başka vaziyetlerin husulünü
bekliyorlar. Fakat cihan efkârı karşısında bunu mesuliyeti bizim değildir.”
Lozan’dan Bakanlar Kurulu Başkanlığına
Gönderilen Mesaj[35]
(04. 02. 1923)
No. 499
İcra Vekilleri Riyâsetine
No. 313, 314
4 Şubat 39 (1923)
3 Şubat
raporudur:
Madde 1 – Bugün
baş murahhaslarla mülâkât ettim. A’zamî şerâiti söylediler. Trakya’da
tahdîdât–i askeriyeden vazgeçtiler. Borçların sermâye üzerinden taksimini kabul
ettiler. Ellerinde bulunan beş milyon altın ile İngiltere’deki gemiler bedelini
karşılık tutarak taleb ettikleri on iki milyon altın ta’mîrâtdan
vazgeçeceklerini, Amerika murahhası vâsıtası ile istimzâca cevâben ihsâs
ettiler.
Adlî sistemde
tarafımızdan beyânât ile iktifâ olunacağını tasrîh ederek bu beyânâtda
müşâvirler istihdâmını ve kanunlarımızın ıslâhını ve müşâvirlere ba’zı vazâif
ta’yînini ifâde ediyorlar. Yunanlılardan her halde peşin bir şey almak
mütebâkîsini tahkîk (bu kelime açılamamıştır)* eylemek tarzında
kat’î teklifime daha bir şekil bulamadılar. Dört Şubat akşamı mühlet bitiyor ve
İngiliz hey’eti avdet etmek kararını muhafaza ediyor. Müttefikler bizden bugün
kat’î cevâb istiyorlar.
No. 314
Madde 2 – 370
numaralı ta’limâtınızın birinci maddesi mesâil–i mâliye adliyede tebeddülâtdan
dolayı kabil–i tatbik değildir. Bununla beraber mes’eleyi ta’lik ve Ankara’dan
ta’limât ahzı da kâbil bulunmuyor.
Va’ziyyete göre
ittihâz ettiğimiz karar şudur:
Şimdiye kadar
tevâfuk hâsıl olmuş veya yakınlaşmış mevâdd ya’ni Musul’dan mâada mesâil–i
arziye, Boğazlar, ekalliyetler, takrıben gümrük, takriben düyûn–i umûmiye,
üserây–ı harbiye ve mekâbir ve sâir mukavelâtı ta’dâd ederek ihtilâf mevcud
olan noktalar, ya’ni alelumûm mesâil–i iktisâdiyeye ve ecnebilerin ikâmet
(burada bir kelime açılamamıştır) ..sindeki farkları irâye eylemek, tevâfuk hâsıl
olan noktaları imzâ ederek bir sulh yapmak, ihtilâf mevcud olan noktaları
müzâkereye devam etmek sûretinde teklif hazırlıyoruz. Musul’u bir sene zarfında
İngiltere ile halletmek şeklini de irâe eyleyeceğiz. İnkıtâ’ muhakkak gibidir.
İSMET
Lozan’dan Bakanlar Kurulu Başkanlığına
Gönderilen Mesaj[36]
(06. 02. 1923)
No. 504
İcra Vekilleri Riyâsetine
No. 318, 319
6 Şubat 39 (1923)
Beş Şubat
raporudur:
Madde 1 – Fransız hey’eti öğle vakti avdet etti. Hareketinden
evvel Bompard ile defeâtle görüştüm. Amerika ve İtalya ve diğerleri henüz
gitmediler. Mülâkâtımın hülâsası şudur:
Zâhiren ittihâz ettikleri tedâbire göre Konferans resmen
inkıta’ etmemiştir, devam ediyor. Adlî sistem hakkında yapılacak beyânnâme
husûsunda en sorn bir şekle muvâfakat ettim. Bu muvâfakatımı bildirirsem ve
muâhedenâmenin mevâdd–ı iktisâdiyesinin çıkarılmasını taleb ederek mütebâkisini
aynen hey’eti aslıyesini imzâ edeceğimi yazar isem Amerika ve İtalya ayrı ayrı
bana tavassut ederek gidenleri toplayacaklarını söylediler. Diğer mevâdd
üzerine ufak ufak fakat hey’et–i umûmiyesinde mühim ta’dilât yapılmasına meyyâl
değildirler.
No. 319
Madde 2 –Va’ziyyeti ber vech–i âtî mütâlaa ettik: Konferans
resmen devam ediyor nazariyesi altında bizim evvel emirde Ankara’ya avdetimiz
lâzımdır. Çünkî verdiğimiz şerâitde fevkalâde fedâkârlık ettiğimiz halde
istihsal olunan netâyic bir def’a orada mütâlaa adilmek icab ediyor. 7 Şubat
sabahı bir kâtib bırakarak avdet etmek ve Yunanlılar içinden geçmemek içün
Köstence ve Burgaz tarîklerini arıyorum. Bu sûretle bir iki gün geç kalacağım.
Tavassut tekliflerine Ankara’ya gidip gelmek mecburiyetinde olduğumu söyledim.
Madde 3 – Hükümete teklifâtım ber vech–i âtîdir:
A – Konferansın
inkıtâı resmen tebliğ olunmadığından devam etmektedir. Ba’zı hey’et–i
murahhasaların hükümetlerine gitmeleri gibi fâsıladan istifâde ederek Türk
murahhasları da merkez–i hükümete geliyorlar.
B – Orduyu
maddeten ve ma’nen kavî ve hâzır bulundurmak.
C – Memlekette
sulh olmadığından dolayı endişe izhârına katiyyen mahal vermemek.
D –
İngilizlerle hiçbir noktada müsâdemeye mahal vermemek.
İSMET
Konferansın Kesintiye Uğradığı Dönem
Lozan Konferansının
Kesintiye Uğraması
Üzerine Gazetecilere
Verilen Demeç[37]
(05. 02. 1923)
Efendiler, sulh akdetmek için 11 İkinciteşrinde Lozan’a
herkesten evvel geldik. Bütün konferans esnasında en büyük fedakârlıkları
yaptık. Dünya efkârı bunları tasdik edecektir. Müttefiklerin tekliflerine karşı
cevabi tekliflerimizi bildirdik. Bunlara yazıyla cevap almadık. Bugün görüyorum
ki bütün murahhaslar payitahtlarına gitmişlerdir. Konferansın inkıtaına dair
hiç bir taraftan tebligat almadım. Bilakis, konferans umumi kâtibi, konferansın
kesilmiş sayılmadığını, yalnız başka zamana bırakıldığını söylüyor. Bu vaziyet
karşısında ben de konferansı inkıtaa uğramış telakki etmiyorum. Yalnız
fırsattan istifade ederek, diğer murahhasların yaptığı gibi, bütün
murahhaslardan sonra, Ankara’ya gidiyorum. Diğerleri gibi ben de hükümetimle
görüşmek ihtiyacındayım. Vaziyet bundan ibarettir.”
Lozan Dönüşünde Bükreş’ten
Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[38]
(10. 02. 1923)
NO. 523
İsmet Paşa’dan İcra Vekilleri
Riyâsetine
Bükreş, 10 Şubat 39 (1923)
(Vürudu 11 Şubat 39)
Gazi Paşa
Hazretlerine mahsustur.
Cihanın
vaziyeti umumiyesinde harp endişesi vardır. Herkes isteyerek veya istemeyerek
bu ihtimali mevzubahis ediyor. Biz kısmı azamını istihsal etmiş olduğumuz sulha
kat’i olarak varabiliriz. Fakat ufak sebeplerle hiç kimse istemediği halde harp
de vaki olabilir. Ahvali tesadüf ve fevrana bırakmayınız.
Yakından sıkı
bir inzibat ile vaziyete hâkim olunuz. Avdetime kadar ahvali muhafaza etmek
elzemdir. İzmir hadisesi üzerine buralarda harbin kabili ictinab olmadığı
zihniyeti hasıl olmuştur.* Böyle bir zihniyet karşımızdakileri
ümitsizliğe ve şiddete sevkedebiliyor. Derhal Ankara’ya gelmenizi istirham
ederim.
İSMET
Lozan Dönüşünde İstanbul’dan
Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[39]
(13. 02. 1923)
NO. 536
İstanbul’dan Adnan Beyefendiye
Cevap
13
13 Şubat 1923
Saat: 11.30
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine
Ankara’ya beraber gitmek (hakkındaki) telgrafınızı aldım,
samimen teşekkür ederim. Eskişehir’de birleşecek surette hareket ederiz.*
İSMET
Lozan Dönüşü İstanbul’da
Konferans Hakkında Verilen Demeç[40]
(16. 02. 1923)
İsmet Paşa’nın
vatan toprağına ayak basar basmaz konferans hakkında söyledikleri şu oldu:
“Lozan’a herkes istediklerini cebine koyup gelmişti. Çok
mücadele ettik. ‘Konferans inkıta bulmadı’ prensibini herkes kabul etti. Fakat
bu esas benden çıkmadı. Galiba geçen pazar günü idi; İngiliz murahhasları
Lozan’dan hareket ettiler. Ertesi gün Mösyö Bompard’la görüştüm. Sordum: ‘Ne
olacak?’ İnkıtaın resmen bildirilmesini istedim. Mesuliyetin ağırlığından bahsederek
vaziyete göre Mudanya Mütarekesinin bitmesi lazım geldiğini söyledim. Mösyö
Bompard, ‘Hayır, konferans inkıta bulmamıştır’ dedi. Bundan sonra konferansın
başka bir zamana bırakılması lafları ortaya çıktı. Şimdi vaziyet bu
merkezdedir. Konferans umumi kâtipliği Lozan’da kalmıştır.
“Görüştüğümüz
başlıca meseleler; toprak meseleleri, bilhassa mali ve iktisadi meseleler sona
bırakılmış, halledilememişti. Nihayet toprak meselesini bağladık, fakat mali ve
iktisadi meseleler bağlanamadı.
“İktisadi meseleler pek çoktur. Büyük kısmı iki taraf
arasında uzun uzadıya görüşüldü, fakat aradaki noktai nazar ihtilafları
halledilemedi. Verdikleri muahedeye bu meselelere dair hiç görüşülmemiş
maddeler ilave etmişlerdi. İktisadi meselelerde kati ısrar gösterdim, buna
mecbur idim. Hakikatta bizce toprak meselesi ikinci derecededir. İktisadi
bakımdan kurunuvusta memleketi olamayız. Bizi bu derekede görmelerine de
tahammül edemeyiz. Yeni Türkiye’nin yaşamak azminde olduğunu söyledim. Hasarat
ile mali meselelerde henüz uyuşamadığımız kısımlarına ait bir çok maddelerin
hususi müzakereler sonunda muahededen çıkarılması kararlaştı. Bununla beraber
yine üzerinde anlaşılmayan maddeler kalmıştır. Bunlar hakkında mukabil
teklifler yaptık. Neticede mesela düyunu umumiye idaresinin vereceğimiz
imtiyazları tasvip etmesi kaydı kaldırıldı. Müttefikler hususi müzakereler
sonunda harp hasaratı ve tazminat meselesinden tamamen vazgeçtiler. Evvela 15
milyon altın lira istiyorlardı. Bu parayı senede 900.000 altın lira ödeyerek 37
senede vermemizi teklif ettiler. Sonra bunu 12 milyon liraya indirdiler. ‘Bu
talepten vazgeçmezseniz sulh olmaz. Memleketime bir kuruş bile borç götüremem.’
dedim. Lord Curzon Fransızları bu istekten vazgeçirmeye çok çalıştı. Nihayet bu
meselede, biz de, birinci tertip evrakı nakdiye karşılığı olarak Viyana
bankasında iken müttefiklerce el konan beş milyon altın lira ile İngiltere’ye
bedelleri verilmiş dretnotların iadesinden vazgeçtik, bu suretle takas yaptık.
Yunanlılardan istediğimiz tazminat meselesi son ana kadar halledilmişti.
Kararlaştırılan nihai şekle göre biz ve Yunanlılar aramızda anlaşacağız.
“Ben en son olarak dedim ki: İktisadi meseleleri toptan
muahededen çıkaralım ve diğer esaslı meseleleri çabucak müzakere ve imza
edelim. Evvela red, sonra kabul ettiler. Fakat ihtirazi kayıtlar koymaya
kalktılar. Bu maddelerin muahede projesinde kalmasını, fakat altı ay zarfında
halledilmesini istediler. Bu teklife, bu şekilde bir muahedenin tamam
olmayacağı cevabını verdim.
“Evvela Lord Curzon, sonra birer birer diğerleri
gittiler. Ben de harekete karar vermiştim. Beni alıkoymak istediler.
Mütemadiyen ‘gitme’ diyorlardı. Halbuki diğer taraftan gazeteleriyle benim
kalmak istediğimi yazarak vaziyeti yanlış gösteriyorlardı. ‘Türklerin ayakları
artık suya erdi’ demek istiyorlardı. ‘Gitme’ ısrarlarına cevaben ‘Beş günde
Ankara’ya gider, beş gün kalır, beş günde de Lozan’a dönerim’ cevabını verdim.
“Adli kapitülasyonların en son şekli şudur:
“– İstanbul ve İzmir’de ecnebi adli müşavirler
kullanacağız. Lahey mahkemesinin bitaraf devletler tebaasından mürekkep olarak
vereceği bir listeden bu müşavirleri biz intihab edeceğiz. Bunu, sulhu elde
etmek için en son olarak ben teklif etmiştim. Bunları mahkemeler haricinde,
istediğimiz yerde kullanabileceğiz. İhtilaf noktalarından biri bu idi. Nihayet
sulhu elde etmek için tarafımızdan yapılan müsaadelere işaretle,
kararlaştırılan esasların hepsinin bir topluluk olduğunu söyledim. ‘Aksi
takdirde bu müsaadelerin ilerde tarafımızdan kabul edilip edilmeyeceğini kimse
bilemez’ dedim.
“Kararlaştırılan meseleleri teyit için yazılı bir
beyanname istediler. O zaman ‘Ankara’dan yazarım’ dedim, hareket ettim. Sulh
için her türlü fedakârlığı yaptık, fakat yalnız İngilizler değil, herkes kendi
arzusuna göre bir sulh istediği için, sulhu yapamadık.
“Fransızlarla çok mücadele ettik, çok çarpıştık. Bunlar
her meselede bizi apıştırmaya uğraştılar. Lord Curzon irili ufaklı bütün
murahhasları söylettikten [konuşturduktan] sonra bana cevap verdirmek
istiyordu. Halbuki o, kendi cevabını evvelden hazırlamıştı. Ben söylesem de
hazır kâğıdını okuyacak ve ben söylemiş olduğum takdirde bana da cevap vermiş
sayılacaktı. Bunun için cevaplarımı ekseriya ertesi güne bırakıyordum. Boğazlar
ve hudut meselelerinde, bilhassa başlangıçta çekingen davrandım. Bin bir millet
oraya toplanmıştı. Hepsinin ayrı ayrı görüşleri vardı. Evvela beni söyletmek
istiyorlardı. Bu itirazımda haklı idim.
“Patrikhanenin siyasi ve idari imtiyazları kalmayacaktır.
Hatta bizzat Lord Curzon, patrikhanenin ruhani sıfatından tecerrüt ettiği anda
hareketimiz serbestisini muhafaza edeceğimiz hakkını alenen beyan ve tasdik
etmiştir.
“Musul meselesini İngilizlerle aramızda bir sene zarfında
halledeceğiz. Lehimize bir sureti hal bulacağız.
“Karaağaç’ta ısrarlarının iki sebebi var: Evvela küçük
İtilaf devletleri Meriç’in garbına geçmemize katiyen karşı koyuyorlar. Koz
olarak Yunanistan’ı kullandılar. Küçük İtilaf devletlerinde, hele Yugoslavya’da
Meriç’in garbına geçince alabildiğine ilerleyeceğimiz zannı büyük bir
hassasiyet halindedir. Bunlar başlangıçta blok halinde karşımıza çıktılar.
Meriç boyunda bir bitaraf mıntıka yaratmak fikri ortaya atıldıktan sonradır ki
endişeleri zail olmaya başladı.
“Bulgarlar Karaağaç ve Dedeağaç’ı istiyorlar. Bu mesele
için boyuna Yunanlılarla tutuşuyorlar. Biz araya girdik mi, iki taraf için de
ilk hedef oluyoruz. Bulgarla Yunanlı birbirinin can düşmanıdır. İngilizler
Gelibolu’daki mezarlığın kutsi mahiyetinden, buradan gayri askeri olarak
istifade etmek istediklerinden bahsettiler. Avustralyalı ölüleri ileri sürdüler;
bu meselede çok propaganda yaptılar. Bununla beraber mezarlık İngilizler için
hareket üssü olamaz. Gayrı askeridir, icabında kullanılamaz.”
İsmet Paşa, Poincaré tarafından mali meselelerin
kabulüyle ekonomik meselelerin antlaşma dışında bırakılması şeklinde bir
teklifle karşılaşıp karşılaşmadığı sorusuna şu şekilde cevap verdi:
“Bu yolda bir müracaat şifahen vuku buldu.”
“Şimdi vaziyet ne olacak?”
“Ben hariciye vekiliyim. Bugün ordu ile alakam mevcut
değildir. Biz her türlü fedakârlığı yaptık. Dünya sulhuna hizmet etmek istedik.
Yeni açılacak müzakerelerden evvel bir takım diplomatik muhaberelerin cereyan
etmesi tabiidir.”
Lozan Konferansının Kesintiye
Uğramasına İlişkin BMM’de Verilen Söylev[41]
(21. 02. 1923)
Arkadaşlar, Lozan Konferansında cereyan eden müzakeratın
hututu umumiyesini, konferansın nasıl talik olunduğunu ve bugün içinde
bulunduğumuz vaziyetin ne olduğunu Meclisi Alinize arz etmek istiyorum. Henüz
merkezi hükümete dün sabah yeni geldim, hükümetteki arkadaşlara da vaziyeti
izah ettim. Fakat vaziyetin teferruatı üzerinde, konferansın mesaili
muhtelifesi üzerinde ariz ve amik müdaveleri efkâr etmek için henüz vakit
müsait olmadı.
Uzun müddetten beri son vaziyet hakkında bizzarur malumat
almamış olan Meclisi Alinizi müstacelen vaziyeti umumiye hakkında tenvir etmek
için bu celsei hafiyeyi rica ettim.
Arkadaşlar; bizim konferansta sulh mesailimiz başlıca üç
grup halinde mevzuubahis olmuştur. Birincisi, siyasi mesail; arazi mesaili;
siyasi mesail yani arazi mesaili, hudutlar, sonra boğazlar. Sonra yine siyasi
mesail meyanında ekalliyetler. Başlıca bu meseleler ve buna müteferri mesaili
saire.
İkinci büyük grup olarak malî ve iktisadî mesail
mevzubahis olmuştur.
Üçüncü grup olarak da kapitülasyon namı altında belki
dahili ve idarî dini denmesi caiz olacak mesaildir. Bu üç parça mevzubahis
olmuştur. Düveli müttefika bir dereceye kadar her birisi hangi çeşit mesail ile
daha çok alakadar ise o mesailin idaresini ve intacını o tercih ediyordu.
Siyasi ve arzi mesaili İngiliz murahhası, malî ve iktisadî mesaili Fransız
murahhası, kapitülasyon mesaili de İtalyan murahhası tarafından takip
olunuyordu. Arazi ve hudut mesaili ile ve gerek diğer mesail ile halledilmiş
diğer bir takım mesail vardır. Bu mesailin konferansta muhtelif celselerde ne
suretle safahat geçirdiği hakkında Meclisi Alinin umumi malumatı lahik
olmuştur. Çünkü daha evvel gerek heyeti murahhasadan gönderilen malumat ve
hükümetinizin, azayı kiramın Meclisi Aliye izahat vermiştir. Fakat bir şey
söyleyeyim ki; bu mesailden boğazlar mesaili üzerinde gayri kabili hal çok
müşkülat vardır. Bir dereceye kadar tevafuku efkâr hasıl olmuştu bir dereceye
kadar.
Bidayetten itibaren bu üç büyük grupun mesaisi esnasında
bir çok meselede müttefiklerle hali ihtilafta bulunduk. Mesela arazi mesailinde
hudutlarımızdan biz Garbı Trakya’da reyiam tatbik olunacağını, 1913 hududu ve
Meriç’in Garbi olmasını bidayetten itibaren izah ettik. Bir çok delail ve efkârı
umumiye karşısında bilcümle hüccetlerden bilistifade bu noktai nazarı müdafaa
ettik. Müttefikler gerek delile ve gerek mantıka istinat ederek ve doğrudan
doğruya bir takım siyasî delail serdederek noktai nazarlarını muhafaza ettiler.
Hudut bugünkü huduttur. Çünkü Yunanlıların Meriç’in garbini ve elyevm tahtı
işgal ve idarelerinde bulunan yerlerin bir kısmını istiyorlardı. Diğer bir
kısmını reyiama havale ediyorlardı. Reyiam demek, ahalinin doğrudan doğruya
bize karşı iltihakı ilan etmesi demektir ve bu tarzda telakki ettiler. Bu,
Garbi Trakya’da istiklali idare ve istiklal talebinde bulunan Yunanlıların
elindeki toprağı almak demektir. Onlar yine mukavemet ettiler. Yunanlılara
yeniden fedakârlık tahmil ettirmemek için, İngilizler bunu şiddetle terviç ediyorlardı.
Küçük antant dediğimiz Sırbistan itilafına şiddetle hücum ettiler. Sırplar
diyordu ki; Türk ordusu daha sahile gelirken ve İstanbul’a yerleşirken ta Bosna
Hersek’e kadar bütün anasır yerinden oynamıştır. Biz Sırplar, Hırvat ve Sloven
namını taşıyoruz. Gerek istiklâli idare için ve gerekse hemcinsleri
bulundukları hükümete iltihak etmek için ateş üzerindedirler. Hiç bir suretle
ne istiklali idare için ve ne de istiklal için bir ümit verenlere biz şiddetle
muhalifiz, dediler. Bu vaziyet hasıl oldu.
Vaziyeti umumiyeyi arzedeyim: Şimal hududu Ruslarla ve
garp hududu Macarlarla meskun olduğu için cenupdan herhangi bir surette
endişeye düşmek istemiyorlar. Onun için Trakya’ya yeni bir unsur grup kuvvetli
bir surette istilaya başlarsa diye endişeler başladı. Onun için garbi Trakya’da
bizim Trakya hududumuzla müteferri mesailde gerek İngilizler ve Yunanlılar ve
antant doğrudan doğruya alakadar olarak İtalyanlar, Fransızlar müttefiklerine
iltihak etmek zaruretini ileri sürerek müttehit bir cephe halinde bulundular ve
bizi bu talebimizden vazgeçirmek için ısrar ettiler. Biz noktai nazarımızı
muhafaza ettik ve mesele halledilmeyerek öylece muallak olarak kalmıştır.
Arazi mesailinde bilhassa şark hududunda Musul vilayeti
meselesi vardır. Elyevm bilvasıta veya bilavasıta İngiliz işgali altında
bulunuyor.
Bu Musul meselesinin bize iadesi mevzuubahis oldu. Bunu
bidayette aleni celsede mevzuubahis etmek vardı. Hususi mülakatımla alakadar
olan İngiliz mümessili ile görüştüğümüzde bunu aramızda bir sureti halle
vardırmak için çalışalım, dedi. Kabul ettim. Hususi bir surette bir çok
müdavelei efkâr ettik. Sonra yekdiğerimize muhtırlar [muhtıralar] teatisi
başladı ve matbuata düşerek efkârı umumiye Musul meselesi üzerinde tahrik
olundu. Mücadele ettik, muhtıralarında istinat etmek istedikleri delaile karşı
ırkî, coğrafî, iktisadî, siyasî bir takım delaile istinat ederek ne cevap
icabediyorsa cevap verdik ve kendi hakkımızı iddia ettik ve dünyaya neşrettik.
Sonra bu meselede yekdiğerimizi ikna etmek ihtimali yoktur. O halde tekrar
komisyonda mevzuubahis olunsun dediler, kabul ettik, tekrar komisyona çıktı.
Biz Musul üzerinde kendileriyle anlaşalım, bir sureti hal bulalım dedik. Musul
vilayetini derhal işgal edelim. Fakat onların iktisadî inkişafı ve
petrollerinden istifade etmek vesaire gibi menafii varsa veyahut bir takım
anasırı kendi aleyhlerinde tahrik edeceğimizden endişeleri varsa onu da tatmin
edelim, bir sureti hal bulalım dedik. Onlar da bir sureti hal arıyorlardı.
Musul şehrini kendi ellerinde muhafaza etsinler, eğer biz menafii
iktisadiyesinden, petrollerinden dolayı vermiyorsak herkese verdikleri gibi
onlar da bize bir hisse versinler. Umumi celsede mevzuubahis olduğu zaman
mesele bu safhada idi. En nihayet son ve kati olarak bütün müttefikler müttehit
bir cephe olarak inkıta tehdidi ile bizi tehdit ettiler. Bize Musul meselesinde
ricate icbar ettiler. Mukavemet ettik, noktai nazarımızı muhafaza ettik. O gün
hakikaten inkıta varken, diğer bir mesele daha varmış gibi talik olundu ve
konferansa devam edildi. Arazi ve siyasi meselelerden olmak üzere bir de
Gelibolu şibhiceziresi üzerinde bir büyük kuvvetimiz bulunsun istiyorduk.
Bunlar ona kuvvetle şundan bahsediyorlardı:
Gelibolu şibhiceziresi o kadar dardır ki üzerine kuvvetli
bir top koymak ve onu çevirir, çevirmez hemen boğazı kapamak demektir. Tahkimat
yapmak gayri kabildir. Bizim de kuvvetli delilimiz Gelibolu şibhiceziresinde
kuvvet bırakmamız boğazları kapatmak için değil, harbi umumide olduğu gibi,
hariçten gelecek debarkman (deberguement)lara karşı müdafaa etmekti. Siz burayı
işgal etmek mi istiyorsunuz? Yoksa boğazların işgalinden mi bahsediyorsunuz?
Tarzında mücadele ettik. Bunlar müttehit olarak noktai nazarlarını muhafaza
ettiler. Bu arzettiğim mesail, garbi Trakya’da garbi Trakya’nın hududu, Musul
vilayeti ve Gelibolu meselesi doğrudan doğruya Yunanlılarla İngilizleri
alakadar eden mesailden idi. Yunanlılar mağlubiyetleri müteakip atıldıktan
sonra, yeniden kuvvetlerini garbi Trakya’da süratle tahşit ettiler. Sulhun
istinat ettiği kuvvetlerden tazyik ve tehdit saiklerinden biri olmak üzere
Trakya’da bazı mevki ettiler. Diğer Musul vilayeti meselesi veyahut Gelibolu’da
bir garnizon meselesi doğrudan doğruya İngilizleri alakadar ediyordu. Sulh
müzakeratının leh ve aleyhinde icrayı tesir edecek olan İngiliz donanma ve
kuvvetidir. Buna istinat ediliyordu.
Arazi mesaili olarak İtalyan işgali altında bulunan Oniki
ada mesaili vardı, ki konferansta mevzuubahis olmadı. Böyle düşünülmüştü.
Esasen işgalleri altındadır. Kâmilen muahedeye dercetmek istemişlerdi. Bu
kendileri için olmuş, bitmiş bir meseledir. Müttefikler arazi meselesinde
adalar, Suriye hududu ve Musul meselesini yekpare bir mesele olarak bize tasdik
ettirmek istediler. Fakat biz bütün kuvvetlerimizi birisi üzerine, bir mesele
üzerine temerküz ettirmek için diğer meselelere temas etmeksizin yalnız Musul
meselesi üzerinde teksif ettik. Onun için heyeti umumiyesini bir günde bir
celse halinde getirip de birden çıkarmağı muvafık görmedik ve nihayet de
bunların birisini halledelim diye nihayete kadar meseleyi sürükleyerek
mukavemet ettik. Diğer meselelerde de gerçi müttehit cephe olarak
gösteriyorlardı. Fakat hakikat bütün dünyaca malum olan yalnız Musul meselesi
için konferansın bidayetinden nihayetine kadar arazi mesailinde büyük mesele
olarak, halledemediğimiz büyük mesele olarak, hali ihtilafta kaldığımız malî ve
iktisadî mesailde bidayetten itibaren bir çok esaslı meselelerde hali ihtilafta
kaldık. Evvela, bu sulh muahedesiyle beraber borçlarımızın diğerleri beyninde
fiilen ve hakikaten itminanbahş olacak bir surette taksim edilmesini teklif
ettik. Onlar bize borçlarımızın taksimi hususunda füruğ ve eşkalinde ve ciheti
tatbikiyesinde daima bizi tatmin edecek yollardan ihtiraz ediyorlardı. Mesela
borçlarımız Berlin muahedesindenberi ayrılan memleketlere taksim olunacakmış,
fakat bunlar taksim olunmamış idi. Onun için taksim olunacağından hakikaten
emin olalım. Şekil olarak senevi verilecek faizlerin taksimiyle iktifa ettiler.
Faizlerin de sermayenin taksimi gibi taksim olunmasını bir mesele ittihaz
ettik. Malî mesailden düyunu umumiyeye ait daha bir takım şeyler vardır. Harp
düyunu meselesi harbi umumi esnasında yaptığımız borçlarımızın Suriye ve Irak’a
taksimini kabul etmediler. Malî sebepden ziyade siyasî meseleyi ileri
sürüyorlar. Malî sebepler, yani siz harbi umuminin mağlubusunuz, halbuki
borçlarımızı bize yüklüyorsunuz. Bu nasıl şeydir? Biz de onlara iddia ediyoruz,
ki harbi umumiyi yapmış olan Osmanlı imparatorluğunda Suriye ve Irak dahildi.
Bu İmparatorluk şimdi inkısama uğramıştır. O halde herkes borcunu alacaktır.
Mesuliyet meselesini Osmanlı İmparatorluğu ile görüşünüz, onda Suriye ve
Irak’ın Türkiye kadar mesuliyeti vardır. Bu, hali ihtilafta kaldı. Ayrılan
memleketlerde Suriye’de Irak’ta devlete ait emlaki hususiye ve hazinei hassa
emlâki bazı pek çok emlak vardır, ki bunların Türkiye’ye ait olmadığını iddia
ettiler. Sonra İstanbul hükümetinin yaptığı mukavelat, bunların tasdik
edilmesini istediler. Bunun için hali ihtilafta kaldık.
Bundan başka olarak iktisadî mesail namı altında malî
mesailden maada tamirat* mevzuubahis idi. Onların bizden istediği tamirat ve bizim Yunanlılardan
istediğimiz tamirat, Müttefiklerle yapılan müzakerede asıl kasdettikleri
mesaili esasiyeyi nazardan kaçırmak istiyorlardı.
Mesela tamirat diye sarahaten ifade ettiğimiz bu kelime
konferansın nihayetine kadar ifade edilmedi. Diyorlardı ki harpte tarafeyn
tebaası zarar görmüştür. Binaenaleyh tebaamızın zararlarını ödeyeceksiniz.
Nihayetine kadar buna mukavemet etmek için harpten dolayı tarafeyn zarar
görmüşse yine tarafeyn ödesin. Nihayet münasip bir şekilde müttefikler
tebaalarının zararlarını telafi için tamirat bedeli olarak otuz milyon lira
altın istediler. Nihayet bunu on milyon lira olarak talep ettiler ve bu parayı
1337 [1921] senesi zarfında ödeyeceğiz. Senevi dokuz bin lira vereceğiz. Malî
mesailden olarak borçların taksimi gibi bir de tamirat meselesi vardır.
Müttefiklere vereceğimiz para Yunanlılarla bizim
aramızdaki tamirata gelince; Yunanlılar memleketimizi işgal ettikleri esnada
tahrip etmiş oldukları her nevi gerek alıp götürdükleri, gerek öldürdükleri
hayvanat ve her cins eşya ve zahire gibi vücuda getirdikleri maddî zararları
alelmüfredat heyeti mecmuasının esmanını tamirat parası olarak istedik ki dört
milyon altun para olarak istedik. Yunanlılardan biz istedik. Onlar gerek
vaktiyle ve gerek bu zaman tehcir edilmiş olan hıristiyanların emlak ve arazisi
olmak üzere el’an tediye etmekte oldukları masarif namı altında külliyetli para
istediler. Bir çok münakaşatı siyasiye olmuştur. Bu, müttefiklerin istedikleri
Türklerle Yunanlıların tamirat parasını yekdiğerine bağışlayacak şekilde ifade
ettiler. Bunun da nihayetine kadar hali ihtilaftayız.
Sonra iktisadî mesail vardır. İktisadî mesailde belli
başlı bir iki mesaili arz etmek isterim. Bizde ecnebi şirketler vardır. Eski
Osmanlı kanunlarına göre teşekkül etmiş şirketler vardır. Bunların bir çok
zararları olmuştur. Bu zararları, nasıl bizim tebaalarımızın zararlarını
ödemeyi taahhüt edeceksiniz diyorlar ve bu şirketlere ait birtakım metalip dermeyan
ediyorlar. Bunlar Türk tebaası, hukuken Türk efradıdır. Bunlara herhangi bir
meseleyi beynelmilel bir ahitnamede, bunları kabul edebiliriz. Bunun lehinde ve
aleyhinde delail vardır. Mesela diyorlar ki, böyle size bırakalım; ama bunları
Osmanlı kanunlarına göre teşekkül etmiş ve Türk tebaası olarak muhafaza
edeceksiniz. Fakat burada mevzubahis olan sermaye bizim tebaamızın
sermayesidir. Şimdi buradaki zararları vermezseniz doğrudan doğruya mutazarrır
oluyoruz, dediler. Türk tebaasının göreceği zararı nasıl vereceksiniz, bunları
da vereceğiz deyin. Münakaşa ettik. Noktai itilafımız olan şudur ki biz, Türk
tebaasına ait olan mesaili burada konuşabiliriz. Diğer büyük mesele olarak
şimendiferler vardır. Bu Anadolu şimendiferleri siz istimlak iştira ettiniz,
bunları bize devrediniz. Onu da böyle tarzı telakki ettik. Bizi tekalüfü
[tekalifi] maliye altına sokarak yeniden kendilerinden borç alarak kendilerine
vereceğiz. Kabul etmedik. Mevcut olan şirketlerin şeraiti imtiyaziyesini tadil
ediniz birtakım imtiyazlar da vardır ki harbten evvel verilmiştir. Konuşulmuş
muamelat tamam olmamış. 1913 senesinde verilmiş vasi imtiyazlar varmış ve bu
imtiyazların şeraitini bugünkü şeraiti iktisadiyeye göre takip ediniz,
diyorlar. Nihayetine kadar kaldık. Büyük mesail grubundan olmak üzere malî ve
kapitülasyonlar mesaili vardır. Kapitülasyonlara ait olan mesele esasen adlî
sistem üzerinde buhranlar vücuda getirdi. Biz bidayetten itibaren herhangi iki
devlet yekdiğerinin tebaası için mütekabiliyet esasına müsteniden mukavelat
akdediyorsa sizinle onu akdederiz ve en serbest hükümleri de kabul ederiz.
Bundan başka bir şey yoktur. Onlar ona mukabil kapitülasyonlar usulünde haksız
olduğunu esas itibariyle kabul ediyor, ancak muvakkat bir devrei intikal
lazımdır. Onun içindir ki sizin hükümetinizde bir çok sermayeler yerleşmiştir.
Bu sermaye bu şirketler gelirken mevcut olan kapitülasyonlar esasına istinat
ediyorlar. Bu usul üzerine sermeye getiriniz dediniz, biz de sermaye getirdik.
Şimdi bu usulü kâmilen kaldırıyorsunuz. Ne yapacağız. Sermaye isteriz. Onun
için dört beş senelik bir müddet kabul ediniz, bu dört beş sene zarfında kalan
bu ecnebi şirketler ya sizin yeni sisteminizi kabul ederler veya etmezler
çekilip giderler, dediler. Böyle zahiren mukni ve makul görülecek bir şekilde
kapitülasyonları tadil ederek idame etmek istiyorlar. Velev ki beş sene olsun
adlî sistemde bidayetten itibaren esaslı bir fark yaptılar. Konsoloslar
mahkemesinden vazgeçtiler, bunun için de bütün adliyeye ecnebi hâkim, hiç
olmazsa muayyen yerlerde ecnebi hâkim usulünü mübeyyin bir şey teklif ettiler.
Ecnebi hâkimin sansürü altında artık münakaşaya girdik.
Bidayetten itibaren hususi içtimalarda tâli komisyonlarda, umumî komisyonlarda
müteaddit defalar müzakere edildi. Musırren dünyaya karşı propaganda ettikleri
şey budur ki, biz bunu teklif ediyoruz sizin usulü idarenize Türk hâkimi
koymak, usulü adliyeyi ecnebilere teminat bahis bir hale koymak lazımdır dedik,
siz kabul etmediniz. Siz bize teminat veriniz bir usul teklif ediniz dediler.
Biz, ecnebiler için bir usul teklif etmeye hacet yoktur. Her memlekette ne ise
usul o usul bizde de aynen cari olacaktır, esasını teklif ettik.
Kapitülasyonlar hakkında bütün müttefiklere Amerika, Japonya düveli selase ve
diğerleri seslerini çıkarmıyorlar. Tabii yakından alakadar oluyorlar, ona şüphe
yok.
Nihayetine kadar hali ihtilafta kaldığımız adlî
sistemdedir. Onlar evvela hâkim dediler. Sonra hâkim vazaifini ifa edecek
müşavir dediler. Müşavir namı veriyorlar. Fakat hâkim vezaifini gördürüyorlar.
Mecliste bulunuyor. Mahkemede bulunuyorlar, İlamatın icraatına nezaret
ediyorlar? Biz müşaviri usuli adliyemizde islahat için, usuli adliyemizde
mevcudiyetimiz itibariyle sırf islahat memuru kabul etmiştik. İstikşafatında
baktım ki bunu ortasında kabul edersek, ötesini kabul edemeyeceğiz. Bu meseleyi
kapatamayacaklar. Ancak nihayet çalıştılar, biz de nihayete kadar bunun
üzerinde çalıştık. Adlî müşavirler istihdamı suretiyle bir sureti tesviye
bulmayı teklif ettim ve son tekliflerini söylesinler. O son teklif üzerinde bir
sureti hal bulmaya çalışalım.
Malî kapitülasyonlar müzakeratı müsait bir surette
ilerledi. Onlar esas itibariyle çok şeyden vaz geçtiler. Gerçi hali itilafta
birtakım noktalar kaldı. Umumiyet itibariyle malî kapitülasyonlardan
vazgeçtikleri kabul edilebilir.
Bir de ecanibin ikametine vesaireye ait mukavelat vardır
ki bu mukavelat güzel ve müsait bir surette hal olunmakta iken vaz geçtiler.
Bu umumî tabloyu ikmal için bir de Ticaret mukavelesinden
bahsetmek isterim. Evvela esas olmak üzere İstanbul’da evvelce mer’i olan % 11,
% 15 Gümrük Resmini % 15’e iblağ ederek beş sene müddetle mer’iyetini teklif
ettiler. Bu uzun uzadıya münakaşa olunduktan sonra, tarife esası üzerine diğer
bir ticaret mukavelesi esası üzerinde müzakerata başlandı bir çok maddeler
üzerinde mutabakatı efkâr hasıl olmuştur. Fakat kararı kafiye [kat’iye?]
iktiran etmedi. Şimdi şu haleti ruhiyeye göre konferans nihayetine doğru
giderken gerek arazi mes’elesini kapitülasyonlarda malî ve iktisadî mesailde
hali ihtilafda olduğumuz halde ayrı ayrı halletmişiz. Bunların heyeti mecmuası
bir anda müsaveme olacaktır. Bu müsaveme neticesi ne olacak kimse bilmiyor.
Müttefikler bütün mesailin birden müzakere edilerek müsaveme edilmesi şeklini
heyeti mecmuasını bir muahhede projesi şekline koyup vermeyi teklif ettiler.
İlk tertibleri şudur:
Bu muahhede projesini verecekler, sonra gıyaben kabul
ediniz diyecekler. Bizi bu muahhede projesini alarak buraya gelmeyi tevlit
edecekler. Bu şimdi mevcut olan muahhede projesi o muahhede projesini tertip
ettiren esas plan, hiç kimse inkıtaı yalnız kendi meselesinden dolayı vukua
gelmiş addettirmesin. Bu reddolunacak olursa heyeti mecmuasiyle mücadele olupta
inkıta olursa, mesuliyeti kendilerine atfettirmesin. Belki Musul meselesi
üzerinde, şunda bunda inkıta oldu diyerek bizim noktai nazarımızdan hiç bir
mesele halledilmemiş, olanların noktai nazarından mesuliyet ya İngiliz’dedir ya
şundadır ya bundadır, tarzında dolandıracaklar. Muahhedeyi gördükten sonra
baktık ki o zamana kadar konuşup halledilmiş olan bazı mesail tadil edilmiştir.
O zamana kadar konuşup da hali ihtilaf da kaldığımız bazı mesail müttefiklerin
noktai nazarı olarak ithal edilmiştir. O zamana kadar hiç konulmayan şey
açıktan ithal edilmiştir. Biz mahalli bir yerde imtiyazat verecek olursak
düyunu umumiye Meclisi bunun hakkında beyanı fikir edecek gibi değildir. Müsbet
bir neticeye varmak için yapılmış bir tertip değildir. Bilakis muhakkak bir
inkıta tahmin ederek, mümkün olduğu kadar çok milleti aleyhimize tahrik edecek
mesail olarak ithal etmişlerdir. Mesela; adlî mesailde diğer meselelerden
müteferri mukavelatta teklif ettikleri mevad alelıtlak diğer bitaraf milletlere
de şamil olduğunu ilan etmek istiyorlardı. Gerek mesaili iktisadiye ve gerek
mesaili maliyede diğer devletler daima müzakereye iştirak etmek istediler ve
biz daima muhalefet ettik. Konferansa giremediler, iştirak edemediler. Bazı
devletlerle hali harbde bulunuyoruz. Onlarla sulh temin etmek için gelmişizdir.
Biz, cihana ait bir arazi var da onu temin edeceğiz, böyle bir matlabımız
yoktur. Böyle bir mesele de yoktur.
Kim bizi mesul etmek istiyorsa, onu mesul yapmak için
gelmişlerdir. Bir çok devletlerle, gerek kapitülasyon işleriyle ve gerek diğer
mesail de tatmin edilecek tadilat yapıyorlar, İnkita olacak olursa şu veya bu
bütün milletlerin ve bitaraf devletlerin hukukunu temin etmek için keenne
hasbetenlillâh silaha sarılmışlarmış tarzında propagandaya başladılar. Bunları
görüyor ve buna mukabil biz de müdafaamızı yapıyor ve neşrediyoruz. Efkârı
umumiye müşevveştir. Yani bunlar böyle demekle tevellüt edecek netayici tatmin
etmek istiyorlar. Biz ayırıyoruz ve bütün gürültüleri vuzuhuyle beraber şundan
ibarettir diyoruz. Bütün bunları cesaretle, vuzuhla ifade ettikten sonra
manavralar [onlara manevralar yapmak] düşüyor.
Şimdi muahhedeyi yukarda arzettikten sonra, bu muahedeyi
son şekil budur diye Ankara’ya götürmek muhakkak inkita, muhakkak harbdir
dedik. Niçin dediler? Çünki çok ağırdır. Bilirsiniz ki bunun bir çok mevaddı
üzerinde konuşulabilir, dediler. Biz Ankara’ya böyle bir muahhede ile gidersek
ve buradaki mevad üzerinde konuşulmak için vaz olunmuştur dersek buna kimse
inanmaz, dedik. Lâf götürülür mü? Binaenaleyh bu behemehal inkitadır ve
behemehal harbdir, dedik. Şimdiye kadar bir çok şeyleri konuştuk. Onların
hulasasını veriyoruz.
Bir de heyeti umumiyesi üzerinde konuşulan parça parça
meseleleri birleştirmişsinizdir. Onun üzerinde de konuşabiliriz, dediler. O
zaman müttefikler arasında bir manzara hasıl oldu. Aralarında verecekleri karar
daha mevkii tatbika konmazdan mukaddem sallandı. Fakat İngilizler tuttular
orada beyanname verdiler: Nasıl şeydir bu muahhedeyi imza etmeden
neşrediyorsunuz ki muahhedeyi verecekmişsiniz ama üzerinde tesiri de kalmıyor,
dediler. Fransızlar bunu tekzip ettiler. Müttefikler daima hangi mesele bizim
için diğer mesailden daha mülhemdir ve nihayet hangi meselelerin diğerlerinden
daha ziyade ehemmiyeti vardır? Bunu anlamağa ehemmiyet veriyorlardı. Halbuki
ifade ettiğim, teşrih ettiğim muhtelif mesail kendi sahasında hayatî ve değerli
olduğu ve hiç fark göstermediğimiz için umumiyetle zan ediliyordu ki memleketin
dahilinde taalluk eden malî ve iktisadî mesail nihayet bizim için haizi
ehemmiyet olmayabilir. Bunları kabul ettirebilirler zan ediyorlardı. Herkesi
kendi fikri üzerine mütalaa dermeyan ediyordu. Yalnız devletler inkıta vaki
olduğu takdirde harbi fiilen deruhte etmek netayicinden dolayı, mesela
İngiltere inkitaın kendi meselelerinden dolayı olmaması için muharebe ederken
yalnız kendi işlerinden naşı muharebe etmiyor, bütün devletlerin menafii için
muharebe ediyor manzarasını vermek için, son derece takyit ediliyordu. İngiliz
Murahhası ile bu muahhede projesi hakkında görüştüm ve dedim ki, muahhede
projesini gördüm ve resmen de vereceğiz. Bu muahhede projesi muhakkak inkitai
tevlit edebilir. Şimdi bunun üzerinde, bazı mesail üzerinde anlaşmak kabil
olduğunu ihsas ettirdiler. Ne ise o şekli görelim dedim. Bundan maksat;
muahhedenin heyeti umumiyesi üzerinde kabili istihsal olan azamı şekil belli
olduktan sonra takyit edelim, onların yapacakları feragatları yaptıralım
muahhedeyi alalım getirelim. Bunu his ettiler dediler ki; yani bu kadar
sarahaten bunu söylediler:
Muahhedeyi Ankara’ya götüreceksiniz, bunun üzerinde bir
takım tadilat yaptıktan sonra imza edilmezse hepsini yırtarız. Şimdi bunun
üzerinde tadilat olacak mı olmayacak mı? Bunun üzerinde konuşalım denildi. Bu
esas olduğu zaman muahhede resmen verildi ve müttefiklerin her biri ayrı ayrı
söz aldı, resmen ve alenen bir çok ağır beyanatta bulundular, kabul etmek,
alenen ilan etmek lazımdır. Sulh alem için bunu kabul etmek elzemdir, dediler.
İki gün sonra da İngiliz heyeti hareket edecekti. Muahhedeyi aldıktan sonra
biz, Türkiye haricinde kalacak olan memleketler hakkında noktai nazarımızı bir
daha ifade ettik. Bir ifadem var, onu söyleyeceğim dedim. Mesela Mısır, Suriye,
Irak vesaire vesaire bu memleketlerin ahalisi kendi mukadderatına hakim olmak
için.
NEBİZADE HAMDİ BEY (Trabzon) — Paşa Hazretleri Musul buyurdunuz. Sehven midir. (Hayır
Mısır’dır sesleri)
İSMET PAŞA (Devamla) — Bu
memleketlerin istiklali uğrunda fedakârlık etmiş olanlar için affı umumî
yapılsa çok iyi olur, dedik. Muahhedeyi bize verdikleri vakit bir çok
propaganda yaptılar. Filan böyle böyle olmuş, Ermeniler şöyle olmuş. Bir çok
şeyler söylediler. Bu muahhedeyi şimdiye kadar konuşulmuş olan muhtelif
mesailin hulasası ve levhası olmak üzere alıyoruz, buna mütalaa için en aşağı
bir hafta zaman lazımdır. Bir hafta sonra mütalaamızı arz ederiz dedik. Hususi
bir celse yaptılar ve sonra İngiliz murahhası dedi ki şahsi olarak size bir
mazeret arz edeyim, İngiliz hükümeti memleketinin birtakım hususatı için
kendisinin daha ziyade burada kalmasını muvafık görmeyerek bir an evvel azimet
istirarında [ıstırarında] bulunduğunu söyledi. Bu çarşamba günü oluyordu. Cuma
günü hareket etmek için her şeyi taarrür ettirmiştir ve her şeyi hazırlamıştı.
Şimdi daha muahhede üzerinde çalışıp ta cevap vermek için müsaade istiyorsunuz,
arkadaşlarınız çalışkandırlar. Daha iki gün tehir etmekle çıkarabilirler.
Hal edelim ve bitirelim dediler. Cevap verdim; Üç dört
gün içinde değil bir iki saat içinde bile hal etmek için sarfı mesai ederiz.
Fakat bu muahhedede kabili tadil olan nedir ve ne dereceye kadar kabili
tatbiktir? Bu üç dört gün içinde bir birimizle temas ederek kararımızı
vereceğiz. Fakat zan etmiyorum ki, bu maddeten üç dört gün içinde hal
olunabilsin. Binaenaleyh, sizin hususi ve şahsi vaz’iyetinizi nazarı dikkate
alarak şunu söyleyebiliriz ki üç dört gün içinde mütalaa için sarfı mesai
ederiz. Fakat üç dört gün içinde cevap vereceğim kaydına bağlanamam. Mümkün olduğu
kadar bir haftayı maddî olarak kaydetmeyi muvafık görmüşümdür. Mümkün olmazsa
meşguliyet deruhde edemem şeklinde ayrıldık. Bu pazartesi günü oldu ertesi
Pazartesi günü de gidecekleri. Perşembe günü bir Boğazlar konferansı olmuştur,
öğleden sonraya kadar onunla uğraştık. Perşembe günü öğleden sonra İngiliz
murahhasiyle görüştüm. Orada ifade ettiği büyük mesaili saydım. Şöyle bir takım
mesail var. Arazi mesaili. Böyle mesailde nasıl anlaşacağız, bu mesail olduğu
gibi duruyor. Bir defa bu mesail üzerinde, ana hatlar üzerinde esaslı
ihtilaflar var. Bunlar var. Bunlarda anlaşırsak teferruatında maddelere tevafuk
eden şeylerde de anlaşabilmek kabilidir. Bir defa esasda ihtilaf vardır. Nasıl
anlaşılır, dedim? Arazi meselesini açtılar. Ben de bu mesele üzerinde israr
ettim. Çünki o arazi meselesi kendilerine aittir. Bilahere adlî, malî, iktisadî
meseleler üzerine taalluk eden bir takım mütalaattan sonra ve tarafımızdan bir
tarzı hal gösterildikten sonra, diğer muhtelif mesail üzerinde çalışacaklarını
ve müttefikler tekrar vaz edecekleri bir takım mevaddı söyleyecekler. Ben de
pekala dedim. Bu Cumartesi günü çağırdılar, yapacakları son şeyleri söylediler.
On beş milyon altın istiyorlar. On iki milyon lira altına kadar inmişlerdir.
Borcumuzu sermaye üzerinde taksim etmelerinden vaz geçiyorlar. Esas üzerine
kabul ediyorlar. Esas üzerinde muahhedeyi değiştiren ve hasredilen bir iki
noktadadır. O da Trakya’da Tahaddus eden askeri mesail vardı ki ondan da vaz
geçtiklerini bildirdiler. Cumartesi sabahı 24 saate kadar cevap bekleriz,
dediler. Bundan başka bir şey yok mudur dedik? Cevaben yoktur, dediler. Şimdi
bu muahhedeyi aldım tetkik ettim. Neticei tetkikatımda gördüm ki bir iki
noktayı tadil etmişler. Bizden tamirat parası istiyorlar, arazi meselesine
gelince onu da olduğu gibi muhafaza ediyorlar. Malî mesele de bizden para
istiyorlar. Fakat Yunanlılara verdirmiyorlar. Sonra iktisadî meselede
şimendiferler, şirketler ve diğer imtiyazat olduğu gibi muhafaza ediliyor.
Cumartesi günü öğleden sonra vaziyeti bu tarzda müzakere
ettik. Meseleyi muhakkak bir inkıtaa sevk edenler yüzünden bir harp çıkarsa,
mesela İngilizlerle, Fransızlarla vuruşacağız. Onlar Dünyanın mesaili
hukukiyesini hal için uğraşıyorlar tavrını takınmışlardır. Her esas noktada
tamamen hali ihtilafda olarak geçerse ne gibi fedakârlıkla şu vaziyeti
kurtarmak çarelerini düşünüyorduk.
Geldiğimiz zamanda cereyan eden şu mesailin hepsinde hali
ihtilaf meydana gelmiştir. Binaenaleyh heyeti mecmuasını ret edeceğiz. Bu da
kafi değildi. Bu muahhedenin neresinden tutarak diğerleri istikşaf edilebilir.
Binaenaleyh inkita olursa ve bundan harp çıkarsa bütün cihan efkârı umumiyesine
hitaben Türkler hiç bir şeyde uyuşmak fikrinde değildirler. Bidayeten ne
söylemişlerse, nihayetinde onu israrla kalmışlar, bir eseri hal
gösterememişlerdir ve bunlar söz yapmak için gelmemişler. Kendi şartlarını bize
dinlettirmek için gelmişler tarzında bir propagandaya mahal vermemek lazım ise
bile, her millet bunun ne gibi avamil tesirinde inkita olacağını cihan efkârı
umumiyesine karşı aranılacak mühim bir noktadır. İkincisi, şu veya bu şekilde
bir takım usullerle meseleyi hal etmeye imkân var mıdır? Bunun için esaslı bir
istikşaf yapmak lazımdır. Bu da ancak cihanı alakadar eden mesaili araştırarak
hal etmek lazımdır. Binaenaleyh Cihanı alakadar eden boğazlar, akalliyetler,
tabiiyetler meselelerini hal etmişizdir ve milletlerin münasebatı ticariyeye
girmeleri esaslı bir surette ilerlemiştir. Bir takım mesaili araziye vardır ki
şark’da, garp’te bu mesaili araziye, münhasıran istilayı arazi idi ki orada
Musul meselesi idi. İnkıtaı bu mesele üzerine hasredilmemek için bunu
muahhedenin imzasından bir sene sonra İngilizler ile aramızda hal etmeyi kabul
ettik. Trakyada Yunanlıların silah ile hal edecekleri tarzında yapılacak
propagandaya mani olmak için 1901 hududunu kabul ederiz, dedik. Bu şekilden
sonra mesaili maliyede, tamirat meselesinde bir takım maddeler kabul ederiz,
fakat mesaili iktisadiyeyi de kâmilen ihraç etmek şartile müzakeresine devam
ederiz dedik ve şimdiye kadar üzerlerinde muvafakat efkar olan mesaili bir
araya topladıktan sonra, onu bir tarafa bırakarak muvafakati efkar olmayan
diğer mesail üzerinde müzakereye devam olunarak bir şeye varılabilir, hal
olunabilir veya olmaz. Hakiki ve ciddî istikşaf olmakla beraber, kendimizi
kabul veya inkita halinde bağlamak için bir hatvei umumiye üzerinde kalmak
icabediyordu. Zira bir kısmını kabul etmedikleri taktirde hiç bir kayıt altında
değiliz demek hakkını haiz olabilmekliğimiz için idi. Bunu da nitekim Pazar
sabahı söyledik. Arazi meselesinde bir sureti hal göstermemişlerdir.
Kapitülasyonlara gelince, noktai nazarımızda musırrız.
Adlî mesaile gelince; diğer milletler gibi ve sizin kabul ettiğiniz gibi adlî
icraata müdahale etmemek şartile, adlî müşavirler bulunmasını teklif ettik ve
bu teklifimiz de asla sulh hâkimlerine taalluk etmeyen bir şekilde idi ve bu
suretle mukabil tekliflerine öğleden evvel cevap verdikten sonra, bir iki saat
içtima ettik, müzakereye başladık, yeniden bazı şeyler teklif ettiler. Mesela
tamirat meselesi sonra onlardan alacağımız gemi bedeli, biz bunları kabul
ettirmek için iddia ediyorduk. Onlar vermiyorlardı ve gemileri harbe girmiş
kanaimden addediyorlardı ve sizin alacağınız yoktur, diyorlardı. Biz de
alacağız diye iddia ediyorduk, onlar vermiyorlardı. Ondan sonra hiç bir
taahhüdümüz yoktur, diyerek ayrıldıktan sonra ikindiye doğru İtalyanlar
Amerikalılar bizim heyeti murahhasamızın bulunduğu daireye geldiler.
Kapitülasyonlar meselesinde iktisada ait bir iki maddede çıkaralım dediler. Bu
çıkarılan madde imzasında altı ay sonra müzakeresine devam etmek şartiyle.
Bittabii biz de olmaz dedik. Muahhede yarımdır. Kâmilen çıkacak tamam
olacaktır. Sulh olacak İstanbul’dan çıkılacaktır, dedik ve bir taraftan da mali
komisyon vazifesine devam edecektir.
Vaktin dar olması sebebiyle tasvip ettiğimiz dakikada
İngiliz heyeti hareket etmiştir. O gün düşündüler, dediler ki kapitülasyonlar
yüzünden Lozan Konferansı inkıta etmiştir. Ecanibin Türkiye’de oturması ve
yaşaması için Türklerden teminat istedik, vermediler. İnkita hasıl oldu. Güya,
dünyadaki bütün ecanib Türkler aleyhine düşman olacaktır. Böyle düşündüler.
Türkiye’yi başdan aşağı tecrübe ettikten sonra, bakı kalını [baki kalanı]
soymak istediklerinden inkita olmuştur. Bankerler harb etmek istiyorlar. Biz
böyle, bil mukabele, bunu ilan ettik. Pazar günü akşam üzeri herkesin asabı
alabanda, herkes bir sureti hal ve çare arıyor ve bulmak istiyor. Fakat mes’ele
bitmiştir. Her tarafdan mesaili maliye ve iktisadiyemiz üzerinde şiddetli
neşriyatta bulundular. Vaz’iyet nedir? İngiliz heyeti ayrıldıktan sonra
Pazartesi sabahı Fransız murahhasiyle temas ettik, hareket edeceğiz dedik.
Vaziyetin tenvirini müttefiklerden beklediğimi söyledim.
Çünki dedim, hususi bir vaziyet vardır. Aramızda akdedilen Mudanya
mukavelenamesi mucibince sulh konferansının halline kadar mütareke halinde
bulunacaktık. Şimdi eğer konferans inkıta etmiş ise, Mudanya mütarekenamesi
mündefi olmuştur ve tarafeyn serbestli harekatını iktisab etmiştir. Böyle
midir, dedim. Hayır değildir, dediler. Sizce mesele nasıldır dedik [dediler].
Ben inkita cihetine gitmedik, bu işi müttefikler yaptılar, dedim. Biraz
görüştük, konferansın inkitaı hakkında bir tebliğ olmamıştır. O halde konferans
nazari olarak devam ediyor, vaziyet tavazzuh etmiştir.
Mucibi inkita olan meseleye gelince; siz ne istiyorsunuz?
Dedim ki, ben bunu söyledim; mesaili iktisadiye kâmilen çıkarılsın ve diğer
malum olan mesaili görüşelim ve diğer muvafakat hâsıl olan şeyler üzerinde sulh
yapalım. Onun üzerine ayrıldı gitti. Bizim heyeti orada bir müddet daha
oturması için israr ettiler. Fransız heyeti murahhasası hareket etmişti.
Çarşamba günü ben de hareket edeceğim, dedim. İki esaslı nokta tezahür etti:
Konferans inkita etmemiştir, talik olunmuştur: Diğer noktada herkes son
celselerde ben şundan vazgeçeceğim, sen şundan vaz geçeceksin diye birtakım
sözler söylendi. Türkler talep ettikleri şeyleri, kabul ederiz kabul etmeyiz;
taleplerini kâğıt üzerinde tekrar etsinler denildi. Amerikalılar tavvassut
ettiler. Biz konferansı toplarız, siz bunu kabul ederseniz, dediler. Biz noktai
nazarımızı yazdık, dedik. Eğer o noktai nazarınızda sabit iseniz, bunu da
yazınız, imza ediniz. Ondan sonra tavassut ederiz dedi. Bunun üzerine anladık
ki bizden bir taahhüt alarak vaziyeti tetkik etmek istiyorlar, imtina ettim,
biz teklifatımızı dermeyan ettik. Müttefikler tarafından bir cevabınız varsa
veriniz, dedim, İtalya Heyeti de hareket etmiş idi. Dediler ki, biz yalnız
murahhaslar gideceğiz, heyeti burada bırakacağız, siz de kalınız. Murahhaslar
gitti diğerleri de gittiler; biz niçin duralım, biz de gidelim denildi. Vaziyet
halledilebildiği kadar hal edilmiştir. Ortada bir muahhede vardır. Bu muahhede
üzerinde ne tadilat yapılmıştır ve ne de yapılması mamuldür. Biz hiç bir
taahhüde girmemişizdir. Bunu safahatiyle gidip hükümete ve Meclise görüşmek
lazımdır diye biz orada bu kararı verdik. Şimdi artık onların taahhüt
tekliflerini kabulden imtina ediyor ve memlekete gelmeye çalışıyorduk.
Müttefikler ise vaziyet inkişaf ettikden sonra artık bunu imzalı bir senede bir
an evvel vardıralım ve Türkleri bir kayıt altında bulunduralım zihniyetinde
göründüler. Hâsıl Salı günü İtalya ve Amerika heyetleri de gittiler. Çarşamba
günü sabahleyin de ben hareket ettim. Onlar birer kâtib bırakmışlardı. Ben de
bir iki kâtib bıraktım. Konferans nazari olarak devam ediyor. Mütebaki heyet
kâmilen hareket etti. Milano’da İtalyan Heyeti müşavirlerinden birisini
bırakmıştır. Eğer ki noktai nazarınızı muhafaza ediyorsanız mesaili iktisadiye
ve maliyeye bir sureti hal bulalım dedi. Fakat bu defa böyle büyük komisyonlar
halinde değil, her devletten birer müşavir ile hal edelim dediler. İtalyanlar
biraz da telkin yapıyorlardı. Mesele uzar ve bir takım ihtilafat olur ve bu
ihtilafat ile sarfedilen mesai kâmilen heba olmuştur. Bir harb çıkar, yeni bir şey
çıkar, bir vaziyet hâsıl olur, Köstence yolundan gelmiştim. Romanya hükümeti
mütelaşı görünüyordu. Tavassut etmek istedi ve dedi ki, eğer kabul ettiğiniz ve
etmediğiniz maddeleri bize söylerseniz, biz müttefiklere tebliğ ederiz. Belki
tekrar toplanmak için imkân bulunur. Hatta evvelce imtina ettiğim gibi; müsaade
ediniz, biz diyelim ki sizin tarafınızdan İsmet Paşa ile görüştük.
Son celsedeki maddeler kabul edilmiştir. Şu maddelerin şu
tarzda kabul edilmesini istiyor. Şu tarzda şu maddelerin tadilini ihracını
talep ediyor, diyerek size atfen biz yazmış olalım, siz yazmayın dediler.
Muvafakat edilmedi. Lozan Konferansında bir çok şeyler görüşüldü mesele talik
edildi. Herkes merkez hükümetine girmiştir. Ben de yoldayım, merkezi hükümete
gidiyorum. Hükümetimle temasım yoktur. Merkezce benim talimat almadıkça bir şey
yapmak imkânım yoktur, esasında kaldım. Sonra İstanbul’a geldiğim zaman üç
devletin komiserleri ayrı ayrı geldiler, ziyaret ettiler. Evvelce arz ettiğim
şeyleri derhatır buyurursanız, şüphe içinde daha kızdırırsanız muahhedeyi bazı
tadilatla imza ederiz, götürürsünüz veyahut olduğu gibi götürürsünüz,
hükümetinizle görüşürsünüz. Bu denilen şeyleri şayet konuştuktan sonra kabul
etmeyecek olursanız imza etmezseniz artık bu muahhede mevcut değildir demişlerdi.
Artık İstanbul’da Muahhedeye son zamanda bir çok mevad koymuştuk. O mevad
üzerinde sebat ediyoruz. Kabul etmediğiniz şeylerin üzerindeki teklifatınızı
biliyoruz. Mesela bir kısım mevadın ihracı gibi bunlara bir sureti hal bulalım.
Muahhedeyi olduğu gibi imza etmek elinizdedir.
Müteallik ve bazen müteakıs cümlelerle muahhede henüz
meydandadır. Bir sureti hal bulunuz, bulalım tarzında tebligat yapmak
istediler. Her birisini ayrı ayrı Lord Curzon’dan İngiltere Hariciye Nazırından
ayrıca bir telgraf tebliğ ediyorlar, bir çok mesele de Lozan’da anlaşdık; fakat
daima Türkiye heyetine karşı itibar ve ihtiramımızı muhafaza ettik, muahhede
meydandır. Bir çok mesail konuşulmuştur. İmza edilmesi tarzında tebligat
yaptılar. Bunların hepsinde sarih bir vaziyet almakdan içtinap ettim. Tabii
şimdi son vaziyet şudur ki, muahede elde mevcut olan şekliyle herkesin bütün
talebleri[ni] içine yazarak bir hülasa halindedir. Bunun üzerine şifahi
müzakere açılmış ve müzakere edilmişti. Mesela tamirattan şu tarzda vazgeçmek bir
de vaktiyle bir teklif yapmışız ki mesaili maliye ve iktisadiyeyi çıkaralım,
muahhedenin mütebakisini kabul edelim. Ret etmiştik. Hiç bir teahhüdümüz
olmayarak bu mevcut olan muahhede üzerinde ne tadilat yapılmış ve ne de
yapılması ümit edilmiştir. Böyle bir vaziyet içindeyiz. Hükümete vekillere de
bu tarzda vaziyeti teşrih ettim. Şimdi biz bir defa muahhedeyi madde madde
hükümette mütalaa ederek heyeti umumiyesinden bir fikir hâsıl ettik ve vaziyeti
mütalaa ederken muvafık bir karara varmak ihtiyacındayız, ondan sonra Meclisi
Aliye bu şekilde arz olunacaktır. Eski muahhede sureti tercüme olunmuş ve
Meclis mazbatasında tab olunmaktadır. Demek ki bir iki gün zarfında azayi
kiramda bunu mütalaa edeceklerdir. Heyeti umumiyesi görüldükten sonra takip
olunması lazım olan hattı hareket hakkında Meclisi Aliye teklifat yapacağız.
Meclisin vereceği karar hattı hareketimiz olacaktır. Bugünki vaziyet kâmilen
takip ettiğimiz vaziyetin inkita etmiş ve meçhule, suya düşdüğünü tavzih noktai
nazarından vaziyeti tenevvir [tenvir] içindir. Taahhüt ettiğimiz bir şey
yoktur. Hiç kimse bize şunu verdiniz, bunu verdiniz diye isnat edemez. Ne karar
verirseniz kimse bir şey diyemez, onu serbestçe tatbik ederiz. Mesele bundan
ibarettir.
REİS — Celsei açıyorum efendim. Buyurun Paşa Hazretleri.
İSMET PAŞA (Hariciye Vekili) (Edirne) — Trabzon mebusu Ali Şükrü Beyefendi söylediler ki bizim teklif etmiş
olduğumuz şu muahhede tatbik edilmiş olsaydı Trakya ve İstanbul derhal tahliye
edilecek mi idi. Yoksa Musul meselesinin halline kadar işgal altında mı
kalacaktı? (Eşitemiyoruz sesleri) Bir defa daha konferansın ortasında şöyle bir
ihtimal mevzuu bahis olmuştu, İngilizler tasmim etmişlerdi ki mukaddematı
sulhiyeden bir takım prensipleri, esaslı noktaları bir kere aramızda takarrür
ettirelim. Sonra bu takarrür eden prensipler üzerine ayrılalım. Konferans bu
mevadı esasiye üzerine muahhedenameyi mütehassıslara tanzim ettirsin. Yani
evvela anlaşacağız. Şark hududu şöyle olacak, garb hududu böyle olacak. Filan
mesele böyle olacak diye başlıca mesail üzerinde uzlaşacağız. Bir kâğıt üzerine
yazacağız. Muahhedeyi ve bütün mesaili hal etmek için nihayetine kadar
beklersek çok zaman geçer. Bunları komisyona mütehassıslara, hukuk
müşavirlerine bırakalım. Onlar muahhedeyi tanzim ederler ve konuşuruz. Konferansa
başladığımızdan üç hafta sonra veyahut bir hafta sonra sulh için şu veya bu
şekilde bir sureti hal bulalım. Mukaddematı sulhiye yapalım. Mütebakisine devam
edelim veyahut hepsini bitirelim. Tam bir sulh yapalım, dediler. Bunun üzerine
her ikisini düşünebiliriz, dedim. Şu şartta ki her neyi imza edersek sulh tamam
olmalı, İstanbul, Gelibolu ve Boğazımız tahliye edilmeli. Biz daima bu noktayı
müdafaa ettik. Onun için teklifatımızda mütaleatımız da sulh olur olmaz hiç bir
şeye hacet kalmaksızın tahliye tamam olsun. Sulh tamam olsun, noktai nazarını
takip etmiştim. Demin de arkadaşlara söylemiştim. Mesaili iktisadiyeyi hariçde
bırakalım dediğimiz zaman, muahhedeye bir madde ilave edelim ve altı ay
zarfında bunların müzakeresine devam edelim, dediler. Ben o zaman itiraz olarak
dedim ki: O zaman muahhede tamam olmaz, bunları çıkarmalıyız ki muahhede tamam
olsun. Tahliyeyi murat etmiştim.
Konferansda “Meriç boyunun gayri askeri bir hale
sokulmasında mahzur var mıydı?” diye Trabzon mebusu Nebi Zade Hamdi Bey efendi
soruyorlar. Müsaade buyurursanız muhtelif devletlerin vaziyeti siyasiyelerini
de bir iki kelime ile izah edelim.
Aynı zamanda Rus Heyeti murahhasası ile bizim heyeti
murahhasamız arasında ki münasibata [münasebete] dair suale de cevap vereceğim.
Rus Heyeti murahhasasası ile bizim heyetimiz baştan nihayetine kadar daima
dostane bir temas ve münasibet halinde bulundu. Cereyanı ahvalden, gerek
vaziyeti siyasiyeye ait olsun ve gerek sulh konferansına müteallik olsun, yek
diğerimizi haberdar ederdik ve dostane ayrıldık. Biz boğazlar meselesinde bir
çok mücadele ettikten sonra Boğazların tahkim edilmemesini ve sefaini
harbiyenin serbest olarak mürurunu kabul ettik. Halbuki Rus heyetinin noktai
nazarı esas itibariyle Boğazların tahkim edilmesi ve kapalı olması zemininde
idi. Onun için Boğazlar meselesinde aramızda ihtilaf vardı. Bu ihtilaf nihayete
kadar daim olmuştur ve zaruridir. Diğer münasibatı siyasiye ve münasibatı
umumiyede anlaştık. Fransız Heyeti mesaili muhtelife arasında Ankara
İhtilafnamesine [İtilafnamesine] istinaden ve Ankara ihtilafnamesini muhafaza
ederek Suriye hududunu muhafaza etmek esasını takip etmiştir. Mesaili Milayi
[Maliye] ve iktisadiyede alakaları ve menfaatleri ziyade göründü. Gerçi hususi
muahhedatta hal olunmayan mesaili Maliye ve İktisadiye ile diğer müttefikler de
aynı derecede alakadardır. Fakat kendileri daha ziyade alakadar görünüyorlardı.
Kapitülasyon mesailinde de musir görünmüştür. İtalya
heyeti bize ait olan mesailde ve bilhassa kapitülasyonlarda alakadar oldular.
Kapitülasyonları iltizam ve terviç ediyorlardı. Meclisi Alice malumdur ki
Ankara İtilafnamesinde bu gibi mesailde kapitülasyon meselesinde ve sair
mesailde Fransızlar birtakım şeyler taahhüt etmişlerdir. Bu şu muahedenamesinde
de kapitülasyonların ilga edilmesine diğer müttefikler razı olduğu halde
kendileri de razı olacaklarını taahhüt etmişlerdi. Şimdi burada
kapitülasyonların ilgasını esas itibariyle kabul ediyoruz. Fakat sözlerimize
intikal lazımdır, şeklini muhafaza etmişlerdir. Herkes kendisine ait olan mesailde
yakın bir menfaat, yakın bir alaka gösterdikleri halde diğerlerine ait olan
mesail mevzuubahis olurken Japon Heyeti sureti umumiyede Büyük Britanya noktai
nazarını terviç ettiler. Asıl ısrar edilen kapitülasyonlardır. Onlar bir devrei
intikal şeklinde behemehal lazımdır, diyorlar. Romanya konferansında yakinen
alakadar olduğu mesele Trakya’nın gayri askeri olması meselesidir ve bu yönde
alaka göstermiştir. Bir de boğazların açılması ile alakadar olmuştur. Siyaseti
umumiyesini arz ediyorum. Tabiî ekalliyetler meselesinde kendilerine ait bir
madde olmamasına ehemmiyet verdiler. Karadeniz Boğazının açık olması ve
Romanya’nın Karadeniz için de kapanmaması politikasını takip ediyorlardı.
Biraz evvel arz ettiğim veçhile, Balkan muhasebesinden
evvel Berlin Muahedesinden beri taksim olunacak borçlar vardır. Yugoslavya Sevr
Projesinin tashihatında da bu borçlara itiraz etmiş imiş. Bizim haberimiz yok.
Borçlar için müstenkif bir vaziyet aldı. Bir ona ehemmiyet veriyor, bir de
Meriç garbine geçmeyelim. Buna da bütün kuvvetiyle ehemmiyet veriyordu.
İngilizler bizimle olan mesailde Musul meselesinde sair mesaili arziyede
birinci derecede alakadar olmuşlardır. Yani bir Musul meselesinde, bir de
Yunanlıları daha fazla ezilmekten kurtarmaya çalışmışlardır. Kapitülasyonlarda
mesaili maliye ve iktisadiye daima müttefiklerle beraber bulundular ve onların
taleplerini fazlasiyle terviç ettiler. Fakat zan olunabilir ki birinci derecede
alakadarlık gösterdikleri mesaili arziyedir.
Diğer bitaraf devletlere gelince; İspanya, Hollanda,
Danimarka, İsveç, Belçika devletleridir. Bunlar evvela konferansa iştirak
etmeyi emri vaki yapmak istediler. Şiddetle mukavemet ettik. Bundan sonra
konferansa bir defa iştirak ettiler ve bana berayı malumat bir nota verdiler.
Lozan Konferansında müzakere olunan mesaili muhtelife içinde kendilerini
alakadar eden mesail var. Bu mesail de hal olunsun dediler. Sureti umumiyede
bitaraflar davet olunduğu vakit bilhassa kapitülasyonlarda onlar da bize irası
müşkilat edeceklerini zan ediyordum. Konferans esnasında hariçte seyirci olarak
kalmışlardır. Bugün Avrupa’da bir Ruhr işgali münasebetiyle Almanya ve Fransa
meselesi vardır. Bunu Fransızlar haklı oldukları tamirat parasını Almanlardan
almak için rehin olduğunu iddia ediyorlar. Almanlar ise Ruhr işgalini Fransa
hududunu (Ren’e) kadar dayamak için bir bahaneden ibaret olduğu iddiasında
bulunuyor. Almanya’da infial ve inkisar tesiri vardır. Maatteessüf sulh hareket
ve faaliyeti yoktur. Tarafeyn yakında böyle müsellah bir hareket ve faaliyete
ihtimal görmemektedir. Fakat çok teessür, infial ve inkisar vardır. Mukavemet
ediyorlar. Merkezi devletlerden bir de Macarlar vardır. Birçok Macar arazisi
diğer devletler tarafından işgal edilmiş, ahali pek çok ızdırap içinde
görünüyorlar. Hükümetleri milliyetperver ve serbesttir. Fakat ıstıraplarına
veya sıkıntı halinde bulunmalarına rağmen sakindirler ve sakin kalmak
arzusundadırlar. Bulgarlar, Bulgarların konferansında başlıca şey ettikleri
Meriç vadisini alarak Meriç şimendifer hattı boyunca mahreç iddia ettiler. Müttefikler
Bulgaristan’a Yunanistan’ın muvafakatiyle Dedeağaç’ı da bir mahreci iktisadî
teklif ettiler. Ayrıca bir liman verecekler. Bulgar emvali için bundan istifade
edecekler. Bulgaristan’a kadar şimendifer hattı muhafazası beynelmilel bir
komisyona tevdi edilecek, komisyon nazaret etsin diğer arazi Yunan elinde
kalsın dediler. Yunanlılar bunu kabul etmediler. Bulgarlar, Bulgaristan’dan
itibaren Dedeağaç’a kadar boydan boya Meriç’in Garbinde bulunan şimendifer
aksamını talep ettiler ve Yunan idaresindeki araziden tren geçmesini kabul
etmediler. Yunan tahtı tasarrufunda bir Bulgar şeyinin imkânı yoktur, dediler.
Bulgarlar Boğazlar meselesinde, bilakayıt, müttefikleri iltizam ettiler. Diğer
mesaili sairede ve ahvali umumiyede harice karşı müsalemetkârane surette, fakat
dahile karşı...
Şimdi bu suale Konferansın daha başlangıcında Meriç
boyunda gayri askeri bir mıntaka bulunmasında bir fenalık var mıdır? Bir
zaruret var mıdır? Derhatır buyurursunuz ki, Konferansa başladığımız zaman
Balkan ittifakı beraber mevzuu bahis olmuştu. Romanya ve Bulgaristan’ın da
dahil olacağı murabba bir itilaf âdeta tebarüz etmişti. Başlıca istinat
ettikleri şey bu idi: Rumeli’ye yeni bir ordu, yeni bir kuvvet dahil olmasın,
isteniyordu. Balkan şibinceziresinde şimdiye kadar yapılan muahedeler muhtel
olmuştur. Romanya birçok arazi almıştır ve Yugoslavya birçok arazi almış,
bunlar bütün kuvvetlerini Macarlara ve Rumlara karşı serbest olarak
kullanabilmeyi politikalarının esası addetmişlerdir. Yugoslavya’nın birçok
müttefikleri vardır. Hulasa Trakya’ya yeni bir unsur dahil olmuştur. Bu unsur
Meriç’in Garbine geçecektir. Buna karşı Balkan Bloku hazırlayalım. Sulh
konferansına başlarken mutalebemiz aleyhimizde yeni birtakım siyasi tertipler
vücuda getiriyor. Garbi Trakya hududunu şimendifer hattının Garbinden olmasını
kabul ediniz, hakikatte ve ilmiyatta bir tek mahallî tatbiki vardır. O da
Edirne’yi Kale yapmaktan feragat ediniz. Demek başka bir yerde veyahut
behemehal asker bulundurmaya mecbur olduğumuz bir yer yoktur. Bu teklif bu
denizden diğer denize kadar baştan başa gayri askeri bir mıntaka olsun demek
Edirne’yi başlıca kale yapılmasın. Eğer Edirne kalesi yapılırsa Bulgarların
Dedeağaç’a olan şimendifer muvasalaları münkatı olmuş olur. Bu üssül harekete
[üss–ül–hareke] istinaden Türkler Meriç’in Garbine geçerler ve tehlike
yayabilirler. Bunu tehlike halinde ifade ederlerdi. Biz düşündük ki
konferanstaki hattı hareketimiz muhasımlar ve müttefikler arasında yeniden
resanet getirmeye müsait olursa konferansın vaziyetinden istifade etmemiş oluruz.
Vaziyetimizi daha ziyade iğlak etmiş oluruz. Çünki bir mesele de ittifa[k]
halinde, diğer bir meselede bir blöf olarak karşımıza çıkmış olurlar.
Memleketin müdafaası noktasından gayri askeri mıntaka meselesini memleketin
müdafaasını esaslı bir surette haleldar eder bir mesele halinde görmedik. Onun
için zararı esaslı değil, fakat siyaseten gayri kabili içtinap olarak şeyi
gayri askeri bir mıntaka olarak kabul ettik. Derhatır buyurursunuz ki Balkan
Bloku meselesi gittikçe çürümüştür ve vücut bulmadı. Yani Romanyalıların
Sırplarla beraber Şimale ve Garbe karşı; Yunanlıların ve Bulgarların da dahil
olduğu bir ittifak murabbaı henüz vücut bulmamıştır. Henüz o bu kadar.
Binaenaleyh böyle gayri askerî bir mıntakayı kabul ettirmeye sevk eden avamil
bunlardı.
“Musul meselesinin bir sene zarfında İngiltere ile
aramızda hallinden heyeti murahhasamız ve [ne] kasdetmiştir?” buyuruldu. Bugün
Musul meselesini aramızda hal etmekten ne kastediyorsak ve ne intizar ediyorsak
o noktai nazarı takip edebiliriz diye kasdetmişimdir. Konferans talik edilmiş
olduğuna nazaran, heyeti murahhasamız tarafından kabul olunan esasatı
keenlemyekûn addetmek, yeni müzakerata bırakılan noktadan başlamak kabil midir?
Demin ifademde arz ettim ki konferansta birçok mesail baştan aşağıya kadar
müzakere edilmiştir. İmza ettiğimiz mesele Yunanlılarla aramızda mübadelei
üsera ve ahaliye ait olan mukaveledir ki tatbik olunuyor. Bütün teferrüatiyle
görüşüp hal edilmiş nazariyle bakılabilecek meseleler boğazlar mukavelesi,
ekalliyetler mukavelesidir. Mahaza bunlarda daha bir imza ve taahhüt yoktur.
Diğer son yaptığımız şeyde bunu böyle kabul ediyoruz.
Şunu şöyle kabul ediyoruz. Bunlar heyeti umumiyesiyle bir küldür. Bu hiç bir
taahhüdü tazammun etmez. Hepsi bir şeye bağlanmıştır. Müzakerata karar verdiğiniz
zaman istediğiniz yoldan ve vereceğiniz talimattan başlarız. Altından
kalkmayacağımız herhangi bir taahhüt olduğunu zannetmiyorum. Bunun en kuvvetli
misali ayrıldıktan sonra bizden taahhüdü tazammun edecek bir kâğıt almaya
çalışmalarıdır. Taahhüt ifade edeceği için evvela Meclise vaziyeti arz ettikten
sonra, Meclisi Ali ne karar verirse ona göre hattı hareketimi tayin ederim,
dedim. “l Şubat müttefikler tarafından verilen projenin... İzahat verilmesini
rica ederim.” Sualin biri de bu. 4 Şubatta bizim yaptığımız teklifata taalluk
ediyor. Şarkta ve bir sene zarfında Musul meselesini halledelim, iktisadî
mesaili harice çıkaralım. Diğer mesail üzerinde sulh yapalım. Kapitülasyonların
ilgası kabul edilsin... Heyeti umumiyesi gayri kabili inkisam. Muahede madde
madde sizce malum olacağı gibi bu teklifatı aynen mütalaa buyuracaksınız.
“İktisadı mevad...
Böyle bir kabul yoktur. Bunlar muhaveratı hususiyedendir.
O zeminde hiç çalışılmamıştır. “Heyeti murahhasamız tarafından derpiş olunan
proje neden ibarettir?” Arz ettim ki, Hükümet bunu tetkik ve mütalaa
etmektedir. Ondan sonra Hükümetin teklifi ile beraber Meclisi Aliye gelecektir.
Bir kararımız yoktur. Boğazlar hakkında kabul ettiğimiz şekil muhadenet
ahidnamesinde Ruslarla beraber Boğazlar meselesinin itilaf devletlerinin ve
alakadar devletlerin dahil olacağı bir konferansta tetkik ve hallini kabul
ettik. Taahhüdümüz Konferansa iştirak edip Boğazlar meselesini hal etmekten
ibarettir. Yoksa Boğazlar meselesinin şu veya bu şekilde halli hususunda
ahitleşmemiştik. Bilakis bizim Misakı Millide İstanbul’un ve Marmara’nın
atisini ihlal etmeksizin boğazların ticarete ve münakalatı beynelmilele küşade
bulunmasını kabul etmişizdir ve muhadenet ahitnamesinde de kabul olunmuştur.
Baştan aşağı bilcümle müzakeratta ve bilcümle münasebatta imza ettiğimiz
ahitnameye mugayir hiç bir taahhüde girmedik ve bir vaziyet almadık. Herkese
karşı kendileriyle akdetmiş olduğumuz ahitnamelere muvafık bir surette hareket
ettiğimizi ispat etmişizdir. Başka sual yoktur.
Lozan Konferansında İzlenecek Stratejik
Esaslara İlişkin BMM’de Yapılan Konuşma[42]
(27. 02. 1923)
Muhterem
efendiler, bir kaç günden beri müttefiklerin verdikleri sulh muahede projesini
mütalaa ettik, bir kaç kelime ile projeyi Heyeti Celilenize tekrar arz etmek
isterim.
Bir defa
mesaili arziye hudutlar: Garbde Meriç olacak. Hudut Şarkta Musul vilayetine
taalluk eden hudut ve Cenubda Fransızlarla Suriye ile olacak hudut, bundan
sonra mesaili maliye ve iktisadiye vardı. Mesaili maliye başlıca düyunu
umumiyenin taksimi. Düyunu umumiye tamirat ve mevaddı müteferrikadır. Sonra
mesaili iktisadiye vardı. Bizim idarei dahilî ve istiklali muhtelif namlar
altında zikrettiğimiz mesail vardı, ki umumiyet itibariyle kapitülasyon namiyle
zikredilmektedir. Adlî, malî mesaile müteallik bundan başka muahhedede Boğazlar
mukavelesi vardır.
Gümrük ve
ticaret mukavelesi vardır. Asıl muahedenin esasını teşkil eden mesaili arziye,
mesaile maliye ve iktisadiye bunların her üçünü ayrı ayrı tetkik ettik. Her üç
esasta bize tebliğ olunan sulh projesi şayanı kabul görülmemiştir. Mesaili
arziyede konferansa başladığımız zamandan itibaren ve öteden beri bila tadil
istihsalini arzu ettiğimiz mesaili kabul etmemişlerdir. Mesaili maliye ve
iktisadiye de bizim esas olarak gösterdiğimiz bir takım maddeler vardır ki
bunlar da verilmemiştir. Binaenaleyh muahede heyeti umumiyesi itibariyle ret
olunmak lazım gelir. Heyeti Vekile böyle muhtelif esaslarda bizim
ihtiyacatımızı tatmin etmeyen bir muahedenamenin ret olunmasıyle konferansın
inkita edeceğini görmüştür ve bu inkita, muallak sulh imkânını halen bertaraf
eder ve hali harbi ikame edebilir. Ondan sonra gerek dahilî memlekete ve
gerekse harici memlekete karşı hakiki bir surette sulh imkânını aramak için
ittihaz olunacak bir hattı hareket var mıdır ve bir çare var mıdır. Bunu tetkik
edelim. Muahede heyeti umumiyesiyle ret olunmuştur ve olunmalıdır. Fakat bunun
husule getireceği inkitaa ve harbe mahal vermeksizin, samimi bir arzu ile
yeniden sulh imkânını bulmak mutasavver midir ve böyle bir çare var mıdır? Bunu
tetkik ettik, böyle bir çare aramak büyük mesailden mesaili arziye, mesaili
maliye ve iktisadiye diğer mesailden mesaili idariye. Bu mesailden hangilerinde
düveli itilafiyeye, müsait bir hattı hareket takip edebiliriz ve hangilerinde
mesailin heyeti umumiyesi, yani şu bundan daha ziyade mühimdir vesaire tarzında
tefriki bizim için müşkil olan noktalar vardır. Gerçi hepsi bizim için mühimdir
ve mühim olduğu içindir ki senelerden beri bütün dünyaya karşı mücadele ederek
israr etmişizdir, davamızı müdafaa etmişizdir. Süs olarak yapmadık. Samimi ve
ciddî haklı bir suretle müdafaa ettik. Elbette davamızın istihsali için ehem ve
esaslı olan noktalardır. Fakat bir muahedeyi... ederek mutabakatı tarafeyn ile
husule gelecek bir senedi münhasıran bizim metalibimizi son haddine kadar
tahsil etmek azmiyle yaptığımız mücadele bu şekilde bir manzara göstermiştir.
Şimdi yeni bir safha hasıl oldu. Mesaili maliye ve iktisadiye ve idariyede
onları tatmin etmeyi müsait göstermek, onlarda olduğu gibi israr etmek. Şahsen
düşündük ki temin edeceğimiz herhangi bir vatanda, hududu daha büyük ve daha
geniş her ne halde olursa olsun, hayatımızı müemmen bir hale koymuyor. Onun
için esaslı bir mesele Türk Vatanı neresi olacaksa onun dahilinde her millet
gibi yaşamaktır. Bu esas üzerinde yürüdük ve müttefiklere dedik ki mesaili
arziyede misaki millî ile kabili telif bir şekli hal bularak, müttefikleri
tatmin edecek vaziyet alalım. Malî, iktisadî, idarî mesailde böyle itilafkâr olan
bu hattı harekete mukabil malî, iktisadî, idarî mesailde yeniden bir teşebbüs
yaparak menafimizi temin etmeye çalışalım. Şu halde veçhe olarak, büyük hattı
hareket olarak Heyeti Vekilenin musib gördüğü hattı hareket şu oluyor: Mesaili
arziyede misaki milli ile menafiimizi azami surette kabili telif bulalım. Bir
sureti hal ile müttefiklerin teklifine yaklaşalım. Buna mesaili sairede menafii
hayatiyemizi temin edecek tadilat ile yeniden teklif ederek teşebbüs edeceğiz.
Bizim verdiğimiz karar budur.
Bir şey daha
söylemek istiyorum. Mesaili arziyede düşündüğümüzü Heyeti Celileye söylemek
isterim. Mesaili arziye metalibinizde ötedenberi şiddetle israr ettiğimiz garp
hududunda 1913 hudududur. Yapacağımız teklifte Meriç garbindeki araziyi
isteyerek 1913 hududundan başladık. Yalnız Karaağaçla dahi iktifa ettik ve
israr ettik, mümkün olmadı. Şimdi biz yapacağımız teklifte Meriç Garbindeki
araziden feragat edelim. Bu noktai nazara tekarrup [tekarub] edelim mi,
düşünüyoruz. Biliyorsunuz ki Karaağaç istasyonunun ve Meriç garbindeki arazinin
bizim için ehemmiyeti, kıymeti vardır. Onları dermeyan etmişiz ve bütün dünyaya
karşı neşretmişiz. Bununla beraber bu talebimiz misakı millinin ahkamı
sarıhasından değildir. Bu talebimizi menafii milliyemiz noktai nazarından israrla
istemekle beraber, misaki millî noktai nazarından bir mecburiyeti katiye
altında bulunmuyoruz. Bununla nazarı dikkatinizi celbetmek istiyoruz. Şarkta
Musul vilayeti için, Musul vilayetinin hallini ve Türkiye'nin Irak ile [ilgili]
olarak hududunun, yani Musul vilayetinin hallini talik ettik. Bir sene zarfında
İngiltere ile hal edilecektir. Mutabakat hasıl olamazsa Cemiyeti Akvama
müracaat edilecektir tarzındaki bir şekli hal ile müttefiklerin noktai nazarına
yaklaşmak istiyoruz. Şark ve Garb hududu için düşündüğümüz bunlardan ibarettir.
Şimdi Heyeti
Celile mesaili arziyede bu noktaları ve bu esasları istisna ederek diğer
mesailde hayatımızı telafi edecek bir hattı hareketi tasvip ederse, buna devam
edeceğiz. Mesele bundan ibarettir. Mesaili arziyede, bilfiil işgal etmediğimiz
bir yeri işgal etmek, % 99 silahla oraya girmeye mütevekkiftir. Bu her
memlekette ve bizim memleketimizin tarihinde de baştan aşağı öyle olmuştur.
Sonraki mesele bundan müstesnadır. Yalnız Boğazlara kadar müsellah olarak
dayandığımız vakit Edirne'ye kadar olan araziyi mukavele ile tahliye
ettirmişizdir. Harben girmediğimiz halde tahliye ettirdiğimiz yalnız bu mesele
vardır. Vaziyeti olduğu gibi söylüyorum. Arada yine müttefiklerin vesaiti
lazımesi mevcuttur. Bununla sizin kararınız üzerine tesir etmek istemiyorum.
Biz bir noktayı silahla alabiliriz veyahut alamayız veyahut almak için teşebbüs
ederiz, etmeyiz o başka bir meseledir. Siyasî olan vaziyet Heyeti Umumiyesiyle
budur.
Bizim inkıtai,
hali harbi davet etmezden evvel dahile ve harice karşı sulh imkânını yeniden
temin etmek için, samimi ve hakiki bir surette yeniden tecrübe etmek için
düşündüğümüz hattı hareket şudur: Mesaili arziyede müzakereye girerek bu
hesaptan diğerlerine tekrar başlamaktır. Bu şekli hallin, bu tedbirin mesaili
maliyede, mesaili iktisadiye ve idariyede sonuna kadar her talebimizi behemahal
temin edecek bir manzarası yoktur. Bu tarzda teşebbüs ettiğiniz halde, nasıl ki
senelerden beri bir çok defalar teşebbüs etmiş isek, müttefikler henüz sulh
kararını vermemişler ise, bu sefer de ihtimal ki sulh kararını vermemişlerdir.
Olabilir ki malî, iktisadî ve idarî mesailden dolayı menafii hayatiyemiz temin
olunamaz ve bizim teşebbüsümüz akamete uğrar. Fakat o zaman biz kendi
vicdanımıza, kendi memleketimize karşı ve bütün dünyaya karşı yapılacak olan
fedakarlığımızı yapmışızdır. Fakat bu adamların maksadı tavazzuh etmiştir.
Mesele şu ve bu değildir. Vaktiyle düşündükleri gibi, bize hayat temin etmek
istemiyorlar, deriz. Bu meydana çıktıktan sonra gerek dahildeki, gerek hariçteki
milletlere karşı herhangi bir kararımızda bittabi daha ziyade salabet olur.
Maruzatım bundan ibarettir.
SORU — CEVAPLAR
YUSUF ZİYA BEY
(Mersin) — Paşa Hazretleri bir sual soracağım. Cenup hududunda hükümet yeni bir
vaziyet almayacak mıdır? Yani İskenderun ve Antakya için Hükümet bu defa yeni
bir teşebbüs almıyor mu?
İSMET PAŞA
(Devamla) — Efendim, mesaili arziyade Cenub, Suriye hududu için düşündüğümüz
Ankara itilafnamesinde vardır, İskenderun için bir hudut vardır. Bir de
İskenderun ve Türk ekseriyetiyle meskun olan yerler için itilafname metninde
veyahut protokolda bir takım ahkam vardır. Bu ahkamı kâmilen muhafaza ediyoruz.
RASİH EFENDİ
(Antalya) — Biz ediyoruz, fakat Fransızlar etmiyor.
İSMET PAŞA
(Devamla) — Cenup hududu için vaziyet budur. Şimdi Heyeti Celileye karar
vermesini teklif ettiğimiz mesele şudur: İki şey var: Biri mesaili arziye,
iktisadiye ve idariye. Hiç bir noktadan bizi tatmin etmiyorlar. Kamilen ret
ederiz. Bu elinizdedir, ikincisi: Yeniden sulh imkânı aramak lazımdır. Bu
imkânı aramak için şunda fedakarlık edebilirsiniz. Şunda edemezsiniz diye tayin
etmeniz lazımdır. Biz noktai nazarımızı söyledik. Mesaili arziyede bu şekilde
bir sureti halle iptina ederek sair mesailde hayatımızın tatminine çalışmak.
SIRRI BEY (İzmit)
— Bu beyanatı projenin tetkikinde ve mukabil projenin tazmininde Heyeti Vekile
mûttefikan mı kabul ettiler, yoksa arada bir ihtilaf var mıdır?
İSMET PAŞA
(Devamla) — Mûttefikan efendim.
TUNALI HİLMİ
BEY (Bolu) — Efendim Ziya Bey arkadaşımızın sualine vermiş olduğunuz cevapta,
“Fransızlarla akdedilmiş olan Ankara itilafnamesi mucibince hududumuz alâhalihi
kalacaktır” buyurdunuz ve aynı zamanda buyuruyorsunuz ki İskenderun mıntakasına
ait itilafnamenin bir ahkâmı vardır. Ahkam protokollarla tavzih
edilmiştir" Halbuki Fransızlar o ahkamın en ufağına, en hafifine, en
adisine bile hürmet etmemişlerdir. Binaenaleyh atiyen ne gibi bir ümidimiz
vardı ki Fransızlar bunları icra etsin?
İSMET PAŞA
(Devamla) — Efendim, bir muahede yaparız. İcra etmezlerse o başka bir
meseledir.
Lozan Barış
Antlaşması’nın Bölümleri Üzerine
Açılan BMM
Görüşmesinde Yapılan Konuşma[43]
(02. 03. 1923)
Arkadaşlar heyeti murahhasa refaketinde bulunan müşavirler filan meselede
hafif oldu ve filan meselede kuvvetli oldu diye tetkik etmeyiniz. Etmeyiniz ki
müşavirler istirahatı vicdan ile bildiklerini arkadaşlarına söylesinler. Eğer
müşavirler bilahara böyle söylerim veya böyle yaptım diyenden hesap soracaklar
endişesinde ve korkusunda kalacak olurlarsa akıllarının erdiklerinden başka şey
söylerler ve bunun içinden çıkılmaz. O zaman yanımızda olan on beş müşavir, on
beş de olur. İşte oturdukları zaman on beş devlete hâkim olmuş gibi her şeyde
en müfrit şeyi söyler. O zaman işin içinden çıkmak imkânı kalmaz. Biz varız.
Müşavirler ne söyledi derseniz, aramayınız. Benden sorunuz. Arkadaşlar
müşavirler bir meseleyi müfrit telakki etmesinden kâfi derecede hakikati
çekinmeden söyleyeceğim. Bırakınız söylesinler. Eğer biz onların dirayetini,
salahiyetini kafi görmezsek çıkarmak mecburiyetindeyiz.
RIZA NUR BEY
(Devamla) — Şimdi bakınız burada diyor ki, o mesail hakkında rapor verecekler,
asayişi umumiyeyi ihlal ve tahkikatı işkal etmeyecek ahvalde cünha
maznunlarının kefaletle tahliyei sebili icra olunacaktır. Kefalet ettikleri
şahsa kefaleti nakdiye de vereceklerdir.
NEŞ'ET BEY
(Kângırı) — Kanun mevcuttur. Hatta kefaletsiz tahliyesi bile mevcuttur.
RIZA NUR BEY
(Devamla) — Efendim arz edeyim. Neş’et Beyin maksadı şudur, ki emniyet
etmiyorsa kanımıza.
İSMET PAŞA
(Edirne) — Bunun sebebi şudur ki bazı memleketlerde bu usul yoktur. Yarın siz
de bir kanun yaparsınız, kaldırırsınız. Onun için beş sene müddetle tatbik
olunacak.
Lozan Konferansında İzlenecek Stratejik
Esaslara İlişkin BMM’de Verilen Söylev[44]
(03. 03. 1923)
Muahedenin baş tarafında bulunan mesaili arziye ve
siyasiyeyi en nihayete bırakacağım. Evvel emirde muahedede bulunan sair mevaddı
askeriyeyi ve memleketin müdafaasına taalluk eden mesaili arz edeceğim. Kitabın
(75) inci sayfasındaki üserayı harp vardır. Üserayı harbe taalluk eden bu faslı
nihayetine kadar kabul ettik. Üserayı harp, mezarlıklar; (75) inci sayfada
üserayı harp, ondan sonra mezarlıklar vardır. (82) nci sayfada ahkâmı umumiye
dediğimiz şeyler geliyor. Onlar hariç... Mesaili askeriyeden değil. Üserayı
harbiye, mezarlıklar meselesinde muvafakati efkâr hasıl olmuştur. Bu
muharebeden sonra, muhaberat esnasında tarafeyn elinde kalan esirlerin mütekabilen
iadesine mütealliktir. Mezarlıklar meselesi tarafeyn muharipler yekdiğeri
arazisinde mezarlıklar yapmak ve bu mezarlıkları kendi taraflarından idare
edebilmek... (İşitmiyoruz sesleri)
FEYYAZ ALİ BEY (Yozgat)
— Paşa Hazretleri işitmiyoruz.
İSMET PAŞA (Devamla) —
Benim sesim bu kadardır. Sesinizi keserseniz dinlersiniz. (Handeler)
Mezarlıklar; mütekabilen muharipler kendi memleketlerinde mezarlıklara hürmeti
ve mezarlıkların muhafazasını taahhüt ediyorlar. Burada şayanı dikkat bir şey
vardır. Gelibolu şibih ceziresi üzerinde yapılmış olan mezarlıklardır. Bu
mezarlıkları şimdi kendi ellerinde iken ihzar etmişler. Onları olduğu gibi
kabul ettiniz dediler. Bu hususta derhatır buyurursunuz ki bir çok münakaşat
cereyan etmiştir. Nihayet mütekabil olmak üzere bu mezarlıkları olduğu gibi
muhafaza etmeyi kabul ettik. Bir de, Arıburnu arazisinden mezarlık arazisi gibi
istifade etmeyi teklif ettiler. Derhatır buyurursunuz ki, Arıburnu arazisini,
dört kilometre arzında ve 1,5 – 2 kilometre tulünde bir arazidir. Bu araziden
mezarlık gibi intifa etmeyi talep ettiler. O zaman münakaşat cereyan etti. Bir
maksadı askeri ile istifade... uzun münakaşat cereyan etti. Bir maksadı mahsus
tahtında istifade olunabilir ve bu Arıburnu onun elinde adeta Gelibolu şibih
ceziresinin bir kısmını almışlar gibi bir mahiyette kullanılır endişesiyle
fevkalade mücadele ettik. Nihayet mezarlık maksadından başka diğer maksatta
kullanılmak üzere kullanılmasını temin ederek kabule mecbur olduk. Burada
nazarı dikkate aldığımız mesele bir mezarlıktan ibarettir. Maksadı aslide
istimal olunamayacaktır. Mezarlıkların herbirinde bulunduracakları muhafızlar
tayin olunmuştur. Şimdi muahede müddetlerini şey edersek okuyayım bir defa
dinleyin. 184 üncü madde: Harp esirleriyle sivil mevkufları derhal memleketlerine
iadeyi taahhüt ederler. Yunanlılarla aramızda münakit mübadelei üsera
mukavelenamesi Heyeti Celileye arz olunmuştur ve tasvip buyurdunuz. 135 nci
madde: Üseradan kabahat işlemiş ve mahkûm olmuş olanların affına mütealliktir.
Zaptı rapta ait olan ceraimden maada vakayiden dolayı cezaya çarpılmış veya
maznun olanlar alıkonulacaktır. Onların tarafından... Fakat sonra ayrıca bir
beyanname yaparak bunları da bırakmayı taahhüt etmişlerdir. Beyannamede Heyeti
Celilenin hatırında kalacak nokta konferansın başladığı tarihten sonra ika
olunan ceraimden dolayı ellerine geçirdiklerini bırakmayacaklarını söylediler.
Konferansın başladığı 20 Teşrinisani tarihinden itibaren cinayetler ve bundan
dolayı ellerine adam geçerse bunu bırakmayacağız diyorlar. Çünkü bir vaziyet
hasıl olacak ki, kabahat yapacaklar. Bir ay sonra bırakmaya mecbur olacağız ve
İstanbul işgal mıntıkasında bir çok suikastlar oluyordu. Bu suikastten endişe
ettiler. Uzun münakaşa neticesinde kabule mecbur olduğumuz bir meseledir.
136 ncı madde gitmek istemeyenlerin tahkikata mani
olacağına dairdir. Sonra mezarlıklar meselesi geliyor. Mezarlıklar meselesinde
141 nci maddesinde de hususî kayıt vardır. Yani bu mezarlıklar ahkâmına Romanya
dahil olmuyor. Yani bizim onların memleketinde ve onların bizim memleketimizde
mezarlık yapmağa sebep yoktur. Bizim onların memleketlerinde yapacağımız
mezarlıklar için hususî bir surette ve ayrıca itilaf hasıl olmuştur. 144 üncü
madde demin arz ettiğim mahzura aittir.
Britanya Hükümeti ancak arazisi dahilindir. Bunun bir
lahikası vardır. Bu lahikada bir maksadı aslî ile istimaline mani olan şerait
kabul ettirilmiştir. Bundan sonra askeri mesailde Boğazların serbestisine dair
mukavele geliyor. Boğazların serbestisi bütün Cihanı alakadar eden başlı başına
bir meselei mühimmedir. Serbesti tabiriyle esasen kasdettikleri büyük
devletlerin kast ettikleri mana sefaini harbiyenin geçmesidir. Yani sefaini
ticariyenin harpde ve sulhda gece ve gündüz geçmesi zaten umumiyetle kabul
olunmuştur.
Fakat Boğazların serbestisi namı altında gerek İngilizlerin ve gerek
Rusların ve gerek diğer devletlerin vesair alakadarının takip ettiği mesele
sefaini harbiyenin geçmesidir. Bunda Ruslar Boğazların kapalı olması sistemini
müdafaa ettiler. Tahkim olunsun, Türklerin elinde bulunsun ve kimse geçmesin
veyahut ahden kapalı kalsın. Yani tahkimat olmasa bile gemilerin geçmemesi için
öyle kuyut vaz edilsin ki hakikati halde siyaseten Karadeniz’e büyük donanmalar
geçmesin. Bu Rus politikası Rus emelidir. Diğer taraftan düveli müttefika
İngilizler ve Fransızlar ve diğer devletler Boğazlar sefain harbiyeye açık
kalsın. Bizim noktai nazarımız Boğazlar hakkındaki noktai nazarımız esasen
misakı millîde sefain ticariyeye Boğazların küşade olunmasını kabul etmişizdir.
Bir de Misakı Milli’de Münakalatı Beynelmilele küşade olunmasını kabul
etmişizdir. Binaenaleyh, Münakalat beynelmilel namı altında kendi vaziyetimize,
kendi arzumuza göre şu cins gemilere tahsis etmeğe imkân vardır. Fakat bizim
Karadeniz Devletleriyle Bahri devletler arasındaki politikaya müdahale etmek ve
müessir olmaktan ziyade kendi menfaatimizi misakı millînin dediği gibi İstanbul
ve Marmara’yı tahtı emniyette tutacak bir açıklıkla iktifa etmeyi muvafık
bulduk. Biz zaten o noktai nazardan temin ettiğimiz Boğazlar Mukavelenamesine
temin ettiğimiz mevad şunlardır. Bir defa Türkiye harbe girerse gerek sefaini
ticariye için gerek sefaini harbiye için memleketin müdafaasının istilzam
ettiği her türlü tedabiri ittihaz edebiliriz. Ondan sonra.. Ha yalnız bunda bir
şey vardır. Muhatap olduğumuz devletler aleyhine her türlü tedabiri ittihaz
ediyoruz. Bitaraf bulunan devletlerin seyrü seferine mururuna ahkâmı mahsusa
vaz edilmiştir. Mesela şu kayıtla ve şu tertiple geçebileceklerdir, diyoruz.
Fakat büsbütün kapamak imkânı yoktur. Ondan sonra kâfi kuvvet temini. Bahri
ve berrî. Marmara’da ve her yerde istediğimiz gibi donanma yapmak ve
istediğimiz gibi kullanmak. Bu hakkı muhafaza etmişizdir. Bir de İstanbul’u
baskınlara karşı ve muhtemel tehlikelere karşı müdafaa edecek mühim bir kuvvet
12 000 kişi mevzubahis olmuştur. Bu da mutat olduğu veçhile silahı bu olacak,
teşkilatı şu olacak vesaire gibi bir kayıt yoktur. İstediğimiz silahla
istediğimizi, istediğimiz teşkilatla gayrı müstahkem ve gayrı askerî mıntıka
dahilinde 12 bin kişilik kuvvet bırakabiliriz. Cüz’i bir şey olmak üzere bütün
memleketin müdafaasına taalluk eden ve esaslı bir surette olarak müdafaa hakkı
için hiç bir kayıt ve tahdidat kabul etmemişizdir. Boğazlar Mukavelesi biri
gayrı askeri kılınacak tedabire, biri de mürura ait olmak üzere başlıca iki
fasıldır. Burada birinci fıkra namı altında gördüğümüz sefaini gayrı harbiyenin
sefaini ticariye vesairenin sulh zamanında mürurlarını taahhüt ediyor, hiç bir
resim vermeksizin gece ve gündüz geçmeğe serbesttirler.
Yalnız şimdi bir takım resimler vardır. Fener resmi
vesaire bunlar alınmakta olunduğu gibi idame edilecek. İkinci fıkra namı
altındaki gördüğünüz mesele sefaini harbiye ve askeriyenin sulh zamanında
müruruna mahsustur. Yine gece ve gündüz geçeceklerdir. Geçen kuvvetin miktarı
Karadeniz’de en kuvvetli olan donanmaya göre tahdit edilmiştir. Esaslı fark
budur. Her devlet Karadeniz’de en kuvvetli olan şimdiki vaziyette Ruslar dersek
o kuvveti haiz olan kuvvet aynı zamanda ondan büyük bir kuvveti
geçirmeyeceklerdir.
Harp zamanında Türkiye bitaraf olduğu taktirde sefaini harbiye vakti sulhda
olduğu gibi geçerler. Türkiye bitaraf olduğu zaman Karadeniz’de herhangi iki
devlet arasında harp varsa umumiyetle vakti sulhda olduğu gibi devam edecek.
Fakat bir devlet diğer bir devletle muharip ise bir Akdeniz devleti bir
Karadeniz devleti ile muharip ise bu devletler bütün donanmalarını yekdiğeri
aleyhine kullanacaklardır ki bir denizden diğer denize geçmek. Üçüncü fıkra
geçecek donanmaların bize miktarını haber vermek üzere, yani işaret yerleri
yapacağız. Medhallerde bize malumat verecekler. Bu geçen kuvvetlerde tahdidat
var. Geçecek donanma Karadeniz’de en kuvvetli olan devletin sefaininden fazla
olmayacaktır.
Mütenasip olacak. Ondan fazla olmayacak. Bunu bize haber verecekler. 4 üncü
fıkra harp sefinelerinin müruru müddetlerinin tahdidi. Bir boğazdan diğer
boğaza geçmek için mürur müddeti bu müddet kadar duracaklardır. Bu müddet
zarfında geçeceklerdir. Ahvali mücbirede bu müddet ayrıca zam olunacak, sis,
kaza vesaire dahil üçüncü madde burada sizin elinizdeki projede olmayan son
zamanda bir fıkra ilave edilmiştir. Vezaifi sıhhiyeye aittir. Sefahini harbiye
geçerken vazaif sıhhiye ifa için boğazlar komisyonuna bir de heyeti sıhhiye
ilave edilecektir.
Dördüncü madde gayrı askerî tedabiri müşirdir. İstanbul Boğazının tarafında
on beş kilometrelik arazi gayrı askerî hale, yani tahkimat olmayacak, kuvvet
bulunmayacak, İstanbul boğazlarının tarafeyninde on beşer kilo metrelik
arazide. Gelibolu şibih ceziresinde, burada gösterilmiştir. Kavak – Halat
cenubundan geçer. Şarka doğru bütün Gelibolu şibih ceziresini ihtiya [ihtiva?]
eder ve Çanakkale boğazında ve Anadolu sahilinde iki kilometre dahilinde
bulunan arazi oralarda kuvvet bulunmayacak. İstanbul’da yalnız 12 bin kişi
bulunacak, gayri askerî tedabirinde İmralı adası müstesnadır.
Adalar denizinde Semendirek, Yimmi, İmroz, Bozcaada ve Tavşan adaları
bunlar gayri askeri tedabire dahildir. 96 ncı sahifede nihayette Fransa,
İngiltere ve Türkiye Hükümetleri tarafından diyor. Beşinci madde olacak.
Tercüme yanlış, gayrı askeri tedabir miktaya gelince 97 nci sayfada beşinci
madde, buyurduğunuz ağır maddedir. İstanbul hakkında dermeyan edilen kuyudu
ihtizayiye baki kalmak şartiyle, yani İstanbul’da 12 bin kişilik bir kuvvet
bulunmak şartiyle gayrı askerî hâle ifrağ edilmiş mıntıka ve adalarda hiç bir
istihkâm, sabit toplar, tahtelbahirler sefain, bulunduramayacağız.
Askerî bataryalar bulundurmayacağız. Ve askerî tayyare alanları da
bulundurmayacağız. Gayrı askerî mıntıkalarda İstanbul Boğazının bir tarafında
on beş kilometre, diğer tarafında on beş kilometre, yani üç saatlik bir mıntıka
sayılır. Onun haricindeki bütün menatik müstesnadır. Tahtelbahir aletleri,
tayyare, aletleri kalkacak, yalnız orada asayişin muhafazası için elzem olan
polis ve jandarmadan maada oralarda kuvvei müsellaha olarak hiç bir kuvvet
bulunmayacak. Mesela Gelibolu şibih ceziresinde orada bulunduramayacağız.
Son güne kadar Gelibolu şibih ceziresinde bir kuvvet bulundurmak için ısrar
ettik. Gelibolu şibih ceziresi o kadar dar ki orada bir kuvvet bulundurursak
orasını gayrı müstahkem kılmaktan ve boğazları serbest yapmaktan bir fayda
hasıl olmayacak iddiasını dermeyan buyurdular. Bizim iddia ettiğimiz eğer orada
hiç bir kuvvet bulunmazsa tarassut edemeyiz. Ani bir baskına ve muhacemata
maruz kalırız. Ansızın baskınlara maruz kalırız dedik. Buna mukabil adedi
tahdit olunmamış bulunacaktır. Diyorlardı ki filhakika öyledir. Bu emniyetimizi
teyit eden bir maddedir.
İstanbul’da bulunduracağımız, 99 uncu sahifeye bakarsanız orada ilk maddede
İstanbul Beyoğlu, Galata ve adalar civarında azamî on iki bin kişilik bir
kuvvet asayişin icabatı için bulunacaktır. İstanbul’da bir terrane üssü bahri
idame edebilecektir. Gayri askeri bu mıntıkada on iki bin kişilik mühim bir
kuvvet bahri ve tersane bulundurabileceğiz. 9 uncu madde demin arz ettiğim gibi
harp halinde Türkiye, Yunanistan, Yunanistan’ın mevzubahis olması Limni adası
haricinde şamandıra bu adalar Yunanistan tarafından gayri askerî tedabire yine
dahildir. Harp olursa o da Limni adasında ve şamandıra adasında serbestçe
kendisini müdafaa edebilecek. Hali harp bittikten sonra Türkiye bir harbe
girerse müdafaa etmek için her türlü vesaiti kullanırsa hali harp mündefi
olursa tekrar eski hale ircar edilecektir. Ondan sonra gelen madde Boğazlar
komisyonu bir Türk murahhasının riyasetinde mukaveleye vazıül imza olmak
şartiyle Fransız ve İngiliz, İtalya, Japonya, Sırbistan, Yunanistan,
Bulgaristan, Romanya, Rusya devletleri murahhaslarından mürekkeptir.
Amerikalılara komisyonda bulunmak hakkını bahşediyor. Boğazların serbesti
meselesinde Boğazlar komisyonu başlı başına bir meseledir. Alakadar devletlerin
murahhaslarından mürekkep İstanbul’da bir komisyon. Bu komisyon yalnız sefaini
harbiyenin burada tahdit edilmiş olan şerait dairesinde müruruna dikkat
edecektir. Okuyayım “Boğazlar Komisyonunun vazifesi Cemiyeti Akvamın himayei
alilerinde ifayı vazife edecek ve her sene faaliyeti hakkında Cemiyeti Akvama
bir rapor verecektir. Komisyon ikinci ve üçüncü fıkralarda mevzubahis olan
sefaini harbiye ve havaiye ve askeriye usulü dairesinde münhasıran harp
sefinelerinin müruru hakkındaki ahkama riayet olunup olunmadığını usulü dairesinde
tetkik edecektir.[”] Boğazlar Komisyonunun vazifesi konferansı ciddî bir
surette inkitaa uğratacak bir çok buhranlar getirmiştir, çünkü onlar boğazlar
komisyonuna sefaini ticariyenin müruru ve kavaide riayet edip etmediğini görmek
istiyorlar. Sefaini ticariyenin liman, fener vesair bilcümle hidemat yolunda
mıdır, değil midir? Bunun da murakabe etsin diyorlardı ki adeta seyri sefer
için devletin hukuku tabiiyesinden olan bir çok mevaddı boğazlar komisyonuna
almak istiyorlardı. Bundan da mühim olmak üzere istedikleri, mademki bir takım
yerleri cihanın emniyet seyri seferi için tahkim etmiyoruz, asker
bulunduruyoruz, tedabir ittihaz ediyoruz. Bu tedabire riayet olunup
olunmadığını mürakabe edecektir. Malumdur ki; diğer şeylerde bir takım
tahdidatı askeriye vazedilmiş olan diğer devletlerde ve diğer milletlerde bir
takım komisyonlar vardır. Zaten mağlup milletleri galiplerin pençesi altında
bırakan daima iki tedbir vardır. Birisi tamirat komisyonlarıdır. Almanya’da,
Avusturya’da: Bulgaristan’da, Macaristan’da mucibi asap ve iztirap olan iki
nokta budur. Bundan biz çok tevehhüm ettik. Komisyon boğazlar meselesine ve
gayri askerî mıntıkalara bakarsa nevama [nev’an–mâ] İstanbul Boğazları ve
İstanbul’un idarei dahiliyesini elde tutacak endişesi, onun için ısrar ettik ve
ret ettik. Komisyonun vazifesi sefain; harbiyenin müruruna ait olmak mümkün
oldu. Hatta son anda bile İngilizler Boğazlar Komisyonuna herhangi bir vazifei
murakebe vermemekle ne büyük fedakarlıklar yaptıklarını tebarüz ettirmeğe
çalışıyorlardı. Boğazlar komisyonu, Cemiyeti Aliyei Akvamın himayesi altında
ifayı vazife edecektir. Ticaret ve seyrüsefer noktai nazarından her türlü
faydalı malumatı verir. Bu maksatla komisyon seyrüsefer muamelesinde Türk
idaresiyle temasta bulunacaktır. “İşgal eden Türk sefain...” (Okudu)
Burada mevzubahis olan ticaret hususunda komisyon seyrüsefere bakarken
Cemiyeti Akvama ticari seyrüsefer hakkında malumat ita edecektir. Malumat almak
için Türk devairiyle muhabere edecektir. Tahattur buyurursunuz ki arz ettim. Bu
komisyonun reisi Türktür, Boğazdan geçen sefainin miktarı, tonilatosu [ton
ilâ’sı?] vesairesi hakkında malumat vererek bunu da şeye verecektir. Murakabe
meselesi idarî hususatta yalnız cemi malumat şekline inmiştir. 16 ncı madde;
vazifesinin ifası için elde bulunan talimatı yapmak komisyona aittir. Bu faslın
ahkamı Türkiye’nin Türk sularında sefaini harbiyenin serbestçe icrayı
hareketine iras halel etmeyecektir. 101 inci sayfanın nihayetinde bir madde
vardır. Madde (17) denmiştir. Madde (18) denilecektir. Bu da teminatı
siyasiyedir. Boğazların gayrı askerî kılınması Türkiye için gayrı muhik bir
sebebi zaaf olmamak için imza edenler bir takım taahhüt yapıyorlar. Birisi
serbestii mürur ahkâmına karşı vukubulacak bir tecavüz veya nagihani bir
tecavüz boğazların seyrü seferi ve boğazları tahtı tehlikeye koyacak olursa
akitler herhalde İngiltere, Japonya hükümetleri bu maksatla Cemiyeti Akvamın
vereceği kararla müştereken men edecektir. Yukarıki fıkrada muahedeyi hazıra
ile ahkâm... (Okudu)
Teminatı siyasiye meselesi de bizim ihtiyar ettiğimiz fedakarlığa mukabil
biz istedik ki herhangi bir devlet Karadeniz’den veya Akdeniz’den Boğazlara ve
İstanbul’a hücum ederse imza edenler o devlet aleyhine kendiliğinden münferiden
ve müştereken hali harp yapacaktır. Boğazlar hakkında yapacağımız azamî teminat
budur. Mademki açıyoruz, fedakârlık ediyoruz birisi haksızca bir tecavüz ederse
o zaman bu tecavüzlere karşı hep birden düşman olsunlar.
RASİH EFENDİ (Antalya) — Cemiyeti Akvam bu
kararı vermezse?
İSMET PAŞA (Devamla) — Esasen
talebimiz bu değildir. Onu ifham edeceğim. İmkân hasıl olmadı, iki esası ihtiva
ediyordu. Bir defa Boğazlara vukubulacak tecavüzlere karşı esbabı kafiyei
[kat’iyei?] müdafaa[ya] bırakılmıştır. Şimdi siz Türkiye herhangi bir devletle
harbe girerseniz, biz hiç hayrımız yok iken bütün vesaiti maddiye ve
maneviyemiz ile o devlet aleyhine hareket etmek mecburiyetinde kalacağız. Bunu
milletler kabul etmez. İkincisi diğer bir şey daha söylediler. Eğer biz sizin
İstanbul’a karşı Payitahtımıza karşı hareket edecek bir devletle
kendiliğimizden hali harbe girişirsek, o halde sizin o devlet münasebetiniz
hali harbe müncer olmamak için daha evvelden, yani nevama bizim politikamızı
tahtı murakabeye almak kendiliğinden zaruri olacaktır. Sizin birisiyle
münasebetiniz var. Romanya ile, Romanya ile harp yapar yapmaz bütün Japon
donanması, Japon milleti Romanya’ya karşı ilanı harb etmiş olacaktır. O zaman
siz daha Romanya ile münasebette bulunurken bu iş harbe müncer olur mu, olmaz
mı? Biz de bunu mütemadiyen takip etmeliyiz ve böyle bir harbe mani olmak kendi
menfaatimiz noktai nazarından muzır olunca müdafaa etmeliyiz. Hülasa
konferansın baştan nihayetine kadar cereyan eden müzakerat neticesinde
hukukşinaslar ve bütün murahhaslar istediğimiz teminatı siyasiye için bizim istediğimiz
şekil kabul edilmedi. Esasen kuvvet noktai nazarından uhut ve teminatı
siyasiyenin hakikatte derecei kıymeti hepimizin malum ve mücerrebidir.
Bununla beraber herhangi bir şeyin munzam bir fayda olmak üzere herhangi
bir şeyin istisnasını iltizam ettiler. Çünki bu tarzda olan teminattan böyle
sarfı nazar etmekten evlâ görüyorlar. Bu Boğazlara ait mukavele bundan
ibarettir; bugün bunun mevaddında muvafakati efkâr hasıl olmuştur. Bundan sonra
Trakya hudutlarına ait proje gelir. Trakya hudutlarına ait itilafname Trakya
hudutlarının tarafeyninde otuzar kilometre tarafeynin gayrı askerî kılınması,
bir de Yunanistan’ın elinde bulunan Midilli, Sisam, Sakız adalarının gayrı
askerî kılınması vardır. Trakya hudutlarının gayrı askerî kılınmasında sureti
mahsusada istihdaf ettikleri nokta Edirne Kalesinin istimal olunamaması, maddî
olarak. Buna mukabil Bulgarlar da Yunanlılara otuzar kilometrelik mesafe
dahilinde kendi mıntıkalarındaki araziyi gayrı askerî kılacaklardır. Her ne
olursa olsun müdafaai memleket meselesinde hudutlar tahdit edilmeden zarar
hasıl olacaktır. Esasını iddia ederek biz de bu hudutların siyaseten gayrı
kabili mürur olmasını bidayetten itibaren ısrarla müdafaa ettik. Buna rağmen
yine Cemiyeti Akvam ile men etmek tarzında bir madde konmuştur. Biz kendi
içimizden Trakya hududu askerî olacak, gayrı askerî olacak bunu bir mesele
yapmak kararında idik.
Çünki bu meselede müdafaai memleket noktai nazarından esaslı bir surette
zarar etmeyiz. Zaten memleketin, Trakya’nın müdafaası için seyyar ordu, seyyar
vesaiti tercih etmişizdir. Bu noktai nazardan ledelicap Trakya’ya kuvvet
gönderilmesini men edecek kaydın ortadan kaldırılmasına ehemmiyet verdik ve
burada İstanbul’la beraber Trakya’da (20) bin kişilik kuvvetimiz bulunacaktır.
Buna çok ehemmiyet verdik. Sulh olsa bile ihtimal ki İstanbul’la beraber
Trakya’da yirmi bin kişi ya bulundururuz, ya bulundurmayız. Fakat olabilir ki
icabeder. O zamana karşı kayıt altında bulundurmamak için, memleketimizi
müdafaa için asker göndermek imkânı hâsıl olabilir. Bu otuz kilometrelik
mıntıka dahilinde yalnız Jandarma bulundurulacaktır. Onların Jandarması
mecmuuna muadil olmak üzere beş bin kişi bu demin arz ettiğim dördüncü
maddedir. Bu dördüncü sayfadadır. Bu Trakya’da Kuvvetlerin tehdidine
mütealliktir. Bu tay edilmiştir. Mesaili askeriye muahede de mesaili askeriye
hitam bulmuştur. Bununla muahedede sulh projesinin muahedenamede mevzubahis
olmuş olmamış nokta kalmamıştır. Şimdi baş tarafını açalım. Mukaddemede siyasî
mevad meyanında madde birdir. Orada tarafeyn arasında münasebatı siyasîye vücut
bulacak ve memurini şehbenderiye hukuku düvel kaividi [kavaidi] umumiyesiyle
tayin edilmiş esasat dairesinde muamele edilecektir. Bunu tadilde teklif
ettiğimiz şekil de şudur. İşbu muahhedei Sulhiyenin vesairenin Türkiye Büyük
Millet Meclisince tasdikini müteakip, sairenin tasdikina intizar olunmaksızın
düveli itilafiyenin tahtı işgalinde bulunanların kaffesi derhal tahliye
olunacaktır. Bunu teklif edeceğiz. Çünki muahhedenin tasdik olunmuş demek üç
parlamento tarafından imza ettikten sonra bir taraftan Türkiye, diğer taraftan
diğerleri imza etmiştir. Memleketin tahliyesi o zamana kalmamak için bizim
Büyük Millet Meclisi tasdik eder etmez İstanbul ve Boğazlar tahliye olunsun
diye talep ediyoruz. Ondan sonra araziye tealluk ediyoruz. Araziye müteallik
mevat Bulgaristan’la Yunanistan’la olan huduttur. Meriç nehrinin sol sahilinde
istiyorlardı. (Burada kalsın sesleri) Biz Meriç’i teklif ediyoruz. Araziye
müteallik mevatla Bulgar’la Yunanistan’la olan hudutları yalnız Meriç Nehrinin
sol sahili olarak kabul olunmuştur. Onu mecrayı asliden çıkarmağa çalışıyor.
Suriye’deki hudutlar. 2 Teşrinievvel 1921 tarihinde akdolunan Türkiye – Fransa
arasındaki itilafnamenin sekizinci maddesinde musarrah olan itilafname bizim
teklif ettiğimiz budur. Teşrinievvel 1921 tarihinde Akdolunan itilafnamenin
heyeti mecmuası meriyetini tamamen muhafaza eder. Fransa ve Türkiye
itilafnamesinin sekizinci maddesinde muayyen ve musarrahtır. Yani Suriye
hududunu mevzubahis ederken burada onlar Suriye itilafnamesinin yalnız hududa
ait olan kısmını almışlar. Çünki malumu aliniz Ankara itilafnamesi Fransa
Parlamentosu tarafından imza olunmamıştır. Yanlış bir iltibas hasıl olmasın.
Çünki o mahalde Ankara itilafnamesinde hudut yalnız değildir. İskenderun’dan
Antakya’ya kadar Türk ekseriyetiyle meskun yerlerin tarzı muamelesine dair bir
takım hukuk vardır. Eğer maa merbutat heyeti mecmuasını muhafaza ederlerse
Antakya ve İskenderun üzerinden ve diğer Türk ekseriyeti olan Türkçe konuşulan
yerler üzerinde hukukumuzu muhafaza etmiş oluyoruz. Ondan sonra Irak için diyor
ki işbu madde hakkında Cemiyeti Akvam tarafından bu babda ittihaz karar
edilecek ve hüküm verilecektir. Bu madde hakkındaki teklifimizin tarihi şu
olacaktır. İşbu hudut Türkiye ile Irak arasındaki hudut ve işbu muahedenin
tasdikinden bir sene sonra Türkiye ile İngiltere arasında dostane bir surette
halledilecektir. İtilaf hasıl olamadığı takdirde Cemiyeti Akvam Meclisine
müracaat edilecektir. Beşinci madde geliyor. Beşinci maddede:
ETHEM FEHMİ BEY (Menteşe) — Yine İngiltere memurlarına müracaat edilecek.
İSMET PAŞA (Devamla) — Şimdi beşinci maddeye başlıyoruz. Dördüncü sayfada
Tahdidi hudut komisyonundan bahsediyor.
HACI ŞÜKRÜ BEY (Diyarıbekir) — Cemiyeti Akvam bir sene sonra bizim
hakkımızı vermezse.
İSMET PAŞA (Devamla) — O zaman harp ederiz. Ondan sonra mesaili araziyede
bir de bir şey var. Onu arz edeceğim. Madde 12 Şark ve garp hatları üzerinde ve
İmroz ve Bozcaadaları üzerinde, Bozcaadaya merbut ve merkep (eşek ad.)
adalardan, orada ufak adalar vardır. Ondan ibarettir.
Ondan sonra on beşinci madde Adalar, terkibi İtalya lehine atideki adalar
üzerindeki hukuktan feragat eder. Tahtı işgalinde bulunan Jopulba, Rodos,
Kalimnos, Delos, Ligus, Leros, Limni burada koyduğumuz madde budur. Burada
Meyis adasını kara sularımıza raptedebiliyoruz. Yani İtalya elinde bulunan
adalar[ın] Türkiye hâkimiyeti elinde kalmasını talep ediyoruz. Ondan sonra on
altıncı madde feragati ifade ediyor. Ona diyor 20 teşrinievvel 1921 tarihli
Ankara itilafnamesinin yedinci maddesiyle itilafnameyi mezkureye merbut ve
maddei mezbureye matuf bir protokolün ahkâmına halel getirmeyecektir. Burada
mevzubahis ettiğimiz hudut haricinde kalan yerlerdeki hukukumuzdan feragat
edeceğiz. İskenderun, Antakya vesaire hukukumuzdan feragat ediyoruz. 17 nci
madde:
ÖMER LÜTFİ BEY (Amasya) — Bu madde ile Adakale’yi yazdınız mı? Buradan
Adakale hakipayinize yazılmıştır. Yani hariciyeden yazılmıştı. Bu madde ile onu
bırakıyor musunuz?
İSMET PAŞA (Devamla) — Bütün hukukumuzdan feragat.. Bunlar üzerinde kâin
arazi işbu muahede üzerinde, hatta bu suretle tanınmış olan, lütfedin efendim,
17 nci madde Türkiye’nin Mısır ve Sudan üzerindeki bütün hukukundan feragattir.
Temin edilen kaffei düyun ve taahhüdattan Türkiye ibra olunmuştur. Sonra Kıbrıs
adasında 19 uncu madde: Kıbrıs adasında sakin olanların Britanya tabiyateni
iktisap ettiğine dair bir şey. Diğer ayrılan yerlerde ahali Türk tabiiyetine
avdet etmek için iki sene muhtardırlar. Bu Kıbrıs adası için İngilizler bunu
kabul etmemişlerdir. Oraya da bunu ithal ediyoruz. Diyoruz ki Britanya
tabiiyetini terk eden bu eşhasın Türk tabiiyetini ihraz için filan yerde
muharrer ahkama tabidir. Şimdi burada bir şey vardır. Kıbrıs Adasında
mütevellit veya sakin olan Türk tebası demişlerdir. Onlar Kıbrıs Adasında mütevellit
veya sakin olan Britanya tabiiyetini iktisap edecek ve bunlar da iki sene
müddetle Türk tabiiyetine avdette muhtar olacaklardır. Ahkamı mahsusada
boğazların serbestisine dair bir şey vardır.
HACI ŞÜKRÜ BEY (Diyarıbekir) — Yetişir Paşam, yetişir. Artık kafa kalmadı.
İSMET PAŞA (Devamla) — Kâmilen bitti efendim. Ufak tefek teferruat vardır.
Eğleniniz diye söylüyorum. Ahkamı mahsusa var, kabul olunmuştur. Bir de yirmi
beşinci madde: Burada diyoruz ki memurini ruhaniyenin ruhani imtiyazatına hâlel
gelmeyecektir. Bununla dahili bir imtiyaz gibi telakki edilmemelidir. Sonra 26
nci madde mühimdir. Bilhassa bu hatırınızda kalsın. Tarafeyn akideyn Türkiye’de
duhul ve ikamet hususunda gerek adlî ve vergi hususatında kapitülasyonlar
usulünü ilga ediyoruz ve yine kapitülasyonlardan mütevellit usulü İktisadiyenin
mülga olduğunu söyletiyoruz. Muahede dahilinde kapitülasyonların olduğunu
sureti sarihada olan bir şeydir. Onlar diyorlar ki bu hususta bugün ifa edilen
hususi mukavele bilmem nedir. Onu çıkarıyoruz.
HACI ŞÜKRÜ BEY (Diyarbekir) — Evet hususi mukavele nedir Paşam?
İSMET PAŞA (Devamla) — Bu muahede münderiç imiş gibi tatbik edilecek. Bunu
ifa ediyoruz, bir madde yalnız kapitülasyonların mülga olduğunu ifade ediyoruz.
Tâbiiyet meselesi geliyor ki geçen gün bahsettim. Heyeti Vekile bize vermiş
olduğu projeyi baştan aşağıya maddeyi de tetkik etmiş ve tamamen malumat ita
etmiş bir vaziyette bulunuyorlar.
Lozan Konferansındaki Barış Önerilerine
İlişkin BMM’de Yapılan Açıklamalar[45]
(04. 03. 1923)
SORULAR — CEVAPLAR
HAKKI SAMİ BEY (Sinop) — Paşa
Hazretleri “Karadeniz’e geçecek olan sefain miktarı Karadeniz’de mevcut olan
hükümetlerden en ziyade bahriye kuvvetini haiz olan bir devletin sefaini
harbiye miktarını tecavüz etmiyecek” buyurdunuz. Paşa Hazretleri, bu gün bir
takım zümreler vardır. Meselâ: İngiltere, Fransa, İtalya bu gün aynı gayeyi
takip eder bir zümre olmak itibarile, bunların her üçü namına da Karadeniz’e
sefain geçecek mi? Yoksa bunlardan yalınız birisinin sefaini mi geçecektir?
Bugün taazzuv etmiş zümreler vardır Meselâ: İtalya orada bulundukça diğerleri
geçmeyecektir. Konferansda bu söylenmiş midir? Nazarı dikkate alınmış mıdır?
Yoksa söylenmemiş ve hiç mevzuubahis olmamış mıdır?
İSMET PAŞA (Hariciye
Vekili) (Edirne) — Bir zümrei ittifakiyenin geçireceği kuvveti cem’an
Karadenizdeki en kuvvetli donanma kadar olmak. Şöyle yapalım, Meselâ: On gemi
geçecek. Bu on gemi, İtalya ayrı, İngiltere ayrı, Fransa ayrı, her biri böyle
ayrı ayrı onar gemi geçirmek hakkına mı maliktir? Yoksa itilâf namı altındaki
altı devlet cem’an on gemi mi geçirecektir? Hakkı Beyin tavzihine istedikleri
hususun bu olduğunu zannediyorum.
Bizim kabul ettiğimiz, mevzuubahis olan Boğazlardan her
devlet ayrı ayrı on gemi geçirecek. Beyefendinin buyurdukları gibi, bir zümrei
ittifakiyenin cem’an on gemi geçirmesi mevzuubahis olmuştur. Bir çok teklifat
gerek onlar tarafından, gerek bizim tarafımızdan yapılmıştır. Fakat kabul edilmemiştir.
Bu şekil kabul edilmiştir.
HAKKI SAMİ BEY (Sinop) — Müsaade buyururlarsa:
Şu halde, devleti müttefıkanın Boğazlardan serbestii müruru hakkındaki
teklifatının suikaste ve niyete müstenit olduğu bu teklifi ret etmeleri ile
meydanda iken İstanbul’un emniyetini temin ettik diye biz ne suretle kanaatte
bulunacağız?
İSMET PAŞA (Devamla) —
İstanbul’un emniyeti için birinci derecede mevzuubahis olan vasıta, hali harp
karşısında bulunursak, vesaiti müdafaayı bilâ kaydüşart kullanmaktır. Hali
harbte vesaiti müdafaayı kullanmak elimizdedir. Sonra, gayri müstahkem mıntaka
o kadar tahdit edilmiştir ki İstanbul Boğazının iki tarafından, yani Şark
tarafından ve Garp tarafından on beşer kilometre, yani üç saatlik mesafe
dahilinde (12) bin kişilik hazarı bir kuvvet bulunduracağız ki bu mühim bir
kuvvettir. Bunun haricinde istediğimiz kadar kuvvet bulundurabiliriz.
Şimdi arkadaşlar, bundan daha fazlası, yani eskisi gibi tahkim edip müdafaa
etmek bu esas itibariyle başlı başına bir siyasettir ve biz bunu Misakı Millîde
bir esas olarak kaydetmemişizdir. Bir fedakârlık kabul etmişizdir. Kabul
ettiğimiz esas dahilinde azami emniyet istihsal edilmiştir.
HAKKI SAMİ BEY (Sinop) — Paşa
Hazretleri bir de Gelibolu sahilinde düşman tarafından Çanakkale muharebesinde
tahtı işgalde bulundurulmuş ve düşman maktullerini ihtiva eden kabristanın
İngiltere’ye terk edildiği söyleniliyor. Bu terk, İngiltere’nin kendi bir cüz’ü
arazisi gibi, istediği şekilde tasarruf mahiyetinde ve binaenaleyh imtiyazı haiz
bir şekilde midir? Yoksa ancak orada bulunan mekabiri muhafaza etmek ve başka
surete bir hakka taalluk etmemek şeklinde midir?
İSMET PAŞA (Cevaben) —
Efendim arazi terkinde, hâkimiyetin muhafazası veya terki başlı başına bir
şeydir. Eğer hakkı hâkimiyet bir devlete terk olunursa oraya her suretle
tasarruf eder. Bir de tabiratı tamamiyle yerinde sarf edebilecek mi bilmiyor.
Temellük vardır. Satın almış, temlük [temlik] etmiştir. Fakat esası itibariyle
başka bir şekilde istifade eder. Burada mevzuubahis olan milletin hakkı
hükümranisini terk etmek değildir. Hakkı hükümet, hakkı hükümrani bizdedir.
Sonra, o araziden istifade mevzuubahis oluyor. İstanbul’daki İngiliz kabristanı
nasıl terk olunmuş ise, onların malı ise, bunlar da onlardan daha hafif şerait dahilinde
tahtı tasarruftadır. Bu vaziyettedir.
SIRRI BEY (İzmit) — Paşam;
bütün munakaşatı siyasiye esnasında Trakya’da ve İstanbul’da hükümeti milliye
tesis etmemiş olsa idiniz, daha cesur davranacağınızı ümit eder mi idiniz?
İSMET PAŞA (Cevaben) — Bilâkis.
Eğer İstanbul’da ve Trakya’da mevcudiyetimiz olmasaydı bugünkü vaziyetimizden
daha zaif olurduk. Çünkü; bütün millet karşısında İstanbul’da ve Trakya’da
mevcudiyeti milletimiz karşısında ve bütün dünya karşısında anlaşılmış olurdu.
Şimdi biz Mudanya mukavelenamesinde Trakya’nın tasarrufunu bir emri vaki
olarak istirdat etmiş olduğumuzdan, bütün konferans esnasında Şarki Trakya’dan
hiç bahsedilmemiştir ve hiç bahsettirmedik. Eğer öyle olsa idi, Yunan
tasarrufuna İstanbul’un kapısından müzakere başlardı ve Meclise karşı da,
Hükümete karşı da bunu itilafçılar ellerinde bulunduracaklardı. Diyeceklerdi
ki, Şarkî Trakya’yı, İstanbul’u alır mısınız, yoksa bütün şeraiti sulhiyeyi
tasdik eder misiniz? Tasavvur buyurunuz, Meclisimizi bütün millet karşısında daha
ziyade tazyik altında bulunduracaklardı. Diyeceklerdi ki, İstanbul’u ve
Trakya’yı almıyorlar. Veriyorlar, almıyorlar. Fakat bugün bütün Konferans
esnasında siyaseten İstanbul’un tasarrufuna, Trakya’nın tasarrufuna dair harfi
vahit geçmemiştir. Kabul olunmuş bir emri vakidir. Konferansın herhangi bir
zamanında Şarkî Trakya’nın ve İstanbul’un tasarrufuna dair bir söz geçse idi,
haklı olarak, bütün dünya muvacehesinde derakap kendileri kat’i bir vaziyet
alabilirlerdi. Meriç’in sevahilindeki arazi hiç mevzuubahis olmamıştır. Eğer,
biz Meriç’in sevahilinde ve İstanbul’dan Trakya’nın tasarrufundan bahis
ettirmeyerek diğer mesailden bahsettirmiş isek, Şarkî Trakya’nın tasarrufunu
ve İstanbul’un sulh akdinde tahliyesi meselesini emri vaki olarak kabul ettirememizdendir.
SIRRI BEY (İzmit) — Münakaşatım
esnasında bu husustaki noktai nazarımı ayrıca zatı âlinize arz edeceğim. Son
dakikada düveli mûttefikanın tarafı alinizden verilen notada bazı maddeleri
kabul ve bazı maddeleri ret etmek suretiyle bir teklifte bulundunuz. Bu teklifi
dermeyan ederken Heyeti Vekileden salahiyet aldınız mı idi?
İSMET PAŞA (Devamla) — Efendim
malumu âliniz, ben Başmurahhasım. Elimde talimat vardı. İmza eder gelirdim.
Değil dermeyan etmek, bu gördüğünüz maddelerin on beş misli aramızda teati
olunmuştur ve günlerce müzakere edilerek karar verdiğiniz maddelerin on beş
mislini biz yirmi dört saat içinde almışız ve vermişizdir. Tamamen salâhiyetim
dahilinde idi. Yalnız bir şey vardı. Bana verilen salâhiyeti tatbik hususunda
ittihaz ettiğim hattı hareket hükümetin ve Büyük Millet Meclisinin tashihat ve
mukarreratına muvafık mı idi, değil mi idi? Bu bizim dirayetimiz meselesi idi
ve dirayetimize muhavvel bir şeydi ve bunu da Heyeti Celilenin takdirine vaz
ettim. Tetkik buyurursunuz. Eğer verdiğiniz salâhiyetleri verdiğiniz fikirleri
anlayarak tatbik etmiş isek, tasvip ettiğiniz salâhiyetleri verdiğiniz
fikirleri anlayarak tatbik etmiş isek tasvip edeceksiniz. Onu anlayacağım.
SIRRI BEY (İzmit) — Bu
maddeleri tespit ederken müşavirlerinizle müdavelei efkar buyurdunuz mu?
İSMET PAŞA (Devamla) — Gerek
murahhaslarımla ve gerek müşavirlerimle görüşmüşümdür. Fakat ben Meclisi Aliye,
müşavirlere karşı olan münasebatımızı bu münasebetle arz edeyim. Her meselede
müşavirlerin fikrini almaya atfı ehemmiyet etmemişimdir. Amma, her mesele için,
her müşaviri toplayıp münhasıran böyle umumî bir içtima akdetmeye ne imkân
hâsıl olmuştur ve ne de bir mecburiyetim vardır. Ben demiştim ki, eğer herhangi
bir müşavir kendi mütalâasının dinlenmediği kanaatinde bulunursa; burada
alenen söylüyorum; hakkı vardır, mütalâasını yazar, bana verir, der ki:
Yaptığınız hattı hareket bizim telâkkiyatı fenniye ve ihtisasımıza ve
görüşümüze mugayirdir diye bir layiha verse idi imza eder, kendisine iade
ederdim. Maaşşükran söylerim ki hiçbir müşavirimiz kendi mütalâası[nın]
dinlenmediğini ifade edecek böyle bir vesikaya malik değildir.
Hepsini dinledim ve onların kanaatları haricinde hiçbir
şey yapmadım. Hepsini dinledikten sonra onların kanaatları haricinde bir şey
yapmadığıma en büyük delil, hiçbirinin elinde böyle bir vesika bulunmamasıdır.
SIRRI BEY (İzmit) — Bendeniz
anlıyorum ki, zatı devletiniz projeyi vermezden evvel kendilerini haberdar
ettiniz. Haberdar ettiğiniz için kabul ettikleri hakkında bir imza verdiler mi?
İSMET PAŞA (Devamla) — Her
müşavirler içtimaının, meclisi içtimai gibi zaptını tutmuş değiliz. 4 Şubat
sabahı tarihli bir teklif yapmıştım. 3/4 gecesi müşavirlerle beraber sabaha
kadar çalışmışızdır.
NECATİ BEY (Saruhan) — Paşa
Hazretleri sual ve cevapla vakit geçerse üç gün geçer.
İSMET PAŞA (Devamla) — Yusuf Ziya Beyin
takriri sualini ve cevabını arz ediyorum.
“Şark
hudutlarımızda alakadaranla yaptığımız muahedatın mevzuubahis edilerek alelusul
düveli itilafiyede tasdik ve teyit ettirilmesi lâzimeden[r] iken mevzubahis
edilmemesi ve tasdik ettirilmesine tevessül olunmaması[nın] esbabı nedir? Ve
bahsedilmemesinden faide mi, mazarrat mı mutasevverdir?
2. Cenup
hudutlarımızın vaziyeti gayri tabiiyesi şayanı nazar ve bu cihet konferansa
gidilirken ihsas edilmiş iken mevzuubahis edilmemesi tashihine tevessül
olunmaması esbap ve hikmeti neden ibarettir?
Bitlis
Yusuf Ziya”
Efendim evvela birinci maddeyi izah edeyim.
Bizim elimizde
bulunan muahhede projesinde düveli itilafiyenin diğer devletlerle yaptığı
muahhedeleri tasdik etmeyi bize teklif ediyorlardı. Almanlarla,
Avusturyalılarla, Bulgarlarla, vesaire. Buna mukabil bizim de Şarktaki
hükümetlerle yaptığımız muahhedatı tasdik ettirmek varit hatır olmuştur. Bunu
ben mevzuu bahis etmedim. Sebebi şudur ki, Ruslarla düveli itilafiye
arasındaki münasebat henüz tanzim olunmamıştır. Bu teklif ve Ruslarla düveli
itilafiye arasındaki münasebatı mevzuubahis ettirecekti. Bu ise salâhiyetimiz
ve ahdimiz haricinde olduğundan böyle bir şey bahsedersek Ruslarla Fransızlar
ve diğer devletler arasındaki münasebatı derakap mevzuubahis edecekler. Bu ise
bize temas etmeyen bir meseledir. O noktai nazardan temas etmeye lüzum
görmedim.
Cenup hudutlarımızın gayri tabiî vaziyetine gelince:
“Bahis olunmuş mudur?” diyor arkadaşlar. Konferansın ilk gününde hissettiğimiz
şekil şu idi: İngilizler müzakereye başlamazdan evvel veçhe vahdetini temin
etmek istediler. Derhatır buyurursunuz ki 13 Teşrinisanide Konferans içtima
edecekti. Halbuki 13 Teşrinisanide içtima etmediler. 20 Teşrinisanide içtima
ettiler. Bu müddet zarfında –tereşşuh ettiğine göre– İngilizler, evvelemirde,
müttefiklerle Şark meselesini müttehiden hal etmeye tevessül etmiştir. Kabul
edilmiştir, edilmemiş midir; bu, müttefiklerin kendi aralarında geçmiştir.
Tahmin olduğuna göre aralarında bir takım hututu esasiyeyi tayin etmeye
çalıştılar. İtalya’nın işgalinde bulunan adalar, Ankara itilafnamesiyle Suriye
hududu ve Musul mesaili, bu üç meseleyi arazi meselesi, olarak düveli selase
aralarında tehhit ettiler. Gazetelere teveşşuh eden budur. Şimdi onlar
istiyorlardı ki her üç meseleyi birden mevzuubahis edelim. Evet veya hayır
cevabiyle konferansı kat etsinler. Bunu vazıhan ve sarahaten gördük. Diğer
mesailden Ankara itilafnamesi aktolunmuş ve Meclisi Âlide de programımı
söylerken demiştim ki; imza ettiğimiz uhudata riayetkârız, bu nazar altında
hal olunacak. Yalnız Musul meselesi vardır. Bu hatta hareketi takip ettik ve
bütün kuvvetimizi Musul üzerine baştan nihayete kadar tevcih ettim. Arkadaşlar
sizi temin ederim ki bu mücadelât gayet ciddi ve haşin olmuştur ve bütün
dünyaya karşı olmuştur. Fenni, ilmî, siyasî bir tarzda bu mücadelatı her gün
matbuata vermişimdir. Bu mücadelât üzerine İngilizler istilzam ettiler ki,
diğer hudutları mevzuubahis edelim. Mevzuubahis eder etmez kendi
müttefikleriyle yakinen alâkadar olduğu için hep beraber meseleyi ret etmek
tedbirini ittihaz ettiler. Böyle siyasete ve gayri müsait bir vaziyete
girmekten itiraz ettik. Neticede tuttuğumuz hattı hareketin selâmet ve isabetini
teeyyüt etmiştir.
REİS — Servet Efendi.
SERVET EFENDİ (Bursa) —
Vazgeçtim.
M. DURAK BEY (Erzurum) —
Soracağım şey; efendim İstanbul’da bir tehdidatı askeriye vardır. Malûmu
devletiniz İstanbul’da 12 bin kişiden fazla bulundurmayacağız. Bu tahdidatı askeriye
bir komisyon marifetiyle mi icra edilecektir? Yoksa ne suretle icra edilecektir?
Oraya bir komisyon ve bir kontrol mu koyacaklar?
İSMET PAŞA (Devamla) — Durak
Beyefendi esaslı bir noktaya temas ettiler. Dün Boğazlar komisyonundan
bahsederken “Vazifesi sulara münhasır sefaini harbiyenin miktarı ve sefaini
harbiyenin geçecek miktarını takip ile muvazzaf” böyle ifade etmiştim. Esas bu
komisyonun vaziyeti gayri askeri tedabiri murakebe, yani bu komisyon
İstanbul’da ve Çanakkale etrafında tayin ettiğimiz mıntaka dahilinde 12 bin
kişi bulunduruyoruz. Bunu murakebe için bazı yerlerde tahkimat yapmayacağız.
İstediği zaman murakabe edecek. Hâsılı diğer gayri askeri milletlere, diğer
mağlup milletlere tatbik ettikleri askerî tedabir gibi murakabe edecek bir
komisyon, bir şey. Ben böyle evham ettim. Bunun için esaslı mücadele olmuştur.
Konferansı açıktan açığa inkıta etmek derecesinde idi.
Vaz ettikleri suali ben defaatle vaz etmiştim. O halde gayri askerî mıntakayı,
İstanbul etrafında, bunu siz idare edeceksiniz. On iki bin kişi bulunacak nasıl
bulunacak ve nasıl anlaşılacaktır? Bunu anlamak için bütün İstanbul’da bulunan
hükümetin kuyudatına bakmak ve muayene etmek lâzımdır. Bu hususta o mıntıkayı
–mütarekede ihdas edilmiş olan komisyonlar gibi– herhangi bir vesile ile tahtı
murakabeye tutmak demektir.
Bu mücadele o kadar ileri vardı ki biz öğle vakti Lord
Curzon ve Fransız heyeti murahhasası son sözünü söylemek için geldi. Bu
komisyonun askerliğini kabul ettikten sonra, bunun murakabe edilmesi zaruridir.
Binaenaleyh bunu kabul edeceksiniz, dedi. Bu öğle vakti idi. Son sözünüz bu
mudur ve ciddî midir dedim. Eğer İstanbul’da yapılacak bir komisyon ile
murakabe düşünüyorsanız ve bu murakabe fikrini son ve kat’i bir çare olarak
söylüyorsanız şimdi söyleyiniz. Telgraf dahi gelmeden derakap Ankara’ya hareket
ederim, dedim. O kadar ciddî ve kat’idir dedi. Biz memleketimiz dahilini de,
her memleket gibi müstakil ve hür yaşamak murat ettiğimiz zaman, hiçbir
murakabe olmaksızın yaşamaya ahdettik. Siz de bu kafa varsa şimdi söylersiniz,
derakap hareket ederim, dedim. Mesele bu kadar inkita derecesine kadar
vardıktan sonra vazgeçmişlerdir. Biz ahden muahhedenin diğer maddelerini ne
kadar tatil, tebdil etmiş isek de İstanbul’da kuvvetimiz 12 bin, bunları ahden
taahhüt etmişizdir. Mesele bundan ibarettir.
M. DURAK BEY (Erzurum) —
Şayet bir gün olur da siz de burada 12 bin değil. 15 bin bulunduruyorsunuz
kontrol edeceğiz derlerse ne yapacaksınız?
İSMET PAŞA (Devamla) — Red
edeceğiz. 12 binden fazla bulunduruyorsunuz derlerse derhal büyük bir
müzakeratı siyasiye açılır. Bu muahedei sulhiye bir münakaşai siyasiyedir. O
vakit onu devlet bir meseleyi münferide olarak hal eder.
M. DURAK BEY (Erzurum) —
Yani istedikleri zaman kontrol edemeyecek değil mi?
İSMET PAŞA (Devamla) — Asla!
REİS —
Biga Mebusu Mehmet Beyin sual takririni okutuyorum.
Riyaseti Celileye
Evvelki gün
Hariciye Vekili İsmet Paşa Hazretlerinden Anadoluya mücavir adalar hakkında
sorduğum suale henüz bir cevap vermediler. Berveçhiâti sualimi tekrar ediyorum.
1. Limni,
Midilli, Sakız, Sisam doğrudan doğruya Türkiye asayişini ihlale müsait bir
vaziyeti coğrafiyede bulunan adaların Yunanlılara terkine Lozan’da rıza
göstermişler midir? Göstermişler ise vatanımızın Yunan eşkıyasından vikayesini
teminen Lozan’da ne gibi teminat alabilmişlerdir?
Boğaz
medhalinde Bozcaada, İmroz adalarında emniyetimiz için asker ve Jandarma
bulundurabilecek miyiz? Aksi takdirde selameti vatan için ne gibi tedbirler
ittihazı mukarrerdir? Şu iki sualime şimdi Mecliste cevap ita etmelerini rica
ederim.
Biga Mebusu
Mehmet
İSMET PAŞA (Hariciye
Vekili) (Edirne) — Efendim, Limni, Midilli, Sakız
ve Sisam gibi adaların Yunan tasarrufundan hariç olarak, gayri askeri ve muhtar
olmalarını iddia ettik. Esasen bizim mevzuubahis ettiğimiz zemin bu idi. Fakat
nihayet bunların gayri askeri olmalarına iktifaya mecbur kaldık. Bu adaları
istihsal etmek için ne Meclisi Âlinin kararı ve ne de milletin arzusu ve ne de
bana verilmiş bir talimat vardı. Bunu orada görür görmez gayri askeri
tedabirini bir faidei munzama [munzamm–] olarak istihsal ettim.
MEHMET BEY (Biga) — Boğaz
methalinde Bozcaada ve İmroz adalarında emniyet için bir kuvvet
bulundurabilecek miyiz?
İSMET PAŞA (Devamla) — Efendim, bu adalar on seneden beri Yunan işgalindedir. Bu adalar
hakkında, hatırınıza getireyim. Balkan harbi nihayetinde düveli müttefika bize
bir nota vermişlerdi. Bozcaada ile İmroz adasını bize iade edeceklerdi. Limni
ve Midilli adalarını da Yunanlılara vereceklerdi. Bu muallak kaldı. O zamanki
hükümet bunu kabul etmemiştir. Kabul etmedi, amma Bozcaada ile İmroz adasını
aldı da mabadini [mâ–ba’dını] kabul etmedi değil. Bunu kabul etmemişti. Bunu
kabul etmemekle Bozcaada, İmroz adası Yunanlılar işgalinde devam ededurdu. On
seneden beri münhasıran Rum meskûn olan bu adalarda Yunan kıtaatı işgali
altındadır. Şimdi biz bu adaları Yunanlılardan almışızdır ve Boğazlar
mıntıkasının tabi olduğu gayri askeri bir şekle tabi kılınması zaruridir.
Çünkü Bozcaada ile İmroz adasını tahkim ettik mi, Boğazları kapamışız demektir.
Bir taraftan Çanakkale Boğazının ve diğer adaların Yunan adalarının gayri
askeri tabirine tabi olması zaruridir. Jandarma bulundurabileceğiz,
istediğimiz kadar.
Mehmet Beyin sualinden bir parça: Selâmeti vatan için
ne gibi tedbirler ittihaz edilmiştir?
Selâmeti vatan
için tedabiri bugünkü vaziyetimiz tamamen göstermektedir. Kuvvetli bir ordu,
sağlam ve mamur bir memleket halinde bugünkü vaziyette bulunursak, dünya
onların ittifakında iken Bozcaada’dan İmroz adasından çıkmaya mecbur ise,
tekrar ellerine geçmek imkânı yoktur.
Cemal Paşanın
suali: Ankara itilafnamesi...
1. Fransa
itilafname ahkâmına riayet etmemiş.
2. Fransa
Hükümeti Meclisleri itilafnameyi tasdik etmemiş.
3. Curzon
meselesinin mevzuubahis olmasını teklif etmiş iken niçin cenup hududu
mevzuubahis olmamıştır?..
İSMET PAŞA (Devamla) — Efendim, biraz evvel arz ettim ki Fransa’nın Suriye ile cenup hududunu
tercihan mevzuubahis etmek, diğer muallakta bulunan arazi meselelerini de
düveli müttefikanın arasındaki resaneti aleyhimize olarak tahrik etmekten
ibarettir. Sonra “Fransa itilafname ahkâmına riayet etmemişlerdir.” Bunu
bendeniz tekraren söyledim ve daima şikâyet ettim. Benim şikâyetim şu idi:
İtilafnameye göre Fransa, sulh müzakeresi esnasında Fransa gerek
kapitülasyonlarda ve gerek diğer mesailde müsait bir hattı hareket takip etmek;
müsait bir hattı hareket takip etmiyorsunuz diye şikâyet ettim. “Fransa
Hükümeti Meclisleri itilafnameyi tasdik etmemişlerdir” ve nitekim şimdiye kadar
etmemişlerdir.
Malumu âlileri
“Meclisi Âlide bu itilafnameyi tasdik etmemişlerdir.” “Curzon meselesinin
mevzuubahis olmasını teklif etmiş” elbette görüyorsunuz, istiyordu. Görüyor
musunuz beraber bu cepheyi sökmek lazımdır. Beraber bu cepheyi sökelim. Bu işe
başlayalım. Son zamana kadar Fransızlar buna girişmemiş iseler Fransızlar
kendilerini Musul meselesi ile yakinen alakadar addetmişlerdir.
REİS — Tahsin Bey (İzmir)
Sual ediyor, okuyorum.
İsmet Paşa Hazretlerine: Sulh projesinde İstanbul’un
derhal tahliyesi hakkında ne bizim tarafımızdan ve ne de mukabil taraftan hiç
bir kayıt yoktur. İstanbul ne vakit, ne şartla ve ne suretle tahliye
edilecektir?
İSMET PAŞA (Devamla) — Bütün
konferansımız esnasında sulh olur olmaz İstanbul’un ve boğazların tahliyesi
emri tabiî ve şartı mukaddım olarak görüşülmüştür. [İstanbul’un boşaltılmaması]
Mevzuubahis olmamıştır. Daima bahsolunurken onlar dediler ki tahliye olunacak.
Biz dedik ki elbet tahliye olunacak. Son anda bu tahliye meselesini mevzuubahis
ettik. Onların söyledikleri konferans tarafından bir beyanname yapacaklar;
diyecekler ki sulhun tasdikinden on beş gün...
REİS — Hacı Şükrü Bey...
İSMET PAŞA (Devamla) — Zarfında
tahliye edilmiş bulunacaktır. Muahedenin tastikini dün Heyeti Celileye arz
ettiğimi zannediyorum. Büyük Millet Meclisinden başka diğer üç parlamentonun
tastiki ile bu muahede tatbik olunacak. Bu muahede tasdik edilmiştir. Demek ki
biz meseleyi tasrih etmek için ve diğer parlamentoların tasdikine kadar tavik
etmemek için mukabil teklifimizi de dün arz ettim. Hatırınızda kalmamış. Biz
ayrıca madde ilave ediyoruz ve diyoruz ki: Bu muahede Türkiye Büyük Millet
Meclisi Hükümeti tarafından tasdik olunur olunmaz, düveli müttefike elinde bulunan
Türkiye aksamı derhal tahliye olunacaktır.
(…)
REİS — Konya Mebusu Refik
Beyin sualini okuyorum :
Paşa
Hazretleri; eğer isabet ediyorsam, gerek tarafı âlilerinden ve gerek Heyeti
Murahhasamızdan diğer zevat taraflarından şimdiye kadar vaki izahat neticesi
son teklifte izrar manasını göstermektedir.
1. Karaağaç’ın terki, Gelibolu’da mezar satılması,
Musul’un ve mesaili iktisadiyenin bilahare muayyen bir müddet zarfında hal
edilmek üzere muahededen ihracı üzerine, evvelki teklif tekrar edilse, başkaca
bir teklif karşısında bırakılmayarak muhasımlarımız sulhu kabul edecek mi?
2. Lozan’dan ayrılırken yapılan teklif, bilahare
anlaşıldığı veçhile, muhasımlarca kabul edilmemişken yine tarafımızdan aynı
noktai nazarda sebat edilmesine sebebi hakiki nedir?
Konya
Refik
İSMET PAŞA (Devamla) — Efendim; bizim yaptığımız teklif, elimize aldığımız proje gibi, elimize
aldığımız müsvette gibi bizim de mukabil bir teklif yapmamız lazımdı. (İşitmiyoruz
sesleri) Muahede projesini kısmı küllisi bir taraflı olarak ihzar
olunmuştur. Yani esaslı mesail konuşulmuş, fakat şurasında sonra konuşulan
mesail bir araya getirilerek yazılmıştır. Bu yazılma, onlar tarafından kısmı
küllisi yazılma. Binaenaleyh esaslı mesailde ihtilafımız var. Ondan sonra ufak
tefek şurada ve burada bir çok tashih olunacak şeyler vardır. Onlar karşı
karşıya gelirse gayet makul ve mantıkidir kabul edilmesi. Bir kısmı vardır ki
mesaili esasiyeye taalluk eder. Tatmin ile uğraşıyorlar. Onlar için müzakere
etmek lazımdır. Şimdi biz muahede projesi üzerinde evvela; büyük hutut üzerinde
muvafakat istihsaline çalıştık. Evvela bunların projesini ele aldık. Bunda,
tamirat vardır. Para istiyorsunuz tamirat için. Para vermeyiz. Evvela bunu
anlayalım. Şimdi veririz veremeyiz diye mücadele ettikten sonra bir hale
koyduk. Ama yazmak lazım. Bunlar oraya beş on madde yazılmıştır. Şimdi bunları
bu esas üzerine yeniden yazmak lazımdı. Biz nasıl yazmayı düşünüyorsak, bunu,
mukabil projemizde yazıyoruz, inkıta olduğu zamandan beri bir takım esaslar
üzerinde teklif verdik. Bu teklif intaç edilmeden ayrıldık. Şimdi nevima
[nev’an–mâ] aynı teklifi yapıyoruz. Hututu esasiye üzerinde çok şeyler burada
görülmüştür. Hükümette ve Mecliste tezahür eden efkâra göre bizim
düşündüklerimizden daha vasi bir surette bir tadilat yaptık. Bu tadilatı
kamilen, tahriren bildiriyoruz. Şimdi anlaşacağız, baştan nihayete kadar
muahede için ne düşünüyoruz? Anlaşacağız. Bunun üzerine, eskisi gibi ret
ederlerse, ret etmiş vaziyette onlar kalacaktır. Yeni vaziyet olacaktır. Onu
ayrıca müzakere edeceğiz bu muahedeyi vereceğiz, kabul edecekler veya
etmiyeceklerdir. Buna dair bir şey yoktur. Fakat ayrıldıktan sonra, bütün
gazeteler, umumiyetle dünyadaki efkârı sulhcuyane görülmüştür. Bu hakikat
midir? Yahut sadece propaganda mıdır? Bunu tespit neticesinde anlayacağız. Eğer
bu hakiki ise teşebbüs devam edebilir, hakiki değilse vaziyet tavazzuh eder.
Şimdi Hariciye Vekili olarak makul bir sulh için son vesaite teşebbüs eden ve
son şubheleri [şüpheleri] izale için Meclisi Âlinin karşısına her vasıtaya
müracaat etmiş olarak çıkıyoruz. Şu veya bu kadar ordu var, yok demek, yahut
sulh şu tarzda var veyahut yoktur diyebilmek için teşebbüs etmek lazımdır.
Kendi kanaatim ve kendi görüşlerim; yeniden bir teşebbüsle vaziyeti yeniden
meydana çıkarmaktır.
(…)
REİS — (...) Mehmet Kadri Beyin bir suali var okuyoruz.
Sual
Musul vilâyetinin bir sene zarfında İngiltere ile
aramızda müzakere ve hal edilemediği takdirde Cemiyeti Akvama havale edilmesi
hususunda Heyeti Vekile tarafından zatı alilerine salahiyet verilmiş mi idi?
Siirt
Mehmet Kadri
İSMET PAŞA (Devamla) — Evvelce
böyle bir şey mevzuubahis olmamıştır. Heyeti Vekile de buna dair bir talimat
vermemiştir. Ne salâhiyet vermiştir. Ne de mevzuubahis etmiştir. Vazifem Musul
vilâyetini istihsal etmekti, bunun için çalışmıştım.
(…)
Harp ve sulh
münhasıran Meclisi Âlinin kararına vabestedir. Bilmem bir sene sonra harp için
veya sulh için ne karar verecekti. Bunun üzerinde söz söylemek salâhiyetim
haricindedir, idrakim haricindedir, [ancak] tahmin ederim.
NUSRET EFENDİ (Erzurum) —
Paşa Hazretleri, malumu aliniz sulh muahedesinde halifenin diyarı ecnebiyede
bulunan İslâmlar üzerindeki hakkı ıskat ediliyor. İşittim ki, Hindistan, Mısır
vesair biladı İslâmiyeden komiteler Lozan’a geldi. Bu komiteleri Lozan’da
hukuku hilafet üzerinde yani halifenin kendi üzerlerinde olan hakkı kazasına
ait konferansta bir muhtıra verdiler mi vermediler mi? Bu bir.
Hindistan’da bulunan levce heyetinin azayı lobisinden
olan kaliyülkuzatın memuriyetinin halife tarafından tasvibi üzerinde israr
ettiler mi etmediler mi? Mısır’a bir kadı’nın gönderilmesi hakkında Mısır
Komitesi bir muhtıra verdi mi vermedi mi? Buna dair tenevvür etmek istiyorum.
Bu sualin de, 1 teşrin kararının son maddesidir ki, halife Meclisi Milliye
istinat eder, sözünden cüret alarak zatı âlinize bu sualimi soruyorum.
İSMET PAŞA (Devamla) —
Hindistan’a ve Mısır’a bir kadı tayin edilmiş ve kadıulkuzatın memuriyetinin
halife tarafından tasdiki ve halifenin Türkiye haricindeki İslâm memaliki
üzerindeki hakkı kazasını tanımaktır. Böyle resmi teşebbüsattan haberdar
değilim.
(…)
İSMET PAŞA (Devamla) — Evvelce
muahede projesinde Türkiye sultanın, halifenin Türkiye haricinde hakkı kazasını
iptal etmişlerdir. l Teşrinisani kararının mesut bir neticesi olmak üzere
elimizdeki muahede projesinde bunu yapamadık. Çünki burada Türkiye hududu
haricinde kalan yerlerde Türkiye’nin ve Türk memurlarının müdahalesinden
feragati taahhüt etmişlerdir. Halife der demez bütün âlemi İslâma ait bir
meseledir. Bizim salahiyetimiz dairesinde olan ve buradaki konferanstan husule
gelecek bir mesele değildir. Halife âlemi İslâm üzerinde olan vazifesini ne suretle
ifa edecektir? Buna karışamayız ve bu hususta bir fikir dermeyan edemeyiz
demişizdir.
(…)
İSMET PAŞA (Devamla) Onun için
bir muahedede sulh projesinde Türkiye’nin hudutları haricinde kalan arazi
üzerinde Türk memurlarının müdahalesinden feragat edilecektir, dendiği zaman
halifeye ait hiç bir tahdit kabul etmiyoruz. Ne Teşkilatı Esasiye Kanununda ve
ne de bütün cihana karşı olan taahhüdatımızda ve beyanatımızda halife
hazretlerinin âlemi İslâm üzerinde olan vazaifine dair hiç bir müdahale kabul
edilmemesini Türkiye’nin idaresi hakkında l Teşrinisani tarihli verdiğimiz
kararın bir neticei mesudesi olarak telakki ettik ve iktitaf ettik.
(…)
Hayalet üzerine konuşmayalım, maddiyat ve menafi üzerine
devletlerin menafiini, siyasetini tetkik edelim.
Türkiye’nin Paris Temsilciliğine Gönderilen Mesaj[46]
(07. 03. 1923)
Hariciye Vekâletinden Paris Mümessilliğine
7 Mart 339 (1923)
Tel.
Tamim
Heyet – i murahhasamıza Lozan konferansında tevdi olunan sulh projesi
hakkında tahkikatına devam eden Türkiye Büyük Millet Meclisi müzâkerâtına devam
için Hükümete ekseriyet–i azime ile mezuniyet vermiştir. Bu babdaki teblig–i
resmi aynen zirde münderictir:
“İhtilâf [İtilâf] Devletlerinin Lozan Konferansı müzâkerâtı neticesi olarak
Heyet–i murahhasamıza tevdi ettiği sulh muahede projesi istiklâlimizi muhil
şerait ihtiva ettiğinden şayan–ı kabul görülmemiştir. İtilâf devletleri bu projenin aynen kabulünde israr ettikleri halde husule
gelecek neticenin mes’uliyetinden müteberiyiz.
“Pek mühim ve hayatî olan Musul meselesinin bir müddet–i mevkute
zarfında halli, malî, iktisadî ve idarî mesailde millet ve meleketimizin
hukuk–u hayatiye ve istiklâliyesinin tam ve emin olarak istihsali, sulhü
müteakib memalik–i meşgulemizin sür’atle tahliyesi esasları dahilinde sulh
teşebbüsatımıza devam olunması için Hükümete ekseriyet–i azim ile mezuniyet verilmiştir.
Lozan Konferansına Çağrıcı Devletlerin
Dışişleri Bakanlarına Ankara’dan Gönderilen Mektup[47]
(08. 03. 1923)
NO. 6
Ekselâns İsmet Paşa’nın Lozan
Konferansı’na
Çağıran
Devletler Dışişleri Bakanlarına Gönderdiği Mektup
Ankara, 8 Mart l923
Ekselâns,
Laussanne’de Müttefik Devletler Temsilci Heyetlerince
Türk Temsilci Heyetine sunulan Andlaşma tasarısıyla buna ekli Sözleşmeler
tasarılarında Hükümetimin yapılmasını teklif ettiği değişiklikleri bu mektuba
bağlı olarak Ekselânslarına göndermekle onur duymaktayım.
Hükümetimin bu değişiklikleri isterken dayandığı
düşünceleri açıklamadan önce, çeşitli Temsilci Heyetlerinin Laussanne’dan
ayrılmalarından önceki ve sonraki olayları kısaca özetlemeyi gerekli
görmekteyim.
Müttefik Devletler, Barış Antlaşması tasarısını Türk
Temsilci Heyetine 3l Ocak l923 tarihinde vermişlerdi. Türk Temsilci Heyeti, bu
tasarıyı incelemek ve cevabı bildirmek üzere, sekiz günlük bir süre istemişti.
İngiliz Temsilci Heyetinin Sayın Başkanı, İngiltere’deki işlerinin,
Laussanne’de bir hafta daha kalması olanağını vermediğini söylemiş ve Türk
Temsilci Heyetinden cevabını dört gün sonunda bildirmesini rica etmişti.
Türkiye Temsilcileri, yüz sahifeyi aşan bir tasarıyı incelemek için bu sürenin
kesin olarak yetmeyeceğini bildirmekle birlikte, cevablarını teklif olunan süre
içinde yetiştiremezlerse, istedikleri sürenin tamamından yararlanmak hakkını
saklı tutmak üzere, İngiliz Temsilci Heyetinin isteğini yerine getirmeğe
çalışacaklarını vaat etmişlerdi. Türk Temsilci Heyeti, bu dört günü, tasarının
incelenmesine tümüyle ayırma özgürlüğünü bulamamıştır. Gerçekten, 1 Şubat
gününün yarısı Boğazlar Komisyonunun toplantısıyla harcanmış, öteki üç gün
boyunca da Türk Temsilci Heyeti, Müttefik Temsilci Heyetiyle toplantılar yapmak
zorunda kalmıştır.
İngiliz Temsilci Heyeti, 4 Şubatta Laussanne’dan
ayrılmağa kesin karar vermiş olduğundan, Türk Temsilci Heyeti, dünya barışı
yararına, bir son çabada daha bulunmağı bir görev saymıştır. Türk Temsilci
Heyeti, 4 Şubat l923 tarihli bildirisinde, Laussanne Konferansına yapılan
görüşmeler ve öne sürülen karşılıklı görüşlerle, temel sorunlarına ilişkin
olarak barış yapabilmeye yeterli bir anlaşmaya varılmış olduğuna Müttefik Temsilci
Heyetlerinin dikkatini çekmiştir. Bu bildiri, Türk Temsilci Heyetinin,
Trakya’nın Batı sınırını Müttefiki Devletlerce teklif olunduğu biçimde kabul
ederek; İngiliz Temsilci Heyetince de kabul edilmiş bulunan bir takım hak
gözetir şartlar karşılığında, İngiliz Hükümetinin Anzac’daki mezarlıklara
ilişkin görüşüne katılarak; İmroz ve Bozcaada adalarında bir yerel yönetim
kurulması teklifiyle –Oniki Ada sorunu o vakte kadar hiç bir görüşme konusu
olmamışken– bu adalar için yapılan teklifi kabul ederek; Musul sorununu,
Türkiye ile İngiltere arasında bir yıl içinde barışçı yoldan çözümlenmek üzere
Konferans programından çıkartılmasına rıza göstererek; son olarak da, toprakla
ilgili öteki sorunlarla, maliye, sağlık, yargı sorunları ve başka sorunlar
gibi, üzerlerinde bir görüş birliği oluşmuş ya da Türk Temsilci Heyetinin
tekliflerinden sonra bir yakınlaşma doğmuş olan sorunları sayarak, barışın
imzalanması için önemli bir engel kalmadığı sonucuna varıyordu. Bu düşünce
dizisi içinde, Türk Temsilci Heyeti, olağan herhangi bir barış andlaşmasını
oluşturan unsurları da meydana getiren bu temel sorunların hemen imza edilerek,
görüşmelerin, askıda kalan noktalar üzerinde sürdürülmesini teklif etmekteydi.
Böylece, bütün iyi niyetini kullanmış ve Türkiye’nin egemenliğiyle bağdaşabilir
bütün fedakârlıklara katlanmış olan Türk Temsilci Heyeti, hem Müttefik
Temsilcilerine, hem de dünya kamuoyuna seslenmekte ve onlara, bütün çabalarına
rağmen barışı gerçekleştirmek olanağı gene de elde edilemezse artık onlara
karşı, haklı olarak, her türlü sorumluluktan kendisini kurtulmuş saydığını
bildirmekteydi.
4 Şubat öğleden sonra yapılan toplantıda, Müttefik
Temsilci Heyetleri, Türk Temsilci Heyetinin, aslında ikinci derecede bir önemi
olan, yalnız beş madde ile bir ek’e ilişkin çekinceler [ihtirazi kayıtlar] öne
sürmesine razı olarak, Türk Temsilci Heyeti, katılmaksızın hazırlamış oldukları
tasarıyı, olduğu gibi, imzalamasında direnmişlerdi.
Üzerinde bir anlaşmaya varılamamış ekonomik sorunlarla,
konferansın gündemine hiç alınmamış ya da Alt – komisyonlarında ortak bir
anlaşmayla saptanmış olduğundan bambaşka biçimde Andlaşmaya konulmuş sorunları
da –örneğin kabotaj– kapsamak üzere, bütün sorunların, hiç bir tartışmaya
girişmeden ya da hiç bir çekince öne sürmeksizin, Türk Temsilcilerince
imzalanması istenmiştir. Böyle bir tutum, öteki bağıtlı Devletlerle eşitlik
düzeyinde işlem göreceği kendisine bir çok kez söylenmiş olan Türkiye’ye, barış
şartlarını zorla kabul ettirmek anlamına gelmekte olduğundan, bir sonuca
varılamamıştır. İngiliz Temsilci Heyeti, toplantıdan hemen sonra, Lausanne’dan
ayrılmıştır. Öteki Temsilci Heyetleri de, bir ya da iki gün sonra, İngiliz
Temsilci Heyetinin verdiği örneği izlemişlerdir.
İki buçuk ay sürmüş ve bir çok sorunlar üzerinde her iki
tarafça kabul edilen bir çözüm bulunmasıyla sonuçlanmış görüşmelerden sonra,
Türkiye’nin bu kısa süreye ilişkin isteği kabul edilseydi ve özellikle, o kadar
iyi sonuçlar vermiş bulunan olağan usulden ayrılınmasaydı, bütün uluslara en
büyük yararlar sağlayacak barışın gerçekleşmesi de daha o zaman mümkün
olacaktı.
Geçen 4 Şubattan bu yana, savaşa yeniden başlanmamış
olmasının nedenini, her şeyden önce, Türk halkı ile Türk Hükümetinin göstermiş
olduğu güçlü barış isteğine bağlamak gerekir.
Tasarı metni, önceden kararlaştırılmış olduğu üzere,
görüş birliği içinde saptanmış olsaydı, bu metinde şimdi görülen değişiklik
tekliflerinden çoğuna gerek olmayacaktı; çünkü, bu değişiklik tekliflerinin
ilgili bulunduğu metinler, bağıtlı tarafların ortaklaşa görüşlerini karşılar
biçimde düşünülmüş olacaktı; özellikle değişiklik tekliflerinden bir çoğunun,
daha çok, kaleme alış biçimine ilişkin bulunması, söylediklerimizi bir kat daha
doğrulamaktadır.
Yapılması istenilen değişikliklerin incelenmesini
kolaylaştırmak için tasarı iki sütun üzerine yazılmıştır; soldaki sütun,
Müttefiklerin asıl metnini kapsamaktadır; bu metinde, çıkartılmış ya da
değiştirilmiş satırların altı çizilmiştir; sağdaki sütunda ise, değiştirilmiş
metin yer almaktadır; altı çizilmiş yerler değişiklikleri ya da eklemeleri
göstermektedir.
(I) sayılı Bölüme (siyasal hükümler) ilişkin olarak, ekli
tasarının incelenmesinden anlaşılacağı üzere, özle ilgili hiç bir değişiklik
yoktur. Ülke (toprak) sorunları, Müttefik Devletlerin teklifleri uyarınca
çözüme bağlanmıştır.
Türkiye, Bozcaada’ya bağımlı olan ve kimsenin yaşamadığı
Merkep Adacıklarının*,
Bozcaada gibi işlem görmesini istemeyi zorunlu görmekle, Türk kıyısına
yakınlığı bakımından, Bozcaada ve İmroz adaları gibi, Türk egemenliği altında
kalmasına Büyük Devletlerce 1914’de karar verilmiş olan Meis (Castellorizzo)
adacığının Türk egemenliği altında bırakılmasını istemekle, son olarak da,
Doğu Trakya sınırının, Meriç’in sol kıyısını değil de, thalweg çizgisi
olmasını istemekle, hak gözetirliğe ya da sınırların saptanmasında genellikle
geçerli sayılan ilkelere, ya da Müttefik Devletlerin açıkladıkları görüşlere
aykırı gibi sayılabilecek isteklerde bulunuş [bulunmuş] olduğunu
düşünmemektedir. Ülke (toprak) sorunlarına ya da siyasal hükümlere ilişkin
öteki değişiklik tekliflerinin hepsi ya metnin kaleme alınış biçimine, ya da
görüş birliğiyle kabul edilmiş temel sorunlara ilişkin çözümleri etkilemeyecek
olan, ayrıntı niteliğindeki sorunlara ilişkindir.
(III) sayılı Bölüme [mali hükümler] gelince, Müttefik
Devletler, Osmanlı Devlet Borcunun (Düyun–u Umumiye–i Osmaniye’nin)
nominal anaparasının bölüştürülmesini, son dakikada, kendileri kabul etmiş
olduklarından 46 ncı maddedeki değişiklik, bunun sonucu olan bir düzeltmeden
başka bir şey değildir.
Türk hükümetiyle Osmanlı Devlet Borcu Meclisi arasından
yapılacak anlaşmaya ilişkin 47 nci maddenin, barış andlaşmasında yeri olmamak
gerekir.
Oniki Ada (Dodécanése) ile, 12 nci madde uyarınca
Yunanistan’a verilen adalar, hem olgusal (fiili) hem de hukuksal yönden,
neredeyse aynı durumda bulunmaktadırlar. Oniki Ada, yapılacak Barış
Andlaşmasıyla İtalya’ya bağlanmaları gerekmekle birlikte, 17 Ekim 1912 den
önceki Osmanlı Devlet Borcuna katıldıklarına göre, [Yunanistan’a verilecek
adaların da], Müttefiklerin tasarısında öngörüldüğü üzere, 1 Kasım 1914
tarihinde varolan borçlardan değil, fakat yukarıda sözü geçen borçlardan bir
pay almaları çok daha gerekli olmaktadır. Aynı düşünce dizisine uygun olarak,
bugün kendilerine geçirilmeleri düşünülen ve gelirlerinden tümüyle yararlanmış
bulunan Devletlerin aşağı yukarı on yıldır işgalleri altında bulundurdukları bu
iki grup adaların borçlu oldukları yıllık taksitlerin de, söz konusu
Andlaşmanın yürürlüğe konuluşu tarihinden değil, fakat onların işgal tarihlerine
yakın bir tarihten başlatılarak istenebilmesi gerekecektir. Böylece, Oniki Ada
için, 17 Ekim 1912, başka bir deyimle Lausanne (Ouchy) Andlaşmasının tarihi,
öteki adalar için de Atina Andlaşmasının tarihi başlangıç noktası olarak kabul
edilmiştir. 48 nci ve 51 inci maddeler buna göre değiştirilmiştir.
Demiryolları
yapımı için girişilmiş borçlanmalar (istikrazlar), her zaman, Türkiye ile,
Türkiye’den ayrılan topraklar arasında bölüştürülecek borçlar arasında
bulunmuştur. Balkan Savaşından sonra Paris’de toplanan Maliye Komisyonu, bu
konuda hiç bir itiraz öne sürmemiştir. Türkiye’nin hiç bir katılması olmaksızın
kaleme alınmış Sevres tasarısında da, Müttefik Devletler, bu borçları, Osmanlı
Devlet Borcu (Duyun–u Umumiye–i Osmaniye) çizelgesine koymakda duraksamamışlardır.
Durum bu iken, Büyük Devletlerin kendilerince bir çok kez kabul edilmiş ve
onaylanmış bulunan bir ilkeyi hakemliğe bağlı kılmak, Türkiye’nin çıkarlarına
çok büyük zararlar verecektir; Türkiye, Berlin Andlaşmasında ön görülen
borçların bölüştürülmesinin ileri bir tarihe ertelenmesi –örneğin, iç borçlanma
gibi–birçok başka borçların bölüştürme dışı tutulması yüzünden, pek ağır mali
yükümler altına girmiş bulunmaktadır. Bu yüzden, Türkiye, Bağdat, Soma –
Bandırma, Hudeyde – San’a demiryollarına ilişkin yükümlerin borç çizelgesinden
çıkartılması konusunun bir hakemlik mahkemesinde tartışılmasına razı olamaz. Bu
nedenlerledir ki, 50 nci madde ile mali hükümlerin (II) sayılı ek’i, tasarı
metninden çıkartılmıştır.
Müttefik Devletler, Osmanlı Devlet Borcunun –Türkiye
dışında– paydaşları olan Devletlere düşen gecikmiş (birikmiş) yıllık
taksitlerinin, Barış Andlaşmasının yürürlüğe girişinden başlayarak yirmi yıllık
bir süre içinde faizsiz olarak ödenmesini uygun görmektedirler. Böyle olunca,
bu konuda, Türkiye’ye eşit olmayan bir işlemde bulunmak için de herhangi bir
neden söz konusu olmamak gerekir. Üstelik, Türkiye, yukarıda sözü geçen
Devletlere düşen payların faiz ve amortisman hizmetlerinin büyük bir parçasını
bir zorunluluğu yokken ödemiş bulunduğundan, bu Devletlerin ödemeleri gereken
birikmiş (gecikmiş) yıllık taksitlerin, Türkiye’nin böylece ödemiş bulunduğu
paraları karşılayıncaya kadar, Türkiye’nin ödememiş olduğu birikmiş (gecikmiş)
yıllık taksitlerin ödenmesine ayrılmasını istemesi kadar haklı bir şey olamaz.
Kaldı ki, gecikmiş (birikmiş) yıllık taksitler belirtildiği üzere
ödeneceğinden, Osmanlı Devlet Borcu hizmetlerine ayrılmış olup da henüz
ödenmemiş bulunan gelirler için, bir ödeme biçimi öngörmek de gerekli
olmayacaktır. 53 ncü maddenin değiştirilmesi ve 54 ncü maddenin tasarı
metninden çıkartılması yukarıdaki düşüncelere dayanmaktadır; moratoryum
kararnamesinin yürürlükte tutulmasına ilişkin 50 nci maddenin ilk paragrafının
metinden çıkartılmasını ise Müttefik Devletler, daha önce kabul etmiş
bulunmaktadırlar.
Borçların faiz ve amortismanlarının hangi para ile
ödeneceğine ilişkin olan mali hükümlerin (I) sayılı Ek’ini açıklayıcı not,
önemli iki nedenle tasarıdan çıkartılmıştır.
1. Türk parasının (dövizinin) değerinin düşürülmesi
(devalüasyonu) yüzünden Türk kâğıt parasının değeri ile çeşitli Müttefik
Devletlerin kâğıt paralarının değeri arasında pek büyük bir fark olmuştur; bu
durum, Türkiye’yi, Osmanlı Devlet Borcundan kendisine düşecek yıllık taksitleri
eskiden olduğu gibi, ayrım gözetmeden Türk parasıyla ya da söz konusu
Devletlerin parasıyla ödemek olanaksızlığında bırakabilecektir.
2. Yukarıda bir çok vesile ile belirtildiği üzere, Türk
Hükümetinin alacakları ile ilişkileri özel bir nitelikte olduğundan, bu gibi
hükümlerin uluslararası bir belgede pek de yeri olmasa gerektir.
Müttefik Devletler, son iki gün içindeki toplantılarda,
Türkiye’nin, gerek Versallies ve Saint – Germain Andlaşmaları uyarınca Almanya
ve Avusturya’nın kabul ettikleri geçirimden (transferden), gerekse İngiltere’ye
daha önce ısmarlanmış savaş gemileri için yapılmış ödemelerden doğan
istemlerinden vazgeçmesine karşılık, Türkiye’ce 12.000.000 Lira ödenmesine
ilişkin istemlerinden vazgeçmişlerdi. Böyle olunca, onarımlara ilişkin mali
hükümlerin II nci kesimi tasarı metninden çıkartılmış, yalnız 57 nci madde yeni
düzenlemeye uydurulmuş, Türkiye’de Yunan ordusunun ve Yunan makamlarının
verdikleri zararların onarılmasına ilişkin 58 nci madde de tasarıda
bırakılmıştır.
71 nci maddeden 117 nci maddeye kadar giden maddelerden
oluşan III. Bölüm (ekonomik hükümler), Türk ve Müttefik Temsilciler arasında
henüz anlaşmaya varılmamış bir takım sorunları kapsamaktadır. Bu sorunların
çözüme bağlanması ilgili Hükümler arasında görüşmelerde bulunulmasını
gerektirdiğinden, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, görüşmeleri ayrıca
sürdürmek üzere, bunların Barış Andlaşmasından çıkartılması gerektiği
kanısındadır.
IV üncü Bölüm (Ulaşım yoları ve sağlık sorunları),
Boğazlar’da bir sağlık komitesi kurulması ve bu komitenin yetkileri konusunda
129 ncu ve 130 ncu maddelerde bir takım fıkralar dışında, kabul edilmiştir.
Türkiye’nin, Avrupalı uzman hekimler arasından seçerek,
sınırlarının sağlık açısından yönetimine atamak niyetinde olduğu üç danışman,
bu yönetime önemli hizmetlerde bulunabilirler.
V. Bölümünün, savaşa tutsaklarıyla mezarlıklara ilişkin
ilk iki kesimi, tümüyle kabul edilmiştir; Üçüncü Kesimde, belirtmeye değer
değişiklikler yapılmamıştır.
Boğazlar’a uygulanacak rejime ve Trakya sınırlarına
ilişkin sözleşmeler, Trakya sınırlarına ilişkin sözleşmenin, Müttefiklerce
metinden çıkartılan 4. maddesi dışında olduğu gibi tutulmuştur.
Türkiye’de yabancılara uygulanacak rejime ilişkin
Sözleşmeye gelince, önce, bu sözleşmenin, “Türkiye ile Müttefik Devletler
arasında yerleşme (ikamet, étabelissement) Sözleşmesi” başlığını
taşımasının daha yerinde olacağını belirtmek gerekir. Sözleşmenin konusu da,
yalnız bu devletler uyruklarının Türkiye’deki durumunu değil, aynı zamanda Türk
yurttaşlarının bu devletler ülkesindeki durumlarını da kapsamak gerekir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin, bu sözleşmeye
getirmek zorunluluğunu duyduğu değişikliklerin hepsi aşağıdaki görüşlerden
esinlenmektedir.
1. Kapitülasyonlara kesin olarak son verilmesi Müttefik
Devletlerce kabul edilmiştir.
2. Bu kabul, derhal, Türkiye ile Müttefik ülkeler
arasındaki bütün ilişkilerin, genel devletler hukuku kuralları gereklerine ve
bağımsız uluslar arasında genellikle izlenen uygulamaya uydurulması zorunluluğu
sonucunu yaratmaktadır.
3. Uluslararası kurallar ve uygulamaya göre, bir devletin
bir başka devletin ülkesine giden uyruklarının, bu ülkeye girişlerini ve orada
kalışlarını yöneten şartlarla, bu uyrukların, söz konusu ülkelerdeki mahkemeler
önünde yargısal durumları, karşılıklı olmaya (mütekabiliyete) ya da, karşılıklı
olarak en çok gözetilen ulus (en fazla müsaadeye mazhar millet) işlemine
dayanan, belirli bir süre için yapılmış sözleşmelerle düzenlenmektedir.
Müttefik Devletlerce sunulmuş olan Sözleşme tasarısı,
yukarıda belirtilen ilkeleri göz önünde hiç tutmamaktadır. Gerçekten, ülkeye
giriş ve orada oturma (séjor) konularına ilişkin birinci Kesim, hiç bir
süreyle sınırlı olmadığından, yalnız Müttefik uyruklarının Türk ülkesindeki
durumlarını tek – taraflı olarak düzenlediğinden, son olarak da, Müttefik
Devletler ülkelerinde Türk uyrukları yararına her türlü karşılıklı olma
(mütekabiliyet) görüşünü bir yana bıraktığından, gerçek bir Kapitülasyon
niteliklerini göstermektedir. Kapitülasyonların sona erdiğini kabul ettiklerini
ve Türk ulusunun bağımsızlığına saygı gösterdiklerini bildiren Müttefik
Devletlerin içtenliği, kendilerinin bulunamayacakları ödünleri (tavizleri)
Türkiye’den elde etmek istememelerini ve hiç bir yerde olmayan bir durum
yaratmaya kalkışmamalarını, zorunlu olarak gerektirmektedir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, yerleşme (ikamet)
Sözleşmesinde yapılan küçük düzeltmelerin, bu sözleşmeye, bu nitelikteki bir
sözleşmenin olağan niteliğini verme amacını güttüğünü söylemeyi bile gerekli
görmemektedir; böylelikle, değiştirilmiş metin, ulusların uygulamasına aykırı
düşecek hiç bir hüküm kapsamamaktadır.
Ticaret sözleşmesi ile genel affa ilişkin Bildiri,
taraflar arasında söz konusu edilmemiş ya da Müttefik Devletlerce kabul
olunmamış hiç bir önemli değişiklik getirmemektedir; değişikliklerin çoğu, öteki
konularda olduğu gibi ikinci derecede önemli sorunlara ya da kaleme alış
biçimine ilişkindir.
Türkiye’nin, beş yıllık bir süre için, Avrupa’lı hukuk
danışmanlarını hizmete almasına ilişkin olarak yapacağı bildirinin metni, son
saatte, Müttefiklere görüş birliği içinde saptanan biçimde bırakılmıştır.
Bundan başka, şunu hatırlatmam gerekir ki, Müttefik
Devletlerce göz altı (internés) edilen Türk Savaş Gemileriyle, depolarda
tutulan silahlar ve cephanenin Barış yapılır yapılmaz, Türkiye’ye geri
verilmesi gerekmektedir. Bu istemin haklı bir temele dayandığını, Müttefik
Temsilci Heyetleri, Laussanne’daki görüşmeler sırasında, zaten kabul etmiş
olduklarından, Müttefik Devletlerin bu konuda yükümünü belirten bir bildirinin
Barış Andlaşmasına konulması da kararlaştırılmıştır.
Yukarıdaki açıklamalar, Türkiye Büyük Millet Meclisi
Hükümetiyle Müttefik Devletlerin görüşleri arasında, bu Devletlerin
birbirleriyle barışcı ilişkiler kurmalarını engelleyecek derin hiç bir görüş
ayrılığı bulunmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Boğazları, gerek barış gerekse savaş zamanında, bütün
dost ulusların bayraklarına (gemilerine) açarak; kendi topraklarının
savunulmasına büyük zarar verebilecek biçimde, silahtan arındırılmış bölgeler
kurulmasına rıza göstererek; Küçük Asya kıyılarının korunması bakımından
stratejik bir önemi olan Adaların bir çoğu üzerindeki haklarından Müttefik
Devletler yararına vazgeçerek; Edirne’nin ekonomik hayatına büyük zararı
dokunacak biçimde, Karaağaç üzerindeki haklarını bırakarak; savaş alanlarında
ölen askerlere kendi uluslarınca beslenen dinsel duygulara saygıyla, Müttefik
Devletlerle Gelibolu yarımadasında bulunan mezarlık topraklarından yararlanma
hakkı tanıyarak; Müslüman – olmayan azınlıkların haklarına ilişkin hükümleri
kabul ederek; Berlin Andlaşmasının yapıldığı tarihteki Osmanlı İmparatorluğu
borçlarının bölüştürülmesi Büyük Devletlerce resmen kabul edilmişken, bu
borçlanmaların, Osmanlı Devlet Borcu (Duyun–u Umumiye–i Osmaniye) çizelgesine
konulmasında –bu konudaki haklarını saklı tutmakla birlikte– direnmeyerek ve iç
borçlanmalardan, dalgalı borçlardan, vb. doğan mali yükümler gibi, yukarıda
sözü geçen çizelgede bulunmayan bir çok mali yükümleri de kabul ederek;
Türkiye’nin, ayrılan topraklardaki Devlet özel mallarına ilişkin hakkına saygı
gösterilmesi isteminden vazgeçerek; Milletlerarası Daimi Adalet Divanınca
düzenlenecek bir çizelgeden hukuk danışmanlarını, ayrıca sağlık danışmanı
olarak Avrupa’lı uzman hekimleri, beş yıllık bir süre için hizmete almayı kabul
ederek; son olarak da, Müttefikleri özellikle ilgilendiren her sorun için,
mümkün olduğu kadar onların görüşüne uygun bir çözüm bulmaya çalışarak, Türkiye
Büyük Millet Meclisi Hükümeti, barış yararına, elinden gelen en geniş ödünlerde
(tâvizlerde) bulunmuş olmaktadır.
Hükümetim –Müttefik Devletler de Türkiye’nin özellikle
son üç buçuk ay boyunca gösterdiği barışçı duygulardan aynı ölçüde
esinlenirlerse– Avrupa’nın herhangi bir kentinde ya da, öncelikle, İstanbul’da
toplanacak bir Konferansın, Laussanne’deki görüşmelerin bir görüş birliği ya da
Türkiye ile Müttefik Devletlerin görüşleri arasında bir yakınlık da yarattığı,
yukarıda sayılan sorunların, bir barış antlaşmasında çözüme bağlanabileceğini
ummaktadır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, dünyanın
esenliğini yeniden tehlikeye düşürebilecek etkenleri ortadan kaldırmanın ve
bütün halklarının istemekte oldukları barışçı ve olağan ilişkiler yerine, son
yıllardaki korkunç yıkımların yeni bir parlama sonucunda bir kez daha ortaya
çıkmasını önlemenin, ilgili taraflar için kesin bir görev olduğunu göz önünde
tutarak, Müttefik Devletlerden, cevaplarını mümkün olduğu kadar kısa bir süre
içinde bildirmelerini diler.
Derin saygılarımın kabulünü rica ederim, Ekselâns.
Türkiye Büyük Millet
Meclisi Hükümeti
Dışişleri Bakanı,
Laussanne Barış Konferansında
Türk Temsilci Heyeti Başkanı,
İmza: M. İSMET
Seçimlerin
Yenilenmesi Dolayısıyla BMM’de
Lozan
Konferansı ile İlgili Söyledikleri[48]
(01.
04. 1923) *
Muhterem efendiler, Meclisi Âli Hükümete muayyen esasat üzerinde arzî,
adlî, malî ve iktisadi ve hukuku hayatiye ve istiklâliyemizi temin etmek üzere
teşebbüsatı sulhiyeye devam mezuniyetini vermişti. Bu mezuniyet dahilinde
Düveli Müttefikaya 8 Mart tarihinde bir nota tevdi edilmişti ve bize tevdi
edilmiş olan muahede projesinde kendi esasatımıza göre tadilini zaruri
gördüğümüz nıkatı mukabil teklifat halinde serd eyledik. Müttefik Devletler
bizim notamıza dün akşam cevap vermişlerdir. Bu cevapta bazı kuyudu ihtiraziye
dahilinde serd ettiğimiz mukabil teklifatın derakap münakaşasına başlanacağını ifade
ediyorlar. Serd ettikleri kuyudu ihtiraziye araziye mütedair bazı nıkat ile
mevaddı iktisadiye ve adlî müsaadat gibi üç noktaya mütevecihtir. Araziye mütedair
tadilatta Lozan’da kabul edilmiş olan esasatta esaslı bir tebeddülü müzakereye
mütemayil olmadıklarını ifade ediyorlar. Biz gerek Lozan’da ve gerek Heyeti
Celilenizin verdiği müsaade dahilinde burada yaptığımız mukabil teklifatta
araziye dair öteden beri takibettiğimiz esasatı ifade etmiştik. Mevaddı
iktisadiyenin mukabil teklifimizde muahededen ihracını ve ayrıca müzakeresini
istilzam ediyor. Mukabil teklifte mevaddı iktisadiye hakkında şimdiden
müzakereye devam etmek teklifi vardır. Adlî Beyannameye gelince, bizim mukabil
teklifimizde ısrar ettiğimiz Adlî Beyannameye, müttefikler namına bizimle en
son görüşmüş olan ecnebi murahhaslariyle tevafuku efkar dahilinde tanzim
olunmuştur. Notanın heyeti umumiyesi umumi birtakım esasat üzerine yazılmış ve
teferruata girişilmeden itiraz edilmiştir. Nitekim notaya başlarken mevadı
müteferrin üzerinde ayrı ayrı münakaşaya girmek arzusunda değiliz, diye ifade
ediyorlar. Heyeti umumiyesi bir sulha varmak için arzuyu ifade eden bir şekildir.
Fakat umumi esasat dahilinde olduğu için girişilecek müzakeratın vereceği
netice şimdiden tayin olunamaz. Evvel ve ahır bizim arzumuz hukuku hayatiye ve
istiklaliyemizi temin edecek esasat dahilinde kendi memleketimize ve bütün
cihan sulhuna hizmet edecek bir hissi itilafcuyane ile hareket etmektir.
Ümidederim ki, bir hissi itilafcuyane yeni teşebbüsat ve müzakeratı sulhiyede
Müttefik Devletlerin ifade ettikleri hissiyatı itilafcuyane ile telif ve tevfik
olunarak bir neticei müsmire hasıl olur. Fakat bu gibi sulh meselesi için
tayin olunan hututu umumiye içinde münferiden ve müteferrian mesailin
müzakeresine girişildiği vakit asıl hissi itilafcuyane ve bir neticei müsmireye
varmak için sarf olunacak gayret o zaman belli olacaktır.
Binaenaleyh muvafıkı ihtiyat ve tecrübe olan bu teşebbüsatı sulhiyenin
neticesinde şu veya bu esbapdan dolayı bir neticeye varmamak bu dahi
muhtemeldir. Bu hiçbir zaman bizim tarafımızdan olmıyacaktır. Biz evvel ve
ahır söylediğimiz gibi hukuku hayatiye ve istiklaliyemizi temin edecek esasat
dahilinde hakiki hissi itilafcuyane ile hareket edeceğiz. Teşebbüsatı sulhiyeye
devam edeceğiz ve etmek için sizden aldığımız esasat ve mezuniyet üzerinde
yürüyeceğiz. Husule gelecek netice, bizim hayatımızı temin eden bir sulh
projesi veyahut menafii hayatiyemizle gayrikabili telif bir tertiptir. Her
ikisi Büyük Millet Meclisine arz olunacaktır. Müsbet veya menfi bir netice
üzerinde Büyük Millet Meclisinin vereceği karar, milletin en son muhassalai
efkarı addolunabilecek ve millet, Büyük Millet Meclisimiz vasıtasıyla ifade
ettiği kararlar en son muhassalai efkarını söyleyeceği veçhile o kararı sulh kararı
veya harb kararı olarak tatbik edecek bir vaziyet temin etmek lazımdır. Onun
için bir taraftan sizden aldığımız mezuniyet ve esasat üzerine sulhu istihsal
için devam etmek ve husule gelecek netice üzerinde Büyük Millet Meclisinin
verdiği kararı milletin en son muhassalai efkarı olduğunu dahil ve harice
izhar etmek için ve Büyük Millet Meclisinin verdiği karar üzerinde memleketin
bütün menabi ve vesaitiyle yürümek için tecdidi intihap suretiyle milletin
arayı umumiyesini yeniden tecelli ettirmeyi teklif ediyorum.
Türkiye’nin Paris Temsilciliğine Gönderilen Mesaj[49]
(05. 04. 1923)
Hariciye Vekâletinden Paris
Mümessilliğine
Tel. 5
Nisan 339 (1923)
İntihabat–ı cedideye mübaşerete
Meclisce karar verilmesi Hükümetin mevkiini tahkim etmiştir. Sulh mees’elesinde
memleketin ârayi hakikiyesinin bir daha tecellisine lüzum gören Hükümet tecelli
edecek âradan emin olmasaydı mevkiini zayıf düşürmek için hiçbir vakit Meclise
intihabat–ı cedideyi iptidar [ibtidar] için müracaatta bulunmaz idi. İntihabata
iptidar edilmesi teklifinin bilhassa Heyet–i Murahhasa riyasetinde cem’etmede
Hariciye vekili tarafından (.......)* sulh mes’elesinde Hükümetin daha sağlam hatvelerle ilerlemesinden emin
olduğuna delildir. Binaenaleyh bu suretle Meclisin müttefikan intihabata
başlamak hakkındaki karar vermesi de bu nokta–i nazarı teyid eder. İntihabat–ı
cedide neticesinde tahassul edecek âra memleketimizin ötedenberi malum olan
esasat dairesinde nail–i sulh olması keyfiyeti tasyif (?) değil, teshil
edeceğine şüphe yoktur. Bu yolda mevkii muhkem olan Hükümetin ve âtiye ümitle
nazar eden Meclisin itimad–ı taammına ihraz eden Heyet–i Murahhasa Düvel–i
İtilafiyenin göstereceği hüsnüniyet ve teslihat dairesinde milletin malûm olan
hukukunu metin bir surette müdafaa eyler, cihan sulhünü temin için tarafımızdan
yapılan âzamî fedakârlıklar Müttefikler tarafından takdir olunarak bu
fedakârlık nispetinde hüsnüniyet ibraz ettikleri takdirde sulh–ü cihanın
kolayca saha – i ârayı husul olmuş kabul olunacaktır. Diğer taraftan BMM
vazifesine devam etmekte olduğundan Heyet–i Murahhasa sulh teşebbüsatından
varacağı netice.......şimdiki Meclise arz ve karar istihsali mümkün ve tabiidir
efendim.
İSMET
Lozan Konferansına Çağrıcı Devletlerin
Birbirine Eş Notalarına Verilen Yanıt[50]
(07. 04. 1923)
Ankara, 7 Nisan 1923
Türkiye Büyük Millet Meclisi
Hükümeti, 8 Mart 1923 tarihli yazısına karşılık olarak, İngiltere, Fransa,
İtalya ve Japonya Hükümetlerinin notalarını almakla onur duymuştur.
Türk Hükümetince öne sürülen karşı
– tekliflerin, Türk Temsilci Heyetinin 4 Şubat tarihli mektubunda çözüme
bağlanmış gibi sayılabilecek sorunlara, Müttefikler Hükümetlerinin düşündükleri
biçimde, bir kez daha dönülmesi anlamına gerçekten gelip gelmediği sorununu
tartışma konusu yapmak istemeksizin, Hükümetim, gerek 8 Mart tarihli notada,
gerekse bu notaya ekli karşı – tekliflerde ortaya konulan noktaları görüşmeğe,
Çağıran Devletlerin hazır bulunduklarını açıklayan bildiriyi memnunlukla
öğrenmiştir. Hükümetim, bu karşı – tekliflerden hiç birinin, ülke
sorunlarına ilişkin hükümlerde esaslı bir değişiklik kapsamadığı gibi, Müttefik
Devletlerce hakgözetir olarak kabul edilmemiş ya da kabul edilmeyebilecek hiç
bir değişiklik de kapsamadığı kanısındadır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi
Hükümeti, Türkiye’ye karşılıklı olma (mütekabiliyet) ilkesinden yararlanmayı
tanımak üzere, yerleşme (ikamet) sözleşmesinin yeniden kaleme alınmasını
(Çağıran) Devletlerin kabul etmesinden duyduğu memnunluğu özellikle belirtmek
ister. Türk Hükümeti, bu Devletlerin, aynı hakgözetirlik anlayışı içinde, bu
Sözleşmeye ilişkin olarak Türkiye’nin öne sürdüğü haklı öteki görüşleri de
olumlu bir davranışla gözönünde tutacaklarına inanmaktan da kendisini
alamamaktadır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi
Hükümeti, Çağıran Devletlerin, Türkiye’de adaletin (yargı) yönetimine ilişkin
Türk karşı – tasarısını Müttefiklerin tasarısıyla bağdaştırmağa çalışacaklarına
sözverirken ilgili Müttefik Devletlerle görüş birliği içinde daha önce çözüme
bağlanmış bulunduğunu haklı olarak düşünmekte olduğu önemli bir sorun üzerinde
yeniden bir tartışma açma eğilimini göstermelerinden duyduğu hayreti
gizleyemez. Gerçekten Türk karşı – teklifleri arasına alınmış bulunan metin,
aslında bir Türk tasarısı değil, Müttefikler adına davranan Temsilcilerle Türk
Temsilcilerinin, bağıtlı her iki tarafın tasarılarını birbirine yakınlaştırmak
amacıyla harcadıkları en büyük çabaların ürünüdür; özellikle, “M. Montagna
formülü” adıyla anılan bu çözüm, 4 Şubatın ertesi günü, Müttefik devletlerce
yapılan telkinler sırasında, hem sözlü hem de yazılı olarak bir çok kez doğrulanmıştır.
Ekonomik hükümlere gelince, Türk
Temsilci Heyeti, bunların görüşülmesine ara vermemekle birlikte, bu hükümlerin
andlaşmadan ayrılmasına ilişkin teklifiyle, bütün ulusların özlemekte oldukları
barışın gerçekleştirilmesinin hızlandırılmış olacağı kanısında bulunmaktaydı.
Lausanne’dan ayrıldıktan sonra, Müttefik Devletlerin gerek sözlü gerekse yazılı
olarak yapmış oldukları telkinler ve bildiriler, bize, bu teklifin kabul
edilmiş olduğu sanısını vermişti. Müttefiklerin, önce kabul ettiklerini açıkladıktan
sonra, bundan, bir kez daha caymalarının ve ekonomik hükümlerin Andlaşma ile
aynı zamanda görüşülmesini istemelerinin, barışın gerçekleştirilmesini daha
güçleştirmesinden ya da geciktirilmesinden haklı olarak korkulabilir. Bununla
birlikte, Türkiye, askıda kalmış ekonomik sorunların olumlu bir biçimde
çözümlenmesi yolunda Müttefik Devletlerce açıklanan isteği gerçek değeriyle
gözönünde tutarak, uluslararası görüşmelere her zaman konu olabilecek
sorunların tartışılmasına karşı çıkmamaktadır. Türkiye, Müttefik Devletlerce de
teklif edildiği üzere, vaktiyle vermiş bulunduğu ayrıcalıklardan
(imtiyazlardan) yararlananları doğrudan doğruya görüşmelerde bulunmağa
çağırmıştır. Üstelik, bu ayrıcalık sahiplerinden bir takımıyla hakgözetir
düzenlemeler de yapılmıştır.
Lausanne’da yeniden toplanacak
Konferansın başarısı konusunda Çağıran Devletlerce açıklanan umut ve dileklere
katılarak ve Türk Temsilcilerinin mümkün olduğu kadar bir an önce yola
çıkmalarına ilişkin Çağıran Devletlerin isteğine uyarak, Türkiye Büyük Millet
Meclisi Hükümeti, bu Temsilcilerini, sözü geçen kentde (Lausanne’da),
önümüzdeki 23 Nisan’da, öteki Yüksek tarafların Temsilcileriyle görüşmelere
girişebilmeleri için göndereceğini, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya
Hükümetlerine bildirmekle onur duyar.
İSMET
Konferansın İkinci Evresi
Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[51]
(27. 04. 1923)
NO. 96
Hey’et-i Vekile Riyâsetine
No.
27
27 Nisan 1923
Gazi Paşa Hazretlerine ma’ruzdur.
Mustafa Şeref Bey’in muktedir ve emin olan mümtaz şahsına
in’itâf–ı nazarı celbeder ve Halk Fırkasının meb’usu olarak tervîc ve te’yidini
tasvib–i aliye arz eylerim.
İSMET
Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[52]
(24. 05. 1923)
NO. 296
Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi
Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine
No.
145
24 Mayıs 1923
Vaz’iyyet hakkında Hey’et–i Vekile Riyâsetine mufassal rapor takdim ettim.
Hükümetle aramızda ihtilaf–ı esâsî vardır. Mutâbakat hâsıl olmazsa avdet
mecburiyet ve kararındayım. Raporumun zât–ı Riyâsetpenâhilerine iblâğını tasrih
ve istid’â eyledim. Konferans son günlerinde ve vaz’iyyet teehhüre gayr–ı
mütehammil ândadır. Kanaatime göre sulh, serdettiğim nikat–ı nazar dâhilinde
kâbil–i te’mindir. Zât–ı riyâsetpenâhilerinin bu fevkâlade zamanda vaz’iyyeti
umûmiyeyi yakından ta’kib buyurmaları müsterhamdır..
İSMET
Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[53]
(25. 05. 1923)
NO. 304
Başkumandan Gazi Müşir Mustafa
Kemal Paşa Hazretlerine
No.
147
Ankara, 25 Mayıs 1923
Konferansın birinci devrinde İtalya murahhası Montagna
İzmir’den dâhile sevkolunan Sivrihisaryan âilesinden iki biraderin tahliyesini
rica etmiş ve ben de keyfiyeti hükümete yazmıştım. Hükümet evvelâ muvâfakat
cevâbı verdi, ben de Montagna’ya tebliğ ettim. Ankara’ya vürudumda
ecnebilerin... alındığı ba’zı mesmûât dolayısıyla iki birader serbest
bırakılmadı. Montagna her gün ricasını tekrar ve evvelki va’damızı ihtâr etmekte
ve bilakis tarafımızdan küçük me’mûrların zengin zannederek bu adamlardan para
koparmak istedikleri mesmûâtına atfen îmâ etmektedir. İki Ermeninin serbest
bırakılıp bırakılmaması hey’et–i murahhasayı ve şahsen beni küçük
düşürüyor. Arkadaşlarım beni küçük düşürmekte gayr–ı kâbil–i teskîn bir sûretde
muâmelede musırdırlar. İşidilen esbâb doğru bile olsa bir fevkalâde murahhasa
karşı bunu dahî bilerek tervîc etmekte zaruret vardır. İki biraderin iâdesine
karar vermek başkumandanın cümle–i salâhiyyetindedir. Bu iki Ermeninin
tahliyesinin emir buyurulmasını bilhassa istirham ederim.
İSMET
Konferans Sırasında
Türk Gazetecilere Yapılan Açıklama[54]
(26. 05. 1923)
Geç vakitti ki,
İsmet Paşa, Türk gazetecilerini yanına çağırdı, samimi bir sohbete başladı.
Yorgun, fakat memnundu. Odasının ışıkları içinde büsbütün parlayan gözleriyle
herkesi gülerek karşıladıktan sonra:
“Oturun bakayım, size anlatayım” diye söze başladı;
“bugünkü toplantı esnasında Yunanlılarla tamirat meselesi üzerinde mutabık
kaldık. Mutabık kaldığımız noktalar şunlardır: Yunanlılar, prensip itibarıyla
tamiratta bulunmak lüzum ve esasını kabul ettiler. Fakat mali vaziyetlerinin
imkansızlığından bahsederek para veremeyeceklerini, eğer kabul edersek
–müttefikler tarafından vuku bulunan teklif mucibince– Karaağaç’ı terke ve harp
esnasında zapt ve müsadere edilen gemilerimizi iadeye hazır olduklarını
bildirdiler. Sulhun bir an evvel gerçekleşmesi için, tarafımızdan büyük bir
fedakârlık olmak üzere, müttefikler tarafından yapılan bu teklifi kabul ettim
ve büyük devletlerin de tanzim edilmekte olan muahedede Türkiye’nin mali
vaziyetini nazarı itibara alıp almayacaklarını sordum. Bu sualime, müspet
mahiyette ‘evet, halledeceğiz’ cevabını verdiler. Bu vaadi senet ittihaz ettik.
Bu büyük fedakârlığımızın müttefikler tarafından itibara alınıp alınmayacağını
tabii yakında göreceğiz. Sulh muahedesi, umumi heyeti itibarıyla bir topluluk
mahiyetinde olduğu için geriye kalan muallak meselelerin halli esnasında
fedakârlığımızın dikkate alınması icap eder. Geriye kalan meselelere gelince;
onlar da, umumi heyetleri itibarıyla taayyün etmiş haldedir. Önümüzdeki hafta
bunların da halledileceğini zannediyorum.”
“Sulhtan ümitli misiniz?”
“Muallak meseleler mühim meselelerdir. Mali ve iktisadi
meseleleri bu meyanda zikredebiliriz.”
“İstanbul’un tahliyesi meselesi?”
“İşgal altındaki
memleketlerimizin tahliyesi meselesinin de bu hafta içinde münakaşa edileceğini
ümit ediyorum. Esasen bu mesele hakkında evvelce almış olduğum teminat,
meselenin halledeceği kanaatini verdiği için bu meseleye halledilmiş nazarıyla
bakıyorum.”
Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[55]
(28. 05. 1923)
No 320
Hey’et-i Vekile Riyâsetine
No. 160
28 Mayıs 339
28/5/1923
Mustafa Kemal Paşa
Hazretlerine.
Vaz’iyyet Hey’et–i
Vekile raporumdan malûmdur. Her gün birer mes’eleyi olmak üzere mesâil–i
esâsiyeyi müteâkib günlerde müzâkere edeceğiz ve vaz’iyyeti inkişâf
ettireceğiz. Bi’t–tabi’ Yunan ta’mîrâtını bütün mesâil–i muallakanın hallinde
daimi bir silâh olarak kullanacağız. Bu imkânı muhâfaza ettik. Yunan ta’mîrâtı
mes’elesinin teskin ettikten sonra diğerlerinde bizi tehdîd ile bir netice istihsâli
ümmidi hâsıl olmadı, bilâkis bir vasıta–ı tehdid ortadan kalktı. Vaz’iyyetde
sükûnet hâsıl oldu. Eğer evvel ve âhir inkıtâ’ olursa ya Yunan ordusu kendisi
içün bir sebeb–i mahsûs bulunmadığından hareket etmeyecek veyahud diğerleriyle
beraber ve onların da’vâsı içün ilerlediğini izhâr ve isbât edecektir. Her iki
hâl dahî Yunan ordusunun ta’mîrât bahânesiyle müsâdemeye başlamak
vaz’iyyetinden maddeten ve manen akdem ve müreccahdır. Hey’et–i Vekîleyi emr–i
vâki’ler karşısında bırakmak endişesine mahal olmayıp tarz–ı hareketimiz bir
vaz’iyyeti umûmiyenin mütâlaasına göre usûl–i tatbîkde ihtilâf addolunabilir.
Ma’hazâ bu ihtilâfı da arz etmiş idim. Mesail–i esâsiyenin hey’et–i umûmiyesi
birkaç güne kadar mütâlaa olunabileceği ma’rûzdur.
Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[56]
(02. 06. 1923)
Lozan’da İsmet Paşa’dan Hey’et-i Vekile Riyâsetine
Şifre tel.
No.
184
2 Haziran 39 (1923)
Gazi Mustafa
Kemal Paşa Hazretlerine maruzdur.*
1 – Düyun–u Umumiye faizlerinin altın veya Sterlin tediye etmek meselesini
nazari veya hukuki şeklinde değil, maddi ve hakiki şeklinde mütalea ediyorum.
Eğer böyle müalea etmeseydim bu mesele şimdiye kadar gerek Ankara’da ve gerek
her yerde çoktan gelmiş geçmiş olurdu demeye kadar cesaretim vardır. Kaydı
ihtirazi ile beyanname verebiliriz suretinde ifade ettiğim üçüncü ihtimal ile
altın veya İngiliz Lirası ihtimalini bertaraf etmek manasını kastettiğimi
açıktan açığa müttefiklere söylüyorum. Binaenaleyh biz muahedeyi bitirirken ati
için altın veya sterlin tediye edemeyeceğimizi kabul ettirmiş olarak çıksak
bizim için tasavvur olunmaz bir muvaffakiyet olur.
2 – Hükümete raporumda arz ettiğim veçhile teklifatımız kabul olunmadan
Hükümetlerine iblağ ve müşkülat ettiler.
3 – Benim tahminim şudur: Tediye meselesinde bize muvakkaten suhulet
göstermek esası üzerinde yeni bir teklif dermeyan edeceklerdir.
4 – Mütaleamı açık arz edeyim: Düyunu Umumiye idaresinin bakiyesi ve
Muharrem Kararnamesinde maada olan ahkamı gibi yeni ihdas edilen mesaili halen
mühim ve zaten bir suretle kabili hal görmüyorum. Benim huzurane takip ettiğim
kanaat şudur. Bizim borçlarımızı altın olarak veya İngiliz lirası olarak
vermeyeceğiz. Bu kayıt mühebbet [müebbed] emir olamaz. Muvakkate mi olabilir?
Peyderpeyh anlayacağız. Zannediyorum ki aramızda ihtilafı nazar yoktur.
İSMET
Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[57]
(02. 06. 1923)
Hey’et-i Vekile Riyâsetine
No.
185
2 Haziran 339
( 2/6/1923)
Zâta mahsûsdur
C. 2 Haziran
339
Filhakika bu
def’a İtalya’dan geçerken acizlerine Celaleddin Arif Bey aslâ kifayet etmeyen
müessesâtına mâmelekinden büyük ilâve ederek devleti şân ve şerefle temsil
etmeğe çalıştığını ve bu sûretle büyük fedakârlık ettiğini izâh ve hikâye
buyurmuştu. Müşârün ileyhin me’mûriyetinin Lozan Konferansı ile birgunâ
münâsebet ve te’siri mesbûk ve mutasavver olmadığı cihetle bu bâbda ifây–ı
muâmele tamâmen Hey’et–i Vekilenin kararına mevdû’dur.
İSMET
Konferans Sırasında
Türk Gazetecilere Yapılan Açıklama[58]
(23. 06. 1923)
“Geçenlerde
müttefiklerle görüşerek büyük meselelerin birer birer halledilmesini ve bu
meselelerin hallinden sonra, tasfiyeleri daha kolay olan tali meselelere
geçilmesini kararlaştırmıştık. Bu suretle ecnebilere ait adli usul meselesiyle
tamirat meselesini hallettik. Yirmi günden beri de kuponlar meselesini
görüşüyoruz. Bu meselede, biliyorsunuz, hukukçular, formül denilen ve
mütehassıslar tarafından hazırlanan son bir hal şekli buldular. Biz bu formülde
bir noktanın tavzihini istedik. Hamillerle kati itilaf yapılıncaya kadar düyunu
umumiye varidatından muvakkaten hükümete verilecek hissenin tayinini talep
ettik ve bunu istemekle de haklı idik. ‘Düyunu umumiye’de, hamillere frank ile
tediyeyi mümkün kılacak miktarda para ayrılması fikrini ileri sürdük. Çünkü
hamillere franktan fazla para bırakılırsa, belki bu suretle istedikleri parayı
oradan kolaylıkla alınca, gelip müzakereye girişmemeyi tercih ederler diye
endişe ettik. Bize verilecek para esasen muvakkatti. Biz öyle muvakkat bir
tesviye tarzı bulmak istedik ki ne biz onlara karşı bir üstünlük istihsal
edelim, ne de onlar bize karşı farklı bir vaziyet temin etsinler. Bütün cihana
karşı vereceğimiz paranın nevini ilan ettik. Yani yalnız Fransız frankı
verebileceğimizi söyledik. Bu şartla taahhüt altına girmeye hazır olduğumuzu da
daima söylüyoruz. Müttefikler, bu formülü hükümetlerine bildirdiklerini, cevap
beklediklerini, çabuk cevap alabilmek için de ayrıca teşebbüste bulunacaklarını
söylediler. Şimdi, bekliyoruz. Binaenaleyh konferansın bir an evvel bitmesi
bizim ataletimizden değil, müttefiklerin kati halli tesri etmemelerinden ileri
geliyor.
“İkinci büyük
mesele olarak işgal altındaki yerlerimizin tahliyesi meselesi geliyor. Bu
meseleyi hususi görüşmelerde verilen teminatlara istinad ederek, prensip
itibariyle halledilmiş sayıyoruz. Yalnız bu hal, henüz formül haline konmadığı
için, tabii kati sayılamaz.
“İmtiyazlar
meselesine gelince: Ankara’da şirketlerle müzakere devam ediyor ve Fransız
şirketlerinden büyük kısmı ihtilaflarını tesviye etmiş bulunuyor. Birkaç şirket
kalıyor ki, Fransız matbuatının da itiraf ettiği veçhile tali derecede
ehemmiyetli olan şirketlerdir ve bunlarla da müzakereler iyi neticeye
erişebilmek üzeredir.
“Son günlerde
yine Suriye hududunda tahşidatta bulunduğumuza dair bir takım şayialar
çıkarmaya başladılar. Bu şayiaların katiyen aslı yoktur. Bütün bu rivayetler
fikirleri mali bir meseleye geçirmek ve oraya çevirmek maksadından ileri
gelmektedir. Değil Suriye hududunda tahşidat yapmak, biz, bilakis bir kaç
sınıfı da terhis etmiş bulunuyoruz. Eğer hakikaten bir tahşidat varsa, bunu
Suriye hududunun öteki tarafında aramak lazımdır. Çünkü Fransızlar
İskenderun’la Halep arasında pek faal askeri harekette bulunuyorlar. Gelen
raporlar bu hususta tereddüde mahal bırakmayacak derecede tafsilat ve malumat
vermektedir.
“Bir mesele de
şudur: İstanbul’daki depolarda bulunan mühimmat, son günlerde müttefikler
tarafından başka taraflara taşınmaktadır. Halbuki sulhun akdiyle beraber bize
ait olan bu mühimmatın yine bize iadesi kararlaştırılmıştı.”
İsmet Paşa’nın
Sir Rumbold ile General Pellé’yi son ziyaretleri, bunu söylemek ve dikkatlerini
bu noktalara çekmek için yapılmıştı.
Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[59]
(29. 06. 1923)
No. 528
Hey’et–i Vekile Riyâsetine
No. 279
29/6/39
(29/6/1923)
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine ma’rûzdur.
Afyonkarahisar’da bulunan iki Sivrihisâriyân birâderlerin terhîsi ve
vaadini İtalya murahhasına iblağ etmiş idim. Her gün sorar. Bu bâbda müsta’cel
bir cevâb–ı şâfî i’tâsını pek ziyâde istirhâm ederim.
İSMET
Lozan’da Müttefik Ülkeler Delegelerine Verilen Nota[60]
(02. 07. 1923)
Davet eden devletler 26 Mayıs 1923 tarihinde, Yunan
tamiratı meselesinin hallini teklif ettikleri zaman, kendisini alakadar eden
mali meseleler hakkında aynı kolaylıklardan istifade edeceğine dair Türkiye’ye
teminat vermişlerdi. Tamirat meselesinin hallinden sonra davet eden devletlere
muallakta kalan meselelerin, bilhassa adli usul hakkındaki beyanname, tahliye
ve kuponlar meselelerinin fasılasız, birbiri arkasından, diğer meselelerden
evvel halledilen tamirat meselesi gibi halledilmeleri teklifinde bulunmuştum.
Bu müzakere tarzı kabul edilmiş ve evvela takip olunmuştur. Bu suretle adli
usule müteallik beyanname meselesinde bir itilaf da husule geldi. Bununla
beraber tahliye ve kuponlar meselelerinde bir neticeye varılamadı. Diğer
taraftan müttefik murahhas heyetleri bunları bir hal neticesine bağlayacak
surette müzakereleri takip etmediler. Davet eden devletler sulhun akdine
başlıca mani teşkil eden bu meseleler hakkında bir karar vermeyi daima tehir
ettiler.
Türk heyeti murahhasası bu hususta kendisi için mümkün olan azami gayrette
bulundu ve iktidarında bulunan bütün vasıtaları bu emirde kullandı. Hukuk
müşavirleri tarafından hazırlanan ve müttefikler murahhasları tarafından
muvafakat edilerek teklif olunan formül bir esas olmak üzere nazarı itibara
alındı. Türk heyeti murahhasası, aynı suretle yine hukuk müşavirleri tarafından
tanzim edilen tayinler terkibine de dahil oldu ve neticede iki teklifin telifi
neticesinde vücuda gelen ve müttefik devletlerden birinin maliye mütehassısı
ile beraber tanzim edilen makul formüle de iltihak etti. O tarihten şimdiye
kadar ise takriben iki hafta geçti.
23 Haziran 1923 tarihinde vaki olan içtimada evvelce
tebliğ edilen müzakereler ruznamesinde mukayyet olmalarına rağmen kuponlar ve
tahliye meseleleri münakaşa edilmedi. Müttefikler murahhasları nezdinde o
zamandan beri vuku bulan mükerrer şifahi müracatlarıma ise daima, bir iki güne
kadar bu meselelerin halledileceği cevabı verildi.
Son şifahi müracaatımın vaki olduğu perşembe gününden
beri ise, dört gün geçtiği halde, bu hususta ne bir haber, ne de bir cevap
aldım.
Aynı celsede tahliye, kuponlar, imtiyazlar meselelerini
sıra ile halletmeye hazır olduğumu ilave etmekten hiçbir zaman fariğ olmadım.
Sulhun akdinde herhangi bir teahhur husulüne meydan vermemek için daima en
büyük gayretleri sarfeden Türk heyeti murahhasası, konferansta yukarıda
zikredilen başlıca muallak meselelerin, bilhassa sulhun akdine başlıca mani
teşkil eden kuponlar meselesinin aynı celsede birbirini müteakip müzakere
edilmesini talep etmekle kesbi şeref eyler.
İSMET
Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[61]
(07. 07. 1923)
NO. 575
Heyet–i Vekîle Riyâsetine
7/7/39
(7/7/1923)
No. 296
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine ma’rûzdur.
4 Temmuz ve 326 numaralı telgrafı emirnâmelerine atfetmek mu’tâdım ve
müselleminiz olan dikkatle her gün okuyorum. Düşman murahhaslarına zaîf ve
ümmidbahş bir te’sir yaptığımızı ve gazetelerin ve efkâr–ı umûmiyenin
aleyhimizde bulunduğunu ve izzet–i nefis ve şahsiyetimizin ma’rûz–ı ihtimâlat
olduğunu ifâde ve mütecellidâne hareketim lüzûmunu ihtâr buyuruyor. Siyâset de
lâzım ve mu’tâd olan sulhperver manzara ile beraber düşman murahhaslarına zaif
bir te’sir yaptığımızı her gün görüyorum. Gazetelerin tevellünât ve temevvücâtının
ve son zamanlarda hemen bütün gazetelerde görülen hey’et–i murahhasa
aleyhdârlığının sebebi za’fımız ve gayretsizliğimiz ve muvaffakiyetsizliğimiz
değildir. İşin uzaması, kimsenin nasıl çıkılacağını bilmemesi, buradaki
gazetecilerin getirdiğime bin def’a pişmân eden tıflâne tecrübesizlikleri ve
Tanin ile kurulan ecnebî müdafi’liğinin gayr–ı şuûrî olarak sirâyetidir.
Gazetelere hükümetçe gösterilen alâka o suretdedir ki, yalnız hey’et–i
murahhasa aleyhdârlığına cevaz verilmiştir. Memleket hey’et–i murahhasadan daha
ziyade herhangi bir mes’elede bir def’a hatâ eden herhangi bir makâm veya zât
görülmemesi tesâdüf müdür? Efkâr–ı Umûmiye uzun süren gerginliklere ve
intizârlara tahammül edemez yorulur. İstiklâl seferinin muvaffakiyetle
neticelenen herhangi bir vak’a veya safhasının tecellisinden bir gün evvel kaç
kişi tarafdâr veya tasvibkâr idi? Bu defa elim ve müşkilü’t – tahammül olan
hâl–i husûsî sizden uzak bulunmamız, ifâde–i merâmda ve tasvîr–i vaz’iyyetdeki
aczımızdır. Şahıslarımızın ma’rûz bulunduğu ta’rîzâtı düşünmüyorum. Cereyân–ı
ahvâl–i bizzât izâh edeceğim. Vakit herhangi bir sâhib–i insâfın ve cereyân–ı
şuûn ve hâdisâtın bizi tahtie edecek bir şey bulamayacağına şüphem yoktur.
Mütecellidâne hareketimize emniyet buyurunuz. Bundan fazlası kalkıp gelmek veya
müddetle cevâb istemek ya’ni ültimatom vermektir. Bu kadar büyük kararlar kolay
verilmez. Zâten bunun tervîc ve iltizâm buyurulduğunu da şimdiye kadar telâkki
etmedim. Emin olabilirsiniz ki devletler arasında bugünlerde en son ihtimâlat
görüşülmüş ve bizimle sulh veya harb mevzû–ı bahs olmuştur. Eğer metâlibimizde
ısrar vaz’iyyeti bu derece gerginliğe getirmiş ise bu bizim kat’iyyet ve
tecellüdümüzü değil de neyi gösterir? Yazdıklarınız lüzûmundan fazla derinlere
nüfûz edecek kadar ağır yazılmıştır. Da’vâyı kazanmak içün azmimizi muhafaza
ettiren yegâne medâr–ı istinâd birgün şifâhî hisâb vermemiz mukadder olursa hak
kazanacağımız ümmididir. Hülâsa bir iki gün içinde açılacak vaz’iyyetde
vazifemizi yapacağız. Eğer muzaffer ordumuza tekrar yol vermemiz icâb ederse
tevessül edilecek başka bir vâsıta daha var idi de tecrübe edilmemiş idi gibi
bir ukde bırakmayacağız Efendim.
İSMET
Lozan Konferansının Son Oturumunda
Yapılan Teşekkür Konuşması
(17. 07. 1923)[62]
Lozan Konferansının, açılış
oturmasını yaptığı günden beri, hemen hemen dokuz ay geçti. Konuşmalar, temsil
edilen devletler arasında eşitlik prensibi dairesinde yürütüldü. Bu
konuşmaların, mutlu sonu, bu prensipten esinlenmiş müzakerelerin vardığı
verimli sonucun parlak delilidir. Türk murahhasları, memleket ve milletlerinin,
medeni bütün memleket ve milletlerin yararlandığı tam ve mutlak bağımsızlığa
layık olduğunu her vesile ile söylemekten geri kalmadı. Sulh antlaşmasını, bu
prensiplerden esinlenmiş duygu ile imzalayacağız. Burada temsil edilen
devletlerin, bunu samimi bir barış arzusu ile tatbik etmek isteyeceklerinde
şüphemiz yoktur.
Britanya Heyetine samimi
teşekkürlerimi ifade etmeyi iltizam ederim. İki memleketin eski dostluğunu
hatırlamak lütfunda bulunulmuştur. Bu bizim için büyük mahzuziyeti muciptir.
Eski dostluğa ait his ve hatıralar, Türk milletinde çok zindedir ve süreklidir.
Türkiye ile Fransa arasında
asırlarca müddet mevcut olmuş ihlas dolu münasebetleri hatırlatan Fransa
heyetine dahi teşekkür eylemeyi iltizam eylerim. Bu dostluğun hatıralarını
münasebetlerimizde daima muhafaza ettik.
Türk milletinin İtalyan milletiyle
münasebetleri daima büyük dostluk ve muhalesat duygularından mülhemdir.
Değerli yardımlarından ötürü,
bütün murahhas heyetlere de teşekkür ederiz.
Konferansın reisleri tarafından
sarf edilen takdire değer emeklerin hatırasını, daima saygı ile anacağız.
Münakaşalarımız sırasında çıkan güç meseleleri halletmek yollarını
araştırmaktan geri durmayan mütehassıslarla, hukuk müşavirlerine ve konferans
umumi kâtipliğine de teşekkür ederiz.
Dokuz aydan beri bize en geniş ve
en nazik misafirperverliği göstermiş olan İsviçre Cumhuriyetine, Vaud Kantonuna
ve Lozan şehrine minnetlerimi ifade ile sözlerimi bitiririm.
Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[63]
(18. 07. 1923)
NO. 643
Gazi Mustafa Kemal Paşa
Hazretlerine
Ugent
18/7/39
(18/71923)
No. 335, 336
1- Konferansın hitâm bulduğu
ve mesâilin tarz–ı hallini üç gün evvel hükümete arz etmiştim. Hiçbir cevâb
almadığımdan bir tereddüdün hükümfermâ olduğunu zannediyorum. Bu tereddüdün
esbâbını tahmin etmeğe çalışacağım. İmtiyâzât mes’elesinden dolayı tereddüde
mahal olamaz. Çünki bunda esâs-ı mes’ele Chester ile teârûz idi. Gerek
Samsun – Sivas ve gerek Armstrong içün hakları mahfûzdur kaydı çıkarılmıştır.
Muâhedenin mevki–i mer’iyette vaz’ından sonra yapılacak mukâvelât ile
Bahr–ı Siyâh şebekesinde verilecek imtiyâzât içün ecnebi sermâyesine
müsâbaka açarsak müsâvî şeraitle Régie générale’i da haberdâr ve da’vet
edeceğiz. Gerçi bunda Bahr–ı Siyâh şebekesinin haricindeki menâtık yerine
bizzât o şebeke mıntıkası mevzu–ı bahs olmuş ise de muâhedenin mevki–i
mer’iyette vaz’ından sonra yapılacak mukavelât kaydı Chester ile hergünâ
teâruzu kat’iyyen ref’eder. Hakk–ı rüchân kaldırılmıştır. En mühim nokta olan
Turkish Petroleum’un büsbütün ihrâcı ise gayr–ı kâbil–i tasavvur bir
muvaffakiyetdir.
2- Tahliye işinde
muâhedenin mer’iyyetine kadar gemilerden daha azı kabul ettirilmiştir. Bu
gemilerin kalabilecekleri müddet en geç sene nihayetine kadar tahdîd
edilmiştir. Bu cihetde mutasavver mahzûr tamamen izâle edildi.
3- Yalnız serbest–i
mürür mes’elesi kalıyor. Mürüra mâni’ olmağa esâsen imkân yok idi. Hakk–ı
tevakkufu izâle etmekle mühim bir şey yapmış olduğumuz kanaatındayım. Şimdi en
bedbîn ihtimâli alalım. Müttefikler muâhedeyi tasdik etmeyerek, Boğazlardan
bilâ kayd ü şart mürür kayd–ı muvakkatını temdid ederler.Ancak bizim de gayr–ı
askerîlik hakkında aldığımız taahhüdât muâhedenin mer’iyyeti ile kâimdir. İş
uzarsa biz de Boğazları tahkîme başlarız. Ticaret mukâvelesinin mer’iyyeti
taahhüd edilmediğinden bu hususta müşkülât yaparız. Velhâsıl Boğazlardan bilâ
kayd ü şart mürûr ettikleri zaman ansızın Marmara Denizinde bulunduracakları
gayr–ı mahdûd kuvvet ile tatbikini talep ettiğimiz ikinci madde mücebince her
devlet için en kuvvetli Bahr–ı Siyâh donanmasına muâdil kuvvet ya’ni üç misli
Rus donanması arasında büyük fark yoktur. Bu aynen Mudanya Mukâvelenâmesinin
mer’iyyeti Konferansın in’ikâdına kadar ve devamı müddetince mer’i olmasına
benzer. Eğer Müttefikler bizi konferansa çağırmasa idiler Mudanya
Mukâvelenâmesi ile’l–ebet mer’î kalacak idi. Böyle bir tehlikeyi o zaman daha
çok düşündüm. Hakikatde İtalyan ve İngilizlerin sene nihâyetinden evvel tasdîk
edecekleri tahmin olunuyor. Muâhedenin tasdiki müşkilâtı belki Fransızlardan
gelecektir. Fakat ikisi tasdîk ettikten sonra Japonya da onlara iltihak
edeceğinden bu suretle üç devlet tarafından muâhede tasdîk olununca umûmu içün
mer’i olacağı kaydı muâhedede mevcuddur. Eğer müttefik devletlerin
parlemantoları muâhedeyi reddederlerse biz de her türlü taahhüdâtdan müberrrâ
kalırız. Bu zâten yeni bir hâl–i harb vaz’iyyetidir ki bu vaz’iyyetde biz
memleketimizin tamâmiyetini istihsâl ve te’min etmiş ve ağlep-i ihtimâl Yunan
ordusundan da kurtulmuş bulunacağız. Eğer sû–i niyette olup serbestî–i mürûrdan
bilistifâde Boğazı geçerek bir tazyik yapmak isterlerse serbesti–i mürûrsuz
dahî yaparlar. Ve her iki surette de hâl–i harbtır. Sû–i niyete ma’rûz
kaldığımız hâlde mademki tahliye ettirilmiştir kat’î bir vaz’iyyet almazdan
evvel gerek İstanbul gerek Rumeli içün evvelen tedâbirimizi ittihâz ve
ikmâl etmeğe vakit buluruz. Hülâsa hem yapacak bir şey görmüyorum hem de
mûcip–i tereddüt bir nokta görmüyorum. Tahliyeyi bu derece yaptırmak dahî
muhtemel yeni mücâdele bizi daha kuvvetli vaz’iyyette bulundurur. Binâen aleyh
bu şıkk Boğazlar Mukâvelenâmesinin mer’iyyeti vaz’iyyetinden daha fâidelidir.
Bunun da en mühim noktası bizi Boğazları tahkîmden men’eder bir kayd
olmamasıdır. Halbuki bu kayd Boğazlar Mukâvelenâmesinde mevcuttur.
4- Eğer hükümet kabul
ettiğimiz şeylerin reddine kat’iyyen musırr ise bunu bizim yapmaklığımıza imkân
yoktur. Düşüne düşüne benim bulduğum yol İstanbul’daki Komiserlere tebligât
yapıp imzâ salâhiyyetini bizden nez’etmektir. Bu halde gerçi bizim içün kürre–i
arz üzerinde görülmemiş bir skandal olur. Fakat menâfi-i âliye-i vatan şahsî
düşüncelerin fevkinde olduğundan hükümet kanâatını tatbîk eder. Hükümetten
teşekkür beklemiyoruz. Muhâsebe–i a’mâlimiz millete ve târihe mevdû’dur.
İSMET
Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[64]
(20. 07. 1923)
NO. 647
Gazi Mustafa Kemal Paşa
Hazretlerine
No. 338
20/7/39
(20/7/1923)
Her dar zamanda Hızır gibi yetişirsin. Dört beş gündür
çektiğim âzabı tasavvur et. Büyük işler yapmış ve yaptırmış adamsın. Sana
merbûtiyetim bir kat daha artmıştır. Gözlerinden öperim pek sevgili kardeşim,
azîz şefim.
İSMET
Lozan’dan Bakanlar Kurulu Başkanlığına
Gönderilen Mesaj[65]
(23. 07. 1923)
NO. 668
Hey’et–i Vekile Riyâsetine
No. 346
23/7/ 39
(23/7/1923)
Sulhun imzâsı 24 Temmuz öğleden sonra saat üçte
başlıyacağı ma’rûzdur.
İSMET
Lozan’dan Bakanlar Kurulu Başkanlığına
Gönderilen Mesaj[66]
(24. 07. 1923)
NO. 671
Hey’et–i Vekile Riyâsetine
Urgent
No. 348
24/7/ 39
(24/7/1923)
İngiltere,
Fransa, İtalya, Japonya, Romanya ve Yunanistan ile Türkiye arasında sulh
muâhedenâmesi 24 Temmuz saat üçten dörde kadar imzâ edilmiştir. İmzâ merâsimine
İsviçre Reis–i Cumhûru Riyâset eyledi. Belçika ve Portekiz ile bir protokol
imzâ edildi. Sırbistan, Türkiye’ye taalluk etmeyen esbâbdan dolayı imzâ etmedi.
Muâhedenin mevki–i mer’iyyete vaz’ına kadar imzâsına imkân bırakılmak üzere bir
protokol yapıldı.
İSMET
Lozan’dan Türkiye’nin Paris Temsilciliğine
Gönderilen Mesaj[67]
(24. 07. 1923)
No. 676
Hariciye Vekâletinden Paris
Mümessilliğine
24 Temmuz 339 (1923)
Tel.
No. 2281
(...)
1– Lehistan ile Dostluk Muahedesi ve
Ticaret ve İkamet Mukavelenameleri bugün tam zevalde imza edilmiştir.
23 Temmuz
İSMET
2– İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Romanya, Yunanistan
ve Türkiye arasında sulh muahedenamesi 24 Temmuz saat üçten dörde kadar imza
edilmiştir. Merasime İsviçre Reisicumhûru riyâset eyledi. Belçika ve Portekiz
ile bir protokol imzâ edildi. Sırbistan, Türkiye’ye taalluk etmeyen esbâbdan
dolayı imzâ etmedi. Muâhedenin mevkii mer’iyyete vaz’ına kadar imzâsına imkân
bırakılmak üzere bir protokol yapıldı.
24 Temmuz 339
İSMET
Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[68]
(25. 07. 1923)
NO. 680
Büyük Millet Meclisi Reisi
Gazi Mustafa Kemal Paşa
Hazretlerine
No. 335
25/7/39
(25/71923)
Taltifât ve tebrikâ–ı Riyâsetpenâhileri murahhasları ve bütün heyet–i
murahhasa â’zâsını hiss–i şükrân ile işbâ’ eylemiştir. Murahhas arkadaşlarım ve
bütün hey’et–i murahhasa â’zâsı ile beraber da’vâmızın her vâdide bi–hakkın
alemdârı olan zat–ı riyâsetpenâhilerinin Türk milleti içün yaptıkları büyük
hidemât–ı târihiyeleri miyânında bulunan akd–i sulhu ta’zimât–ı mahsûsamızı
takdim ile beraber tebrik eyler, hidemât–ı mühimme–i âtiyelerinde dahî büyük
büyük muvaffakiyetlere nailiyetlerini dileriz.
İSMET
Lozan’dan Gazi Mustafa Kemal’e Gönderilen Mesaj[69]
(06. 08. 1923)
NO. 720
Gazi Mustafa Kemal Paşa
Hazretlerine
No. 375
6/8/39
(6/8/1923)
1-
Amerikalılarla bir muâhede–i umûmiye ile iâde–i mücrimin muâhedesi bugün imzâ
edildi. Metâlib maddesi kâmilen muâhededen ihrâc ile münâkaşası âtîye ta’lîk
edildi ve bu bâbda i’tilâf hâsıl oluncaya kadar tarafeyn muâhedatı Meclislerin
tasdîkine arz edip etmemekte serbestîlerini muhâfaza ettiklerine dâir notalar
teâti edildi. Netice hükümetin ta’lîmâtına tamamen mutabıktır. Vazife ifâ
edilmiştir. 7 Ağustosda hareket ediyoruz.
2- Muâhedeleri
size bir mekteb tarafından verilip bana tevdi ettiğiniz altın kalemle imzâ
etmiştim. İstanbul Dârülfünûn talebesi de bana resmen bir kalem vermişti. Başkumandanın
kalemiyle imzâ etmek vazifesini ifâ ettim. Bu kalemi İstanbul Dârülfünûnuna
Gazi Başkumandanın hediyesi olarak tevdî etmek fikri hatırıma geldi.
Tasvîb buyurursanız İstanbul’da emrinizi hâzır bulurum. Tarafınızdan
Dârülfünûna takdim ederim.
Murahhas
arkadaşların ve hey’et–i murahhasasının ta’zîmâtını takdim ederim.
3- Mülâkâtı ne
kadar tahassürle beklediğimizi tasavvur edemezsiniz. Ve bî–nihâye muhabbet ve
hürmetle gözlerinizden öperim sevgili kardeşim.
İSMET
Konferans Sonrası İlk Söylev
Lozan
Konferansı Dönüşünde
İstanbul
Üniversitesince Fahri Profesörlük Verilmesi
Dolayısıyla
Düzenlenen Törende Verilen Söylev[70]
(11.
08. 1923)
Muhterem Öğretim Üyeleri ve Üniversiteli Arkadaşlarım,
Beni bugün aranıza kabul etmekle bahtiyar ettiniz,
hayatımda bununla iftihar edeceğim. Üniversite’ye katılmakla şahsıma düşecek
vazifeleri tamamen yerine getirmek için çalışacağım. Teşekkürlerimi ne suretle
ifade edeceğimi bilemiyorum.
Arkadaşlar,
Biliyorsunuz ki henüz Lozan’da tespit ettiğimiz eseri
Meclis’in tasdikine arz edemedim. Antlaşma, hukukî ve resmî değerini Meclis’in
kararından sonra kazanacaktır. Diğer taraftan beyanatımı üzerimde bulunan resmî
sıfat ile, Hariciye Bakanı sıfatıyla vukubulan ifadeler makamında telakki
etmeyiniz. Bunu, yerimde bir vazife olarak yapacağım. Bugünkü konuşmamızı
hususi bir sohbet mahiyetinde telâkki ediniz. Sizin huzurunuzda söz söylemek
için hazırlığa vakit bulamadım. Arzu ederdim ki, daha esaslı surette çalışayım
ve daha esaslı şeyler söyleyeyim. Söyleyeceğim sözler, hemen söyleniveren
şeyler kabilindendir.
Arkadaşlar,
Yakın bir maziye kısaca göz atmak isterim. “Harb–i Umumî’
den (I. Dünya Savaşı) sonra hasıl olan vaziyet, Osmanlı İmparatorluğu’nun
çöküşü halidir. Bunu Reisicumhurlar, Reisihükümetler pek açıkça ifadeden
çekinmemişlerdir. Yakın bir mâzi de olsa bunu hatırlamak acı bir şeydir; fakat
maksadım, söylediğim gibi, bir sohbet olduğu için daha ziyade hissî zeminler
üzerinde, heyecan ve hissiyatımızı tatmin edecek şevkli bir zemin üzerinde
değil, kuru çıplak bir zemin üzerinde bugün ve gelecek hakkında mütalâa beyan
etmektir. Evet, çıplak surette... Harb–i Umumî’den çıktıktan sonraki
vaziyetimizi gözönüne getirelim. Yakın zamanlara kadar muhterem profesörler
bize Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü öğretirlerdi. O zaman ki Osmanlı devleti
böyle enkaz ifade eden bir vaziyette idi. Memleket bütünüyle istilâ altında.
İşgal altında olan yerler ve işgalin varamadığı yerlerde ise oralara kadar
nüfuz eden telgraf emirleri, tam ve hakiki bir işgalî gösteriyordu. Teşkil
olunan hükümetler işarete tabi, boyun eğmiş ve teslim olmuş hükümetler
vaziyetindeydi. Bu vaziyeti, Türk milletinin vicdanı olduğu gibi görmüştür ve
Türk milleti bunu soğukkanlılıkla mütalâa ederek anlamıştır.
Çöküşe karşı her şeyden evvel düşünülecek bir şeyler
vardır: Vazife hissi. Eğer büyük bir nehre, bir tehlike ortaya çıktığında, bir
insanın yalnız atlaması bir vazife halini alırsa buna teşebbüs lâzımdır. Burada,
üniversitede işitmek isterim ki; geleceğin her türlü safahatında bir vazife
hissi tecelli etmek zaruri olduğu takdirde bu hissi esas ittihaz edecek
misiniz? Cevap veriniz. ( Hay hay sesleri.)
Arkadaşlar,
“Her büyük tehlikeye ve maceraya insanların böyle
atılışlarını vazife gerekli kılıyor, bundan dolayı böyle hallerde atılmak
lâzımdır.” Her büyük maceranın önderleri bunu söylemiştir. Vazife mecburiyeti
büyük maceralara vasıta ittihaz kılınmıştır. Fakat bu kadar büyük bir tehlikeyi
icabettirecek anın mevsimsiz gelmiş olduğunu göz aldanması zannetmek de
tehlikelidir. Bu tehlikeyi doğru görüşleriniz, tecrübeniz, hassasiyetinizle
engellemek lâzımdır.
Arkadaşlar,
Birçok zamandan beri muharebe içindeyiz. Hepimiz işittik
ki muharebe millî olmalıdır. Bu zaruretin vicdanlara yerleşmesi icap eder.
İstiklâl Savaşı’na gelinceye kadar, size doğrusunu söyleyeyim ki, ben kendi
nefsimde bunu hissetmemiştim. İstiklâl mücadelesinde yalnız kendimde değil, en
aciz köylülerde bile bunu tamamen hissettim. Kime sorulsa, bu derhal
anlaşıyordu.
Başlıca kuvvet; milletin tecavüze karşı duyduğu isyan ile
belirli bir hedefi kendisine tayin etmiş olmasıdır. İkinci kuvvet; askerî
konularda itaat özelliğidir. Hakikaten itaat özelliği milletlerin hayatını en
çok tanzim eden başlıca özelliktir. Her büyük işi yaptıran itaati, intizam ile,
teşkilât kuvvetiyle, tesanütle karışmış görürsünüz. İtaat, onlarla karışmış
olduğu için hakikî bir kıymettir.
Biz, teşkilâttan uzaklaşmış bir sosyal toplum
halindeydik. Birçok milletler de öyleydi. Onlar bir toplum haline gelememişti.
Türk milletiyse yekvücut bir millet haline gelmiştir. Türk milletinin en büyük
özelliği budur.
Her birimiz dünyanın her tarafına dağılsak yine
karıncalar gibi bir araya geliriz. Hemen birbirimize uyarak baş ve nihayeti
mevcut bir toplum halini alabiliriz. Bu, milletimizin özelliğidir. Milletimiz
bu özelliği kazanmıştır. Bütün hayatımızda bize başarı kazandıran budur.
Arkadaşlar,
Büyük felaketlere, büyük tecrübelere, büyük milletler
tahammül eder. Harp vakti, geçirdiğimiz hayat çok ağırdı. Büyük bir kıtayı
düşmana bırakıyorduk. Bu ağır bir yüktü. İnsan kendi evladını, imar ettiği
kıtayı –bütün milletin saadeti için– bıraksa da üzülmemek kabil değildi. Böyle
üzülerek bıraktığımız yerleri tekrar bulduğumuz zaman ahalisini asla değişmemiş
ve bozulmamış bulduk. Yalnızca bunlar ağır bir yüke tahammül etmiş insanlar
halindeydiler. Bu tecelli de ancak büyük milletlerde görülebilir. Biz
köylülerden son vasıtasını istediğimiz zaman köylü ve fertler “pek ala”
diyorlardı, fakat yalnız muvaffak olunuz, yalnız hedefi siz tayin ediniz. Köylü
aynı zamanda bizi denetliyordu da. Ordumuz eğer Harb–i Umumî orduları gibi
olsaydı Türk milleti bunu asla kabul etmezdi. Ordumuz her şeyi mükemmel olduğu
halde baştan başa birbirine kenetlenmiş bir bütün halinde, düşmana yekpare bir
blok şeklinde son darbesini indirmiştir. Kazandığımız muvaffakiyetin cihanşümul
ehemmiyeti buradadır. Bu, bir milletin büyük kuvvetiyle diğer bir milletin
bütün vasıtalarına karşı cansiperâne muharebe etmesidir. Milletimizde, hedefine
mutlaka ulaşıncaya kadar çalışmak azim ve sebatı vardır.
Millî Mücadele devri, geçirdiğimiz ilk ağır imtihandı.
Bu, davet edildiğimiz bir imtihandı. Cemiyet–i beşeriye, haksız olarak Osmanlı
İmparatorluğu’nun çöküşüne hükmettiği zaman, haksız olarak Türk milletinin de
çöküşüne hükmetmiştir. Bu imtihandan başarıyla çıktıktan sonra konferansa
gittik. Bu da bir imtihandı. Bütün milletlerin ortasında davamızı izaha davet
edilmiştik. Konferansa büyük zorluklara rağmen açık ve belli bir vaziyette
girdik. Ne istiyorduk? Haksız olarak yaşama hakkımızı reddetmişlerdi. Yaşamaya
muktedir olduğumuzu ifadeye gitmiştik. Sade bunu istiyorduk. Bunun için en
kuvvetli vaziyetteydik. Sonuna kadar bu hedefi takip ettik. Gerçi kolay olmadı.
Kopma tehlikeleri daimiydi.
Konferansta, reddediyoruz dediğimiz zaman milletin de
reddedeceğini biliyorduk. Milletin bu kanaatini muhtelif vesilelerle
muhataplarımıza ifade ettik. Bu hedeflere ulaşma kanaati milletin her
ferdinde tecelli ettiğinden barış için bir engel kalmamıştır. Bu ikinci ağır
imtihan neticesi Lozan Antlaşması ile tespit olunmuştur.
Bu konferansa giderken üniversite antlaşmayı imzalamak
için bir kalem hediye etmişti. Başkumandan Paşa düşündüler ki, Antlaşmayı kendi
kalemleriyle imza edeyim. Sebebi; bu kalemin Üniversite Kütüphanesine
Başkumandan Paşa tarafından hediye edilmesidir. Geçmiş maceramız diyerek
antlaşmayı imzaladığım bu kalemi size tevdi edeceğiz, onu siz muhafaza ediniz.
Arkadaşlar,
Antlaşma, birçok noktalardan mühim bir vesikadır. Başlıca
noktalarını aydınlatacağım. Bu, harpten sonra yapılan antlaşmalar ile mukayese
edilemez. Almanya ve Bulgaristan ile yapılan antlaşmalar ile mukayese mümkün
değildir. Onların esası; hudut konularından uzak daimi bir malî yükümlülük;
tamirat namı altında milleti devamlı bir mecburiyet altında bulundurmak. Sonra
askerî sınırlamalar adı altında milleti silahsız bulundurmak ve daha sonra,
muhtelif vesilelerle bir takım denetim heyetleri kurmak. Bir de iktisadî ve
malî işlerde bazı kısıtlamalar ve zorluklar. İşte felâkete uğrayan milletler bu
ağır prensipler altında ezilmektedir.
Devamlı denetim, silahsızlık, müdafaa hakkından
mahrumiyet, başkalarının kendi işine karışması, iktisadî ve ticarî
sınırlamalar, işte diğer antlaşmalardaki esaslar.
Bizim memleketimiz bu
noktalardan hiç birisine yakından ve uzaktan temas edemez. Milletin ayaklanma
sebebi de zaten bu idi. Kimsenin bunu kabule takati yoktu. Onun için antlaşmayı
muhtelif devletlerle zor şartlar içinde uzun mücadeleler ile yapılmış bir
antlaşma esasları dahilinde bulacaksınız.
Şimdi Türk milleti yeni ve ağır bir vazifeye devam
olunmaktadır. Barış haline giriyor ve barış hayatı içinde milletler
topluluğunda mücadele üstleniyoruz. Geçirdiğimiz devirlerden kuvvet alarak yeni
devreye girmek lâzımdır. Harp zorlukları tecrübe olundu. Şimdi geçirilecek saha
ise bilhassa ilim ve ihtisas sahasıdır. Bu sahalardaki muvaffakiyet bir iki
günde değil, daimi bir sebat ile olacağı için daha çok zamana, sabra ihtiyaç
gösterecektir.
Arkadaşlar,
Önümüzde her halde on senelik bir devre vardır ki bu zamanda
gelişmek için bütün kuvvetlerimizi toplayarak hedefe vasıl olacağız.
Arkadaşlar,
İktisat mücadelesinde behemehal galebe etmek lâzımdır. Bu
vazife bilhassa size düşüyor. Buna vasıta idare ve siyaset değildir. İdarî ve
siyasî engeller de vardı. Fakat bu da ortadan kalkmıştır.
Arkadaşlar,
Ticarette herhangi bir dükkancı benden alınmasın, ondan
alınsın dese bu çok fenadır. Niçin kendisinden alınmasın? Okul hayatında iken,
askerlikte, doktorlukta çalışma güçtür, ticarette daha kolaydır, diyenler
vardır. Hayır, böyle değildir. Her şey için daha çok çalışmak lâzımdır. Hayatın
her sahasında zorluklar olacaktır. Fakat bu yolda yürünecektir, gidilecektir.
Hayat ağır vazifelerle bu vadide sizi bekliyor, bunu siz yapacaksınız
arkadaşlar.
Her millet gibi aynı vasıtalarla ilerleyebiliriz. Bu
kanaatle işe başlamalıyız. Bu gideceğimiz uzun yolunda başında ve ortasında
birçokları kalacaktır. Fakat sonuna kadar gidecekler de pek çoktur. İlim
sahasında ayrı bir surette mesafe almak idealimizdir, bunu hep birlikte
sağlamaya çalışalım. Behemehal gideceğimiz yolda galebe etmek lâzımdır. Başka
bir şey düşünmek yoktur.
Muhterem arkadaşlarım,
Dört köşesi belli bir vatanı kalkındıracak sizsiniz. Size
biz, bu vatanı vicdan rahatlığıyla teslim edeceğiz. Muhafaza şerefi o zaman
size ait olacaktır. Bu vazifeyi yapmalısınız.
Konferans Sonrası Konuşmalarında
Lozan ve Bağlantılı Konulara İlişkin Anlatı ve Değiniler
Lozan
Barış Antlaşması’nın
Onaylanmasına
İlişkin Yasa Tasarısıyla İlgili
BMM
Görüşmesinde Verilen Söylev[71]
(23.
08. 1923)
Muhterem arkadaşlar! 1914 senesinde infilak eden Harbi
Umumiyi Türkiye için tasfiye eden Muahedename ve senedatı düveliyeyi Huzuru
Âlinize takdim ettim. Derhatır buyurursunuz 1914’te Harbi Umumi infilak ettiği
zaman bütün milletler meçhuliyet karşısında, endişei hayat ile ve endişeyi
ferda ile düşünüyorlardı. Hiç şüphesiz Osmanlı İmparatorluğunun ciddî mehalik
karşısında bulunduğunu sahibi idrak ve insaf olan hiçbir kimse reddedemezdi, bu
kadar mahmul ve meşbu bir endişe içinde Osmanlı İmparatorluğunun intihab
edeceği vaziyet ve en muvafık olan fikir ve tedbir ne idi? Bu daima şayanı
tetebbu ve şayanı münakaşa bir zemindir. Ben bugün bu zemine girmeyi arzu
etmiyorum, bir faidei ameliyesi yoktur. Hepimiz derhatır ederiz ki: 1330’daki
[1914’deki] Osmanlı İmparatorluğu zimamdarını bu büyük vaziyetin tedbirini harbde
bir tarafa iştirak ve iltihakta bulunmuşlardır. Esası münakaşa etmemek
hakkındaki kararımı muhafaza ediyorum. Bununla beraber Harbi Umuminin birçok
safahati tetkik olunmalıdır. Âtiye mucibi intibalı olmak için lazımdır. Evvela
Harbi Umumiye tarzı duhulü hiçbir zaman şayanı tenkid olmaktan kurtulamaz. Her
millet Harbi Umumiye hayat ve memat mücadelesi olduğunu samimem ve cidden
bilerek karar vermiştir. Hayat ve memat mücadelesine karar vermek bir kimsenin,
bir heyetin hakkı değildir. Bu; milletin bizzat verebileceği bir karardır. Bu
kadar büyük hadisat milletin karşısında emrivaki olarak bulundurulamazdı.
Arkadaşlar. Harbi Umuminin cereyanı da baştanbaşa medarı ibrettir. Kemali esaf
[esef] ve elemle derhatır etmeliyiz ki gunagün suiistimalat baştanbaşa
memlekette bir sistem, bir meslek haline gelmiştir. Hepimiz biliriz ki kendi
hudutlarımızı ve kendi vatanımızı müdafaa etmeye zaten kifayet etmiyen evladı
vatan: Vatan haricinde heder edilmişti.
Arkadaşlar! Bu toprağın evlatlarının kanı ecnebilerin
yeddi tasarrufunda idi. Ecnebiler bu memleketin en büyüğünden en küçüğüne kadar
bütün siyasetine en kuvvetli bir salahiyetle nüfuz ve hulul etmişlerdi. Sahibi
izan ve insaf hiçbir kimse Osmanlı İmparatorluğunun artık bir mevcudiyeti
hâkime ve müstakille halinde bulunmadığına zerre kadar şüphe etmiyorlardı.
İdarei memlekette milletin kendi iradesi ve ihtiyarı tamamen insilabetmiş idi.
Halbuki arkadaşlar bu vaziyette fert için olduğu gibi millet için, memleket
için de kendi irade ve ihtiyarı en büyük kuvveti ve en kuvvetli medarı istinad
olur. Eğer irade ve ihtiyarına sahibolsa idiler o zamanki zimamdaran Harbi
Umuminin safahatı esnasında tezahür eden fırsatlardan belki istifade ederlerdi
ve memleketimiz için birçok felaketlere mani olmak şöyle dursun belki
müttefikleri için de daha müsait şeriati [şeraiti] sulhiye elde etmesine medar
olurlardı. Daima elemle ve teessürle düşüneceğimiz bu sahafat hiçbir zaman
gözümüzün önünden ayrılmamalıdır. Büyük bir hadisei tarihiyeyi tasfiye
ediyoruz.
Muhterem efendiler! Mütarekeden sonra geçen safahat için
âlâmınızı, ıztırabınızı tahrik etmek istemem. Çok mevani ve müşkülata maruz
kalmışızdır. Bundan bahsedişim, bilhassa siyasî bir noktayı kendi telekkiyatı
milliyemiz noktayı nazarından nazarlarınızda tebarüz ettirmektir. Eski sistemi
bu hareketlere sevk eden bir sebebi aslî, bir siyaseti asliye vardır. Bu
siyaseti asliyeyi müsaade ediniz iki cümle ile ifade edeyim: İster Mutlakiyet
devrinde, ister Harbi Umumi devrinde ve isterse ondan sonra olsun ekseriyetle Osmanlı
İmparatorluğunun dahili idaresi için şiarı; milletin murakabesinden kendisini
kurtarmaya çalışan, milletin murakabesine karşı ıztırap hisseden bir
Mutlakiyet idare fikri idi. Şekil ne olursa olsun –Osmanlı İmparatorluğunun–
ruhunda daima bu kalmıştı. Dahilde her türlü murakebeden azade kalan bir
Mutlakıyeti idare fikri, idarei dahiliye siyasetini teşkil ediyordu. Harici
siyaset ise ister dostluk, ister ittifak, ister her hangi bir nam altında
olursa olsun intihab ettikleri bir devlete karşı nihayetsiz bir teslimiyet ile
ifade olunabilir. Mütarekeden evvel ekseriyetle vaziyet bu idi. Mütarekeden
sonra vaziyet ekseriyetle bu oldu ve Osmanlı İmparatorluğunun bütün ananatında
yerleşen sistem ve haleti ruhiye budur. Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun
Hükümetiyle tecelli ve devam eden siyaseti milliye; bu arz ettiğim eski
siyasete taban tabana zıttır; zıddı tam ve zıddı mutlak halindedir. Biz
dahilde idarei Hükümeti milletin bilakaydüşart murakabesi altında bir idare,
daha vazih bir tabir ile milletin kendi işini bilfiil idare etmesi şeklinde bir
idare anladık ve o sistemi takibettik. Harici siyasette şiarımız evvela temas
edeceğimiz her hangi bir Devlete karşı kendi mevcudiyetimizi müdrik ve tam müstakil
ve menaflimize tamamen sahip bir vaziyet almak suretinde telakki ettik... En
müşkül zamanlarda diğer devletlerle tesis ettiğimiz münasebat ancak bu suretle
ifade olunabilir. (Alkışlar) Âtiyen takibedeceğimiz münasebat ve tesis
edeceğimiz dostluklar ve her guna revabıtta dahi evvelemirde Türkiye’nin ve
Türk milletinin hüviyeti müstakillesi, mevcudiyeti tamamen muhterem ve muteber
midir? Bunu bir noktai azimet ve bir noktai temas addedeceğiz. Bundan sonra
başlıyan münasebat hakikî ve maddî bir surette ve mukabil bir şekilde olmak
üzere devam edecektir. Siyaseti hariciyemiz, şekli idaremizin doğduğu günden
beri bu oldu ve ilamaşallah ve ilelebet bu olacaktır. Onun için Heyeti
Aliyenize takdim ettiğimiz muahedatta mukaddime olarak bu münasebatın
devletlerin istiklâl ve hâkimiyetine hürmet esasına riayet vücubunu mülahaza
ederek yapılmış olduğu zikrediliyor. Bu bir tesadüf ve bir lafız değildir ve
mukaddes bir (ideal)’e behemehal, vasıl olmak için yüriyen bir milletin
istihsal eylediği bir vaziyet ve neticedir. Tevarüs ettiğimiz Osmanlı
İmparatorluğunun şimdiye kadar akdettiği mukavelat ile bu mukavelat arasında
esaslı bir fark ve büyük bir tefevvuk bu mahiyettedir.
Efendiler! Elimizdeki vesaik bir mücadelei siyasiye
devrinin netayicidir. İstiklâl Mücadelesinin mücadelatı harbiyesi bittikten
sonra mücadelatı siyasiyesi başlamıştır. Bu mücadelatı siyasiye hakikati halde
Mudanya Mütarekesinden başlar. Mudanya Mütarekesi günlerinde milletimizle bize
muhasım olan milletler arasındaki vaziyeti siyasiye ve haleti ruhiye şu tarzda
ifade olunabilir. Bir suretle tesfiyesi ve tatmini kabil olmıyan bir emniyetsizlik
vardı. Uzun senelerin hadisatı her hangi bir teması siyasî için büyük bir
emniyetsitlik vücuda getirmişti. Emniyetsizlik, yekdiğerinin her hangi bir
sözüne ve imzasına emniyetsizlik medarı hayat mıydı? Ve bu mücadele nihayet
bulmayacak mıydı? Avrupa’da ve bizim memleketimizde müfritler vardı ki, bu
siyaset yolunu hiç açmaksızın, başlanan silah hareketini nihayetine kadar
yürütmek istiyorlardı. Bunun nihayeti yoktu. Silah hareketi nihayet bir
noktada durmak lazımdı. Büyük Millet Meclisi Hükümeti bu noktada kati bir
nüfuzu nazar ve kati bir karar ile tedbir aldı. Evet bu vaziyeti askeriye
içinde milletlerle siyasî temasa girmek ve siyasî ahitler imza etmek mümkündü
ve muvafıktı. İşte böyle selim bir his ile malumunuz olan mütarekename
imzalandı. O günden itibaren Muahedenameyi imzalayıncaya kadar, mülahaza ve
kararlarında vuzuhu olmıyan müfritler Mudanya Mütarekesinin hata olduğunu iddia
etmişlerdi. Muhti kendileri idi. Bu hatayı bugün kuvvetle tebarüz ettiren
netice göz önündedir. Mudanya Mütarekenamesini yapmıyarak harekatı askeriye
ile istihsal edebileceğimiz araziyi bir damla kan akıtmaksızın ve bir taşı
yeniden devirmeksizin tamamen istihsal etmiş oluyoruz. Ancak Mudanya Mütarekesiyle
ihdas ettiğimiz mevkii siyasidir ki, ondan sonra sekiz, dokuz ay süren büyük
bir konferansın müspet bir hedefe yürümesini muciboldu.
Arkadaşlar! Lozan
Konferansı milletimizin Avrupa ortasında davet olunduğu büyük bir imtihandır.
Mübalağa ad buyurmayınız, acaba uzaklardan sesini işittiğimiz Türkiye medeni
alem ortasında ve günagûn müşkilat içinde vazıh ve sarih olarak davasını teşrih
ve müdafaa edecek bir seviyei medeniye ve bir seviyei siyasiyede midir? Acaba
gördüğümüz manzara Anadolu dağlarında şu veya bu tesadüfün, muhasımlar
tarafından irtikab olunan şu veya bu hatanın tesadüfi neticesi midir? Yoksa
müspet ve muayyen bir hedefe doğru bir milletin bütün kuvvet ve menabii ile
vakfınsederek behemahal istihsali gaye için giriştiği bir mücadele midir?
[Lozan] Bunun imtihanı idi. Türkiye Lozanda bugün cihanı idare eden heyetlerin,
mücerren [mücerreb], ilim ve irfan ile mütemayiz, vazifelerini ifa için ciddî
bir surette yetişmiş ve çalışmış mümessilleriyle karşı karşıya geldi. Bütün
heyeti murahhasalar kendi memleketlerine karşı vazifelerini ifa etmek için
büyük gayret göstermişlerdi. Bunu takdir ile yad etmeyi bir vazifei kadirşinasi
addederim.
Heyeti Murahhasamız ki, ben onun min gayriliyakatin
riyasetiyle mübahiydim. Hükümetimiz ve Meclisimiz tarafından itina ile intihab
olunmuştu. Sizin huzurunuzda ve milletin muvacehesinde ve muvacehei alemde,
muharebe meydanında bir asker gibi gece gündüz samimî bir hissi vazife ile
çalışmış olan, her günâ müşkülata galebe için maddî ve manevî bütün
kabiliyetlerini sarf etmiş ve şahsî her türlü endişeden azade olarak sırf vatanın
tevdi ettiği vazifeyi ifa etmek için bezli vücudetmiş olan Heyeti Murahhasa
arkadaşlarımı lisanı hürmetle yâd ederim. (Alkışlar) Dünyanın her
yerinde birçok muahedat yapayalnız ilimde değil, tecrübeleri sayesinde de
mühim bir mevki kazanan mütehassıslarla bizim mütehassıslarımız ve
müşavirlerimiz karşı karşıya geldiler. Fenni ve ilmî noktai nazardan dahi
düşünülecek olursa bu ağır bir vazife idi. Murahhas olarak vazife almış olan
Hasan Bey’in kendisinden pek çok istifade ettim ve samimî bir müzaheret gördüm
– ve bilhassa murahhas olarak beraber çalıştığım Dr. Rıza Nur Beyi tevkırla yâd
etmek isterim. (Alkışlar)
Arkadaşlar! Günagûn tesirat altından yalnız ilim ve vukuf
ve tecrübe kâfi değildir. Fevkalade bir metaneti asap lazımdır. Hakikaten bir
(ideal)’e hizmet lazımdır. Fevkalade bir feragatinefs hissi ile yekdiğerine
eklenmek ve yekdiğerine samimî bir müzaheret göstermek lazımdır.
Arkadaşlarımdan ve bilhassa Rıza Nur Bey’den bunu gördüm. Dr. Rıza Nur Bey Türk
Heyeti Murahhasası içinde başlıca medarı muvaffakiyet olmuştur. Millete bunu
söylemek vazifemdir. Nasıl bir kıtai askeriye muntazaman ve bir disiplin ile
ifayı vazife ederse arkadaşlar da tamam bir feragatinefs ile reislerine merbut
olduklarını bütün cihan nazarında göstermişlerdir. Bu hal büyük mücadelede
muvaffakiyetin başlıca bir esasıdır.
Arkadaşlar! Bir vazifei esasiyeyi ifa etmek için şunu da
söylemek isterim. Gerek mücadelâtı harbiye esnasında ve gerek sulh müzakeratı
esnasında şevki kaderle ağır mesuliyetler altında bulundum. Ağır mesuliyetler
altında memleketin hayatî menafiine taallûk edebilecek ağır kararlar vermek
vaziyetinde bulundum ve bunların hepsinde merkezî idareden ayrı olarak ya
düşman karşısında veya sulh müzakeratında olduğu gibi Avrupa ortasında idim,
–siyasî tabir ile– siyasî muhassımlar arasında bulundum. Bu kadar ağır
mesuliyetleri bimuhaba almak için ve bunların içinde en büyük müşkülât
karşısında dahi hedefe karşı yürümek için malik olduğum menbaı kuvvet bilhassa
Büyük Millet Meclisi Reisi Gazi Mustafa Kemal Paşadır. (Alkışlar)
Arkadaşlar! Yalnız şahsî bir minnet ve bir şükran ifade etmek için
söylemiyorum, vazife ve iş noktai nazarından bir hakikati ifade etmek için
söylüyorum. İnsan çok bunaldığı zamanda en muvafık tedbiri bulsa dahi behemahal
o muvafık tedbirin daha büyük ve samimî birisi tarafından teyid edilmesine
muhtaçtır. Büyük ve karışık vaziyetler içerisinde en büyük tedbir o kadar
basittir ki, ekseriya onu bulmak çok müşküldür. Fevkalade karışık, dolaşık,
bulutlarla mestur bir muhit içerisinde yol gösterecek bir isabeti nazar
lazımdır. Bu isabeti nazarı gerek muharebe hayatında ve gerek sulh hayatında
bize gösteren Mustafa Kemal Paşa olmuştur. (Şiddetli alkışlar) Aldığım
vazifelerde muvaffakiyet hasıl olduysa gerek harbde ve gerek sulhta başlıca
âmil olarak Mustafa Kemal Paşayı muvacehei millette ifade ediyorum.
Sulh Muahedenamesi ve merbutu olan senedat hakkında,
günlerden beri arkadaşlar birçok tenkidat yaptılar. Heyeti umumiyesi hakkında
mücmel bir fikir vermek isterken arkadaşlarımın hitabelerinde temas ettikleri
birçok nıkata da cevap vermiş olacağım, zannediyorum. Muahedename,
hudutlarımızı tâyin ediyor. Cenup hududu, Ankara İtilâfnamesiyle tayin edilen
hudut, malumualinizdir. Hatiplerin gösterdiği veçhile birçok millettaşlarımızın
bu hudut haricinde kalmış olması münakaşa götürmez bir hakikattir. Bu hudut
için müteselli olduğumuz cihet sulh meselesidir, muahedename ile milletler
arasında hakikî bir sulh yapmış olacağımız kanaatidir ve bundan fazla olarak
Ankara İtilafnamesinde vaz’edilmiş olan ahkam bu konferansta da ayrıca teyid
olunmuştur. İmza ettiğimiz ve meriyetini tanıdığımız ahkam için daha karar
zamanında her hangi bir tereddüt ve endişe izhar etmeye hakkımız yoktur. Benim
kanaatim odur ki, imza ettiğimiz sulh ile hakiki bir sulh yapacağız ve bu sulh
ile milletler arasında yakın bir anlaşma hasıl olacaktır. Eğer bu intizarımız
tahakkuk ederse gerek muahedename ve gerekse Ankara İtilafnamesi gibi elimizde
bulunan senedat ile Cenup hudutlarında arkadaşlarımızın izah ettikleri esbabı
endişe mündefi olacaktır.
Arkadaşlarım, Garp
hududundan da memnuiyet göstermediler. Garp hududu haricinde birçok
millettaşlarımızın kaldığını ve onların bugün de âlâm ve ıztırap içinde
bulunduğunu söyledi. Bilirsiniz ki. Garp hududunda, bugün temin ettiğimiz
huduttan başkası bizim Misaki Millimiz dahilinde değildi. Bizim Misak–ı
Millimiz dahilinde ifade ettiğimiz talep, Garbi – Trakya’nın ara ile tayin
olunacak bir şekli idi. Hiçbiriniz bu muahedenamenin yektaraf ihzar olunmuş bir
vesika olduğunu zannetmezsiniz. Elbette birçok esbab ve birçok iradeler tesadüm
etmiş ve ortaya bir hasıla çıkmıştır. Efendiler, bu hudut içinde ve bu hudut
haricinde bulunan millettaşlarımızın mukadderatı için istinad ettiğimiz nokta
sulhun hakikaten teessüs etmesidir. Eğer sulh hakikaten teessüs ederse, bizi
bugün ıztıraba düşüren bütün esbab orada mündefi olacaktır. Garp hududu
haricinde bıraktığımız millettaşlarımızın istirahatleri için muahedede teminat
vardır, bundan başka Türk milletinin hassasiyeti de ayrıca bir kuvvet ve
teminattır. Bundan fazla olarak benim kanaatim odur ki, Garp hududunda oradaki
millettaşlarımızın huzur ve sükûn içinde yaşatılması ve o hudutlardaki
komşularımızla aramızda daimî bir vesilei niza, bir vesilei ıztırap hadis olmaması,
her iki tarafın menfaati iktizasındandır. Menfaatler bunu emretmektedir.
Türkiye yine bu esbab ile Adaların aleyhimize üssü tahrik ittihaz edilmemesi
için de mütesellidir. Türkiye göreceği asarı hulusu kemaliyle takdir edecektir.
Bu itimat ile muahedatı imza eyledik. Her iki hudut için yapılan mülahazatı,
yalnız şüphe ve endişeye istinad ettirmemelidir. Gerçi şüphe ve endişe ekseri
ahvalde medarı tedbir olur. Fakat daima medarı hayat değildir. Emniyet ve
itimat ile tecrübe ve intizar, asıl unsuru hayat odur.
Hudutlar hakkındaki mülahazatı bitirmek için Irak ile
olan huduttan bahsetmek isterim. Bilirsiniz ki, muahede, Irak hududu tahliyenin
hitamından itibaren dokuz ay zarfında hallolunacaktır, diyor. Bu hudut hakkında
çok münakaşat cereyan etti. Konferansın bu safhasında şayanı kabul bir şekil
bulunamadı. Nihayet Muahedenamede, bu hududun muayyen bir müddet zarfında
dostane bir sureti halli ihtimali ifade edildi. Muahedenameye samimane hulul
eden bir fikri dostanenin tahakkuk etmesine ciddî bir mani olmasa gerektir. Bu
hududun müzakeratına başlamazdan evvel milletlerle aramızda bulunan avamili
zaruriyei hasmanenin mündefi olması ve dostluk münasebatının teessüs etmiş
bulunmasının gelecek müzakeratı teshil edeceğini ümidediyoruz.
Arkadaşlar! Hudutlar üzerinde daha ziyade tevakkuf etmek
istemem, eski Osmanlı İmparatorluğu aksamından olduğu halde hudutlarımız
haricinde birçok dindaşlarımızı bırakıyoruz. Daima kemali fahir ile ve kemali
saffet ile ilan edebiliriz ki bugün millî hudutlarımız haricinde kalan
dindaşlarımıza karşı Türk Milleti gördüğünden daha fazla vefa ve samimiyet
göstermiştir. (Bravo sesleri, alkışlar) En dar zamanlarda, hatta
kendilerinden müşkilat gördüğümüz zamanlarda dahi onların selametlerini saffeti
derun ile temenni etmekten başka bir gaye takib etmedik. Bugün de temennimiz
kendi muhitleri ve milliyetleri dahilinde selamet ve saadet içerisinde
yaşamalarıdır. Büyük bir İmparatorluğun inkısamı karşısında bütün cihana karşı
yalnız kendi kuvvetiyle uğraşmaya mecbur kalan Millî Türkiye daha başka bir
vaziyet alamazdı, ittihaz ettiğimiz zaruri hareket bu idi. Herkese ve herkese
karşı vazifesini bihakkın ifa etmişlerin istirahatı vicdaniyesi ile
çıkabiliriz. (Bravo sesleri)
Muahedenamede akalliyetlere ait birtakım mevad görüyoruz.
Arkadaşlar! Dahilî anasıra dair muahedede mevaddı mahsusa bulunması, Harbi
Umumiden sonra galipler zümresinde bulunan birçok devletlerin de kabul ettiği
bir sistem haline gelmiştir. Biliyorsunuz ki, Misakı Millî de bunu kabul etmiştir,
iki noktayı nazarı dikkatinize vaz’etmek isterim: Evvelâ, galiplerin kabul
ettiği maddelerden bir kelime fazla kabul etmemişizdir. Saniyen husule gelen
şekli dahilî, Osmanlı İmparatorluğu zamanındaki gunagun imtiyazat ile asla
kabili kıyas değildir. Muahedelerde akalliyetler hakkında mevad bulunmadığı
zaman, yani Osmanlı İmparatorluğu zamanındaki akalliyetlerin vaziyeti adeta
Devlet içinde Devlet gibi bir vaziyet idi. Fark çok barizdir. Bugün vatanın
mevcudiyeti aleyhine bir vaziyet yoktur. Bundan tamamiyle müsterih
olabilirsiniz.
Arkadaşlar! Siyasî ahkam arasında bütün hatiplerin,
tenkid edenlerin, tasvib edenlerin memnuniyetle kaydettikleri bir noktayı,
kapitülasyonların ilgası noktasını bir iki sözle hikaye etmek isterim.
Bu mesele başlıbaşına bir hadisei tarihiye addolunabilir.
Arkadaşlar! Bazı devletlerle müttefik olarak kan döktüğümüz zamanlarda
kapitülasyonlar konferanslarda mevzubahsolunca müttefiklerimiz hasımlarımızla
beraber bulunuyorlardı. (Çok doğru sesleri) Kapitülasyonların
Türkiye’den kalkması lazım geldiğini Sivastopol seferinden sonra Paris
Muahedesi müzakeratında vadetmişlerdi. Arkadaşlar! Bütün memleketin
mevcudiyetini girdaba düşüren Harbi Umumiye girdiğimiz zaman da zimamdaran
bizi kapitülasyonları ilga ediyoruz ve ilga edeceğiz diye tatmin etmişlerdi.
Mesele o kadar mühim idi. Size derhatır ettiririm ki: Harbi Umumiye henüz
Türkiye girmemiş iken ve müttefikler Türklerin Harbi Umumiye girmesini esaslı
bir amili müessir addederlerken bizim kapitülasyonları ilga ettiğimizi Almanlar,
Avusturyalılar; Ruslar, Fransızlar ve İngilizlerle beraber protesto etmişlerdi.
Mevzu o kadar büyük ve mühim bir hadisedir. (Çok doğru sesleri)
Arkadaşlar, Harbi Umumideki müttefiklerimize kapitülasyonların ilgası için
Harbi Umuminin neticesi tamamen meşkuk olduğu zamanlarda, yani 1916’da bizimle
konuşmak yoluna girdiler. Ama biz evvela başladık kan dökmeye ve atimizle
mukadderatımız tamamiyle meçhul bir safhaya girdi. Hali harbin sebebi ilanı
hala hallolunmadı. Arkadaşlar! Daha fazlası vardır.
1916’da Almanlarca kabul edilen kapitülasyonların ilgası
keyfiyeti, nazari ve hayalî idi. Hakikatte ilga ettirilememiştir. Kabul
ettirilememiştir. Bunu bilirsiniz. (Doğru sesleri) Muahede imza edildi.
Ondan sonra ellerine mektup verildi. Eğer diğer her hangi bir millete
kapitülasyonların ilgası kabul ettirilirse kendiliğinden o müttefiklere de
kapitülasyonların ilgası şamil olacaktır. Bu ne demektir? İlgayı dünyadaki
devletlerin her birine ayrı ayrı kabul ve imza ettireceksiniz. Her hangi bir
millet için bütün dünyaya ayrı ayrı dikte edecek kuvvei maddiye kabili tasavvur
mudur? Demek ki, Harbi Umuminin gayesi olarak yapılan ilk ilan müttefiklere de
kabul ettirilmedi. Harbin neticesi meşkuk olduğu zamanlarda ancak nazarî ve
hayalî kuru bir teselli elde edildi. Sonra bugünkü vaziyeti düşününüz, Türkiye
bütün cihan muvacehesinde davasını takibediyor. Sarih ve şüpheden azade olarak
kati bir ifade ile kapitülasyonları ilga ettiriyor. Bu Türkiye’nin kendi evi
içinde diğer her hangi bir millet gibi tamamen müstakil ve efendi olduğunu
kabul ve tasdik etmek demektir. (Şiddetli alkışlar)
Muahedenamenin mühim bir faslına geliyorum. Ahkamı
maliyesi. Muhterem efendiler! Bilhesap Harbi Umumiden sonra olan muahedelerde
(tamirat) namı altında umumî bir meselei maliyeye tesadüf olunur. Harbi
Umumiden evvelki zamanlarda tazminat şekli altında ya defaten tesviye olunur
veya mukassatan verilir, bir teamül mevcuttur. Bu ifade tamirat şekli altında
mükellefiyeti maliye şeklinde gösterilmiştir. Biz iki türlü tamirat meselesi karşısında
idik. Birisi müttefiklerle Türkiye arasında, diğeri Türkiye ile Yunanlılar
arasında. Bilirsiniz ki: Müttefikler Türkiye’ye karşı Harbi Umuminin mütareke
ile fasıla bulduğu zamandan beri daima tamirat fikrini ifade etmişlerdir.
Hatta Sakarya’dan sonra 26 Martta aldığımız notada dahi müphem ve umumî
ifadelerle makul bir tazminat sözü zikredilmiştir. Hakikati halde bu,
mesuliyeti harbiye münakaşasından tevellüdettirilen ve tazminat istenilmiyor
imiş gibi mevzuubahsedilen bir mükellefiyeti maliyedir.
Türkiye bu noktai nazardan konferansta mutalebat
karşısında bulundu, işgal masrafı ve tebaanın zarar ve ziyanı arasında tamirat
parasını istediler. Meselenin hukukî bir noktai istinadı yoktur. İşgal olunan
memleketler bizim memleketimizdir. Eza ve cefa gören ve tamirata ihtiyacı olan
memleket bizim memleketimizdir. Hiç kimsenin memleketine gitmedik ve hiç
kimseye tecavüz etmedik. Meselenin ciheti hukukiye ve ahlakıyesi böyle olmakla
beraber mevcudolan meselei maddiye birçok devletlerin bizden tamirat namı altında
para istemesi şeklinde tecelli etmiştir. Bu tamirat parasını maktu bir para
şeklinde vaz’ettiler ve bu maktu para uzun bir devrede her sene mukassatan 700
bin altın tediye olunacaktır. Bundan başka Harbi Umumî esnasında Almanlardan
yaptığımız istikrazata mukabil karşılık gösterilmiş olan beş milyon altın da
bize verilmiyordu.
Kezalik Donanma İanesiyle İngiltere’ye sipariş edilmiş
olan gemiler bedeli de bize verilmiyordu. Vaziyet budur. Bize gerek gemiler
bedeli için ve gerek Almanlardan istikraz ettiğimiz paraların karşılığı olan
beş milyon altın için birkaç esbabı hukukiye serd ediyorlardı. Tabiî bu esbabı
hukukiye bizim hakkımızı iptal edecek kudrette ve müdellel değildi. Elhasıl sulha
varmak için nihayet meseleyi bitirmek lazımdır. Meseleyi bitirmek için atiye
muallak hiçbir taahhüdü malî altına girmeksizin maziyi tasfiye etmek yolunu
bulduk. Arkadaşlar! Tâmirat meselesi Harbi Umumiden çıkan milletler üzerinde
asıl medarı ıztırabolan noktadır. Ve bu kadar esaslı noktadan atiye bir para
havale etmeksizin çıkıyoruz. Sizi temin ederim ki: Bir muvaffakiyettir.
Şimdi meselenin ikinci safhasını arz edeceğim.
Yunanlılarla aramızda olan tamirat meselesini: Arkadaşlar! Yunanlıların
memleketimizde yapmış olduğu tahribatı hiç kimse benim kadar yakından görmüş
ve benim kadar müteellim olmuş değildir. Çok kuvvetli söylüyorum hiç olmazsa
hepiniz kadar benim de, Heyeti Murahhasının da müteellim olduğunu kabul
etmelisiniz. Hakikaten birçok ma’murelerimiz taş üstünde taş kalmıyacak
derecede yerlere serilmişti. Biz bu tamiratı bütün teferruatiyle nihayete kadar
hesabettik.
Konferans ilk safhada inkıta ettiği vakit şekil şu idi:
Müttefikler tamirat namı altında bizim Yunanlılardan taleb ettiğimiz parayı
muhaceret sebebiyle Yunanlıların istediği para ile takas etmeyi teklif
etmişlerdir. Biz bu kadar esaslı bir meselede, zulmen uğradığımız sarih bir
tecavüz içerisinde iki taraflı bir talep ihtimalini ne halen ve ne de atiyen
mevzuubahsedemezdik. Biz teklif ettik ki: Yunanlılarla aramızda olan tamirat
meselesini halen bir sureti halle raptetmek kabil değilse sulhtan sonra iki
devlet arasında dostane bir surette tetkik ve halledilsin aramızda ihtilaf
olursa halli hakeme havale olunsun. Bizim bu teklifimiz, leh ve aleyhte bir
karara iktiran etmeksizin konferans ilk safhada inkıta etti. Uzun bir
fasıladan sonra ikinci safhada mesele yeniden mevkii münakaşaya girdi. İkinci
safhada Yunanlıların olan tamirat meselesi hiç olmazsa Yunanlılarla aramızda
müzakerata devam veya inkıta kararını verecek bir ehemmiyeti mahsusa aldı.
Bizim istemek mecburiyetinde bulunduğumuz para mühim idi.
Yunanlılar da, bu mükellefiyeti maliyeyi kendileri için
bir meselei hayatiye addettiler. Türkiye için ve mücadele uğrunda son
mameleklerini düşman ayağı altında kaybetmiş olan elemzedeler için kabili
istihsal bir habbeyi feda etmek hiç kimsenin haddi ve hakkı dahilinde
değildir. Hiçbir kimse böyle bir şey düşünemez. Kabili istihsal olan ve kârı
zararından fazla olan bir tedbir varken ona tevessül etmeksizin her hangi bir
lütufkârlıkla kimse bir şey vermemiştir ve vermek hakkına malik değildir, öyle
bir vaziyet olsa bu büyük millet kendi hakkını şunun veya bunun elinde heder
ettiremez.
Elhasıl Yunan tamiratı konferansta gayrikabili hal bir
şekilde tecelli etti ve amelî tarzı halli amelî olarak derpiş etmek zamanı
geldi. Hiç kimse, eminim şahsı naçizime karşı da olsa hiç kimse birçok zaferler
içinde yürümüş ve pek büyük müşkilatı muvaffakiyetle iktiham etmiş bir milletin
Heyeti Murahhasasını eğer Yunan tamiratı bir müsademeye müncer olursa mahza
müsademede muvaffakiyet görmediği için bundan içtinab etmiştir, diyemez.
Türkiye’de müsademede ihtimali muvaffakiyet meşkuk olduğu için bundan ihtiraz
etmiş değildir. Biz, konferansta tamirattan dolayı Yunanlılarla müsademe
olursa müsademeyi kazanmak muvaffakiyetinde hiçbir zaman şüphe ve endişe
etmedik. (Bravo, sesleri) Arkadaşlar! Eğer her hangi bir meselede
muharebeden içtinab ederek bir karar verdik ise bir defa hakikaten milletin
menafiine muvafık bir sulha vasıl olmak vazifei asliyemiz olduğundandır. Bir de
müsademenin hedefi maddisini behemahal tayin etmek lüzumundadır.
Arkadaşlar! Muharebe mukaddes bir şeydi. Ve o (ideal)
için yapılır. Ve o ideal yalnız manevi muvaffakiyetlerle tatmin olunamaz.
Behemahal maddi, müspet neticelere varmak lazımdır. Yoksa her hangi bir his
için her hangi bir feveran için evladı vatanın kanı akıtılamaz. (Alkışlar)
Hepiniz evlat yetiştirmişinizdir. Yirmi beş yaşında bir gencin bir lahzada
heba olmasına karar vermek için çok düşünmek lazımdır. Bu ağır bir mesuliyettir.
Gerçi sırası geldiği zaman bir tane yirmi beş yaşındaki genç için değil, yüz
binlerce adam için karar verilmiş, ağır mesuliyetler üzerimize alınmış, istihsali
lazım bir hedefe varmak için kurban diriğ olunmamıştır. Ancak, daha bidayette
akıtılacak kan ve istihsal edilecek netice behemahal mukayese olunmak lazımdır.
Eğer Harekâtı Milliyenin zahiren vasıtasız, neticesi meçhul safahatı içinde bir
hareketi cüretkârane görenler olursa bundan büyük bir galatırüyet olamaz.
Hakekâtı [Harekâtı] Milliyenin hiçbir safhasında hesapsız bir karar ve hesapsız
bir cüret yoktur. (Yaşa sadaları, alkışlar) Eğer en vasıtasız, en
müşkül zamanlarımızda zahiren ümitsiz zannolunan bir müdafaa veya bir taarruza
karar vermiş isek bunu mahza gözümüz pek olduğu için, hercibadabad, diyerek
vermemişizdir. Böyle bir kararı ancak, içinde bulunduğumuz vaziyete göre
milletimizin taleb ettiği menafii maddiyeyi yegane temin eden tedbir o olduğu
için vermişizdir. Kararlar hep birer muhassalai muhakemedir. (Bravo,
sadaları, şiddetli alkışlar)
Yunan tamiratı bir müsademeye müncer olursa bu müsademeyi
kazanacağımıza şüphemiz olmadığını söyledik. Şimdi bu müsademeyi kazandığımızdan
sonraki safahatı takibedeyim. Şarkî – Trakya’da kazanacağımız bir meydan
muharebesi muharebe meydanında arzu ettiğimiz milyarları [mi’yâr/miyâr] bize
temin edemezdi. Hiç kimse böyle bir şey düşünemezdi. O vaziyeti ta düşman
payitahtına kadar idame ettirmek lazım gelirdi. Vaziyeti coğrafyası[nı]
gözünüzün önüne getirmelisiniz. Bu yalnız Yunan meselesini değil birçok
milletler meselesini de karşımıza çıkarırdı. Bu safhayı da geçiyorum. Arzu
edilen neticeye kadar vardık. Ondan sonra da para yerine alacağımız bir muahede
üzerindeki bir imzadan ibaret olabilirdi. Tamirat parası hiçbir kasada gelen
galibe verilmek için hazırlanmış değildir. (Çok doğru sesleri), (Handeler)
Arkadaşlar, imzayı aldıktan sonra son santimine kadar istihsal etmek için de
hali harbi idame etmek lazımdır. Bunu hayal olarak söylemiyorum. Gözünüz önünde
tecrübe vardır. (Doğru sesleri) Dünyanın dört köşesinde galipler
mağluplarına namütenahi tamirat imza ettirmişlerdir. Bunu istihsal için
hasımlarını son çakıya kadar silahtan tecrid etmişlerdir. Galip milletler mi
sulhun nimetinden müstefîd oluyor, mağlup milletler mi istifade ediyor? (Bravo
sadaları) Bu sistem sulh imza edildikten sonra dahi nihayete kadar hali
harbi idame demektir.
Arkadaşlar! Böyle bir hattı hareketi takib eden bir
Hükümete, bir heyeti Murahhasaya millet o vakit ne diyecektir? “Tamirat namı
altında daha şu kadar adam ve şu kadar masraf ettiniz. Getirdiğiniz bir satır
yazıdan ibarettir. Bunu da alamıyorsunuz, yalnız alamıyorsunuz değil, almak
cehit ve gayreti altında yeniden birçok teklifat ve yeniden birçok kan taleb
ediyorsunuz.” Bunu diyeceklerdi. “Bu kadar vazıh bir nokta karşısında niçin
yanlış karar verdiniz?” Milletin bihakkin bize itab edeceği nokta bu idi.
Nazarlarınızda kemali samimiyetle tavzih ettiğim nokta şudur ki, Yunan tamiratı
için kabili istihsal bir şey yoktu. Yalnız suhuletle kabili istihsal değil,
düşünüldükten sonra kârı zararından fazla olan ve binnetice milletimizin
memnuniyetini daha ziyade tevlid edebilecek olan her hangi bir sureti
hallolsaydı vazifemiz bunu yapmak idi; milletimizin duçar olduğu ıztırabatı
artırmamak ve zararı olduğu yerde tespit etmek için mantıkın gösterdiği doğru
yolu takibetmek lazım idi. Biz de o tedbiri ittihaz ettik. Huzurunuzda,
muvacehei millette hesap veriyoruz. Eminim ki sahibi insaf ve idrak olarak,
hissiyattan teverrûd ederek düşünülürse milletin menafiine en muvafık olan tarz
bundan başka bir şey olamazdı. Biz de onu yaptık. Meseleyi size basit ve vazıh
şekilde ifade ettim. Bittabi Heyeti Celile bu vaziyetin melhuz ve gayrimelhuz
birçok ihtilatatını da derpiş etmek lutfunda bulunacaktır.
Mesaili maliyenin ikinci safhasına geçiyorum: Düyunu
Osmaniye meselesi: Düyunu Osmaniye için söyleyeceğim sözleri, Heyeti Celileye
rica ederim, bir gayrimütehassıs ağızdan işittiklerini daima derhatır
buyursunlar. Arkadaşlarımdan bir de şu noktayı rica ederim ki gayrimütehassıs
adam rakamları verirken son santime kadar bütün kuyudata tabi olmasını aramaz.
Bir fikri umumî vermek için kaba rakamlar söyleyeceğim. Arkadaşlar! Düyunu
Osmaniye meselesinin sergüzeşti bundan yetmiş sene evvel başlamıştır. Yani
1854’de başlamış. Takriben 70 senelik bir devredir. Evvela (1854)’ten (1874)’e
kadar yirmi sene müddetle birçok istikrazat yapmışlar. Ondan sonra birçok
muamelatı maliye olmuş. Tenzili düyun yapılmış, bir daha tenzili düyun
yapılmış. Sonra (1890)’dan (1914)’e kadar istikrazat yapılmıştır. Bu ikinci bir
safhadır. Takriben Devlet kasalarına bütün bu yetmiş sene zarfında (220) milyon
lira kadar bir para girmiş bu müddet zarfında kasalarımızdan çıkan para (170)
milyon lira tahmin olunabilir. Harbi Umumi bidayetinde (140) milyon lira borcumuz
varmış.
Benim edindiğim fikir borç alan bir defa istikraz
ettikten sonra mütemadiyen verir ve elli sene sonra hesabettiği vakit takriben
istikraz ettiği vakitki kadar borcu olduğunu görür. Osmanlı İmparatorluğunun
gerek Mutlakıyet ve gerekse Meşrutiyet ricalinin siyaseti maliyesi budur.
Şayanı teessüftür. Mucibi elimdir, bize ağır yük yükletmişlerdir. Arkadaşlar!
(70) seneden beri alınan bu paralarla yapılan yalnız Şark şimendiferidir.
Elimizde ne kadarı var bilirsiniz.
AVNİ BEY (Cebelibereket)
— Mütehassıs beylerin nazarı dikkatine!..
İSMET PAŞA (Devamla) —
Konya ve Bandırma – Soma hattıdır ve bir de Konya ovasına sarf ettikleri para
takriben (800) bin lira kadardır. (210) milyon lira para içinden takriben otuz
milyon lirası umuru nafıa için sarf olunmuş demektir. Mabadı [mâ–ba’dı] ne
olmuştur? Yevmi ihtiyacat için bütçe açıkları kapatılmıştır, saraylar
yapılmıştır, seferler açılmıştır. Devletin varidatı kifayet etmediğinden borcun
faizi verilemeyen seneler olmuş, faizi verilmek için diğer birinden yeniden
borç alınmıştır. İşte kasalara giren takriben 220 milyon liraya yakın bir
paranın sergüzeşti budur. Borçların miktarı bittabi kasalara giren para
değildir. Bilhassa 1854’ten 1874’e kadar olan istikrazlar içinde 32 kuruş alıp
100 kuruşa senet verdiğimiz istikrazat vardır. (Kahrolsun sesleri) Kırk,
elli, altmış üzerine fii [fî. fi’l] ihraç vardır. Binaenaleyh kabul olunabilir
ki, 220 milyon istikraz için hakikatte laakal üç yüz elli milyon lira borçlu
olmuşuz. Bu ağır şeraiti bize hazmettirmek için bize gösterecekleri her hangi
bir mazeret ve medarı tesliyet yoktur. Beş seneden beri yalnız ve yalnız kendi
kudretimizle bütün cihana karşı mücadele ediyoruz. Yalnız kendi vesaitimizle
mücadele ediyoruz. Düşününüz arkadaşlar; Çatalca’dan Edirne’ye kadar bir fişek
atmadan yürümek için para bulamamışlar da Rejiden malumunuz olan ağır istikrazı
akdetmişlerdir. Türk ricalinin arasında, bu safhai milliyeyi yaşadıktan sonra
bunu kabul edecek bir izan bulunur mu? Bunu mazeret diye kabul eder miyiz?
RASİH EFENDİ (Antalya) — O
ihtisası icabıdır.
İSMET PAŞA (Devamla) —
Mütehassıslarımızdan bilhassa ricam şu idi ki: Bu toprakların başına musallat
olan siyaseti maliye, mebdeinden nihayetine kadar hepimizin anlayacağı kaba
rakamlarla, geniş hudut ile izah edilsin. Ati için medari kuvvet budur. Birçok
yanlış yollardan, ancak geçenlerin suiistimalatından mütenebbip [mutenebbih]
olarak kurtulabiliriz.
Mazide olan seyyiat ne kadar ağır olursa olsun varislerin
kendi mesuliyetlerini deruhde etmeleri zaruridir. Onun için Düyunu Umumiyei
Osmaniyeyi, Osmanlı İmparatorluğunun bütün varisleri arasında taksim etmek
gayrikabili içtinap bir esası hukukidir. Biz bu inkisamdan Türkiye’nin
uhdesine düşecek bari, hakiki ve fiili bir surette tayin etmeye çalıştık. Arkadaşlar!
Bu da büyük bir meseledir. Osmanlı Hükümeti öteden beri inkisam ederken daima
ayrılan yerlerin borç hisselerinden kurtulmak va’dini almış, fakat bu hiçbir
zaman tahakkuk etmemiştir. Taksimi düyun mevzuubahsolduğu zaman Türkiye’ye
aidolan borçların va’den değil, hakiki ve fiilî olarak taksim edilmiş olmasını
bir noktai esasiye addettik. Elimizde bulunan muahedenamede bu nokta tespit
edilmiştir. Tasdi etmemek için, borç teferruatına ait bütün teferruattan
bahsetmek istemem. Fakat bize orada çok ıztırap vermiş olan bir noktayı arz
edeyim. Borç taksim olunurken, yalnız mürettebatı seneviye üzerinden taksim
olunabilir, sermaye taksim olunamaz, esası dermeyan olunmuştu. Bu esasta çok
mücadele ettik. Eğer bugün bu muahedede borçları sermaye üzerinden taksim edilmiş
görüyorsanız, tesadüfen konuvermiş bir cümle, kolayca elde edilivermiş bir
kayıt addetmeyiniz.
Konferansın bütün büyük mesaili gibi inkıtaa kadar son
gerginliği vücuda getirdikten sonra istihsal edilebilmiş bir neticedir. Borcu
sermaye üzerinden taksim edelim ve öyle bir usul bulalım. Türkiye’nin ne kadar
borcu vardır –ki bizim tahminimize göre takriben doksan milyon lira kadardır–
bu doksan milyon borç olduğu kendisine söylensin. Bunun maddeten gayrikabil
olduğunu ileri sürdüler. Bunu söyliyenler karşımızda bulunan bittabi
vazifeleri kendi memleketlerinin menfaatlerini temin etmekten ibaret olan
zatlar değil, benim muavenet için zebanzed olan şöhretlerinden ve
ihtisaslarından istifade için yanıma çağırdığım bu memleketin evlatlarıdır. (Kahrolsun
sesleri) Düşününüz! Esaslı mesaili halletmek için Heyeti Murahhasamız ne
kadar ızdırap ve müşkülat içerisinde kalmıştır. Buna rağmen hissiselim ve
idrak galebe etti. Ve karşımızda olan mütehassıslar da hakikaten sermaye
üzerinden taksimin kabili icra olacağını kabil ve tatbik ettiler.
Muahedename ile borçlarımız mazbut bir usul ve muayyen
bir tarzda tamamen taksim edilecekti. Osmanlı İmparatorluğunun hududu millimiz
haricinde kalan kısmının hissesi bizden tamamen izale olunuyor. Bazı hatipler
borç taksimi esnasında niçin varidat nispetinde takdim edilmediğini ve niçin
1914’ten beri olan harb borçlarının da taksime dahil edilmediğini sordular.
Borç taksim edilebilmek için ya varidat nispeti veya arazi nispeti esas ittihaz
edilecektir. Her ikisi için leh ve aleyhte mülahazat vardır, umumiyetle mer’i
olan varidat nispeti kabul edilmiştir. Bu konferansta bir meselei siyasiye
olarak değil, malî ve hukukî bir nokta olarak kabul edilmiştir.
Arkadaşlar! Yemen arazisinin hududunu ve Osmanlı
imparatorluğunun arazi dahilinde bulunan Veziretülarab’ın Rub’uihali arazisini
düşününüz, arazi mesahai sathiyesine istinadederek bunlara hisse vereceğiz. Binaenaleyh
bütün borçlar rub’ulhaliye yüklenecek diyebilir miyiz? Harb düyununu taksime
dahil etmemişiz. Bunda başlıca şunlar dahil olabilir: İstikrazı dahilî yaptık,
sonra elimizde tedavül eden Almanlardan aldığımız yüz elli milyon evrakı
nakdiye vardır. Sonra birtakım düyunu mütemevvice vardır. Yalnız bunlar Osmanlı
İmparatorluğunun Suriye ve Irak gibi aksamına taksim olunmamıştır. Fakat
Türkiye’de Harbi Umumî esnasında Almanlara yaptığı birçok harb borçlarından
ibra edilmiştir. Eğer harb borçlarını Almanlara olan borçlarımızla beraber
taksim etse idik hâsıl olan netice takriben bugün hâsıl olan netice olurdu.
Bizim Harbi Umumi esnasında Almanya’ya yaptığımız
borçları Düveli Müttefîka kendi üzerlerine aldılar. Ve Almanlarla imza altına
alınmıştı ki, bunlar Düveli Müttefîkaya devredilmiştir. Ve bu muahede ile
Düveli Müttefîka bize taahhüd ediyor ki, o borçlardan Türkiye ibra edilmiştir.
Efendiler! Düyunu
umumiye meselesinin taksim safhasını arz ettim. Düyunu Osmaniyenin diğer bir
safhası vardır ki, belki konferansın en ehemmiyetli meselelerinden biri
addolunabilir. Tediye edeceğimiz senevi borç hangi para ile tediye edilecektir?
Harbi Umumiden evvel böyle bir mesele yok idi. Eğer istikraz mukavelatında, bu
borç İstanbul’da bir Türk lirası, Paris’te yirmi iki veya yirmi üç frank,
İngiltere’de şu kadar şilin tediye olunur denilmiş ise bu para alacak adamlara
mahalli tediyeyi intihab edebilmek için bir suhulet fikriyle konmuştur. Bunda
hiç kimse şüphe edemez. Elbette bir hamil için İstanbul’da aldığı bir Türk
lirası ile İngiltere’de alacağı şu kadar şilin arasında fark olsaydı böyle bir
ihtiyara mana kalmazdı. Harbi Umumiden sonra bütün cihande (kur de şanj)
denilen, belliye zuhur etti. Paralar müsavi değildir. Harbi Umumiden evvelki
nispetler tamamen zirüzeber olmuştur.
Binaenaleyh mukavelat üzerine yazılan İstanbul’da bir
Türk lirası alacağıma, Fransa’da yirmiiki, yirmiüç frank alırım dediği zaman
bir hamil hakikati halde İstanbul’da alacağı bir liraya mukabil Paris’te üç
lira istiyor. Ve İngiltere’de sekiz lira istiyor demektir. Asıl mesele ise “Bu
paralar altın olarak vaktiyle verilmiştir. Binaenaleyh bugün de altın olarak
verilmek lazım geleceği" iddiasıdır. Efendiler! Biz Harbi Umumiden evvel
borç yaptığımız zaman altın veya evrakı nakdiye gibi bir mesele karşısında değildir[k],
ve atiyen böyle bir mesele çıkacağını da hiç kimse düşünmemişti. Şu halde tediyeyi
tayin etmek için yeni bir mesele hadis oldu. Eğer altın vereceksek doksan bir
milyon lira borcumuz hakikati halde altı yüz milyon lira borç demektir. Biz
meseleyi hakikî ve malî noktai nazarından kemali vuzuh ve hulus ile arz ettik.
Biz bütün cihana müstevli olan bir beliyeyi asla musul [musirr] olmadığımız
halde Türkiye’nin hayatı mukabilinde yüklenemeyiz. Maddeten ve fiilen buna
imkân yoktur. Meselenin ciheti nazariyesi her ne olursa olsun ciheti ameliyesi
şudur ki, bizim yaşamımız için böyle bir beliyei maliyeyi biz yüklenemeyiz. (Alkışlar,
bravo sesleri) Bu münakaşanın borcu tanımamak ve borcu reddetmek ithamiyle
hiçbir münasebeti yoktur. Asla kendimizi böyle bir meselei ahlakiye karşısında
kabul etmiyoruz. Borçlarımızı borç olarak tanıyoruz. Borcu, bizim için mümkün,
her sahibi insafı akıl ve mantık dairesinde kabule sevk edecek olan bir esas
dairesinde tediye edebiliriz. Malayutak [mâ–lâ–yutâk] bir teklifi bizim tatbik
etmemize imkânı maddî yoktur.
Bu mesele konuşulurken tarzı tatbik itibariyle yeni bir
safha hâsıl oldu. “Siz muamelatta esasen bu mukavele üzerinde nasıl yazılmış
ise ve zımnen, mademki vaktiyle altın olarak alınmıştır, altın esası üzerinden
tediye etmek mecburiyetini tanıyınız fakat herkes bilir ki, bu tanımak nazari
ve lafzi bir şeydir. Tediye zamanı geldiği vakit hamillerin menfaati de
borçlunun iflas etmemesiyle kaimdir. Borçlunun borcunu muntazaman tediye
edebilecek bir vaziyeti hayatiyede bulunmasını düşünürler. Binaenaleyh tarzı
tediye meselesinde anlaşılabilinir” denildi. Bu fikir ile sevk edildiğimiz
nokta şu idi ki, bütçemizi, hesabatımızı, varidat ve hâsılatımızı kamilen
hamillerin önüne götürelim, izah edelim ve memleketin iktisadiyatı,
memleketimizin menafii ancak şu tarzda tediye ile temin olunabilecektir,
diyelim. “Mukavelatın mahiyetini tadil edecek bir taahhüdü siyasî olarak
murahhaslar deruhde edemezler” esası müdafa olundu. Muhasımlarımız tarafından
dermeyan ve telkin edilen esaslar bunlardır. Derhatır ediyorsunuz ki, bu
fikirler Türkçe huruf ile memlekette neşrolunmuştur. Onlar da, demişlerdi ki,
böyle hesap ve münakaşa olunur mu? Evvela hamillerin karşısına bütçemizle ve
hesabatımızla gitmeliyiz. Elbette onlar da insaf ile tetkik edecek ve
anlıyacaklardır.
Heyeti Murahhasa yalnız muhasımlariyle değil, muhasımların
telkinatını memleketimizin dahilinde neşir ve işaa edenlerle de mücadele etmiştir.
Muahedenamede altın tediye etmek fikri birkaç vesika ile
izhar olunuyordu. Birisi borç cetvellerinde para gösterilen her yere altın
kelimesi yazılmıştı. Ondan sonra mukavelat üzerinde hamile verilen hakkı
ihtiyar, yani ister Türk lirası, ister Frank, ister isterlin [Sterlin]
alabilmek hakkı ayrıca bir izahname ile teyid edilmiş, ondan sonra Muharrem
Kararnamesiyle bilcümle istikraz mukavelatının muahedename derununda teyid
edilmesi taleb olunmuştu. Başlıca üç çeşit vesika vardı. Cetvelde paranın altın
olarak yazılmış olması veyahut bir izahnamede hamilin istediği parayı
alabilmesinin tasrihi yekden görülüp anlaşılacak bir meseledir. Fakat Muharrem
Mukavelenamesinin veyahut diğer mukaletanı [mukalled?] teyidi hakkında
karşısında bulunduğumuz talep tediye akçesinin cinsini sarahaten ifade
etmiyordu.
Evvela muahedede madde şeklinde vukubulan, sonra bir
beyanname şekline irca olunan bu talep hakikati halde tediye olunacak akçe
meselesine de zımnen taalluk ediyordu. Bunu görür görmez tahmin etmek benim
gibi bir gayrimütehassıs için taleb olunur bir kudret addolunamaz. Bu, mesaili
maliye gibi büyük bir meselei hayatiyede erbabı ihtisasın bütün kabiliyetinden
istifade etmek için Heyeti Murahhasamız haricindeki mütehassısları da Duyunu
Umumiye ile münasebetleri ve tecrübeleri sebebiyle kemali safvetle etrafımda
topladım. Böyle bir beyanname vermek tediye olunacak akçenin cinsi hakkında
Türkiye’yi taahhüt altına alır diyebilecek vaziyette bulunanlar bunu bana
dememişlerdir. İhtisasları mı yoktu? İhtisasları varsa vaziyetleri kabili izah
değildi. (Çok doğru sesleri)
Hulasa
arkadaşlar, borcun cinsi hakkında vehmile takib ettiğimiz noktai esasiye o
kadar hayatî idi ki, şu veya bu tedbiri hiçbir zaman kafi görmediğimiz için
talebolunan beyanname veyahut tediyat, tediye edeceğimiz akçenin cinsi hakkında
bizi bir taahhüde vazeder mi? Bunu kemali vuzuhla konferansta alenen arz ettim,
bir şey istiyorsunuz ve diyorsunuz ki, “Bunun içinde tediye edeceğimiz akçenin
cinsi kasdedilmemiştir”, bu, böyle midir? Öyle ise beyannamede; bu maksadı,
bu ifadeyi sarahaten zikredelim, diyelim ki, “Mukavelat…. İlahirihi ama, onun
içerisinde altın tediye etmek veya isterlin [Sterlin] tediye etmek
kasdedilmemiştir.” Türkiye’nin bütün atisine ve esbabı hayatiyesine taalluk
eden bir meselei esasiye üzerinde bulunuyoruz. Nihayet tarzı tediye meselesi bütün
alemde mevzuubahsolan kuponlar meselesi şekline girdi. Bizim vaziyetimiz
bidayette arz ettiğim gibi dürüst ve vazıhtır. Biz yükleneceğimiz borçların
altın veya İsterlin olarak tediyesi hususunda hiçbir taahhüt alamayız.
Maddeten böyle bir tediyeye girişmek imkânına malik değiliz. Muktedir değiliz.
Bir (kur de şanj) beliyesi hâsıl olmuş ise bunun mesuliyeti maddiyesini Türkiye
deruhde edemez. Bizim daima ısrarla takib ettiğimiz noktai esasiye budur.
Nihayet konferansın atisi hakkında cidden endişe verecek birçok buhranlar
hâsıl olduktan sonra vaziyet şudur ki, muahedede yapılan cetvellerden altın
kelimesi çıkarılmış, hamile Türk lirası, Frank veya İngiliz lirası almak
ihtiyarının ahden teyidini gösteren izahname çıkarılmıştır. Mukavelatın ve
Muharrem kararnamesinin teyidi hakkındaki talep ki, biz onun zımnında paranın
ne cins ile tediye olunacağı tehlikesini de görmüş idik. Bu talep de geri
alınmıştır. Murahhaslardan aldığımız zaman tarafeynden noktai nazarlar vazıhan
ifade olundu. Biz de beyan ve ilan ettik ki, hamillerle müzakeratımızda bu
müzakeratın noktai azimeti altın veyahut isterlin tediye etmemek esasıdır. Bu
noktai azimetten sonrasını müzakere edeceğiz.
Muahedenamenin bundan sonra ahkamı iktisadiyesi gelir.
Ahkamı iktisadiyede başlıca istihdaf olunan nokta Harbi Umumiyle inkıta eden
münasebatı iktisadiyeyi tasfiyeden ibarettir. Münasebat inkıta ettikten sonra
tarafeyn tebaaları memleketten ayrılmışlar veyahut memlekette kalmışlar.
Birtakım tedabire maruz olmuşlardır. Elbette bunların malları iade
olunacaktır. Kendisine bunlara ait zarar ve ziyan tazmin edilecek değildir.
Çünkü bu nevi matalip tamirat meselesiyle halledilip bitirilmiştir. Mukavelat,
müruru zamanlar ve saire gibi münhasıran hukukî ve iktisadî olan birtakım
mesail vardı ki, yeniden münasebat tesis edilirken bu münasebatın tasfiyesi
zaruri idi. Bu zeminde vazedilmiş olan Muhtelif [Muhtelit] Mahkeme, muhterem
hatiplerin ifade ettiği gibi memleketin hakkı kazası ile ve sairesiyle ve her
hangi bir suretle münasebettar olan bir teşkilat değildir. Bu muhtelif devletler
tebaasının yeniden tesisi münasebat ettikten sonra mallarını iade etmek eski
mukavelenamelerin meriyeti ve şeraiti meriyetinde ihtirafatı süratle hal için
tayin edilmiş hakemlerdir, öteden beri bu kabil hakemlerdir, her memlekette
kabul olunagelmiştir. Beynelmilel mesailin gittikçe hakemler vasıtasiyle
hallolunmasına temayül görüldüğü malumunuzdur.
Hülasa hakkı kaza noktai nazarından Muhtelit Hakem
mahkemelerinden endişe etmeye hiçbir sebep yoktur. Eski miraslardan Beynelmilel
Sıhhiye İdaresinin lağvolunması da elimizdeki Muahadenamenin hututu
barizesinden ve esaslı muvaffakiyetlerinden biridir. Ondan sonra arkadaşlar,
üseranın iadesine ve mezarlıklara ait birtakım ahkam vardır ki, üseranın
iadesine aidolan ahkam her muharebeden sonra yapılan mutat bir muameledir.
Mezarlıklara ait vaz’edilen ahkâm ise hâkimiyet ve mevcudiyet noktai nazarından
mucibi endişe olmayan bir mahiyettedir. Bunu muhtelif memleketler birbirinin
arazisinde yapmışlardır. Ve bizim tarihimizde ve ananatımızda vardır. Bilirsiniz
İstanbul’da İngiliz mezarlığı vardır. Her hangi bir suretle bu mezarlıkların
bizim mevcudiyetimiz için bir tehlike teşkil edeceğini zannetmek makul değildir
ve hiçbir sebep yoktur. Muharebe meydanlarında ve Osmanlı İmparatorluğunun
aksamı üzerinde bıraktığımız yerlerde bizim de aynı suretle mezarlık tesis
ederek eslafimiza hürmetimizi ve şükranımızı sureti daimede ifa etmek hakkımız
vardır.
Sulh Muahedenamesinin hututu umumiyesi hakkındaki
maruzatımı şu tarzda yeniden hülasa etmeme müsaade buyurunuz. Bizim elimizde
bulunan Muahedename Harbi Umumiden sonra gördüğümüz muahedenamelere yakından
veya uzaktan bir müşabehet irae etmez. Arkadaşlar! Harbi Umumiden sonraki
muahedatta birtakım yeni esaslar vardır ki, asıl bu esaslar arazi tebeddülatı
ve arazi felaketlerinden kat kat ağır netayiç tevlidetmiştir. Bunlardan birisi
tamirat esasıdır. Harbi Umumiden sonraki muahedelerde tamirat esası görürsünüz.
Bu, miktarı gayrimalum ve sureti tediyesi gayrimuayyen damiî [dâmî] bir
mükellefiyeti [olan bir] maliyedir. Bundan Harbi Umumiden mağlub olarak çıkan
milletler müteessir ve muztariptirler. Galibolan milletler de bir şey almış ve
sulhun nimetinden istifade etmiş vaziyette değildirler. Meselenin diğer
milletlere ait ciheti bize taalluk etmez. Kendi muahedemiz noktai nazarından
derim ki, böyle bir tehlikeli esas muahedenamemizde yoktur. Arkadaşlar! Harbi
Umumi muahedatının esaslı bir barı da hakkı müdafaadan mahrumiyettir. Her
müsademeden sonra veyl mağluplara diye ifade olunan ıstırabat bugün ağza
alınmıyacak kadar ehemmiyetsiz ve mensi kalmıştır. Bugün mağlubiyeti
hissettiren, elemi hissettiren bar, veyl silahsızlara diye ifade olunuyor.
Memleketin hayatını ve atisini temin edecek olan asıl
vasıta hakkı müdafaanın bilakaydüşart mahfuziyetidir. Bu Muahedename bu noktai
nazardan bizi bütün büyük ve galip milletler vaziyetinde bırakıyor. Bu, büyük
bir noktadır. Hiçbir vesikai düveliye, bir milletin atisinin, teminini deruhde
edemez. Millet atisini ancak kendi kudreti hayatiyesi ve azmi ile temin
edebilir ve muahedatı mümzayayı kemali hulus ve dürüsti ile takibedebilmesi
yeni vaziyetlere, yeni tehlikelere karşı tedbir alabilmesi iktidarı ile
mümkündür. Bu da hakkı müdafaa ile olur. Hakkı müdafaa bizim Muahedenamemizde
Türkiye için mutlak olarak tanınmıştır.
Diğer muahedatın ağır bir noktası da Murakabe
komisyonlarıdır. Mütareke zamanlarında şu veya bu mahalde velev ufak olsun her
hangi bir ecnebi heyetin memleketin umuru hayatiyesini nasıl durduğunu
[durdurduğunu] hepiniz derhatır edersiniz. Bizim muahedemanemizde her hangi bir
suretle bir murakabe derpiş edilemezdi ve Türkiye zaten bu esaslar için kıyam
etmişti. Binaenaleyh bu esası da muahedename ile tespit ve teyid etmiş
oluyoruz.
Diğer muahedenamelerin ağır olan bir noktası da ati için
iktisadî veya ticari tahdidattır. Arkadaşlar! Bilirsiniz ki senelerden beri
mücadelat içinde tamamen serbest olduğumuz halde hariçte birçok milletlerle
tesisi münasebet edemedik. Ahden bağlıdırlar. Biz kendi muahedenamemizle Harbi
Umumide galibolan müsavi milletler gibi taahhüdattan azadeyiz, bunu tevlid eden
bu muahedenamedir. Arz etmek istediğim getirdiğimiz muahedenamenin Harbi
Umumiden sonra yapılmış olan muahedata yakından ve uzaktan bir müşabehet irae
etmediğini göstermektir.
Bu muahedename milletlerin görüşerek yapabilecekleri bir
sulh muahedenamesi addolunabilir. Bizim istediğimiz zaten bu idi. Her hangi bir
cebir ve kuvvetle bize kabul ettirilmiş bir muahededen içtinab ediyorduk.
Müzakere ile, mücadele ile bu tarzda bir muahedenameye vasıl olabileceğimizi
takdir ediyorduk. Netice bizim istediğimiz şekilde istihsal olunmuştur.
Lozan’da imza ettiğimiz vesaikten birisi boğazlar usulüne
dair mukavelenamedir. Boğazların vaziyeti coğrafyası itibariyle ehemmiyeti
mahsusası hiçbir zaman nazarlardan dur [dûr] olmamıştır. Boğazlar için Harbi
Umumiden sonra boğazların serbestisi tarzında yeni nazariyeler peyda oldu.
Bu nazariyenin sebebi vaz’ı iddia olunduğu gibi (1914)’e
kadar açık bulundururken (1914)’te ahde muhalif hareket ederek boğazları
kapamaklığımız değildir. Hakikatte (1914)’te memleketimizi müdafaa etmek
boğazları kapamak, açmak, müdafaa etmek suretindeki hakkı tasarrufumuz ahden
emin ve müeyyed idi. Ahde muhalif hareket etmedik. Bunu tavzih etmekle beraber
boğazların serbestisi bir emrivaki olarak tahaddüs etmiş bir mesele idi.
Meselenin Karadeniz ve Akdeniz devletleri için haiz olduğu ehemmiyet o kadar
tebarüz etmiştir ki biz dahi Misakı Millimizde İstanbul’un ve Marmara’nın
emniyeti mahfuz kalmak şartiyle boğazların ticarete ve Münakalatı Umumiyeye
küşadını esas olarak kabul ettik. Misakı Millide kabul ettiğimiz bu esas
hakikati halde şeraiti cedidenin zaruriyatından idi. Düşünülemiyerek yapılmış
bir fedakarlık tarzında ifade olunamaz.
Boğazların usulünü tayin etmek için olan müzakeratta
birçok siyasetler tavazzuh ve tesadüm etmiştir. Türkiye bu siyasetler içinde
Misakı Millî ile ilan olunan esasata sadakatini ve asıl kendi vazifesi olan
Türkiye’nin mevcudiyet ve emniyetini vikaye etmek esasını takib ettik.
Serbestii mürur hazara ve sefere, ticaret ve harb sefinelerine aid olmak üzere
muhtelif fasıllarda izah olunmuştur. Hakikati halde serbestii mürur ile başlıca
harb gemilerinin ve harb tayyarelerinin hazarda ve seferde müruru tanzim edilmiştir.
[Meclisi Âliye] Boğazlar meselesini başlıca bu noktalardan tetkik etmelidir.
Çünkü ticaret için, boğazlar tahkim edilmiş ve kapalı addedildiği zamanda dahi
bir memnuiyet yoktu. Boğazların açıklığı için imza ettiğim mukavelede; harb
sefineleri için, havai sefineler için hazarda ve seferde şeraiti mürur tayin
edilmiş bulunuyor. Biz Boğazlar Mukavelenamesinin halli esnasında muhtelif
siyasetler arasında gerek dostluklarımızı muhafaza etmek ve kendi menafiimizi
olduğu kadar dostlarımızın da menafiini muhafaza edecek bir şekli hal bulmak
için yedikudretimizde bulunan mesaiyi sarf ettik. Hiçbir kimse veya heyet bize
dürüst bir vaziyet takib etmemek ithamını serd edemez. Biz ihtiyacatı
umumiyeyi temin etmek ve sulha varmak için bir noktai sabite üzerinde
duramazdık. Bu meseleyi her halde halletmek icabederdi. Alakadar olan bütün
milletlerin bugün vaz’ı imza etmiş olduğu bir mukavelename meseleyi beynelmilel
nazardan tanzim etmiştir.
Şimdi Türkiye’ye taalluk eden nıkatı nazardan mülahazat
dermeyan edeyim. Bizim boğazlar mukavelenamesinde deruhde ettiğimiz mecburiyet;
gayriaskerî bir mıntıka ihdasıdır. Bihakkin denilebilir ki Türkiye, İstanbul
ve boğazları, bu kadar mühim olan yerleri tahkimden feragat etmekle mühim bir
şeyden feragat etmiştir. Arkadaşlar! Boğazlar üzerinde dökülen kanlar,
münhasıran Türkiye’nin uğradığı bir tecavüzü defetmek için dökülmemiştir.
Harbi Umumide eğer boğazları müdafaaya ve birçok kan
dökmeye mecbur oldu isek Türkiye’nin dahil olduğu bir zümrenin müşterek
menafiini müdafaa için mecbur olduk. Vakaa tecavüz doğrudan doğruya evvelâ Türkiye’ye
müteveccih idi ve Türkiye vazifesini her zaman için şayanı iftihar olacak bir
surette ifa eyledi. Âtiyen boğazlar üzerinde yeniden bir tecavüz vakı olursa
Türkiye hakkı müdafaasını mutlak olarak muhafaza edecektir. Bitaraf kaldığımız
muharebeler için geçmek ve gitmek bize taalluk etmez. Fakat Türkiye’nin dahil
olduğu bir muharebede hakkı müdafaamızı istimal etmek bilakaydüşart temin
edilmiştir. Buna derakap bir itiraz varidolabilir. “Fakat vakti hazarda müdafaa
esbabı temin edilmemiş ise bu taarruza karşı ittihaz edeceğimiz tedabir de
elbette noksan olur.” Bunun cevabı; bugün içinde bulunduğumuz vaziyettir.
Bugün İstanbul’u boğazları ta Meriç’e kadar alıyoruz.
Bunu bize aldıran ve bu yerleri düşman elinden kurtaran İstanbul’da,
Boğazlar’da ve Trakya’da tahkimat ve kuvvetimizin mevcudiyeti midir? Bugünkü
vaziyet gerek İstanbul’un ve gerek Trakya’nın en iyi müdafaasının nasıl
olacağını bize bedaheten göstermektedir. Anadolu’ya hâkim ve sahib olandır ki,
Boğazlar ve İstanbul onun malı olacaktır. Eğer başka türlü bir tertibe imkân
olsaydı bugün imza ile o netice tespit olunmazdı. Bu, vaziyeti coğrafiyenin ve
vaziyeti siyasiyenin ilcayı zarurisidir.
Osmanlı İmparatorluğu bütün menabi ve vesaitini boğazlar
etrafında teksif ederek ve memleketin diğer yerlerini faaliyetten mahrum
bırakarak İstanbul’u ve boğazları müdafaa etmeye çalıştı fakat kaybetti.
Yeni Türkiye, bütün kuvvet ve menabiinin mahalli sarfını
tayin ve tanzim ettiği için İstanbul ve boğazların muhafazasını ilelebed temin
etmiş oluyor. (Sürekli alkışlar)
Efendiler! Boğazların ve İstanbul’un ecnebi bir ele
geçmesi nasıl tedabir ile kabili icradır? Elde bunu ifade eden tarihî bir
vesika da vardır. Onun adını bilirsiniz. Boğazların ve İstanbul’un ecnebi bir
elde bulunması için orada kudretten mahrum, lafzi bir Hükümet lazımdır. Bundan
maada Anadolu’da ledelicap faaliyete geçebilecek bir ordu lazımdır. Bundan
maada geri kalan Türkiye’de çakıya kadar silah bulunmamak lazımdır. Boğazları
ecnebi eline geçirecek İstanbul’u ağyar elinde bırakacak fenni tedabirin
heyeti mecmuası budur, bugün Anadolu’da Türkiye aleyhine kullanılacak ordu veya
Devlet mi vardır? Türkiye hakkı müdafaasını sureti mutlakada muhafaza etmemiş
midir? İşte bunların neticesi olaraktır ki, kendiliğinden İstanbul ve Boğazlar
sahibi aslisi olan Türkiye’ye iltihak etmiştir. Bugün vaziyet böyle iken
Türkiye bütün cihan ile münferiden ve serbestçe tesisi sulh ve münasebat
ettikten sonra tehlike nerede vardır? Tehlike oradadır ki vatan, kendi
dahilinde kudretten mahrum olmasın. Bugün haiz olduğumuz kuvvet muhafaza,
tarsin ve ila [ilâ] edilirse Garp hudutlarımız için İstanbul ve Boğazlar için
tehlike tasavvur etmiyorum. (Alkışlar) İşte arkadaşlar! Boğazlar
Mukavelenamesinin Türkiye’nin emniyeti noktai nazarından mahiyeti budur. En iyi
bir sureti hal bulmak üzere son gayretleri sarf ettikten sonra meseleyi bu
neticeye isal ettik.
Boğazlar Mukavelenamesinde başlıca muhassalai mesaimiz
olan bir noktayı ayrıca ifade etmek isterim. Boğazlar Komisyonu teşkil
ediliyor. Bu komisyon şekli aslisinde gerek ticaret ve gerek harb sefaininin
müruru için ve gerek gayriaskerî mıntıkaya matuf tedabirin takib olunup
olunmadığını murakabe için teşkil olunmuştu. Uzun ve çetin münakaşadan sonra bu
Boğazlar Komisyonunun vazifesi sular üzerinde sefaini harbiye ve askerî tayyarelere
hasrolunmuştur. Karada her hangi bir şekil altında murakabe hakkını bir ecnebi
murakebe heyetine terk etseydik vaziyet hakimiyetimizle gayrikabili telif
olurdu. Bu noktayı esaslı bir mesele olarak mevzuubahis ve müdafaa ettik.
Netice şudur ki, Boğazları mürur noktai nazarından açıyoruz. Geçecek sefaini
harbiye birtakım hesabat ile tayin olunacak komisyonun vazifesi Karadeniz ve
Akdeniz devletlerinin kuvayı harbiyei bahriyesine mütaallik [müteallik]
müşterek bir meseleyi takibetmektir. Maba’dı vazife tamamen İstanbul’un ve
Boğazların sureti mutlakada tahtı hakimiyetinde bulunduğu devlete aittir.
Takibettiğimiz bu nazariye muahedede istihsal ve ifade olunmuştur. Bunda
Türkiye için bir mahzur görmedik. Boğazlardan geçecek donanma en kuvvetli
Karadeniz Devleti donanmasından fazla olmayacak. En kuvvetli Karadeniz
Devletinin donanması senenin muayyen bir zamanında tayin olunacaktır. Komisyon
geçen donanmanın hakikaten bu donanmadan aşağı ve yukarı olduğunu takdir
ederek yol verecek. Niçin böyle bütün devletlere aidolan bir meseleyi Türkiye
kendi mesuliyeti altında olarak bütün devletlere muhatab olmak vaziyetinde
kalsın? Türkiye beyhude münakaşat ve müşkülata neden katlansın?
Arkadaşlar! Trakya hududuna dair olan Mukavelenamenin
ruhu Trakya’daki hudutlarımızın tarafeyninden otuz kilometre mıntakanın gayriaskerî
bulunmasıdır. Tahkimat olmayacak garnizon bulunmayacak ve ila ahirihi bu
tedbirin kabulü nedir? Hudutlar üzerinde baştanbaşa asker dizmek ve tahkimat
yapmak kimsenin hatırından geçmez. Bu tedbirin esasını açık söylemek lazımdır.
Bu Edirne üzerinde tahkimat bulunmamasını ve muhtemelen hem hudut memleketler
tarafından Meriç vadisinde tahkimat yapılmamasını istihdaf eder. Biz Edirne
üzerinde tahkimat yapmayı zaten düşünmüyoruz. Edirne’nin müdafaası bugün nasıl
temin edilmiştir. Bütün dünya varken ve biz uzakta kalmış iken Edirne bizim
elimizdedir.
Vaziyeti askeriye sarahaten gösterir ki, bu vaziyette bir
kale yapmak ve tahkimatta bulunmak beyhude masraf ve külfettir. Bununla beraber
devletler böyle bir tedbirin taahhüd ettirilmesinde musir idiler. Noktai nazar
şu idi: Biz Avrupa’ya ne maksatla geçiyoruz! Malumdur ki, bizim maksadımız
hudutlarımız dahilinde komşularımız için ve bütün dünya için amili sulh ve
huzur olmaktır. Eğer biz Avrupa’ya eskiden olduğu gibi bir fikri istila için
geçiyorsak devletler ve Balkanlar için başka bir çare lazımdır zannolunuyordu.
Bu noktayı vazıhan ifade etmekte bizim zararımız mı vardır, faidemiz mi
vardır? Bizim faidemiz olduğuna kaniiz. Siyasetimizin gizli ve kapaklı bir
noktası yoktur. Biz menabii kafi olan arazimiz içinde mevcudiyetimizi,
terakkiyatımızı temin etmekten başka bir şey düşünmüyoruz ve atiyen
Balkanlar’da Türkiye daima bir unsuru muvazenet ve amili sulh ve sükunet olarak
ihtiram görecektir. Hulasa Trakya Mukavelenamesi ile maddî menafiimizden
hiçbir şey kaybetmiş olmuyoruz.
Hudutları gayriaskerî bırakmakla memleketimizi tecavüze
maruz bıraktığımız zannolunursa buna cevabım evvela yine bugünkü vaziyettir. Ondan
sonra geçmiş seferlerdir. Trakya’nın mevcudiyeti hudut üzerinde yapılacak
kalelere istinad ettirilemez. Nasıl baştanbaşa tahkimatsız olan memleketimizi
istilaya düştükten sonra tamamen istirdat ve muhafaza etmişsek son zerresine
kadar da tamamen muhafaza edebiliriz.
Arkadaşlar! Bundan sonra İkamet ve salahiyet hakkında bir
Mukavelenamemiz vardır. Bu mukavelename, bizimle imza eden devletlerle ilk
yaptığımız mukavelenamedir. Yedi sene müddetle yapılmıştır ve tamamen
mütekabiliyet esasına müstenittir. Ehliyeti şahsiye hususunda yektaraf olarak
müsaadetta bulunduğumuzdan bahsolunuyor. Böyle bir mukavelenameyi şeraiti
hazıra dahilinde vücuda getirmek için bizim zaten memleketimizde bulunan ecanip
hakkında aksini düşünmediğimiz bir müsaadeyi yapmaya lüzum vardı. Aslolan
noktalar, memlekette mevcudiyet için gerek tekalif, gerek ikamet ve gerek
adliye noktai nazarından hayatî olan noktalar tamamen temin olunmuştur.
Heyeti Celileye arz ettiğimiz vesaikten biri de Ticaret
Mukavelenamesidir. Bu yeni esas üzerinde akdettiğimiz ilk yeni ticaret
mukavelenamesidir. Arkadaşlar! Hatipler bu ticaret mukavelenamesiyle beş sene
müddet zarfında faaliyeti ticariyemizin muattal olacağı endişesini izhar
ettiler. Tabiî bu ifade ile ticaret için mukavelenamesiz serbest bir surette
yaşıyalım, diye bir mana kasdetmemişlerdir. Mademki, milletler, aralarında
ticaret yapacaklardır; bu bir mukaveleye rapdolunmak lazımdır. Ve mademki bir
mukaveledir; elbette tarafeyn birtakım kuyudat ile kendilerini bağlamışlardır.
Kabul ettiğimiz tarifelerimiz kendi tarifelerimizdir. Mücadelatı harbiye
zamanında her kaydüşarttan azade olarak düşündüğümüz ve tatbik ettiğimiz
tarifelerdir. Esas olarak bunlar nazarı itibara alınmıştır. Buna mukabil karşı
taraflarla tabiî bu tarifeler üzerinde müzakere ve münakaşa edilmiş bazı emsal
üzerinde itilaflar hasıl olmuştur. Gerçi mukabillerimizde bütün mevad üzerine
böyle bir tarife tespit edilmemiştir. En ziyade mazharı müsaade millet
muamelesi kabul edilmiştir. Bu esas, yalnız, bin meseleyi aynı zamanda
halletmek için çalışan iki taraf arasında mesbuk değildir. Daha geçende her
iztırahtan [ıstırâhtan?] azade olan Fransa ve İspanya arasında da böyle
mukavele yapılmıştır. Tarife yapmak muamelesi o kadar basit ve kolay bir şey
değildir. Uzun zaman takip ve tetkika muhtaçtır. Temenni ederim ki, beş sene
zarfında, beş senenin ikinci senesi ile üçüncü senesi arasında atiyen tatbik
edeceğimiz bütün tarifeleri tamamen ihzar etmiş olalım.
Heyeti Celileye arz ettiğimiz vesaikten birisi Rum ve
Türk ahalinin mübadelesine dair Mukavelenamedir. Arkadaşlar! Gayrimuharip ve
yerleşmiş ahalinin öteden beri alıştıkları araziden, muhitten ve şeraitten
bilmecburiye, uzaklaştırılmalarından elbette teessür duyarız. Fakat husule
gelen birçok hadisatın şeraiti mücbiresine galebe edemezdi. Bizim sun’umuz olmaksızın
böyle bir teessür, bizim sun’umuz olmaksızın hadis olan vaziyetler birtakım
anasırla beraber yaşamak imkânını da selbetmişti. Vaziyetin ibram ettiği
çareyi kabul etmek mecburiyeti hasıl oldu. Bununla hulusu niyetimizin
asırlardan beri halledemediği hastalığı esasından tesviye etmiş oluyoruz.
Kazanmış olduğumuz menfaat şudur ki, Anadolu vatanı aslisi hemen hemen yeknesak
bir vatan olmuştur. Memleketimize alacağımız ve muhaceret sebebiyle birçok
iztırabat çekecek, millettaşlarımız gelip geçecek olan bu hali atiye ait derin
mülahazat ile iktiham etmelidir.
Dahilde Hükümetçe kabili tatbik olan bütün tedabiri
tatbik edeceğiz. Bütün bu tedabir ile beraber ıztırap ve rahatsızlık olacağını
bilmek lazımdır. Çünkü gayrikabili içtinaptır. Kudreti beşer dahilinde
değildir. Efendiler! Müteselli olduğumuz şudur ki, senelerden beri, hududu
millî haricinde kalmış vatandaşların vaziyetleri mücerreptir. Bugün için,
yarın için ve öbür gün için mukadder olan vaziyetten bütün kabiliyetlerini
Anavatana hasretmek suretiyle kurtulmuş oluyorlar. Memleketin başka noktalarında,
İstanbul ve diğer yerlerde bu mübadeleyi niçin tatbik etmediniz, diye bir
itiraz varid olamaz. Mevzuubahsolan meselenin en iyi bir sureti halli için
zamanında azami kuvvet sarf olunur. Fakat bir sureti hal üzerinde karar
aldıktan sonra memleketimiz dahilindeki bütün anasır için vazifemiz maziyi
unutturacak bir sükun tesis etmektir. Yeni Türkiye’nin hududu dahilinde kalacak
olan bütün vatandaşlar yekdiğerleriyle itilaf etmesini bilerek bir vatan içerisinde
huzur ve sükun içinde yaşıyacaklardır. Buna katiyen itimad ediyoruz. Bu
itimadı Meclisi Âlinin tasdikine arz ettiğimiz muahedat içinde teşviş edecek
hiçbir nokta yoktur.
Sivil mevkufinin ve üseranın iadesine dair takdim
ettiğimiz vesika zaten mevkii tatbikta olan ve hemen bitmekte olan bir şeydir.
Affı umumi Beyannamesi geliyor. Bunun ruhu on seneden
beri hadis olan birçok mesaili bir defada hal ve teskin etmek arzusudur.
Kuvvetli olan noktası budur. Elbette zaif olan noktası vardır. Bu affı umumi
ile vatana karşı olan vazifelerini ihmal etmiş olan ve binaenaleyh her türlü
mukaddes hissiyat muvacehesinde itaptan kendilerini kurtarmayacak olanların
affı umumiden müstefîd olmalarıdır, fakat affın başlıbaşına bir kuvveti ve
bahusus geçmiş hadisatı tasfiye ederek mazinin silinmesi ve unutulması gibi
evsafı yanında mahzuru göze alınabilir. Affı umumiye merbut olmak üzere bir
protokol vardır ki, bu da aftan istifade ettirilmeleri bütün hüsnüniyetimize
rağmen tarafımızdan deruhde edilemiyecek olan 150 kişinin bu aftan istisnasını
ifade ediyor. Çok hüsnüniyetle hareket etmekle beraber çok hadisat olmuştur ki,
hadisatın tekerrüründen içtinap için asgari bir tedbir almak mecburiyetinden
kendimizi kurtaramadık.
Yunanistan’da bulunan emlaki İslamiye hakkında Yunan
murahhaslarının verdiği vesikayı huzuru alinize takdim ettim. Yunanistan’da
kalan emlaki İslamiyenin masuniyet ve mahfuziyeti hakkında yeni bir vesikadır.
Arkadaşlar! Hatiplerin mevzuubahsettikleri mühim
beyannameler geliyor. Gerek idarei adliye ve gerek idarei sıhhiye içinde olan
beyannameler. Bu beyannameler bizim tarafımızdan verilmiş beyannameler ve
hakikati halde Türkiye’nin kendiliğinden ittihaz ettiği tedbirlerdir. O kadar
büyük hadisatı müşkül şerait içinde temizlerken bu beyannameleri vererek her
hangi bir surette mucibi tatmin ve temin olmak gayrikabili içtinap bir
mecburiyet halinde idi. Arkadaşlar! Bu beyannamelerde bizim hakkı
mevcudiyetimizi, hakkı hayatımızı, hakkı istiklalimizi fiiliyatta nakzeden nıkat
yoktur. Bazı hatipler mübalağa ile hislerini tersim ettiler ve varmak
istediğimiz ideali vuzuh ile teressüm ettirdiler. Beyannamelerde beş sene
müddet var ve beş sene nihayetinde kendiliğinden, yeni hiçbir münakaşaya,
yeniden hiçbir teşebbüse ihtiyaç olmaksızın kendiliğinden sükût edecek iki
beyanname bizi fiiliyatta ve hakikatte müşkülata duçar etmez. İdarei Adliye
için alacağımız hukuk müşavirleri[nin] Adliye Vekilini murakabe edeceğinden
bahsediliyor ve hangi Kavanin Komisyonuna iştirak edecekleri sual ediliyor.
Adliye Vekiline merbut bir memurun onu murakabe etmesi nasıl varidi hatır
olabilir? Kezalik bu memurların iştirak edecekleri komisyonlar ancak Adliye
Vekilinin tahtı idaresinde bulunan komisyonlar olacaktır. Muahedenin heyeti
umumiyesinde, beyannamede, hakkı kazayı ihlal eden nokta yoktur.
Bundan sonra Osmanlı İmparatorluğu tarafından ita edilmiş
olan imtiyazlara ait Protokol geliyor. Osmanlı İmparatorluğu tarafından
verilmiş imtiyazat ile ecnebiler Osmanlı İmparatorluğu ile birçok teşebbüsatı
iktisadiyeye girişmişlerdir. Sermayeler dökülmüş, işler yapılmış, şirketler teessüs
etmiştir. Efendiler! Biz memleketimize gelip sermaye dökecek ve teşebbüsatı
iktisadiyeye girişecek erbabı teşebbüse müşkilat ve mevani ika etmek
zihniyetinde asla değiliz. Bilakis bizim memleketimiz öyle bir muhiti emindir
ki, buraya gelinir, istenilen miktarda sermaye dökülür, her türlü teşebbüsatı
iktisadiyeye girişilebilir. Elverir ki, buraya gelecekler bu memleketin her
hangi bir memleket gibi sahibi malum olan, hukuku hayatiye ve hukuku
istiklaliyesi müsellem olan bir muhit olduğunu bilsinler. Memleketimiz
kavanininin hududu ve icabatı dahilinde kalmak kaydı tabisini ve meşru bir
surette kazanmak lüzumunu kendileri kabul etsinler.
Memlekette şu veya bu tarzda müşkülat çıkarmak şu veya bu
tarzda hakimiyet almak düşünmesinler. Fıtratımız, teşkilatımız, muhitimiz
suiistimalata müsait değildir. Bilakis meşru kazançlara emniyet ve teshilat
vermek için müsaittir. Arzu ediyoruz ki, gelsinler, sermaye döksünler, iş yapsınlar,
meşru istifade etsinler. Bu yalnız erbabı teşebbüsün istifadesini temin etmez.
Aynı zamanda tabiî ve esaslı olarak memleket için de mucibi istifade olur.
Şimdi bu esas dahilinde bulunan bir devletin Osmanlı İmparatorluğu tarafından
verilmiş olan imtiyazat ile memlekette hasıl olan vaziyeti nazarı dikkate
almaması kabil olamazdı. Bu noktai nazardan birçok ihtilafatı hallettik. Kabul
ettiğimiz noktalar menafii memleketle kabili telif olan makul hudutlar
dahilindedir. Bu imtiyazat içinde en çok müşkülat çektiklerimiz Harbi Umumiden
evvel imtiyazı tamamiyet kesbetmemiş olanlardır. Gerek devletler arasında
muhabere edilmiş ve gerek teşebbüsat esnasında muamelesi tamam olmamış
imtiyazlar da mer’idir tarzında umumî bir teklif vardı. Bu teklif sebebiyle çok
müşkülat içinde kaldık.
Her hangi iki hükümet adamı arasında geçmiş belki tamamen
malumumuz bile olmayan bir vesika ile Türkiye’yi meçhul şeraitle meçhul bir
imtiyaza raptedemezdik. İmtiyazat meselesinde Harbi Umumiden husule gelen
fasıla kadar müddeti imtiyazın temdidi de bilhassa konferansın birinci
safhasında mevzuubahsoldu. Biz bu şirketlere henüz muahede imza edilmemiş iken
bile müşkülat çıkarmayacak kadar hulus göstermişken yeniden taahhüdat altına
giremezdik. Biz her nevi şirketlerin memleketimizde teessüs edebileceğini
hulusu niyetle ve fiilen göstermiş bulunuyoruz. Tasdikinize arz ettiğimiz
vesikalar içinde Portekiz ve Belçika ile de sulhun tahakkuku için vesikalar
vardır. Bundan sonra Tahliye Protokolü ve merbutu olan Beyanname gelir.
Tahliye Protokolü Türkiye Büyük Millet Meclisinin tasdikinden itibaren muayyen
bir müddet zarfında kati bir tahliyeyi tazammum eder. Bu protokol hakikî bir
sulh yoluna girmekte olduğumuza amelî olan ilk vesikai emniyettir. Arz
ettiğimiz vesikalar arasında Karaağaç’ın tahliyesine ve bize iade olunan
Bozcaada ve İmroz’un iadesine dair olan Protokol bir de Yugoslavya Devletinin
muayyen bir zaman zarfında muahedeyi imza edebileceğine dair vesaik, bir de
bütün bu mukavelatı bir safhada hulasa eden Senedi Nihai görülür. Şimdiye kadar
olan mülahazatla Lozan’da imza ettiğimiz muahedenameyi ve bütün senedatı izah
etmiş oluyorum.
Muhterem efendiler! Mücahedatı Milliyenin neticei
hasılasını takdim ettiğim muahedeler ve vesikalar tespit ediyor. Bunlar için
size ayrıca, bir hulasa yapayım...
Mütecanis, yeknesak bir vatan, bunun dahilinde harice
karşı şu gayritabiî kuyuttan ve hükümet içinde hükümet ifade eden dahili
imtiyazattan müberra bir vaziyeti gayritabiî mükellefiyatı maliyeden azade bir
hal, hakkı müdafaası mutlak, menabiî mebzul ve serbest bir vatan. Bu vatanın
adı Türkiye’dir. (Şiddetli alkışlar) Türkiye’yi bu muahedenameler ifade
ve tavzih etmektedir. (Alkışlar, bravo sadaları)
Efendiler! Türk milletinin hassai esasiyesi zannolunduğu
gibi unsuru cidal olmak değildir. Uzun zamandan beri haksız muhacemata göğüs
germek mecburiyetinde kaldığındandır ki, son devrelerde hassai cidali nazarı
dikkati celbetmiştir. Türk Milletinin hassai esasiyesi sulh ve müsalemet
vadisinde unsuru terakki ve medeniyet olmaktır. (Alkışlar)
Efendiler! Temin ettiğimiz vatanın harap ve fakir
olduğunu hariçte ve dahilde bilmiyen yoktur. Biz zannetmedik, hiçbir meseleyi
hallederken düşünmedik ki karşımızda bulunan muhataplarımız zayıf yerlerimizi
veya kuvvetli yerlerimizi fark edememişlerdir. Böyle yanlış bir hesaba düşmedik.
Eğer böyle bir hataya düşmüş olsaydık hiçbir mücadelede muvaffak olamazdık.
Daima hesabettik ki her hangi bir mücadelede zayıf ve kuvvetli yerlerimiz ne
ise elbette karşımızdakiler, muhasımlarımız da bunları bilirler. Onun için
söylüyorum ki, vatanın içinde bulunduğu ıztırabı ve bilhassa içinde bulunduğu
fakir ve harabiyi, dahilinde bilmiyen kimse olmadığı gibi haricinde bilmiyen
kimse de yoktur.
Efendiler! Bizi endişeye sevk eden noktalar bütün dünyaca
malum olmakla beraber Türkiye büyük ve kavi bir Devlet, büyük ve kavi bir
millet addolunmuştur. (Alkışlar) Sebebi nedir? Toz, toprak içindeki
hayatı henüz Avrupa’nın diğer yerlerindeki hayatı ile kıyas kabul etmiyen bu
memleketin vaziyeti ve asıl kuvveti nedir ki, zahirine rağmen kavi, atisi emin
addolunur?
Efendiler! Bu memleketin menabiî ne kadar kuvvetli, ne
kadar mebzul olduğunu bizden daha iyi bütün dünya bilir. Kabili tasavvur mudur,
erişilmez hedeflere varmak için vesaitsizliğe, maddi müşkilata galebe eden bir
memleket ve bir millet altın hazineleri üzerinde otursun, mahza kapısını
açmayı bilmemek yüzünden fakir ve ıztırabı kabili tedavi olmasın? Aslolan nokta
menbaın kendisine malik olup olmamaktır. Eğer memlekette menbaı kuvvet, menbaı
servet, menbaı inkişaf yok ise bunu yaratmak kimsenin elinde değildir. Her
hangi bir taş parçası demir yapılamaz. Fakat eğer bu kuvvet varsa eksik olan
bunu inkişaf ettirmek için ilimdir, tecrübedir, melekedir, zamandır ve bunların
hepsi kudreti beşer dahilinde olan avamildir ve bunların hepsi gayrikabili
tasavvur müşkülatı iktiham etmiş olan, bütün dünyaya karşı siyasî ve harbî
mücadelesinde ispatı mevcudiyet etmiş olan bir milletin takati haricinde
değildir. Âtiye kemali emniyetle bakıyoruz. Bizim nüfusumuzu, hayatımızı en
yüksek seviyei medeniyeye çıkarmak için her türlü menabi ve vesait vardır.
Efendiler! Bu vesait ve menabiî işletmek için, milletin
büyük bir atiye doğru yürümesi için imkân veriniz. Sulh devresi gelmiştir.
Tarif ettiğim güzel, mukaddes, her türlü şeraiti hayatiyeye malik vatanın
inkişafını temin etmeye derhal başlamak zamanı gelmiştir. Milletin asıl
vazifelerini ifa etmek, unsuru sulh ve müsalemet, amili terakki ve medeniyet
olmak için istidat ve kararına yol gösteriniz. Arkadaşlar! Hedefe varmak için
evvela hedef vazıh ve berrak bir surette malum olmak lazımdır. Yanar – döner
bir ışık, bulutlar içerisinde meşkuk hedefler arkasında koşanların ilk müşkilat
karşısında ayakları sürçer. Berrak ve mühim bir hedefe varmak için de bunun
dümdüz olduğunu, her türlü müşkülattan azade bulunduğunu zannetmek büyük
gaflettir.
Büyük hedefin yolu sabır ve sebatı tüketecek zannolunan
büyük müşkilat ile malidir. Varacağımız nokta mecmuai milelde en yüksek seviyei
terakki ve temeddündür. Gerçi fakir ve harabız. Fakat altın hazineleri içinde
oturuyoruz. Yarın veya öbürgün behemehal bunları açabilir ve behemehal açmak
mecburiyetindeyiz. Açmak için vasıta, takati beşer harici değildir. Ve semadan
da inecek değildir. Bu vasıta muayyen bir hedefe doğru yılmıyarak mütemadiyen
çalışmaktır. Ve bu yol her milletin yürüdüğü terakki yoludur. Artık iş zamanı
gelmiştir.
Muhterem vekiller! Mücadelatı milliyemizin neticei
hasılasını tayin edecek olan reylerinizi izhar ediniz. Millet ve bütün dünya
vereceğiniz reye intizar etmektedir. (Devamlı ve sürekli alkışlar arasında
kürsüden indiler)
(...)
Türkiye ile Yunanistan Arasındaki Mübadele
Üzerine BMM’de Yapılan Konuşmada Lozan Barış Antlaşması
Dolayımıyla Söyledikleri[72]
(10. 11. 1923)*
(…)
Arkadaşlar!
Türkün ananesi imzaya sadakat ve akdettiği mukaveleye ciddî bir samimiyettir.
Bu, bizim yalnız bir ananevi tarihiyemiz değil, bir şiarı siyasiyemizdir. Ne
mukavele yapmışsak o mukaveleyi yaparken son harfine kadar cidden ve samimen
tatbik edeceğimizi düşündük ve onun için muahedatı akdederken çok düşündük, çok
münakaşa ettik. Mukavelatı daha imza ederken tatbik etmemeyi düşünenler kolay
imza ederler. Demek istiyorum ki, eğer biz memlekette bir kısım halkın
mübadeleden istisnasını kabul etmiş isek bu kabulümüz cidden ve hakikaten
samimidir. Bugün de yine o kanaatteyiz.
Memleketimizde bulunan, memleketimizde yaşıyacak olan
Türklerle tevhidi mukadderat eden birçok vatandaşlarımızın, şu ve bu ahvalden
mutazarır olmasını asla arzu etmiyoruz. Fakat haricin cebir ve şiddeti bizim
sabrımızı aşarsa orada bulunan Türkleri imha ve burada bulunan vatandaşları
ızrar edecek bir vaziyet alınacak olursa mesuliyet kime teveccüh eder? İstiklal
Mücadelesi esnasında birçok harebeler kimlerin uhdei mesuliyetinde ise yeni
hadisat da onların mesuliyetinde kalır. Biz memleket dahilinde bulunan
vatandaşları, şu veya bu suretle ızrar edecek her hangi bir vaziyet, hadisat
olmaması için azmi ciddi ile çalışıyoruz. Şimdiden teşrih ettiğim vaziyetin
salahı hakkındaki ümitlerimizi söyliyeyim. Bir defa bu mesele Yunanistan’ın
bizimle hakikaten hüsnümünasebet tesisine karar vermiş olup olmamasına
tabidir. Lozan’da Yunanistan’la aramızda hakikî bir sulh teessüs edecektir
kanaati murahhaslar arasında mütemadiyen cari oldu. Ben, Lozan’dan
Yunanistan’la Türkiye arasında teessüs edecek münasebatın ciddî ve hakikî bir
sulh olarak tecelli edeceği kanaatiyle avdet ettim. Bu arzu ile Yunanistan’la
aramızda münasebatı süratle tesis etmek için fırsattan istifade eyledim.
Ümidediyorum ki, yakında mümessiller karşı karşıya, tarafeyn memleketlerinde
bulunacaklardır.
(…)
İstanbul İstiklal Mahkemesine İlişkin
BMM’de Yapılan Konuşmada Lozan Konferansı Dolayımıyla
Söyledikleri[73]
(13. 12. 1923)
(…)
Gerek hususi, gerekse Meclisin resmi celselerinde hafi
olarak yaptığımız içtimaattan intişarat vaki olmuştur. Hâkimiyeti Milliyenin
bir fıkrasını bu hususta istişhat buyurdular. Arkadaşlar, insafınıza müracaat
ederim, hafi celselerden vukubulan intişarat daima bizim noktai nazarlarımız,
hükümetin noktai nazarları aleyhinde olmuştur. Hiçbir zaman sir sahibi insafın
hatırından geçmez ki, vukubulan intişarat herhangi bir suretle hükümetin
neşretmek istediği bir maksada faydalı olmuştur. Bilâkis hafi celselerin
intişaratından en çok müteallim ve müteessir olan benim, biziz. Herhangi hafi
bir celsede bizim noktai nazarımız aleyhinde mülâhazat serdedilmiş ise, gayet
tabiidir, büyük ve güzide heyetlerle muhtelif noktai nazarlar dermayan olunmak
gayet tabiidir. Fakat hafi celselerin müzakeratının intişaratı, bizim noktai
nazarımız aleyhinde ve bizzarur biz müdafaasız vaziyette iken neşriyat
yapılmıştır. Onun için hikâye kabilinden bir şey arz edeyim.
Lozan’da heyeti murahhasa arasında otururken bütün
heyetlerin, konferansın bir tebliği resmi neşretmesi mukarrer idi. Müzakere
olacak, o günkü müzakerede ne cereyan etti ise bir tebliği resmi
neşredilecekti ve muhtelif milletler ayrı ayrı tebligat yapmayacaklar[dı].
Kemali dürüsti ile bu noktai nazarı ben muhafaza ettim. Her heyeti murahhasa
müşterek ve mübhem bir tebliği resmi yaptıktan sonra çıkar çıkmaz her biri ayrı
ayrı propaganda yaparlardı. Her içtimada ben de aynı usulü tatbik etmeyeyim diye
bu kararı tekrar tatbik ve tashih ettirmeye çalıştım. Teyit ve tasrih ederler,
tekrar neşrettirirlerdi. Bu, o demektir ki biz neşredeceğiz ve noktai nazarlarımızı
her yerde intişar ettireceğiz, fakat yalnız Türkler neşretmesinler.
Hafi celselerin intişarında, şimdiye kadar gördüğüm
mahiyete nazaran, hafi celseler faydası yalnız hükümet aleyhinde
kullanılmaktadır. Hükümet neşretmesin yalnız biz ifşa edeceğiz ve biz
kaçıracağız. Ne idi o; bir ziyai hakikat sözü ve hatta ne idi o, İstiklâl
Mahkemesinin teşekkülüne dair olan müzakeratın tarzı işaesi... Buradan İstiklâl
Mahkemesi çıkmış, ben İstiklâl Mahkemesine riyaset ederek içtima yapmışım. Ben
bunu yapar mıyım? Ve buna herhangi bir arkadaş ve herhangi bir hükümetin noktai
nazarını terviç eden arkadaş yapar mı ve benim menfaatim var mıdır ki şu
arkadaşın bu arkadaşın benim serdettiğim –bizim sedettiğimiz– noktai nazara
mugayir bir fikir dermeyan ettiğini izhar edeyim? Bilâkis benim menfaatim hafi
celselerden bir şey sızdırmayarak yekpare karar verildiğini, Meclisin karar
verdiğini, izhar etmektir. Hem mütecaviz, hem mazlum rolünü oynayan hafi
celsenin müzakeratını, inbişaratını [intişaratını] yapanlardan tamamen
mutazarrır ve tecavüze uğramış adamlarız.
(…)
Bir noktai nazar daha serdolundu. Ona da cevap vermek
isterim. Adliye Vekili bu kürsüye çıksın. Adliyemizin ve polisimizin muktedir
veya gayri muktedir olduğunu ve bu işi yapmağa muktedir veya gayri muktedir olduğunu
sarahaten söylesin. Arkadaşlar, bu da hükümeti bir çıkmaza sevk etmek demektir.
Biz yeni bir kanun teklif etmiyoruz. Büyük Millet Meclisinin vaz ettikleri
kanunu tatbik ediyoruz. Bu kanunda – elimizde mevcut bulunan kanunda– Adliye
makinasının işlemediği, şayanı emniyet olmadığı zaman İstiklâl Mahkemesi
gönderilir veya idarei örfiye ilan edilir gibi bir kayıt var mıdır? Veya öyle
bir kayıt olmasına ihtimal mutasavver midir ki, böyle bir talep dermeyan
buyuruluyor? Her halin kendisine mahsus bir tedbiri vardır. Kanuniyet ve gayri
kanuniyet ne vakit olur? Eğer bir hali hususi için size her hangi ayrı bir
kanun teklif etmekle huzurunuzda arzı vücut edersek, o zaman mevcut olan
kanunların ademi kifayetini teslim etmiş oluruz. Vaz etmiş olduğumuz, aylardan
beri ve bütün cihan karşısında kabul ettiğiniz ve neşrettiğimiz bir kanuna
istinaden sizden tedbir ve karar talep ettik. Onun için bidayet mahkemesinin
kararını, istinaf mahkemesi nakzederse ve sizin bidayet mahkemeleriniz musib
karar vermekte muhti midirler?
İsabet ediyorlar mı, etmiyorlar mı, derseniz musib olur
mu? Kanunun tayin ettiği salahiyetler ve şekiller olduğu gibi meşru ve
makuldür. Onun için Polisimizin, Adliyemizin her hangi bir suretle ifayı vazife
edip etmediği tarzında bir ifadeyi bizden talep edemezsiniz. Bu kanaatte
değiliz, tamamen aksi kanaatteyiz. Adliyemizin cihan karşısında ilan ettiğimiz
gibi, sizin huzurunda da onun mesuliyetini hâmiliz; Adliyemiz mükemmeldir,
işlemektedir, işliyecektir ve en mükemmel adliyedir ve olacaktır. Bu, Büyük
Millet Meclisi kanunları olarak Medarı istinat ve takip edilmek üzere elimize verdiğiniz
her hangi bir kanunun kıymetini küçültmek demek değildir. O, başka bir
kanundur, bu başka bir kanundur. Mademki kabul ettiniz, mademki neşrettiniz
meşrudur ve yerindedir. Ben Başmurahhas olarak Lozan Konferansında Adliyemizde
müdahale veya Adliyemizin herhangi bir memleket Adliyesinden noksan olduğunu
kabul etmek telakkisinde değilim [değildim]. Orada [bu kanıda] değildim ve
bugün burada da değilim. Cevabı gayet basittir. Lozan Konferansında
Adliyemizin şayanı emniyet olduğunu iddia ettiğim zaman Büyük Millet
Meclisinin istiklâl mahakimi mevcut ve kanuni malum idi. Dünya ve ben bunu
bilerek ona istinat ederek bu davayı dermeyan ediyordum. Bu gün vaziyet başka
değildir.
Her millet kendi idaresi için kanunlarını ihtiyacına göre
kabul ve tatbik etmek hürriyeti tamamesindedir. İstiklâl Mahkemesi zaten budur.
(…)
(...)
Efendiler, Lozan muahedesine göre İstanbul tahliye
olundu, bütün donanmalar çıktı. Derhatır buyurursunuz, ki 31 Kânunuevvele kadar
her devletten bir kruvazör ve iki torpido kalacaktı. İstiklâl Mahkemesi
göndermek, eğer şey olsaydı, her hangi bir suretle memlekette zaaf ve teşevvüşü
mucib olsaydı ve kanunsuzluğu ifade etseydi muahedenin tatbikatında bir fark
olmak lazım gelirdi. Fark bilakis lehimizde olmuştu. Devletler, hattı hareketlerini
tebdil etmişdi. (Bravo sesleri) 31 Kânunuevvelde topraklarımızı terk
edecek olan kruvazör ve torpidolar o gün 15 Kânunuevvel de geri alınacaktır,
dedik. Bu, Cumhuriyetin kuvvetidir ve Büyük Millet Meclisinin azim ve
salabetinin kuvvetidir. (Bravo sesleri ve alkışlar) (…)
Lozan
Barış Antlaşması ve Dış Siyasete
İlişkin
BMM’de Yapılan Konuşma[74]
(22.
03. 1924) *
Muhterem efendiler, zannediyorum ki, vaziyeti hariciyemiz hakkında yakın
zamanda Meclisi Âliye arzı malûmat ettik. Fakat bütçe münasebetiyle muhtelif
hatiplerin izhar ettikleri arzuya tebean hulasaten bir iki söz daha arz etmek
isterim. Münasebatı Hariciyemiz, Şarktaki komşularımızla dostane münasebetimiz
sureti umumiyede ve hüsnüniyet dairesinde fiilen tanzim ve teessüs
vâdisindedir. Garp devletleriyle de münasebatı siyasiyemizi resmen tesis etmek
yolundayız. Bugünlerde Estonya Hükümetini resmen tanıdık. Cemahiri Müttehidei
Amerika, Avusturya ve Almanya ile imza ettiğimiz muahedat; Meclisi Âlinin
tasdikına maruzdur. Macaristan ve Lehistan ile icra ettiğimiz ve Meclisi Âlinin
tasdikına iktiran eden muahedat teati edilmiştir. Diğer devletlerle yeni
esesat üzerine muahedat akdi ve münasebat tesisini tervic ediyoruz ve bunun
yed’i iktidarımızda olan bütün vesaikle teshil ediyoruz. Lozan’da imza
ettiğimiz Muahedenamenin mevkii meriyete vaz’ına muntazırız. Gerçi
muahedenamenin ruhuna ve Lozan’da bize, mütemadiyen vukubulan teminat ve
mevaide rağmen tasdik muamelesi ve muahedenin mevkii meriyete vaz’ı muamelesi
tahmin olunmıyacak derecede uzamıştır. Muahedatın alâkadar meclisler tarafından
ne vakit tasdik olunacağını sureti katiyede tayin etmek esasen mümkün değildir.
Fakat hiç kimse şüphe etmez ki bir muahedenin imzasındaki
asli ve onun yalnız bir taraflı olarak tatbikini terviç ettiremez ve bu muallak
vaziyet, ila nihaye devam edemez. Meclisi Âliye arz ve ifadeye müsaraat ederim
ki Lozan Muahedenamesinin tasdiki muamelesi, son zamanlarda esaslı bir terakki
göstermiştir. İtalya Devletinin, Lozan Muahedesinin tasdikına müteallik
muameleyi ikmal ettiğine 12 Mart’ta resmen muttali olduk ve yine aldığımız
malûmata nazaran Lozan Muahedesi; İngiltere’de Lordlar Kamarasında tasdik olunmuştur.
Muamele devam etmektedir. Siyaseti hariciyemizin mahiyeti sulhperveranesi
malûmuâlinizdir. Münesabatı resmiye tessüs [tesis] ve teessüs ettikçe Türkiye
Cumhuriyetinin nasıl unsuru muvazenet unsuru istikrar olduğu gittikçe daha
ziyade tebarüz edecektir. Geçen gün kıymetli hatip arkadaşlarım, mesaili
mütenevviaya temas ettiler. Buna dair arzı cevabetmek isterim. Menteşe Mebusu
muhteremi elindeki vesaikla Garbi Trakya’daki mezalimden bahsettiler. Evvel ve
ahir arz ettim ki beynelmilel münesebatta, mukabelei bilmisil tarikinde bir
çarei hal aramak veyahut bu münasebetle Türkiye tebasının emniyetini, her hangi
bir suretle mevzuubahsetmek benim temas edemiyeceğim bir zemindir.
Diğer taraftan Menteşe Mebusu muhtereminin ifade ettiği,
beyan ettiği vukuatı, muttali olduğumuz andan itibaren baştan nihayete kadar
kemali ehemmiyetle nazarı dikkate alıyoruz. Nihayete kadar ciddiyetle bu işleri
takibediyoruz. Biz, bu gibi ihtilafata esasen hükümetlerin hüsniniyetine,
muahedatın müstekimane tatbikine istinadeden bir siyasetle müşkülatın
hallolunulacağı kanaatindeyiz. Bahis buyurdukları vakayi hakkında Hariciye,
malûmat alır almaz teşebbüs etmiştir. Aldığımız malûmata nazaran bize
denilmiştir ki affı umumî beyannamesi esasen 22 Teşrinisaniye kadar olan
vukuata şâmildir. Bu vakayi ondan sonra vukubulan birtakım harekâta
mütealliktir. Biz, affı umumi beyannamesinde ve mukarreratındaki mahiyeti
müsalemetperveraneyi esas ittihaz ediyoruz. Yoksa şu veya bu vesileyle bir
kısım adamların aftan istisnası noktai nazarına iştirak etmiyoruz. Af, sükûn,
teskin esasları dahilinde bir sureti hal aramayı iltizam ediyoruz. Muhtelit
Mübadele Komisyonunun faaliyeti, hal için ve âti için itminanı bahistir. Elde
edilecek semerat daha ziyade artacaktır. Bununla beraber Yunanistan Devletiyle
olan bu gibi ihtilâfatı mütemadiyen azaltmak ve mütemadiyen sükûta gitmek
yolunda yani her ihtilâfı halledecek olan siyaset yolunda müşkülata
uğramıyacağız kanaatindeyiz. Esasen affı umumiyi Yunan Hükümetinin 17 Eylül
1923 tarihinde ilan etmiş olduğuna muttali olduk. Yakında Meclisi Âliye Lozan
Muahedesine tevfikan Yunanlılarla aramızda, tekârrür [tekârir, takarrür] eden
şekilde, affı umumî esasını ihtiva eden bir lâyihai kanuniye takdim edeceğiz.
Hatipler Musul meselesine temas ettiler. Musul vilâyeti
dahilinde birtakım vukuat cereyan ettiğinden bahsettiler. Biz, muttali
olduğumuz bütün vukuat üzerine, derakap lazım gelen teşebbüsata tevessül ettik.
Aldığımız malûmat, bu vekaiyin çok eski olduğu zeminindedir. Meclisi Âlinin
malûmudur ki Türkiye ile Irak arasındaki hududun tarzı halli ayrı bir
komisyonda takarrür ettirilecektir. O komisyon takarrür ettirinceye kadar
statükonun muhafazası, tarafeyn murahhaslarınca derpiş edilmiştir. Biz, imza
ettiğimiz kuyuda halisane riayet ediyoruz. Statükonun muhafaza olunmadığını
ifade eden her hangi bir vaka olmuş ise, statükoyu ihlâl edecek mahiyette olan
hadisatın gayrivakı ve keenlem yekûn bir surette olduğunu sarahaten ifade
ediyoruz. Bazı hatipler bu mesele üzerinde şu veya bu mülâhazanın nazarı dikkate
alınıp alınmadığını ve bu husustaki noktai nazarın ne tarzda olduğunu istifsar
etmek istediler. Noktai nazarımız Lozan’da müzakereyi bıraktığımız zamandan
itibaren tebeddül etmemiştir. Orada hangi esasatı müdafaa ettiğimizi Lozan
Muahedatının zabıtnamelerine müracaat ederlerse sarahaten görürler. Bir arkadaşım
öyle bir heyete, heyeti müzakereye kimin murahhas olacağını ve o murahhasın ne
gibi efsafı [evsaf] haiz olması lazımgeldiğini uzun uzadıya izah etti. Zeminin
latifeye müsaadesi olsaydı derdim ki eğer hatip, içinde muayyen bir şahsı
düşünüyorsa kendisi mevkii iktidara gelinceye kadar o şahsı saklasın. Elbette
herhangi bir heyeti murahassaya ve herhangi bir heyeti sefarete tayin olunacak
zevatın daima evsafı tammeyi haiz olması hususunda itina edilecektir. Türkiye
ile Irak arasındaki hududun tayini meselesine, milletimizin atfettiği
ehemmiyet ve kıymeti, Hükümetin kemaliyle takdir etmekte olduğuna Meclisi Ali
emin olabilir.
Haizi ehemmiyeti bir mesele olmamakla beraber bir
arkadaşım temas ettiği için arz edeceğim. Sakıt Halife, İtalya’ya davet
olunmuş veya İtalya’ya gidecekmiş. Bizim işittiğimize göre her hangi bir yolcu
gibi sakıt halifenin de İtalya’ya gidebileceğinden gazeteler, bahsettiler.
Fakat resmen bir davet vaki olduğu teeyyüdetmedi. ister öyle olsun, ister böyle
olsun; meseleyi, noktai nazarımızca şayanı ehemmiyet addetmiyoruz. (Doğru
sesleri) Kezalik İngiliz Donanmasının Bahri Sefitteki [Bahr–i Sefiddeki]
manevralarından hiçbir surette alâkadar ve endişenak olmaya mahal görmüyoruz.
Muvazenei Umumiyeye müteallik, tertibatı siyasiyeye ait Türkiye, ne vaziyet
alacaktır diye de mülâhazat dermeyan buyuruldu. Uzun müddetten beri Münasabatı
umumiyenin teessüs ettiği bir devirde, bir zümreye istinat veyahut münferit
yaşamak gibi nazarî ve fennî mülâhazata temas etmekte bir faidei ameliye
tasavvur etmem. Bütün terkibatı siyasiye muvacehesinde bizim atfı ehemmiyet
ettiğimiz iki nokta vardır: Türkiye’nin emniyeti ve sulhun muhafazası. Biz
hadisatı bu noktayı nazardan mütelâ [mütâlaa] ve tetkik ederiz.
Arkadaşlarımdan birisi, İtalya Başvekilinin gazetelerde
intişar eden beyanatına temas ettiler. Gazetelerde görülen bu neşriyat üzerine
muhterem hatip tarafından olduğu gibi memleketin her tarafında alâka ve istizaha
maruz kaldık. Memleketimizde ticari ve iktisadi münasıbatın arkasında, her
hangi bir beyanatı siyasiye bulunması milletimizi umumiyetle o ticari ve
iktisadi münasebetten tevahhüşe sevk etmektedir. Bu sebepledir ki, bu havadis
üzerine derakap her taraftan bana, bu nedir diye sordular. Evvela şunu arz
etmek isterim ki şu tarzda veya bu tarzda her hangi mütalâata karşı Hükümeti
Cumhuriyenin en uzak ihtimalâtı dahi nazarı dikkate alarak memleketin selamet
ve emniyeti fiilen vikaye eyliyecek tedabiri daima derpiş ettiğine Meclisi
Âliyi temin ederim. (Bravo sesleri, alkışlar) Bununla beraber vasati
dostane ve siyasiye ile tenevvür etmek esbabına derakap tevessül ettik. Bizzat
Mösyö Mussolini kendi siyaseti sulh perveranesi hakkında bize teminatı
müekkide vermiştir. İtalya’nın muahedeyi tasdik etmesi muamelesi de ondan
sonradır. (…)
(…)
Lozan Barış Antlaşması ve Güncel Gelişmeler
Dolayımı ile BMM’de Verilen Musul Sorunu ile
İlgili Söylev[75]
(18. 10. 1924)
Azayı kiram!
Müstacelen Büyük Millet Meclisinin ıttılaına ve tetkikine
arz etmeğe lüzum gördüğümüz meseleye doğrudan doğruya girmek için Azayı kiramın
müsaadelerini istirham ederim.
Azayı kiram bilirler ki, Lozan Muahedei sulhiyesini imza
ettiğimiz zaman Irak hududunu, Türkiye ile Irak arasındaki hududu bir neticei
katiyeye rapt etmek mümkün olamamıştı. Muahede iki noktayı tespit etti. Birisi
imza olunduktan sonra Türkiye ile Irak arasındaki hududu halletmek için Türkiye
ile İngiltere arasında dostane müzakerat cereyan etmesi ve bu müzakere ihtilafa
müncer olması halinde ihtilafın Cemiyeti Akvama havalesi esasını tespit ettik.
Bir de bu tarik ile Türkiye ve Irak arasındaki hudut meselesi kesbi katiyet
edinceye kadar hali hazırın muhafazasını tarafeyn taahhüt etmişlerdi. Bu sene
Mayısın on dokuzundan dokuz Hazirana kadar İstanbul’da inikat eden Haliç
konferansı, muahede hükmüne iptinaen Türk ve İngiliz murahhaslarını temasa ve
müzakereye getirdi. Maatteessüf bu müzakere Türk Murahhasının bir itilafa
varmak için sarf ettiği bütün mesainin bir semere vermemesi ile nihayet buldu.
Malumuâlinizdir ki Lozan’da Irak hududu üzerinde bir neticei katiyeye
varılamamasının sebebi, delaile müsteniden bizim Musul vilâyetini Ana Vatana
raptetmek iddiamızdaki sebatımız idi. Diğer taraftan İngiltere murahhası Musul’un
Irak’a merbutiyeti olduğunu iddia etmek istiyordu. İfade etmek istiyorum ki,
muallak olan mesele Lozan’da hallolunmamış olan ve bilahare mütalaası ve halli
derpiş edilmiş olan Musul vilâyetinin ciheti aidiyeti meselesi idi. Halbuki
İstanbul Konferansında mesele mevzubahis olduğu zaman Büyük Britanya murahhası
Musul Vilâyetinin mukadderatı üzerinde müzakere etmek esasına girmeksizin
Musul’un haricinde Hakkâri Vilâyetine ait bazı arazi üzerinde talep dermeyan etti.
Bu talep karşısında konferansın bir neticeye varmaması tabiî idi.
Denilebiliyor ki: İstanbul Konferansı; sebebi içtimai
olan ve halledilmesi lazım gelen meseleye temas etmeksizin inkita etmişti. Biz
Haliç Konferansı hitam bulmazdan ve Cemiyeti Akvama gitmezden evvel muahedenin
derpiş ettiği fikir; müsalemet cuyane ve fikiri itilâf cuyaneye itibaen iki
hükümet arasında meselenin halli esbabına tevessül ettik. Bunun için yed’i
iktidarımızda olan bütün vesaitle hal çarelerini aradık. Bize İngiltere, başka
bir teklifimiz varsa dermeyan etmekliğimizi, ayrıca bir müzakere açmaya imkân
olmadığını yani Cemiyeti Akvama gitmekten başka çare kalmadığını cevaben
bildirdi. Bunun üzerine takriben 6 Ağustosta, İngiltere Cemiyeti Akvama
müracaat etmişti. Biz bu esnada Lozan Muahhedesinin kesbi meriyet etmesine
intizar ediyorduk. Gerçi Lozan Muahedesi 6 Haziran tarihinden itibaren kesbi
meriyet etmişti. Fakat bu vaziyeti tespit etmek için icabeden muamelâtın resmen
Hükümeti Cumhuriyenin semi ittilâına vusulü 29 Ağustosa kadar imtidat etti.
Biz Cemiyeti Akvama
müracaat için vaki olan teklifi; Ahden olduğu gibi neticeten, adalet husule
geleceğine itimaden dahi iltizam ediyorduk. Fakat evvelemirde Lozan
muahhedesinin kesbi meriyet ettiği bize sureti resmiyede tebliğ edilsin bunu
bekliyorduk. Hasılı bu muamele Ağustos nihayetine kadar hitam buldu.
Murahhaslarımız da takriben 20 Eylüle doğru Cemiyeti Akvam Celselerinde ispatı
vücut ettiler. Murahhasımızın; İngiltere Murahhası ile bittabi hukuku
mütesaviyeyi haiz olarak iştirak ettiği Cemiyeti Akvam Celsesinde –20 Eylül
Celsesi– İngiltere Murahhasını Evvelemirde Cemiyeti Akvama havale edilmiş olan
meselede ihtilâfın mahiyeti neden ibaret olduğu sualini mevzuubahis etti.
Haliç Konferansında olduğu gibi Cemiyeti Akvamda da İngiltere’nin tezi şu idi:
Musul Vilâyetinin mukadderatı mevzuubahis değildir. Mevzuubahis olan Türkiye
ile Irak arasındaki hudut meselesidir.
Musul Vilâyeti hariç olmak üzere bir hudut çizeceğiz,
diyorlardı. Böyle bir tez ki, Musul Vilâyeti haricinde; Musul Vilâyetinin şimal
hududu aynen konuşulacak veyahut bunun haricinde bir takım arazinin mukadderatı
mevzuubahis olacaktır, şeklindeki zemine girmekti. Türkiye ise İstanbul’da
olduğu gibi orada da böyle bir zemine girmiyeceğini izhar etti. Yalnız izhar
etmedi, Heyeti murahhasamız Lozan Konferansının zabıtnameleriyle bizzat
İngiltere Murahhasının beyanatından ve İngiltere’nin resmi neşriyatından
iktibası kuvvet ederek kendi delilleriyle İstanbul’da konuşulması lazım gelen
ve Cemiyeti Akvama gitmiş olan meselei yegâne, Musul Vilâyetinin mukadderatını
hal etmekten ibaret olduğunu cihan muvacehesinde aleni bir mertebeyi subuta
iysal eyledi. (Bravo sesleri) Bu müzakere ile bir neticeye varmayan 20
Eylül celsesinden sonra 25 Eylül de Cemiyeti Akvam Meclisi diğer celsesini
akdetti. Bu içtimada mazbata muharriri evvelemirde mevzuubahis olan mesele
üzerinde tarafeyn murahhaslarının reyini soruyordu ve diyordu ki tarafeyn
Meclise müracaatı nasıl anlıyorlar? İngiliz Murahhası Meclisin karariyle
kendisini berveçhipeşin mukayyet addettiğini bildiriyordu ve Türk Murahhasını
da beyanı mülâhazaya davet ediyordu “Türkiye ile Irak arasındaki hudut”
tabirlerinden maksat nedir? Türkiye Musul Vilâyetinin Cenup hududunu dermeyan
ediyor. İngiltere ise İngiliz talebi olmak üzere diğer bir talep teklif
ediyordu. Cemiyeti Akvam bu iki talepten birisine kabul kararı mı verecektir,
yoksa bunların haricinde diğer bir sureti hal aramak mecburiyetinde olduğunu
tanıyorlar mı?
İşte böyle bir takım sualler vaz ettiler. İngiliz murahhası
muahede mucibince bu suallere cevaben Meclis hakem vaziyetinde bulunduğundan;
kararının mecburülkabul olduğunu, ikinci suale gelince; bu, bir tefsir
meselesidir. Mesaili Hukukiyenin tetkikinde mütemail olan usuller tetkik
olunsun. Türk Murahhası ihtilâfatı ruzumer’e üzerinde Cemiyeti Akvamın; Misakı
Akvamın 15 inci maddesinde mevcut olan selâhiyetleri tanıdığını berveçhipeşin
söylemişti ve Musul Vilâyetinin mukadderatını tayin etmek için her kesin kabul
edebileceği en iyi çarei hal olmak üzere reyiam teklifi, talik olunan 30 Eylül
celsesinde tekrar açıldı. 30 Eylül İçtimaında tarafeyn müzakeresi şu suretle
hulâsa olunuyordu :
İngiltere Murahhası Hükümetinin Meclis Kararını kabul
etmesini taahhüt etmiş olması hasebiyle Meclisin Türkiye ile Irak arasında
çizeceği herhangi bir hududu kabul edeceğini taahhüt etmiş olduğunu söyledi.
Türk Murahhası İngiltere Murahhasının beyanatına nazaran evvelce tahaddüs eden
Suitefehhümün zail olduğu ve Meclisin Kararında evvel beevvel ahalinin
arzusunu nazarı dikkate alacağı beyaniyle Türkiye’nin Meclisin kararını kabul
edeceğini söyledikten sonra mazbata muharriri bir komisyon teşkilini teklif
etti. Murahhasımız da bir noktayı bilhassa tebarüz ettirdi. İngiltere Heyeti
Murahhasının evvelce Musul Vilâyetinin tayini mukadderatı hususunda Meclisin
Salâhiyetini kabul etmediği halde bilâhare Meclisin çizeceği her hangi bir
hududu kabul edeceğini beyan etmesiyle Meclisin Musul Vilâyeti mukadderatını
müzakere etmek salâhiyetini kabul etmiş demek olduğunu zikretti ve bu sebeple
aradaki suitefehhüm izale edilmiş ve mutabakat hâsıl olmuş olduğunu ifade
eyledi.
Bundan sonra derpiş olunan Komisyon hakkındaki
mütalâasını söyleyerek dedi ki: (Buna Türk Murahhası söylüyor) bunun salâhiyeti
hangi usulün, hattı hududun tayinine daha ziyade müsait olacağını ve
binaenaleyh mahallinde yapacağı tetkikatın Türk ve İngiliz Murahhaslarının teklif
ettikleri usullerden hangisi Musul Vilâyeti ahalisinin hakiki arzu ve
temayülatı siyasiyelerini izhar edebileceği ve izhar etmesi için en iyi usul şüphe
yok ki reyiam usulüdür ve bu bir memleketin mukadderatını tayin için en güzel
usuldür ve bunun gayrı bir usul serd ve itiraz etmek müşküldür. Bunun üzerine
Cemiyeti Akvam Meclisi bir komisyon teşkili için karar ittihaz etti. Komisyonu
itayı karara ve ita edeceği malûmatı ve tarafeynin mevcut vesaiki ve izhar
ettiği hissiyatı efkârı nazarı itibare almak üzere ve her iki tarafın icra
edeceği tebligatı nazarı itibare alarak ahz ve telâkki etme ve tarafeynden
birer aza alarak mahallinde tetkikat yapabilmek ve masarifi mutesaviyen taksim
edilmek üzere tarafeynden birer murahhas alarak üç azadan mürekkep bir komisyon
teşkili takarrür etti. Kararı mezkûru İngiliz Murahhası kabul ettiği gibi aynı
celsede de dermeyan edilmek üzere, yani bu mülahazat nazarı itibare alınmak
ümidiyle Murahhasımız da kabul etti. Bu komisyon için, mevzuubahis olan aza
tayin olunmak üzeredir.
Şimdiye kadar arz ettiğim safahat Muahedenin derpiş
ettiği safahattır ve bu safahatı tabiiyedir. Bu suretle Türkiye ile Irak
arasındaki hudut yani Musul Vilâyetinin tayini mukadderatı meselenin ne
suretle hallolacağı bu komisyonun tetkikine hasr olunmuştur. Bu Komisyona aza
intihap olunur olunmaz teşekkül ederek faaliyette bulunacaktır ve buna kuvvetle
eminiz ki bu komisyonun hissiyatı adilanesi tetebbu ve tetkikte edinecekleri
netice ve vesaikle katî bir neticeye vararak Musul Vilâyetinin anavatana
iltihak etmesi hususunda emniyet ve memnuniyetbahş bin netice temin edecektir.
Bu muzakerat cereyan ederken hudut üzerinde kararı kati hasıl oluncaya kadar
muhafazası lazım gelen statüko zemininde ihtilaf hasıl oldu. Dahiliye Vekili
bir münasebetle Heyeti Celileye daha mufassal malumatta bulunacaklardır. Yalnız
birkaç kelime ile bütün tafsilatı cami olmak üzere ben malumat vereyim.
Hakkâri Vilâyeti dahilinde Ağustos iptidalarında Hakkâri Valisi yanında
jandarma kumandanı ve jandarmalarıyle devri teftiş esnasında iken bazı eşkiya
tarafından tecavüze maruz kaldı, kendisi esir oldu. Yanındaki jandarma
kumandanı ve bazı jandarmalar şehit düştüler. Anlaşıldı ki: O havalide
yerleşmiş olan ve teslih edilmiş olan, vukuat çıkarmak için intizarda bulunan,
bazı Nasturi eşkiyası bu ağır cürmü irtikap etmişlerdir. Kanuna karşı bundan
daha ağır bir cürüm tasavvur olunamazdı. Bunun üzerine Dahiliye Vekâleti ahkâmi
kanuniyeyi yerine getirmek için icabeden muamelata ve tedabiri cebriyeye
tevessül etti. Jandarma ve ciheti askeriyeden temin ettiği muavenet ile kanunun
temin ettiği bütün vesaiti kullanmaya başladı.
Nazarı dikkatimizi celp etti ki, bu eşkiya ile olan müsademe
esnasında ecnebi tayyareleri bunların üzerinde dolaşıyorlardı. Bu hadise Musul
Vilâyeti ile hiç alâkası olmayan Hakkâri Vilâyeti dahilinde cereyan etmektedir.
Heyeti Celilenin bu noktaya sureti mahsusada nazarı dikkatini celp ederim.
Hükümet: Irak hududu hakkında Meclisi Akvamda hükümetler arasında müzakerat
cereyan ederken hudutla hiç münasebeti olmadığı halde Hakkâri Vilâyeti
dahilindeki tedibat esnasında hiç bir suitefehhüme mahal vermemek için azamî
gayret sarf etti. Her hangi bir suretle muhafazası lazım gelen statüko
hududunun tecavüz edilmemesini evamiri katiye ile askeri ve mülki memurlara
tebliğ ettik. Bu harekatı tedibiyede bulunan jandarmalarımız ve kıtalarımız bu
esnada İngiliz tayyarelerinin tecavüzüne maruz kaldılar. Herhangi bir suretle
anlaşılması kabil olmayan bu hareketi protesto etmekle beraber bir suitefehhüm
atfederek bu suitefehhümü izale için bütün temas vasıtalarına tevessül ettik.
Biz 16 Eylülde ilk tecavüzat ki; bu tecavüzattan ağır zayiat verdik, bir
zayiatı da bildirerek gerek İngiltere Hükümeti nezdinde ve gerek Cemiyeti Akvam
nezdinde protesto ettik. Murahhasımız bu tarzda müzakerat cereyan ederken
muhafazai sükûnet icabeden statüko mıntıkasında böyle bir hadise olmasını Cemiyeti
Akvamın aleni celsesinde sureti mahsusada bahsettik. Protestoyu 16 Eylülde
vermiştik. 17 Eylülde aldığımız bir takrirde bilâkis bizim bazı kıtaatımızın
statüko hududunu tecavüz ettiğinden bahs olunuyordu. Gerçi; Kıtaatımızın
eşkiyayı tedip etmek niyetinde veya telâkkilerinde olduklarına şüpheleri
yoktu.
Buna emin olduklarını ifade ederek bazı kıtaatın tecavüz
ettiklerinden bahs olunuyordu. Bundan sonra bu tecavüzat durmadı fasıla ile
yine arada tecavüzat oldu. Tayyare tecavüzatı oluyordu bomba ile, makineli
tüfek ile. Yine zayiata duçar olduk. Zayiatı tekrar kendilerine bildirerek
nazarı dikkatlerini celp ettik ve suitefehhüme mani olacak tedabir ittihazını
talep ettik. Bundan sonra 25 Eylül tarihli kendilerinden bir nota aldık ve 29
Eylülde de bir nota aldık. Bu notaların esası, muhafazası iktiza eden statüko
vaziyetini ihlâl etmek bilakis bize atfolunuyor ve kıtaatımızın girmiş olduğu
yerlerden çıkması isteniyordu. 25 ve 29 Eylül tarihlerinden bahsederken, azayi
kiram bu esnada Cenevrede müzakerat cereyan ettiğini derhatır buyururlar. 30 Eylül
celsesi ki bütün bunlardan sonra olmuştur. Orada bu harekât ve bu malûmatın
kaffesi derpiş edilerek komisyon teşkiline karar verildi ve bir karar daha
ittihaz olundu. O da tarafeyn murahhaslarının statükoyu muhafaza etmek için
vuku bulan beyanatın senet ittihaz etti. 30 Eylül bu suretle tarafeynin
muhafazai sükûnet etmesini ve Statüko denilen mıntıkayı muhafaza etmesini
Cemiyeti Akvam Meclisi bir defa daha mevzuubahis etmiş ve kabul etmiş oluyordu.
Bundan sonra Cemiyeti Akvam Meclisi müzakereyi kat ettikten sonra 5
Teşrinievvel ve 9 Teşrinievvelde birer nota aldık. 5 Teşrinievvelde aldığımız
nota Cenevre’de vuku bulan taahhudatı zikrederek kıtaatımızın Statüko hududu
haricine çıkmasını tazammun ediyordu. Statüko hududu haricine çıkmak
ifadesiyle İngilizlerin tezi şu idi: Bir defa Musul Vilâyetinin haricine çıkmak
lazımdır bir. İkincisi Hakkâri Vilâyeti dahilinde bizim tedibat yaptığımız
Nasturi eşkiyasının bulunduğu mıntıkadır. Buradan da çıkmak lazımdır. Musul
Vilâyeti haricine çıkmak lazımdır. Çünkü –İngiliz tezini tekrar ediyorum– muahede
imza olunup bittikten sonra biz iki vesile ile Musul Vilâyetini fiilen tahtı
işgalimizde addediyoruz diye, bize söylemişlerdir. Musul Vilâyeti haricinde
bulunan Hakkâri Vilâyeti arazisinden (Beytüşşebap) ve (Çölemerik) Cenubunda
bulunan bu mıntıkaya gelince, bu mıntıka Lozan muahedesi imza olunduğu vakit
İngiliz tahtı işgalinde değildi, fakat Türk tahtı işgalinde de değildi
diyorlar.
Orada memur ve askeriniz yoktu, diyorlar. Binaenaleyh,
halihazırı muhafaza etmek zemininde buradan çıkınız ve oradan da çıkınız, orası
öyle kalsın. Halbuki, bizim vaziyetimiz şudur: Muahedeyi imza ettikten sonra
mevcut olan hali muhafaza etmek için –Lafzi değil– ciddî ve samimî olarak
muahede ahkâmını tatbik etmiş ve itinayı tam göstermiş, samimî adamların
vaziyeti idi. Biz hiç bir zaman Statükoyu ihlâl azminde bulunmadık. Muhafaza
ettik. Bilâkis o zamana kadar tuttuğumuz ve son harekât esnasında da itina ile
tuttuğumuz bir nokta, bilhassa muahedenin tahmil etmiş olduğu taahhüdata
hakkiyle riayet etmektir. Binaenaleyh Statükoyu muhafaza etmektir. Bilâkis
muahede imza edildikten sonra Statükonun ihlâline büyük Britanya tarafından
ihdas edilmiş bir çok hadisat vukua gelmiş ve biz bunu muhtelif vesilelerle
mevzuubahis etmişizdir.
Meselâ, muahede imza olunduğu zaman Süleymaniye’de
İngiliz kıtaatı yok idi, ondan sonra harekât yapıldı. Protesto ettik. Ondan
sonra Musul Mebuslarını Bağdat Meclisine davet ettiler ve götürdüler. Bunun
üzerine vaziyet aldık. Tekrar Protesto ettik. Ondan sonra bu son harekâtı
teedibiyeden [te’dibden, ted’ibat?] evvel Haziranda da bir çok defalar tecavüz
etmişler ve protesto etmişiz ve nazarı dikkatlarını celb etmişizdir. Tecavüz
etmeyin demişizdir. Bunun üzerine bize 23 Ağustosta teminat vermişlerdir. “Bizim
İngiliz tayyareleri Haziran ayı zarfında filan, filan hattı geçmedi.”
demişlerdir. Biz, Statüko hududuna riayet sözü altında ne asasları [hangi
esasları] nazarı dikkate aldık, bunu da Heyeti Celileye arz etmek isterim.
1918 mütarekesi imza olunduğu zaman orada bir vaziyeti fiiliye vardı. Bir taraf
ordusunun vâsıl olduğu hat ve diğer taraf ordusunun bulunduğu hat. Tabiî aklen
ve mantıkan o zamandan beri her hangi bir hareketi askeriye ile tebeddül
etmemiş olan bu vaziyet mütarekenin imzasiyle beraber bulunan vaziyet olmalı
idi. Bu vaziyette Musul henüz işgal olunmamıştı. Bunun gibi diğer bir çok
mühim mevaki henüz tahti işgalde değildi.
Takriben Teşrinievvel
1918 nihayetinde bir mütareke imza olundu. Bundan sonra bir İngiliz Kumandanı
muhafaza olunacak Türk Kıt’aatının; Şimaline çekilmesi lazım gelen hattı bir
tebliği resmî ile bildirmişti. Tabiî mütareke esnasında vaziyet bu suretle
tadil edilmiş bulunuyordu. Başka bir hat gösteriliyordu. Daha ziyade şimale
çıkıyorduk. Bundan sonra işgal edenlerin aldığı vaziyeti gösteren elde bir
vesikayı resmiye yoktu. Lozan Muahedesini imza etmezden biraz evvel Statükonun
muhafaza olunacağı hususundaki telâkkiyat kemale geldiği ve zabta geçileceği
günlerde İngilizler Rovandoz’u işgal etmişlerdi ki, Rovandoz’da bizim askerimiz
vardı, idaremiz vardı, orada muharebe oldu ve Rovandoz’u işgal ettiler. Demek
ki işgal edenler müstevli hangi hatta kadar kendi tahtı idaresinde addetti ve
ondan sonra hangi hatda vasıl olundu? Bu suretle tespit olunabilir:
2 Teşrinisani’de bir İngiliz Generalinin tebligatı ondan
sonra da Rovandoz’un işgali. Çünkü bizim orada idaremiz vardı, cebren
çıkardılar. Bundan sonra bu Haziran esnasında İngiliz tayyarelerinin
harekatını, tecavüzünü Protesto ettiğimize cevaben bir İngiliz Notası aldık.
Bunda diyorlar ki “Haziran esnasında bizim tayyarelerimiz, karakollarınızın
bulunduğu ve filan filan köylerden geçen hattı tecavüz etmemişlerdir” Gerçi bu
hat evvelce arz ettiğim gerek vaziyeti fiiliyenin gerek kumandan tebligatının
gösterdiği hattan farklıdır, daha yukarıdadır. Fakat her ne de olsa bir
tebliğdir. Azayı kirama arz etmek isterim ki, en son vaziyetinde bizim için şikâyet
olunan bütün vaziyetler, bütün haller, İngilizlerin bize tebliğ ettiği bütün
hatların şimalindedir. Hiç birisi geçilmemiştir. Şimdi Meclisi Âliye iki
hükümet arasında teati edilmiş olan notaları da aynen okumak isterim. Bu kadar
tafsilata girdiğimin sebebi mahza şudur: Biz taahhüt ettiğimiz mevadda riayet
için ve uhudun tatbikatında suitefehhümden, azade bir sükunet idame etmek için
ciddî ve samimî olarak çalışmışızdır. Her hangi bir suitefehhüm olmuş ise
bizim tarafımızdan sebebiyet verilmemiştir. Buna evvelemirde büyük milletimizi
temsil eden azayı kiramın kani olmaları lazım gelir. (Kaniiz sesleri)
(…)
Muhterem arkadaşlar! Bir devletin hak ve haysiyetini muhafaza etmek için ufak veya büyüğün manası yoktur. Hükümeti
Cumhuriye en ufak bir meselede bile
hukuk ve haysiyetin muhafazasını şiar ittihaz etmiştir. (Alkışlar, bravo sesleri) Azayi kirama vakaları bütün tafsilatiyle, hatta müteamil
[mütealim] olduğu şekilden daha fazla olarak
verirken cidden ne kadar haklı bir vaziyette bulunduğumuzu ve hepimizin ayrı ayrı vicdanen ve kalben kani olduğumuzu gösteriyorum. Çünkü tecavüze uğrandığı
zaman samimî adamların ve bilhassa tecavüz etmemesi yolunda yürüyen adamların
dikkat edecekleri bir nokta vardır; Hadise üzerinde evvelden kendi
vicdanını tatmin eder, haklı veya haksız
olduğunu kendi nefsinde mukayese ve teslim eder. (Çok doğru sesleri) Haklı bulunduğumuzu kabul ettikten sonra gelecek
hadisatı sükûnetle derpiş ve takabbül
etmek mümkün olur. Vaziyeti bunun üzerine baştan aşağıya tekrar mütalaa
ettikten sonra huzuru âlinize arz ettim. Kendimizi her suretle haklı
gördüm. Ancak mevzuubahis olan bir çok hadisat
vardır ki, tarafeynde suiniyet olmadığı halde bilâirade bir müsademeye ve bir müsellah ihtilâfa müncer olabilir.
Birtakım hatlardan
bahsolunabilir. Biri Musul vilâyetinin filan zamana ait hattı budur diyor. Diğer vesikaya nazaran bir adam da hudut şudur
diyor. Bu, usul dairesinde tetkik olunur bir neticeye varılmazsa noktai
nazarlarında ısrar eden her iki taraf ihtilafa varabilirler. Kezalik filan
tarihte mevcut olan vaziyet şu idi. Bunu
arazi veya harita üzerinde tarif ederken mutabakat için anlaşmaktan başka bir çare yoktur. Şimdi buna muhaberatın güçlüğünü ve mesafenin uzaklığını ilave
ediniz. Londrada müzakerat cereyan ediyor. Irak’ta birtakım hadisat
oluyor. Memleketin hukukunu ve haysiyetini
muhafaza etmek yolunda ve bu esasta zerre feda etmeksizin sükûneti muhafaza ve
anlaşmayı temin etmek için her çareyi aramak vazifemiz idi. Bu bir insaniyet ve bir siyaset vazifesi idi ki Hükümeti
Cumhuriye bir âmili sulh ve
müsalemat olarak, mevcut ihtilâfat eğer suiniyetten değil, suitefehhümden münbais ise, bunların çarei hallini göstermek ve buna bir yol aramak emeli hâlisini takip
ediyordu. Bunun üzerine düşündük ki muhtelif statüko hattını, Musul
Vilâyetinin şu veya bu hattını, tayin
etmek için bir taraflı olarak tespit edilen hükümler üzerine şuraya veya buraya çıkmak kabil değildir, böyle bir
mesele mevzubahis olamaz, yalnız
mevzuubahis olan anlaşmak imkânını temin etmek için beynelmilel teşkilât ve beynelmilel tavassutlardan
istifade etmek ve bu suretle meseleyi,
hüsnü suretle halletmek çaresi vardır, bu çareyi derpiş ettik. Bunun üzerine 10 Eylül 1340 tarihli noktaya [notaya]
şu cevap verildi. (…)
(…)
Cemiyeti
Akvama çektiğim telgraf :
“1.
— İngiltere’nin 5 Teşrinievvel tarihiyle Türkiye’ye verdiği
bir muhtırada Türk ve İngiliz
Murahhaslarının Cenevre’de Irak hududu üzerinde statükoyu muhafaza için itilâf
ettiklerini beyan etmiş ve Statükonun Lozan Muahedesinin imza olunduğu zamana ait olduğunu ve İngiltere’nin yine Türkiye’ye verdiği 29 Eylül tarihli notada bu
statüko hattının tarif edilmiş
olduğunu ve Fethi Bey tarafından Cenevre’de vukubulan taahhüdata tebean Türkiye
Hükümetinin Kıtatına hâdisatı ahireden evvel işgal ettikleri hatta avdet için emir vereceğini ümit ettiğini aksi
halde vaziyetin fevkalade
vehamet kesbedeceğini bildirmiştir. 9 Teşrinievvel tarihli bir takriri şifahîde ise 5 Teşrinievvel teşebbüsatına cevap
alamadığına mütehayyir olduğunu ve
istihbaratına nazaran Türk memurini askerlerini işgal etmiş oldukları havaliden çekmek şöyle dursun
faaliyetlerini tezyit ve yeni asker tahşit ettiklerini ve İngiltere Hükümetinin bu hale müsaade edemeyeceğini ve şayet Türk Hükümeti 29 Eylül tarihli
notasında gösterilen hatta avdete razı olmazsa İngiltere Hükümeti 11 Teşrinievvel zevalinden itibaren vaziyeti iade için muktazi tedabiri askeriyeyi
ittihaz hususunda serbestli hareketini iktisap edeceğini ve Irak’taki
İngiltere makamatı Askeriyesi bu hususta
evamir aldıkları ve bundan Türk kumandanlarını haberdar etmeye mezun
kılındıkları beyan olunmaktadır.
2. — Cemiyeti Akvam Meclisi ahiren Lozan Muahedesi
mucibince Irak hududu ihtilâfını tetkik ettiği
sırada Statükonun İngilizler tarafından ihlâl olunduğuna dair 16 Eylül ve 22 Eylül tarihli iki nota
vermiştik ve Büyük Britanya’nın da bilmukabele 25 ve 29 Eylül tarihli iki nota
ile şikâyet ve metalibat dermeyan eylediğine
muttali olmuşduk. Cemiyeti Akvam Meclisi bütün bu notalara sahip olduktan ve meseleyi tetkik ettikten sonra 30
Eylülde karar ittihaz eyledi ve 30 Eylülde halihazırın muhafazasını tarafeyne taahhüt ettirdi. Türkiye haklı şikâyet ve
müddeiyatına rağmen Cemiyeti Akvamın 30 Eylülde tespit ettiği halin
muhafazasına riayet ettiği halde İngiltere 29 Eylül tarihli notasında serd
ettiği metalibte ısrar eylemektedir.
İngiltere bu suretle Cemiyeti Akvam kararına riayet için aldığı taahhüdü nakzetmektedir.
3. — İngiltere’ye 10 Teşrinievvel 924 tarihinde
verdiğimiz cevapta 21 Eylül
tarihli notadaki delâilini kâmilen tahlil ve tenkit eyledikten sonra Teşrinievvelde bildirildiği gibi tarafımızdan yeni
tahşidat ve faaliyet vukuunun aslı ve esası olmadığını ve 30 Eylülde tespit
olunan hali hazırın muhafaza
olunduğunu ve bu zamanda mevcut olan hattın tecavüz edilmeyeceğini ve eşkiya
ted’ibatı için cem edildiği, Cemiyeti Akvamca da malum olan kıtaatın kesafetini bir haftadan beri gerilere
nakletmekte olduğumuzu tafsil
ettik. Cemiyeti Akvamın verdiği bir kararı Türkiye aleyhine olarak tefsir ve tadil etmesine imkânı hukuki
olmadığını ilave ederek eğer İngiltere
lüzum görürse 30 Eylül tarihli Cemiyeti Akvam kararnamesinden anladığımızı yine Cemiyeti Akvamın tetkik ve
hükmüne tevdi etmeye amade olduğumuzu beyan eyledik.
4. — İngiltere, Cemiyeti Akvam kararına riayet için
aldığı taahhüdü bertaraf ederek sükûneti ihlâl ve tecavüzata kıyam ederse
mesuliyet kendisine aittir. Cemiyeti Akvam
Meclisinin alâkadaranın riayet ve taahhüt eylediği bir kararın muhafazai ahkâmı için tedabir ittihaz
etmesini talep etmeye Türkiye
kendisini haklı görmektedir. Cemiyeti Akvam Meclisinin acilen haberdar edilmesini rica ederim.”
Bu, Cemiyeti Akvama verdiğimiz telgraftır. 15 Teşrinievvelde cevap aldım. Bundan evvel bu ikisi arasında sefirimizin
faaliyeti ve mütemadiyen meselenin hüsnü halline medar olan temaslarıyle
vaziyet tavazzuh ediyor. Cemiyeti
Akvama 30 Eylül tarihli kararını tefsir ettirmek için tekrar Cemiyeti Akvama gitmek kararına İngiltere’nin temayül
ettiği anlaşılıyor. Irak hududu vaziyeti hakkında 15 Teşrinievvel tarihli
İngiliz notasıyle İngiltere’nin
resmî cevabını alıyoruz.
(…)
Aldığım
telgraf, bu suretle, bu ilk malûmat üzerine İngiliz makamatı askeriyesinin evamiri lâzıma aldığını bildiriyor.
Bunun üzerine derhal Türk makamatı askeriyesine evamiri lâzıma verdik ve Heyeti Murahhasımızın bir an evvel Cemiyeti Akvama
gitmesini biz de iltizam ettiğimizi derhal ihbar
eyledik. Ondan sonra Cemiyeti Akvam Kâtibi Umumisine
telgraf çektim. Hulâsatan Cemiyeti Akvama tevdi ettiğimiz mesele budur.
Kendi telgraflarını aldım. Biz evvelki notamızda söylediğimiz gibi 30 Eylül tarihli kararın tefsirini, Cemiyeti
Akvam Meclisince tekrar tefsir olunmasını kabul eyliyoruz. Bizim için
mühim olan bir noktayı Heyeti Celileye arz
etmek isterim. Biz statükonun muhafazasını ve kararı katiye kadar sükûnetin
muhafazası için ciddî bir hüsnüniyeti bidayetten beri sarf ettik. Bugün dahi kanaatimiz şudur ki, sükûnet
mevcut olsun. Orada her hangi bir
suitefehhüm veyahut her hangi bir memurun gayreti yüzünden bir ihtilâf
hadis olmasın. Çünkü kararı katî Musul Vilâyetinin mukadderatı üzerine
verilecek kararı katî beşeriyetin tanıdığı adalet ve mantık mülâzahatı nazarı dikkatte bulundukça mutlaka Türk
lehinde olacaktır. Buna çok itikat
etmekteyim. Onun için biz sükûnet temin edecek tedbir arıyoruz.
Hudutta
esasen muhafazası muktazi olan statüko hattı, hudut hattı, Lozan Muahedesinde 24 Temmuz 1923’te tespit olunan
hat bizim için iyidir. Çünkü zaten
bunu tecavüz etmemiştir. 30 Eylül tarihinde Cemiyeti Akvam Meclisince kabul edilmiş olan hat kabul edilmiş olan
vaziyet, o günkü vaziyet. Onu dahi kabul ediyoruz. Mühim olan, arzu
etmediğimiz nokta muğlakiyet ve
müphemiyettir. Hudut üzerinde bulunan memurlara prensipten bahsolunamaz. Onlara sarahaten tutacakları
yerleri birer birer tarif eylemek
lâzımdır. (Doğru sesleri) İhtilâf buradadır. Cemiyeti Akvam Meclisinde biz hudut üzerinde sükûneti muhafaza edecek
olan noktai nazarımızı tefsir
ettikten sonra nihayet tarafeyn filan filan isimlerle tayin olunan hat üzerinde, muvakkaten kararı katiyeye kadar
kalacaklardır. Neticesini istihsal
etmek istiyoruz. Hüsnüniyetle istinat eden ameli ve kabili tatbik netice budur. Bu fikrimizi gerek Cemiyeti Akvam
Kâtibine verdiğimiz cevapta ve gerek İngiliz Hükümetine isal ettiğimiz
en son cevabî notada hulasaten ifade
eyledik.
Azayı kiram; bu kadar mühim bir
meselenin geçirdiği safahatı bütün
teferruatiyle huzuru âlinize arz ederken meselenin hakikaten bir an evvel ıttılaınıza ve memleket için hayırlı bir vasıta olan hayırlı elinize almanıza, değeri olduğunu teslim
buyurursunuz. (Tabii sesleri) Bu izahatımla biz hakikaten sükûneti muhafaza etmek ve her hangi suitefehhüme mâni olmak için kabili tasavvur olan bütün
tedabiri dahi samimiyetle ittihaz
etmiş olduğumuzu teslim buyuracağınızı zannederim. Şurasını huzuru âlinizde
izhar edebildiyse Hükümet kendisini bahtiyar addeder. O nokta, bütün hâdisat ne kadar muğlâk ve
müphem olursa olsun memleketin hakkı
ve haysiyeti muhafaza olunarak sükûn ve müsalemet vadisinde bir neticei halle varılmıştır. Temin
ederim ki, bu netice Cemiyeti Akvam Meclisinde takarrür edecek ve
Cemiyeti Akvam Meclisinin statüko hilâfında
hudut hâdisesinden dolayı vukua gelecek netice tarafeynin hüsnüniyetinden mütevellit ve munzam olarak kararı
katiye kadar sükûnu temin edecek ve
kararı katinin husulü ile sureti katiyede halli uzun müddet teehhür
etmeyecektir. Bunu ümidederim. (Alkışlar)
Devletin Genel Siyaseti Konulu BMM
Konuşmasında Lozan Barış Antlaşması ve
Musul Sorununa İlişkin Söyledikleri[76]
(09. 11. 1925)
(…) Avrupa ile münasebatımızdan bahsederken, evvelâ Balkanlardan bahsetmek
isterim. Heyeti Celile bilir ki, biz, aynı zamanda bir Balkan devletiyiz. Balkanlardaki huzur ve sükûndan doğrudan
doğruya alâkadar bulunuyoruz.
Balkanlarda mütecaviz hiç bir emelimiz olmadığından oradaki huzur ve sükûn için cidden şayanı ehemmiyet bir
âmil mevkiindeyiz. Balkan
devletleri ile münasebatımızda Bulgaristan Devleti ile şimdiye kadar muhadenet muahedesi aktolunmamıştı. Bu muahedename
imza edildi. Heyeti Celilenize takdim olunacaktır.
Lozan Konferansında aramızda muahede imzalanamamış olan Sırp – Hırvat ve
Sloven Devleti ile yeni esasat dairesinde muhadenet muahedesi akteyledik. Bu hadiseleri memnuniyetle telakki
eylediğimizi ifade eylerim. Bu suretle Balkanlarda münasebatı düveliyei resmiyeyi her devletle tesis etmiş bulunuyoruz.
Yunanistan’la
olan muallak mesailin, münasebatı ahtiye dahilinde intacı için, Hükümet faydalı
teşebbüslerde bulunmuştur. Ümit ederim ki, bu muahedeler ve bu teşebbüsler alâkadar devletler nezdinde
tasdik olunur. Heyeti Celileniz de bunları tetkik
ve tasdik etmek vaziyetinde bulunursunuz.
İstanbul’da
Fransızlarla, Roma’da İtalyanlarla Konsolosluk mukaveleleri akti için müsait esasat dahilinde işe başladık.
Mesaili
muallâka üzerinde de arzı malûmat edeceğim:
Heyeti
Celilenizin malumudur ki, bunlardan birisi koponlar [kuponlar] meselesidir. Koponlar –daha doğru bir tabirle söylüyeyim–
borçlar meselesinde, bugün
muahedenin derpiş eylediği sermayenin taksimi muamelesi, alâkadarın ile nihayete ermiş gibidir. Bu esnada
murahhaslarımız tediye akçesinin cinsi üzerinde de alâkadar murahhaslarla temasa geldiler. Müzakere devam etmektedir, bizim bu husustaki vaziyetimiz
ve noktai nazarımız malûmdur. Biz
bir defa vaziyetimiz itibariyle borçlar hususunda muahedenin derpiş ettiği ceryanı daima itina ile takip ettik.
Bize hiç bir teehhür ve hiç bir vesile isnad
olunamaz.
İkincisi:
Muahedenin derpiş ettiği ve bize tahmil eylediği borç listesini muntazaman tediye etmek itiyadındayız ve
temayülündeyiz. Ancak tediye
akçesinin cinsi meselesine gelince, bu hususta bizim iktidarımız ve bizim sunumuz olmaksızın harap olan bu memleketi
imar etmek vazifei esasiyemiz
ve hakkı hayatımız nazarı dikkate alınmak lazımdır. (Bravo sesleri alkışlar)
Borcunuzu muntazam tediye etmeye ne kadar muvafık isek memleketin hakkı hayatına halel iras edebilecek
fevkalade bir vaziyette bulunmaktan
da o kadar ihtiraz etmek mecburiyetindeyiz.
Musul meselesi üzerinde de arzı malûmat edeyim.:
Lozan muahedesi, Musul meselesinde
muahedenin imzasından sonra, bir konferansta mevzubahis edilmesini derpiş eylemişti. Bu konferansın İstanbul da toplandığı ve bir neticeye vasıl
olmadığı malûmunuzdur. Fakat bir
noktayı tebarüz ettirmek isterim: İstanbul konferansı akamete uğradığı zaman
biz demiştik ki; Konferans, muahedenin kendine havale ettiği meseleyi mütelâaya girişmeksizin, yani muahedenin
derpiş etmediği mesail karşısında bulunduğundan
dolayı âdeta müzakereye iptidar [ibtidar]etmeden inkita etmiştir. Çünkü biz, muahedenin ruh ve
mefhumundan hariç teklifat karşısında
kalmışızdır. Bunu takiben geçen hadisat, İstanbul konferansının inkıtaını mucip olan hususu, dermeyan
ettiğimiz fikri teyit etmiştir.
Yani, muallak olan mesele, Musul Vilâyetinin mukadderatı meselesidir, bunun üzerinde konuşulacaktır, esas gerek
Cemiyet Akvamda ve gerek
Cemiyeti Akvam Komisyonunun tetkikatı neticesindeki raporda tebarüz ettirilmiştir. Ondan sonra Cemiyeti Akvamdaki
safahatı bilirsiniz. Cemiyeti
Akvamda, Musul meselesinin müzakeresi esnasında biz, Lozan Muahedesinin esasatı ve hututu dahilinde bulunduk.
Lozan Muahedesi bir çok
fedakârlıklarla istihsal olunmuş bir neticedir. Bunun bize temin ettiği haklar dahilinde meselenin bir
neticeye isalini temenni eyledik. İstanbul
Konferansına alt olan maruzatım, meselenin başından nihayetine kadar
muahedenin hududu dahilinde, samimiyetle işi halletmek arzusu ile çalıştığımızı ve daima samimiyede meşbu
olduğumuzu gösterir. Fakat bu arzu muahedenin bize temin ettiği bütün
haklardan feragati istilzam etmez.
(…)
İç ve Dış Siyasete İlişkin BMM’de Yapılan
Konuşmada Lozan Barış Antlaşması Bağlamı ile Söyledikleri[77]
(12. 12. 1925)
(…)
Haricî son hadise olarak, Cenevre’den bahsetmek lazım
gelirdi. Kânunuevvelde Cenevre’de heyeti murahhasamızla müzakere açıldı. Heyeti
murahhasamız esas hattı hareket olarak, Lozan Muahedesiyle tayin edilen hattı
hareketi takip etmektedir. Biz; sıdk ve itina ile Meclisin tastik ettiği
muahedenenin hututu üzerinde bulunuyoruz. Müzakerenin tarzı cereyanı hakkında
tafsilat vermek mevkiinde değilim. Bir defa böyle konferanslarda vaziyet ve
safahat o kadar sık tekakup eder ki anı anına malumattar olmaya imkân yoktur.
İkincisi; Heyeti murahhasa görüşürken bu müzakerenin seyri veya neticesi
hakkında daha evvel bir tahminde bulunmak Heyeti Celilenizce de münasip
görülmez. Yalnız bir noktaya nazarı dikkatinizi celp etmek isterim :
Tabiî bizim elimizde olmayan alâkadar mehafilden [mahfil
–mahâfilden] müzakerenin tarzı ceryanı hakkında öyle bir neşriyat usulü takip
olunuyor ki, buna göre muallak olan meseleyi halletmek için Cemiyeti Akvam
Teşkilatı tarafından ciddî bir telifi beyin [te’lîf–i beyn] tavassutu
yapılmaktadır kanaati verilmek.
İkincisi; bütün teşebbüslere karşı Türkiye ihtilâfgeriz olduğu
için bir neticeye varılamıyor manası telkin edilmek isteniliyor. Eğer telgraf
böyle bir seyirde takip olunuyorsa, hadisattan haberdar olmıyanların yanlış bir
istidlâle kapılmaları ihtimali vardır. Bu iki noktayı tavzih etmek isterim.
Birincisi; telifi beyni temin edecek, mümkün gösterecek ciddî bir tavassut
teşebbüsü karşısında bulunmadık. Heyeti murahhasamız – son aldığı malumata
kadar– şayanimütalâ ve şayani itibar olacak ciddî bir itilâf teşebbüsüne bir
taraftan muhatap olmamıştır.
Zannediyorum ki sual soran Mebusu muhtereme son dahilî ve
haricî hadiseler hakkında arzı malumat etmiş bulunuyorum. (Alkışlar)
(…)
Türkiye’nin Genel Siyaseti Üzerine BMM’de
Yapılan Konuşmada Lozan Konferansı ve
Türkiye’nin Dış Siyasetine İlişkin Söyledikleri[78]
(03. 06. 1929)
Çok saygıdeğer
efendiler;
Yüksek Meclisin bu seneki toplanmasının sonlarında da umumî
siyasetimize dair görüşlerimizi söylemeği vazife saydım. Dün Hariciye Vekili
aziz arkadaşımın tafsilat verdiği gibi elde olan meselelerimiz bitiriliyor.
Senelerden beri ortada bulunan, vakit vakit havamızı bulutlandıran meselelerin
bitmesi hem memnuniyet ile kayt olunacak, hem beynelmilel havamıza emniyet ve
huzur imkânını arttıracak mutlu bir hadisedir. Lozan nizamına mevzu olan
meselelerin sonuncuları da bu suretle düzelmiş oluyor. Ancak beş sene içinde,
eski mirasların makul bir halle varması mümkün olmuştur. Biz bunu da
Cumhuriyetin mütemadiyen ilerleyip kuvvetlendiğine, beynelmilel sulh ve
emniyet amili olduğunun anlaşılmakta olduğuna yeni bir delil sayabiliriz. (Alkışlar)
Yaptığımız anlaşmaların hakikî kıymetleri, tabiî, emniyet ve münasebatta halisane
dürüstü noktai nazarından elde edilecek amelî neticelerle ölçülebilir. Konan
imzaların, söylenen sözlerin riayetsiz kalacaklarını tahmin etmeğe bir sebep
görmüyoruz.
Hallolunan meselelerle hiç ilişiği olmaksızın size
gelecek beynelmilel meseleler ve ihtilaflar hakkında düşündüğümüzü
söyleyeceğim. Kendimizi haksız olmaktan sakınmak, icabında hakemden adalet
istemek, haksızlığı baskı ile yüklemek istiyecek olanı[n] reddi için yürekli ve
güçlü olmak, işte bizim zihniyetimiz ve millî terbiyede istikametimiz budur. (Bravo
sesleri şiddetli alkışlar)
Beynelmilel
münasebetlerimizde emniyet verici bir tutum, dostluklarımıza vefa, her fırsatta
ve elimizden geldiği kadar sulh ve huzura hizmet; dikkatle riayet ettiğimiz
esaslardır.
Bu sene yeni ve büyük
ticaret muahedeleri müzakeresine gireceğiz. Bu müzakerelerde bazı devletlerle
ilk defa olarak yeni esaslar içinde görüşeceğiz. İyi, geniş ticaret
münasebetlerinin siyasî ve iktisadî faidelerini bildiğimiz kadar ticarette
hususi ihtiyaçlarımızı da göz önünde bulundurmağa mecbur olacağız. Ancak
menfaatların uzlaştırılması ile neticeye varmağa çalışacağız. (…)
Türkiye ile Yunanistan Arasındaki Anlaşmanın
Onayına İlişkin BMM’de Yapılan Konuşmada
Lozan Konferansı Dolayımı ile Söyledikleri[79]
(17. 06. 1930)
Arkadaşlar, çetin bir mevzu üzerinde söz söylemek
vaziyetinde olduğumu bilirim. Fakat bazı zamanlar vardır ki, vazife teveccüh
edince insan hatta bir çok vatandaşların hoşuna gitmesebile hakikatleri bağıra
bağıra söylemek mecburiyetinde kalır. Mevzubahsimiz Yunanistan’la aramızda
Lozan muahedesinden tevellüt eden gerek mübadil gerek gayri mübadil, gerek
etablı bütün meselelerin hal ve faslına tealluk eden bir itilafnamedir.
Arkadaşlar, bunu bir çok noktai nazardan mütalea ettiler.
Milletler arasındaki meseleleri hatta vatandaşlara ait meseleleri hallederken
şüphesiz beynelmilel münasebat arzusu diplomatlarda hâkim ve müessir olur. Bununla
beraber her Cumhuriyet hükümetinde vatandaşların hakkını korumak vazifesi
beynelmilel münasebat ihtiyacatından daha evvel ve birinci derecede müessirdir.
Arkadaşlarım emin olabilir ki, iki memleket arasında eyi münasebat tesis için
senelerdenberi ciddî bir arzu ile mütehassıs olduğumuz ve sureti katiyede
eminim ki karşımızda bulunan komşu memleket ricali de aynı arzu ile mütehassıs
bulundukları halde bu meselenin yedi sene sürmesinin başlıca sebebi
vatandaşların haksızlığa maruz kalmamaları fikrinin birinci derecede tesir
etmesidir. Binaenaleyh size vatandaşların hakkı imkân dahilinde, bütün vesait
dahilinde azamî derecede müdafaa edilmiş midir, bu noktayı evvela söylemeliyim.
Mübadele meselesinde mal tasfiyesi için Lozan’da bir takım ahkam vazolunmuştu.
Bu uzun bir meseledir. (…)
(…)
İki memleketin her
sahada faaliyetleri birbirine eklenebilir. Kuvvet namında alelıtlak bir telakki
yoktur. Siyasî kuvvet zaman ve mekan ile bir çok şerait içinde sureti mahsusada
tezahür eden bir tesirdir denilebilir. Görüyorsunuz ki, bu itilafname ile
herhangi bir galibiyetten daha büyük bir galibiyet kazanacaksınız. O galibiyet
milletler arasındaki köklü ve marazî ihtilafları izale ederek onun yerine yekdiğerine
itimat eden bir dostluk tesisidir. Bu netice elbette her muvaffakiyetten üstün
demektir: Daima hakkın galibiyetini aramıyor muyuz? Zannediyorum ki gerek
hukukî ve gerek siyasî cihetinden bütün mülahazatı söyledim. Komşumuzun dostluk
temayülatına inanmak için bir çok sebeplerimiz vardır. Size bazı hatıralarımızı
nakledeyim: M. Venizeiosla Lozan’da çalışırken, bilhassa bir noktaya dikkat
ettim ki kendisi Yunanistan’ın menfaatına taalluk eden mesailde ne kadar çetin
ise, ne kadar çok uğraşmış ise ve [bizi] yormuş ise Yunanistan’a taalluk
etmeyen mesailde Türkiye’ye zarar verecek herhangi bir noktai nazar takip
etmemiştir. İlk günden itibaren iki memleketin büyük menfaatleri arasında
ayrılık olmadığı hakkındaki müşahedemiz, iki memleketin başında bulunan
adamların marazî bir his ile memleketlerini yekdiğerinden uzaklaştırmak
temayülünde olmadıklarını da bana gösterdi.
Kanaat ettim ki, eğer mesail tasfiye olunabilir ve eğer
biz bu hakikatleri milletlerimize bağıra bağıra ve açıkça söylersek eğer her iki
memleket yekdiğerinden dostluk, itimat ve istinat aramaktaki faydayı takdir
ederse o müşkülatın ortadan kalkması mümkündür. Senelerden beri çalıştığımız
budur. Bugün neticesini alıyoruz. Bu netice yeni bir devrenin başlangıcıdır.
Münasebatımızın bugün belki anlaşılması kolay olmayacak safhalarını ve
neticelerini yeni devrede herkesin görüp anlaması mümkün olabilir. Eyi bir
itilafname kabul edeceksiniz. Bu itilafname ile memlekete hizmet edeceksiniz.
İki memleket arasında açılacak münasebetla gelecek nesiller size müteşekkir
olacaktır. (Şiddetli alkışlar)
Sivas Demiryolu Hattını Açış Söylevinde
Lozan Konferansından Yapılan
Bir Çıkarsamaya İlişkin Söyledikleri[80]
(30. 08. 1930)
(…) Sıvas
hattı, Harbıumumiden evvel Reji Jeneral Fransız şirketine verilmişti. Lozan
muahedesine göre aynı inşaat şirketile tekrar görüşülücekti. Eğer bir anlaşma
olmazsa, şirket tazmin edecek, eski mukavele tasfiye olunacaktı.
İlk
Başvekaletimden çekildiğim vakıt Başvekil Fethi ve Nafia Vekili Feyzi Beyler
Sıvas hattını Reji Jeneral şirketine yaptırmak için ciddi ve samimi olarak
imkân aradılar. Tekrar Başvekil olduğum zaman, hattı bahsolunan ecnebi
sermayesile yaptırmak için gayrı kabili tahammül ağır şerait karşısında
bulunduklarından imkân hasıl olmadığını söylediler.
Bugünkü
muarızlarımın yaptıkları bu tecrübe, benim gün geçirmeyerek devlet bütçesinden
çare aramamdaki isabeti bir daha gösterir.
Zaten isteğimiz
bir işi istediğimiz müddet zarfında ecnebi sermayesine yaptırabilmek için o
sermaye üzerinde bu kadar mutlak bir hakimiyeti nasıl tasavvur edebilirsiniz?
Hatta şirketlerin yapacağı böyle işlerin nihayet mebdeini
kestirebilirsiniz. Fakat, devam ve hitamını mukavele ile kestirmeye çalışsanız
bile hakikat ve tatbikatta tasavvur olunmaz hudutlara çıkmaktadır.
Haydarpaşadan
İzmite şimendifer inşaatı 1871 Ağustosunda başladı. Bu hattın Ankaraya gelmesi
1892 nihayetindedir. Tam 21 sene. Aydın hattı, Süveyş kanalı açılmadan evvel,
bir Basra hattı ve Hindistan yolu maksadı da mündemiç olarak 1856 da başladı.
Bugün Aydın hattı 600 küsur kilometredir ve bu hale ancak 1912 senesinde
erişmiştir. Tam 50 seneden fazla bir inşa müddeti. Bağdat hattının nasıl siyasî
maksatlar ve ihtilâtat pahasına meydana çıktığını bilirsiniz.
Görüyor
musunuz, şimendiferlerimizin sizin istediğiniz suretle millî ihtiyaç noktai
nazarından kabili tahakkuk olduğunu ümit ettirecek mazide hiç bir misal yoktur.
Benim gibi hadiselere, hakikatlere hayalsiz, yaldızsız, çırçıplak göz dikmek
cesaretine malik olan herhangi bir mes’ul adam benim tuttuğum sade yoldan
başkasını takip edemezdi.
Şimdi beni tenkit edenlerin diğer hayallerine cevap
vereyim: Şimendifer hatlarını gene devlet tarafından yaptırmak, fakat parasını
istikraz ile hariçten ve munhasıran bir muamelei maliye olarak tedarik edip
sarfetmek, niçin mümkün olmamıştır?!
Ben Lozandan şu
müşahede ile döndüm: Türk milletinin askerî ve siyasî sahalarda kazandığı
muvaffakiyetlerin bahşettiği millî haklar teslim olundu.
Fakat Avrupa
mahrum edildiği bütün imtiyazları Türk milletinin geçireceği malî buhranlar
sayesinde kâmilen istirdat etmek ümidinde idi.
Bu bir tahmin
değildir. Bu sözler en salâhiyattar ağızlardan benim yüzüme karşı söylenmiş
açık fikirlerdir.
Avrupa’nın bu
sözlerini, Türk milletine karşı sabit bir husumet fikrine atfetmeyiniz. Bu,
çıkmaz bir yoldur.
Millî mücadele
sahalarında her millet, esaslı imtihanları kendisi vermeye mecburdur.
Binaenaleyh, biz Avrupanın hitabını realist acı bir imtihan devri şeklinde ve
tabiî telâkki ettik. (…)
Ankara İnkılap Kürsüsü’nün Açılışı
Dolayısıyla Verilen “Türk İnkılâbı” Konulu İlk Ders
/Konferansta
Lozan Barış Antlaşması’na İlişkin Söyledikleri[81]
(20. 03. 1934)
(…) Yeni Türk
devletinin milletler arasında vaziyetini ve siyasi prensibini Lozan sulh
muahedesinin şu mahiyetinde bulacaksınız. Bu mahiyet, milletlerin istiklâline
hürmet esasına ve milletlerin biribirile müsavat üzere konuşmalarına istinat
eder. (…)
Yedinci Artırma ve Yerli Malları Haftası
Nedeniyle Ankara Halkevi’nde Verilen Söylevde
Lozan Barış Antlaşması Dolayımıyla Söyledikleri[82]
(12. 12. 1936)
(…) Milli devlet ilk temellerini atarken, Arap memleketlerini
Arap milletine bırakmağı kendi siyasetine esas tutmuştur. Bunu, resmi olarak
Misakı Millide ilân ettik. Misakı Milliyi o zamanki güç şartlar içinde zaruri
olarak yapılmış saymak yanlıştır. Misakı milli şuurlu bir siyasetin ve derin
bir kanaatin ifadesidir. Çünkü misakı millide zikredilen Türk memleketlerini
bize hazır vermediler. Biz onları istihsal etmek için dünyanın galip
devletlerine karşı daha dört sene harbettik. Daha dört sene harbettikten sonra
kazanılan muzafferiyet neticesinde Arap memleketlerine karşı olan vaziyetimizi
ve zihniyetimizi değiştirmedik. Lozan Muahedesinde bir çok mücadelelere ve bir
çok tazyiklere karşı Türk milletinin istiklâlini ve haklarını müdafaa ederken
Arap milleti üzerinde bir manda tesis olunmaması için yani Arap istiklâline
münafi bir vaziyeti muahedede kabul etmemek için de çok eziyetler çektik. En
nihayet kabul ettiğimiz bu mıntakaların alâkadarlara bırakılmış olmasıdır.
Alâkadarlardan maksat eğer manda sahibi devletler olsaydı bu kadar mücadeleye
lüzum olmaksızın onların adını sadece zikretmek kifayet ederdi. Alâkadarlar,
herkesten evvel, bizim nazarımızda, bıraktığımız memleketlerin halkı idi.
(…)
Şark Demiryolları Ayrıcalıkları ile
Tüm Mallarının Devlet Tarafından Satın Alınmasına Yönelik
Sözleşmenin Onaylanmasına İlişkin BMM’de Yapılan
Konuşmada Lozan Barış Antlaşması
Bağlamı ile Söyledikleri[83]
(26. 04. 1937)
(…)
Hakikat şudur: 929 mukavelesi o şerait altında istihsali
kabil olan azamî bir neticedir, bu mukavele 927’de Meclise verilmiştir. 927
daha bizim Anadolu hattını dahi satın almadığımız bir zamandır. Hiç bir hattı
satın almamışız, bir şirketle temas etmemişiz. Henüz şirketlerle Lozan
muahedesinin mecburî mütemmimi olan (Readaptasyon) ahkamını tatbik etmek
istiyoruz. 927, henüz düyunu umumiye meselesinin kamilen açık olduğu bir
zamandır. Yani düyunu umumiyenin altın esası üzerine tediye olunması ve bizim
noktai nazarlarımızca kağıd para üzerinden tediye olunması münakaşası 928
mukavelesile daha ilk neticesine varamamıştı.
Bu şerait altında
927’de mukavele Meclise sevkolunmuştur. Meclis bunu tetkik etmemiştir. Yalnız
Hükümet tetkik etmiştir denilemez. Bu mukavele Meclisten 929’da çıktı.
Mecliste iki sene kaldı. (…)
(…)
Hepimiz mukavelelerin ahkamı dairesindeyiz. Bütün bu
münakaşalar 1937 mukavelesinin Meclisin tasdikine arzolunması münasebetile
geliyor. Nasıl 1929 mukavelesinin münakaşası bir gün Büyük Millet Meclisini ve
efkarı umumiyeyi işgal etti ise 1937 mukavelesinin de bir gün Büyük Millet
Meclisinde bir çok zevkli ve hararetli münakaşalara mevzu olması mümkündür.
Gerek Receb Peker’in ve gerek Ali Çetinkaya’nın vücude getirdikleri işlerin
iyi tarafları arkadaşlarımındır, amma mesul taraflarına iştirak ederim ve
onlardan daha evvel gelirim. (Şiddetli ve sürekli alkışlar) (Bravo sesleri) (…)
Atatürk’e Teşekkür
Lozan
Barış Antlaşması’nın Yıldönümünü
Kutlaması
Üzerine Atatürk’e Gönderilen Mektup[84]
(26.
07. 1938)
Zarf: Büyük Reisicumhur
Atatürk
Yüce huzuruna
Büyük Sevgili Atatürk
Lozan günü vesilesi ile iltifatınızı söyletmek lütfunda
bulundunuz. Kendi ızdırabınızı unutarak bana yeniden sağlık, bahtiyarlık
verdiniz. Şükran ve minnetlerimi kabul buyurunuz.
Velinimetim Atatürk.
Katiyen eminim ki bu hastalık günlerini geçireceğiz. Siz,
bütün Afiyet ve neşenizle ve şerefle daha çok uzun seneler millet ve memleketi
idare buyuracaksınız.
Derin tazimle ve dayanılmaz bir özleyişle, ellerinizden
öperim velinimetim...
26.7.1938
Lozan Konferansına İlişkin Anı, Anlatı, Demeç,
Makale ve Söyleşiler
Lozan
Günü – Lozan Barış Antlaşması’nın
29.
Yıldönümünde Gençlere Lozan Anlatımı[85]
(24.
07. 1952)
Lozan Muahedesinin imzalandığı gün zahmet edip buraya
geldiniz. Bu güzel topluluk sizlerle tanışmama ve konuşmama vesile oldu.
Hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim.
Lozan Muahedesi görüşmeleri 1922 sonbaharında başladı ve
1923 Temmuz’unda bitti. Arada bir iki aylık kesilme devresi vardır, onunla
beraber sekiz ay sürmüştür.
Lozan Muahedesine biz Mudanya Mütarekesinden gittik.
İmparatorluk Birinci Cihan Harbinde kaybetmiş ve bütün hakları tasviye
[tasfiye] edilmişti. Bununla beraber bizler, yeni Türk Devletinin mağlup
durumda olduğunu kabul etmiyorduk. İmparatorluğun mağlup olmasına rağmen ilk
günden beri Türk milleti mücadele etmiş ve yeni bir harbe girmişti.
Lozan Muahedesinin ilk müzakereleri eşit haklarla
müzakere mevzuu üzerinde başlar. Birinde Yunanlılar ve Mondros’un galip
devletleri olduğunu söyleyenler, diğer tarafta ise Amerikalılar.
Yunanlılar bizimle ayrı bir sefer yapmışlardır. Bunu
hesaba katmayıp, Mondros Mütarekesi haklarına dayanarak salona oturduklarını
söylüyorlardı. İlk münaşaka daha konferans açılmadan söylenecek nutuklar
üzerinde çıktı. Karşımızdakiler, Lozan Konferansını Orta Şark meselelerinin
halli için toplanmış gibi bir hava vermek istiyorlardı.
Çok ehemmiyet verdikleri bu konferansta Lord Curzon,
Fransız Cumhurbaşkanı Poincaré ve İtalyan murahhası olarak da Mussolini bizzat
konferansa gelmişlerdi. Biz Lozan Konferansına ilk anlaşmayı Fransızlarla
yapmış olarak, Ankara İtilâfnamesi ile Adana ve Gaziantep hudutlarını çizmiş
olarak giriyorduk.
Onların hazırlanmış oldukları bir programa göre evvela
konferans açılırken muhtelif devlet temsilcileri birer nutuk söyleyeceklerdi.
Bu kararı bize de tebliğ etmişlerdi.
Mösyö Poincaré ve ben Lozan Palas otelinde oturuyorduk.
Benimle konferansdan evvel temas etmek istedi ve beni Paris’e davet etti.
Poincaré o zamanlar yalnız Fransa’nın değil bütün dünyanın en ileri gelmiş
siyaset adamlarından biriydi. Benim konferansın açılacağı gün söyleyeceğim
nutku görmek arzusunu gösterdi. Ben de gösterdim. Zehir zemberek bir şeydi o
nutuk. Anadolu’dan yeni gelmişiz. Sıcağı sıcağına... Çok eziyetler çekmişiz.
“Aman” diyordu, “Konferans iyi bir hava içinde açılsın. Sulh yapacağız.”
diyordu.
Nutkumuzu çok sert bulmuş. “Yalan mı?” diyordum, “Şunları
şunları yapmadınız mı? Bu anlattıklarımız yalan mı?” diyordum. Mırın kırın
etti, fakat ısrar ediyor ve bazı değişiklikler yapmamı istiyordu. Esası
bozmayacak şekilde sadece bir kaç kelime değiştirmeye razı oldum.
Konferansta ilk nutku İsviçre Cumhurbaşkanı söyleyecek ve
sonra normal müzakerelere başlanacaktı. Tam konferans binasına hareket ederken
Poincaré geldi. Benim nutkumun metnini bildiği için telaşa düşüp onlara gitmiş
anlatmış ve hepsini ikna etmiş, konferansta hiç kimse nutuk vermeyecekmiş,
hepsini razı etmiş. Pekala dedim ve bir kişi konuştuğu taktirde derhal çıkıp
benim de nutkumu okuyacağımı bildirdim.
Konferans başladı.
İsviçre Cumhurreisi kısa ve nazikâne bir nutukla çıktı. O iner inmez fevkalâde
İngiliz Murahhası Lord Curzon söz aldı. Halbuki hiç kimse konuşmayacaktı. Daha
ilk günden böyle bir muamele ile karşılaşmıştık. Lord Curzon nutkunu bitirdi.
O, yerine oturmadan ben kürsüye koştum, kimseden söz istemeden konuşmaya
başladım. Etraf şaşkınlık içinde iken başladım ve zehir zemberek nutku baştan
sona kadar okudum. Ses çıkarmadan sonuna kadar dinlediler. Nutuk bitince
İsviçre Reisicumhuru yerinden kalktı ve “Celse bitmiştir beyler” diyerek
toplantıyı kapattı.
Herkes dışarı çıkı. Koridorda Lord Curzon beni yakaladı
ve lâtife ederek “Hani kimse konuşmayacaktı” dedi ve ben de “ Hani bir kişi
konuşmayacaktı? Bir kişi konuştu, ben de konuştum” dedim ve sordum:
– Biz bu konferansa eşit haklarla gelmedik mi?
– Evet, dedi ve sustu.
Bunları sizlere anlatmaktan maksadım şudur:
Enternasyonal müzakere ve konuşmaların daima müsavi
şartlar içinde cereyan etmesi lâzımdır. Biz Lozan’da bu müsavi şartları temin
ederek davamızı yürüttük. Konferansın resmi dili Fransızca ve İngilizce idi.
Esasen bu bütün enternasyonal görüşmelerde böyle kabul edilmiştir. Ben itiraz
ettim, “Bir de Türkçe olacaktır.” dedim. Kıyametler koptu. Hepsi “Türkçe
bilmiyoruz ki” diye haykırıyorlardı. “Ben ihtiyaç hissedersem Türkçe de
konuşurum” dedim. Nihayet buna da razı oldular.
Lozan Konferansı iki esas üzerinde cereyan etmiştir. Biri
Müttefiklerle, diğeri de Amerikalılarla olmak üzere iki antlaşma yapılmıştır.
Amerikalılar ve biz ayrı ayrı otellerde oturuyorduk. Bize
teklif yaptılar, “Toplantıyı isterseniz sizin oturduğunuz otelin salonunda
yapalım, bizim başkanlığımızda cereyan etsin. İsterseniz bizim otelin salonunda
yapalım, siz başkanlık ediniz,” dediler.
“Sizin otelin salonunda yapalım,” dedim ve toplantıya ben
başkanlık ettim. Bu görüşmelerde ne kadar hassas olduğumuzu Amerikalılar
bildikleri için iki şıklı bir teklif yapmışlardı.
Memleketin mukadderatını çok yakından ilgilendiren siyasî
meselelerde siyaset adamlarına çok büyük vazifeler düşmektedir. Onlar en büyük
hassasiyeti göstermeye ve bütün bilgilerini kullanmaya mecburdurlar. Lozan
Konferansının bütün seyrinde ciddi bilgi, ciddi ilim, ciddi çalışmaya ihtiyaç vardı.
Sizlere şimdiye kadar konferansın lâtife ile karışık olan
kısımlarından bahsettim. Şimdi de biraz ciddi cephelerinden bahsetmek isterim.
Genç arkadaşlarım, kapitülasyonlar inkişafımızı durduran,
millî bir devlet kurmamıza manî olan büyük bir meseleydi. Kapitülasyonlar
meselesi biz konferansa girmeden evvel onların arasında başlamıştı. Bu haktan
faydalanan devletler diğerlerine aman bu haktan vazgeçmeyiniz diye sarılıyorlar
ve ısrarla kalması için evvelce hazırlıklar yapıyorlardı. Biz daha Birinci Dünya
Harbine girmeden evvel kapitülasyonların ilgası için Almanlara müracaat
etmiştik. Harbe girerken bile onlara kabul ettirememiştik.
Hiçbir devlet ben kapitülasyon istiyorum demez. Siz bir
devlete diğer devletlerden ayrı bir fazla hak tanımış iseniz, diğer devletlerde
karşılıklı olarak bu haktan istifade hakkına maliktirler. Bu anlaşmalar daima
karşılıklı, mütekabiliyet esasına dayanır. Siz Fransa veya İngiltere’ye bu
imtiyazı vermiş iseniz diğer yeni kurulan bir devlet gelir, aynı hakkı
kullanır. Şekil hükümde mütekabiliyet ve en ziyade müsaadeye mazhar millet
esasıdır. Çünkü hiçbir devlet diğer devletlerden eksik bir durumu kabul etmez.
Birisine bir şey verince ötekilere de teşmil etmek lâzım gelir. Lozan
konuşmalarında hepimizin yüreğindeki aşk ve arzu kapitülasyonların kaldırılması
arzusuydu.
Konferans toplantılarından bir hafta kadar evvel Poincaré
beni Paris’e davet etmişti. O esnada İngiltere’de seçimler başlamış olduğundan
konferans toplantıları bir hafta tehir edilmişti. Seçimlerin neticesine intizar
olunarak toplanılması esası kabul edilmişti. Paris’e gittim. Orada görüştük.
Poincaré, o devrin en büyük siyaset adamı telaşlı görünüyordu.
Ona: “Sulh var mı?” diye sordum. “Evet var, yapacağız,”
dedi. “İstanbul’u tahliye edeceksiniz” dedim. “Evet edeceğiz” diye cevap verdi.
İstanbul’u tahliye kafî değildi. Boğazlarda bir yerde
kalmak niyetinde idiler. Ona “Boğazların şurasında burasında falan kalmak yok”
dedim, “Evet Boğazları da tahliye edeceğiz” dedi.
Memleketin en mühim meselelerinden birisi ve uğruna
çarpıştığımız işlerden birisi de ekalliyetlere tanınan imtiyazlar meselesi idi.
“Ekalliyetlere hiçbir imtiyaz yok” dedim.
İtiraz etmek istedi. “Nasıl olur, işte onlar çoktur, siz
İstanbul’da ve bazı yerlerde azsınız” dedi. Israr ettim. Bunu da kabul etti.
Memleketten çıkıp gitmeleri şarttı. “Herhangi bir yerde sivil veya askeri
kontrol yok” dedim. “Olmaz” dedi. “Siz zayıfsınız. Yardıma ihtiyacınız olur”
Gayet kat’i konuştum. “Pekala” dedi, “bunu da kabul edeceğiz.”
Sıra kapitülasyonlar meselesine gelmişti. “Tabi, dedim,
kapitülasyonları tamamen kaldırıyoruz.”
Yarım saat devam eden konuşmamızda ilk üç teklifim dört
beş dakikada kabul edilmişti. Geriye kalan zamanı hep kapitülasyonlar üzerinde
münakaşa ile geçirdik.
“Nasıl,” diyordu, “imkânı yok kapitülasyonlardan
vazgeçemeyiz. Bunlar bizim için lâzımdır. Sonra sizin için de lüzumludur. Bu
bütün milletleri alâkadar eden bir iştir. Bunu asla kabul edemeyiz.”
“Kalkacaktır” diye ısrar ediyordum ve “bu fikrinizi değiştireceksiniz”
diyordum. O usta bir politikacı olarak reddetmiyor ve “evet anlaşacağız, bu
fikrinizden vazgeçeceksiniz” diye mukabelede bulunuyordu.
Uğrunda en fazla mücadele ettiğimiz ve bizim için en
başta gelen hayati bir mesele teşkil eden kapitülasyonlardı. “Kabul edilmezse
konferansı terk ederim” dedim. Bu hava içinde konferans görüşmeleri başladı.
Kapitülasyonlar kadar ehemmiyetli bir mesele de kabotaj
hakları işi idi. Düşününüz bir defa, İstanbul’dan Trabzon’a kadar İtalyan vapuru
ile gidiyordunuz. İzmir’den Mersin’e bir Fransız vapuru ile... Israr ettik. “Bu
kalkacaktır” dedik. “Olmaz” diye dayattılar. “Bu karşılıklı bir haktır. Siz de
Fransa ve İngiltere limanları arasında istediğiniz şekilde gemi işletiniz
kabul, anlaşalım” dediler.
Gülüyorsunuz değil mi? İşin ne kadar ince ve basit
olduğunu siz de anlıyorsunuz, değil mi? Komik bit teklif ve bizim için imkânsız
bir şey. Reddettik.
Konferansta Amerika, İngiltere büyük murahhası ve ben
mücadele halindeydik. Biz onlara teklifimizi bildirirken Lord Curzon
asabiyetten kendinden geçiyor ve bana:
“İsmet Paşa, bu olamaz dediklerinizin de olması için
ısrar ediyorsunuz, ve sabrımızın tahammül hududunun sonuna kadar gidiyorsunuz.
Unutmayınız, bu olamaz dediklerinizi cebimize atıyoruz. Siz harap ve fakir bir
memleketsiniz. Bu memleketi imar etmek için muhtaç değil misiniz? Bir gün bize
size yardım etmemiz için geldiğiniz zaman cebimize attıklarımızı teker teker
çıkarıp bunların hesabını sizden soracağız” diyordu.
Bunu yüzüme karşı haykırmıştı. Yerimden fırladım ve şu
cevabı verdim:
“Şimdi bütün haklarımızı alacağız. Sonra gelir de
karşınızda diz çökersek o zaman cebinizden çıkarınız. Fakat bu hiçbir zaman
olmayacaktır.”
Haklarımızın hiçbirinden vazgeçemezdik. Kapitülasyonlar
veya kabotaj hakkını bırakamazdık. Japonya murahhası da aleyhimizde
konuşuyordu. Bana “bizi misâl alsanıza, ne ızdıraplar çekmiş milletiz bu yüzden
kapitülasyonlar ve kabotaj hakkı kalsın, buna muhtaçsınız” diyordu.
“Siz, bu kadar ızdırap çekmiş olduğunuzu söylediğiniz
halde bu hakkın baki kalmasını nasıl, hangi cesaretle teklif ediyorsunuz” diye
sordum, sustu.
Size siyasî hayatında misâllerini görmüş bir devlet adamı
olarak söylüyorum gençler, devletlerin birbirlerinden bir lütûf şeklinde dahi
olsa ufak bir hak verildiğini gördüler mi, diğer devletler, en yakın dostunuz
dahi olsa derhal bu haktan istifade etmeye çalışacaklardır.
Japonya, Türkiye’deki kapitülasyonlardan kendisi de
faydalanmak istediği için böyle söylüyordu.
Biz Lozan Muahedesini imza edip geldik. Ondan sonra
Avrupa’da müahedenin tasdik edilmesi meselesinde şiddetli münakaşalar ve
mücadeleler başladı.
Muahedeyi bir sene sonra tasdik ettiler. Bu müddet
zarfında bizim durumumuzu yakından takip ettiler.
Lozan, temel fikir
olarak millî devletin kurulmasını, istiklâli, milletlerarası hak ve hukuk
eşitliği mefhumlarını gaye ittihaz etmiş bir konferanstır. Münevverlerimiz ve
gençlerimiz bu zihniyetle muahedeyi mütalaa ederlerse, siyasî tarihimizin
geçirdiği başlı başına birçok değişiklikleri çok iyi kavrarlar.
Türk Devleti, haysiyeti, şerefi ve kadri, milletler
arasında itibarı ve hukuku, sağlam temellere dayanan kuvvetli bir devlet olarak
kurulmuştur. Muhafazası büyük kuvvet ve millî birlikle mümkün olacaktır.
Bütün bu meseleleri hikâyeler ve fıkralar halinde
nakletmek ve sizlerle görüşmek fırsatını bana verdiniz. Hepinize teşekkür
ederim.
Lozan Günü – Lozan Barış Antlaşması’nın
30. Yıldönümünde Gençlere Söyledikleri[86]
(24. 07. 1953)
Tebrikinize teşekkür ederim. Lozan muahedesi yeni Türk
cemiyetinin kurulması için lâzım olan milletlerarası vasatı hazırlamak yolunda
dahi esas olmuştur. Büyük ıslahat yapmak fikrinde olan Türkler, bu emellerinde
güçlük çıkarmıyacak şartları Lozan’da bulacaklardı. Millî Mücadele’yi yapan ve
Lozan’ı vücude getiren Türk nesilleri, ıslahat ve inkılapları da yaptılar ve
yeni Türk cemiyetini kurdular. Büyük Atatürk aziz eserleri olan Cumhuriyeti ve
inkılapları Türk gençliğine emanet etti. Vazifesini hakkiyle anlamış olduğunu
birçok fırsatlarla ıspat etmiş olan genç nesillerimizi bu Lozan gününde ben de
yürekten güvenerek kutluyorum.
Lozan Günü – Lozan Barış Antlaşması’nın
33. Yıldönümü Dolayısıyla Yapılan Konuşma[87]
(24. 07. 1956)
Lozan gününde
size bu muahedenin bir esasını anlatacağım. Bu esas bugüne kadar Avrupa
ile yapılan millî mücadelelere temel olmuştur. Bundan sonra da bir de Lozan
Konferansının açılışına ve kapanışına ait bir hikâye söyliyeceğim:
Önce esastan başlayalım. Lozan Muahedesi mukaddimesinde
milletlerin istiklâline hürmet ve riayet prensibine istinat edilerek muahedenin
tanzim olunduğunu kaydeder. Bu cümle bizim Millî Mücadelenin dile getirdiği
başlıca bir mefhum idi. Bu cümle Lozan Konferansı’nın inkıtaa uğradığı ilk
devrede müttefiklerle aramızda uyuşmak için koparılan neticelerden biriydi. Bu
kayıt birinci inkıta devresinde istihsal olunmuş ve ondan sonra süren altı
aylık mücadelede bütün icapları ayrı ayrı hükümler halinde muahedeye
sokulabilmiştir.
Avrupa ile şark devletleri öteden beri müstakil devletler
olarak münasebette bulunmuşlar ve görünüşte ve protokollarda birbirlerine
müstakil muamele yapmışlardır. Amma, hakikatte Avrupalının Avrupalı olmayan
müstakil milletler içinde mektepleri ve kendi din ve mezhebinden ve ırkından
olan insanları hususî imtiyazlar içinde yaşamışlar ve Avrupalının emtiasına
millî iktisat hükümleri tatbik olunmamış ve Avrupalı yerli mahkemeler ve
hâkimler karşısında kayıtsız olarak yerli vatandaş gibi muhakeme edilmemiştir.
Türk Millî Mücadelesinin anladığı, uğraştığı, istiklâl ve
müstakil devlet işte bu saydığım kayıtların lağvolunduğu bir millî mevcudiyet
idi.
Şurasını da söyleyeyim ki kayıtların hepsini de saymış
değilim. Meselâ, sıhhi hizmetler, küçük san’at mensupları ve kabotaj haklarına
ait olanlar gibi.
İşte, Lozan Muahedesi nazarî olarak ilk üç ayda kabul
ettiğimiz milletler istiklâline riayet prensibinin ne demek olduğunu tarif ve
tesbit etmek için daha altı ay geçen bir mücadelenin bir neticesi olmuştur. Bu
bakımdan Lozan Muahedesinin iki fârik vasfı tarihin sinesine hakkolunmuştur.
Birisi, Avrupa’da çok kimse 1923’de Lozan Muahedesinde
tesbit olunan hükümlerin zaman içinde mahfuz kalacağına inanmıyordu. Zaman
zaman çıkacak siyasî güçlükler Lozan’da elde edilmiş neticelerin geri
alınacağını ümit ettiriyordu. Siyasî tesirlerden daha mühim iktisadî ve malî
zaruretler Lozan Muahedesinde elde edilen nimetlerin kaybolmasına sebep
olacağını kuvvetle zannediyorlardı. Bana büyük murahhaslardan birinin dediği
gibi: (Harap olmuş bir milletin imarı ve kalkınması için elbette paraya ihtiyaç
olacak idi. Bu paraları istemek için İsmet Paşa Avrupa’nın karşısına gidip diz
çöktüğü zaman Lozan’da reddettikleri birer birer çıkarılıp kendisine uzatılacak
idi.) Bunu bana bir akşam pek mahdut kişili hususî bir cemiyette murahhaslar
neş’e içinde söylemişlerdir. Ben de kendilerine cevap verdim: (Şimdi Türklerin
reddettiklerine siz razı olunuz. Beklediğiniz gibi karşınıza gelirsem
dilediğinizi söylersiniz.)
Bugün 33 seneyi doldurmuş oluyoruz. Kazanılanları
muhafaza etmek için şimdi etrafımda bulunan genç cemiyet 1923’deki İsmet
Paşa’dan çok daha azimli ve kuvvetli görünüyor.
İkinci fârik vasıfta Lozan Muahedesinin Türkiye dışında
tarihe mal ettiği büyük cereyan bugüne kadar milletlerin kendi kaderlerine
hâkim ve müstakil devlet olmaları ideallerine misâl ve kuvvet vermiş olmasıdır.
Ondan sonra sayısız milletler müstakil devlet oldular. Onlar içinde bir çokları
ile devletimiz dostluk münasebetleri ve siyasî rabıtalar kurdu. Ve yeni
müstakil devletler içinde kendi nefsine itimatı olan bir çok asalet sahibi,
kültür ve siyaset adamlarına rastgeldim ki, milletlerin istiklâl mücadelesinde
Türk misâlinin kendilerini teşvik ettiğini alicenap bir insaf ile
söylemişlerdir. Tabi bu sözler bizim için lütûfkar olduğu kadar asıl
söylenenlerin kendi ruhlarındaki kuvveti ispat edecek mahiyettedir.
Size Lozan Muahedesinin mücadele konularından kısaca
bahsettim. Düyunu umumiye ve umumiyetle malî ve iktisadî meseleler, imtiyazlar
dahil olduğu halde bütün meselelerin en çetini adlî kapitülasyonlar olmuştur.
Kayıtsız şartsız Türk mahkemesinin hükümlerine Avrupalının tâbi bulunmasını
önlemek için hiç bir teşebbüs, yani imkânı olsa zecir ve şiddetin hiç bir şekli
fazla görülmüyordu. Ve Türklerin rızasını temin etmek için onları celp ve ikna
etmeye yarıyacak hiç bir bedel ve ivaz aşırı telakki edilmiyordu. Fakat sulh
yapmak için adlî kapitülasyonların dahi kaldırılmasına razı olmak çaresiz
olmuştu. Avrupa ile Lozan Muahedesini imza ettikten sonra Amerika ile müzakereye
başladım. Zannederim Lozan müzakerelerine eklenerek bir ay kadar da Amerika
konferansı sürdü. Nihayet onu da imza ettim. Lozan Muahedesinin imzasından ve
B. M . M. nin de tasdikinden sonra Avrupalılar tarafından tasdik olunması
muamelesi de bir seneye yakın sürmüştür. Görüyorsunuz ki, muahedenin
meriyete girmesi bile ne kadar uzamış ve artık açıktan belli olmayan engellerle
karşılaşmıştık. Dahası var, Birleşik Amerika imza ettiğimiz Lozan Muahedesini
Senatoda tasdik etmemiştir ve muahede meriyete girmemiştir. Sebep adlî
kapitülasyonların ilgası maddesini kabul etmemeleridir. Sonra zaman ile bu
meseleler unutulmuş ve Birleşik Amerika ile de her çeşit dostluk muahedeleri
imza edilmiştir.
Sözün başına geliyorum. Demek Lozan’da yaptığımız
mücadelelerin en ehemmiyetlisi, adlî istikrar üzerinde cereyan etmiştir. Ümit
ederim ki, adalet meseleleri üzerinde ne kadar titiz ve tatmin edilmez
duyarlılıkla ısrar ettiğimin tarihî, siyasî ve ruhî âmillerini kavramış
bulunuyorsunuz.
Evet sözlerimin öteki mebdeini hatırlatıyorum. Lozan
Muahedesinin hükümlerini yeni Türkiye hiçbirini geri vermeden muhafaza etmek
kudretini ispat etmiştir. Bundan sonraki zamanlar yeni Türk nesillerinin
emanetinde daha ziyade teminat altındadırlar.
Lozan Muahedesi yeni milletlerin müstakil devlet haline
gelmesi ve istiklâl sözünün Türklerin anladığı mânada kabul ettirilmesi gibi
bir mücadele devri açmıştır. Size vaadettiğim Lozan Muahedesinin esasına ait
olan kısım bu kadardır. Açılışına ve kapanışına ait hikâyeyi gelecek sene bugün
söyleyeceğim.
(...)
Lozan Günü – Lozan Barış Antlaşması’nın
34. Yıldönümünde Gazetecilere Lozan Anlatımı[88]
(24. 07. 1957)
Lozan gününü
sizinle pek yakında görüşmüştüm. Sene geçmiş haberim yok ne anlatmışım hatırlamıyorum.
Hazırlıksız sözlerimi mazur görünüz.
Lozan Muahedesinin ana hatları şunlardır:
Hudutlar, Arap memleketlerinin kaderi ve mandalar,
ekalliyet faslı, askeri meseleler, Boğazlar, kapitülasyonlar, borçlar, tamirat,
Düyunu Umumiye, halk mübadelesi.
Bu hükümler Cihan Harbinden sonraki Sevr Muahedesinde her
biri bize yaşama hakkı bırakmıyan genişlikte, sertlikte ve insafsızlıkta idi.
Memleket nüfuz mıntıkalarına çok kolay müdaheleler, açılmıştır, ekalliyet
devlet içinde devlet haline gelmişti. Müslüman milletler arasında bile Türklere
karşı imtiyaz konmuştu. Ordu eksik silahlarla sanırım 30 – 40 bin derecesine
inmişti. Boğazlar enternasyonal murakabe altında idi. Sevr Muahedesinin bu
hükümlerini silâhla iptal ettikten sonra, yahut iptal ettirdiğimiz kanaat ve
ümidiyle Lozan’a gittik. Lozan’a başlamadan bir hikâye: Biz Lozan Konferansına
giderken, büyük devletler arasında Fransızlarla yakınlaşmıştık. Daha evvel
aramızda Ankara İtilâfnamesi ile sulh olmuş gibi idi. Muadelesiz sulh, onun
için münasebetlerimiz daha iyi idi. Lozan Konferansına gittiğim zaman, İngiliz
intihabatı sebebiyle konferans toplanmamıştı. Bizi davet ettikleri gün
bulunmadılar diye bir basın toplantısı yaptım. Kıyameti kopardım. Bizim
mekteplerin Fransızcası ile uzun müddet işlenmemiş bir meleke ile Avrupa
ortasında büyük devletler aleyhine neler söylediğimi Allah bilir. Bir hafta
sonra konferans toplanacağı için Fransız hükümeti beni Paris’e davet etti.
Paris’te ilk işim Mösyö Poincaré ile görüşmek oldu. O zaman Başvekildi. Tabii
bütün merakım sulh var mı yok mu bunun üzerine bir teşhis koymaktı. Mösyö
Poincaré’ye sulh olup olmıyacağını sordum. “Elbette olacak” dedi. “İstanbul’dan
çıkacaksınız” dedim. “Çıkacağız” dedi. “Gelibolu yarımadasından da
çıkacaksınız” dedim, “evet” dedi. “İyi anlıyalım”, dedim “memleketin herhangi
bir köşesinde ufak büyük bir ilişik bırakmanız tasavvur olunamaz” dedim “Evet”
dedi. “Askeri tahdit kabul etmeyiz” dedim. “Düşünmüyoruz” dedi.
“Kapitülasyonlar kalkacak kalkacak” dedim. “Malî kapitülasyonlar, evet” dedi. “Ya
adlî kapitülasyonlar” dedim. “Canım bir hal şekli bulacağız” dedi. “Nasıl hal
şekli” dedim. “Konuşacağız, bulacağız” dedi.” Bu kapitülasyonlar bizim için baş
meselelerden biridir. Bu hallolmadan sulh çıkmaz.” dedim. “Canım sulh bunun
için geri kalmaz” dedi. “Geçici yardımcı bir şekil elbet buluruz” dedi.
Hülâsa ne kadar konuştuksa büyük kısmı kapitülasyonlar
üstünde geçti. Adlî kapitülasyonlar üzerinde ümit verici bir işaret almadan
ayrıldım.
Tabiî söz sırasında müsait göründüğü meseleler
görüşülürken mâkul şekillere bağlıyacağını söyledi. Bu mâkul şekiller için de
aylarca uğraştık. Bu konuşmam daha ziyade Fransız görüşüne taallûk ediyordu.
Fransız meselesi olarak düyunu umumiye üzerine bir şey konuşmadık.
Size bir de konferans sırasında Mösyö Venizelos’un bana
anlattıklarını hikâye edeyim. Konferanstan evvel Mösyö Venizelos Lord Curzon’la
görüşmüş ve İngiltere’nin eski muadelede ısrar etmesini istemiş, İngiltere
kabul etmemiş ve nasihat etmiş. Mösyö Venizelos Lord Curzon’u tehdit etmiş,
hepsini isteyeceğim demiş ve şimdi bana “Oda içinde reddettiklerinizi konferans
huzurunda tüm dünyaya karşı reddettireceğim, ta ki dünya İngiltere’ye
güvenmenin ve İngiltere ile ittifak etmenin hiçbir faydası olmadığını
anlasın” demiş. Lord Curzon teskin etmek için çok çalışmış. Bundan sonra
Venizelos Paris’e gelmiş, Mösyö Poincaré’den aynı şeyleri istemiş, aldığı
nasihatlerden memnun olmamış. “Bir tek ümidim kaldı. O da Türklerdedir” demiş.
Birden bire hayret etim. “Bizden ne ümidin vardı” dedim. “Poincaré’ye söyledim”
dedi. “Şimdi Türkleri bir türlü memnun edemeyeceksiniz. Onların talepleri
karşısında yine bize muhtaç olacaksınız. O zaman benim söyleyeceklerim var”
demiş.
“Ne oldu” dedim. “Ama Türklerden beklediğim çıkmadı.”
dedi. Dostane gülüştük.
Lozan hükümlerini size kısaca tekrar edeyim. Hudutlar
millî hudutlar olarak korunmuş ve ilk defa silahla girmediğimiz halde mütareke
esnasında mütareke mukavelesiyle Edirne’ye kadar kurtarılmıştır. Ekalliyet
hükümleri harbi umuminin galip devletlerin kabul ettiği hudutlar içinde kalmıştır.
Askerî hükümler, galip devletler nizamında kalmıştır. Boğazlar üzerindeki
hükümler fiille de sabit olduğu veçhile sonradan düzeltilecek bir çerçeve içine
alınmıştır. Kapitülasyonlar kati olarak kalkmıştır. 600 milyonluk Çin ülkesine
kadar bütün şarkta kapitülasyonların kalkabileceğini ancak Lozan’da ispat
etmişlerdir. Düyunu Umumiye temelinden düzelmek için müsait hükme bağlanmıştır.
Tamirat yüklenilmemiştir. Fevkalade müstesna bir başarı olarak halk mübadelesi
yapılmıştır. Dışarıdan bize gelen Türkler oralarda barınamayarak gene
geleceklerdi. Fakat bizdekiler hiç bir sebeple ayrılmıyacaktır. Çetin bir
ameliyat tarihte artık başka bir defa başka bir yerde belki düşünülemiyecek
muameledir. Fakat bizim için asırlarca bir huzursuzluktan sonra millî tesanüt
vesilesi olmuştur.
Büyük devletler Lozan Muahedesinin yürüyebileceğine ve
yaşayacağına inanır görünmüyorlardı.
Bir akşam Lord Curzon, Amerika murahhası ve ben üçümüz
konuşuyorduk. Curzon derdi ki:
“Hiç bir işte bizi
memnun etmiyorsunuz. İstemiyerek kabul ediyoruz. Memleketiniz harap, imar
etmiyecek misiniz? Parayı nereden bulacaksınız? Para bir bende var bir de
yanımdakinde. Ne reddediyorsanız hepsi cebimdedir. Yarın para istemek için
gelip diz çöktüğünüz zaman cebimdekileri birer birer çıkarıp size
göstereceğim.”
“– Gelirsem gösterirsiniz.” dedim. şimdi meseleleri
halledelim. Hakikat şudur ki, İkinci Cihan Harbi kapı önünde görünceye kadar
malî bakımdan bize kolaylık gösterilmemiştir. Ve Türkiye kendisini kendi alın
teriyle tamir ederek İkinci Cihan Harbine girmiştir.
Lozan Muahedesi İstiklâl Harbinin şerefli mührü ve
Türkiye’nin medeniyet hamlesinin başlangıcıdır. Lozan Muahedesi ancak bir
senede tasdik olunmuş, müttefikler muahedenin imzasından sonra devlet şekli
belli olana kadar beklemişlerdir.
Lozan Muahedesinden İkinci Cihan Harbinin başlamasına 16
sene geçmiştir. Bu 16 senede Türkiye İkinci Cihan Harbinden selâmetle
çıkabilecek fikrî bünyevî ve maddî bir olgunluğa gelmiştir ve Türkiye İkinci Cihan
Harbinin bitmesiyle beraber son ıslahat çemberi olarak demokratik rejimi hayat
tarzı olarak kabul etmiştir.
Şimdi karşımda bulunan gazeteciler hepsi benimle beraber
Latin harfiyle yazıyorsunuz. Bu size oyuncak geliyor.
Bizim neslin üstündekilerin bu yazıya alışmaları artık
mümkün olur mu bilmiyorum. Ama bizi hoş görüyorlar. Siz de benim gibi bu
yazıyla pek çabuk yazabiliyorsunuz.
Demek 34 senedir Lozan’dan sonra milletçe ıslahat içinde
yaşıyoruz. Şimdi içinde bulunduğumuz en mühim meseleler iktisadî kalkınma,
cihazlanma ve ilerlemedir.
İnsan haklarına müstenit Garplı manasında bir demokratik
rejim kurulmak ve dünya mücadelesi içinde bir itibarla yaşama gayreti
içindeyiz. Bu mücadelede millet olarak hep beraber muvaffak olacağız.
Selamlar, sevgiler.
Lozan Günü ve Türk Basınından Sansürün
Kaldırıldığı Günün Yıldönümü Olması Dolayısıyla
Gazetecilere
Söyledikleri[89]
(24. 07. 1959)
“Neşir yasağına uğrayan sözler bakımından ben rekor
kırmak üzereyim. Galiba en çok benim sözlerim yasaklanmıştır” diyen İsmet
İnönü, sohbet sırasında Lozan anlaşması ile alâkalı olarak şunları söylemiştir:
“Biz Lozan’a bir proje
ile gittik. Altı ay devamınca konuştuk. Millî varlığımızı kabul ettirmeye çalışıyorduk.
Fakat, Avrupa kapitülasyonlardan vazgeçmek istemiyordu. Görüşme bittiği halde
alınan kararlar sürüncemede bırakıldıktan sonra onaylandı. Amerikalılar da
millî birliğe kavuşmamızı istemiyorlardı. Lozan’a gönderdikleri delegeler
isteklerimizi kabul ettiği halde, Amerikan Senatosu bunu üçte iki çoğunlukla
reddetti. Bu bakımdan Lozan zaferi hayli güç kazanılmıştır.”
(…)
Daha sonra gazeteciler, Lozan anlaşmasının yıl dönümü
münasebetiyle söylemek istediği herhangi bir şey olup olmadığını sormuşlar,
İnönü: “Bu kadar bulduğunuzu yazabilirseniz, büyük şey” demiştir. Bu
arada İnönü, okumakta olduğu bir gazeteden İzmir’de yapılmak istenen Lozan’ın
Yıldönümü toplantısına valiliğin izin vermediğini öğrenince şöyle demiştir:
“Yani İzmir Valisi Lozan gibi bir tarih hadisesinden
bahsedilmesini kabul etmiyor. Ne anlayıştır bu, ne haktır.”
İstanbul’da Lozan Kulübünde Yapılan Konuşmada
Lozan Konulu Bir Habere İlişkin Yapılan Düzeltme[90]
(15. 08. 1959)
(…)
Üçüncü mesele Lozan günü münasebeti ile benim bir
beyanatımın düzeltilmesi ihtiyacını duyuyorum. Bir yanlışlığa mahal vermemek
için çok gayret ettiğim halde gene kaza nevinden bir sakatlığa manî olamadım.
Mesele şu, bir gazetede benim Lozan’dan bahsederken Amerikalılardan çok
çektik, onlardan yakamızı zor kurtardım dediğim, yazılmıştır. Lozan Konferansı
için Amerikalılardan bu ifadelerle bahsetmedim. Bu ifadeler benim değildir,
bundan başka umumî efkarımızın bilmesini isterim ki ben Lozan’da Amerikalılardan
anlayış ve sempati gördüm. Lozan Konferansı için onlara teşekkür hatıraları
beslerim. Bir tarih hadisesinin zihinlerde yanlış kalmasını arzu etmiyorum.
(…)
Lozan Günü – Lozan Barış Antlaşması’nın
37. Yıldönümü Dolayısıyla Cumhuriyet Gazetesi’nden
Mücahit Beşer’e Verilen Demeç[91]
(23. 07. 1960)
“Konferans daha ilk başladığı gün toplanamamış; dokuz ay
aksiliklerle geçmiştir. Nihayet müspet bir şekilde sona erdi.
“Lozan Konferansı şüphesiz ki bir devri, siyasi bakımdan
kapamış ve yenisini açmıştır. Şimdiye kadar geçen tecrübe, yeni devrin verimsiz
olmadığını göstermiştir. Bundan sonra da önümüzde çok verimli gelişme devirleri
olacağına inanıyorum. Yeni ve müspet bir devrin başlangıcında olduğumuz ümidi
içindeyiz. Gelecek günlerimiz şüphesiz daha ferah olacaktır. Yeni
kuşaklarımızın bu iyimserliğimi haklı çıkaracaklarında yüreğimde en ufak bir
tereddüt yoktur.”
İnönü Konferans müddetince Atatürk’le nasıl muhabere ettiği
hususunda bir soruyu, “kat’i ihtiyaç hissettiğim zaman başvekil vasıtasıyla
kendisi ile görüşüyordum.” diye cevaplandırmış: “Konferans sırasında
ümitsizliğe düştünüz mü?” şeklinde bir soruya ise şöyle bir cevap vermişti:
“– Ümitsizliğe düşmek adetim değildir...”
Lozan Günü – Lozan Barış Antlaşması’nın
37. Yıldönümü Dolayısıyla Kendisini Ziyaret Eden
Üniversitelilere Söyledikleri[92]
(24. 07. 1960)
Bu sene geçen yıllardan farklıdır. Yeni devir açmış olan
nesiller bugün bana yeni kuvvetler getirdiler. Sizler geçmişin eserlerini,
inkılaplarını korumak kuvveti ile kalmadınız, geleceğimizi ümitlerle dolduran
devrimlerin müjdecisi olarak karşımda duruyorsunuz.
Heyecanlı takdirlerim sizinle beraberdir. Sizinle çalışmakta
devam edeceğim. Sevgilerim ve iyi dileklerim sizin başarınızı takip edecektir.
Sağolun.
Lozan Barış Antlaşması’nın 41. Yıldönümü
Dolayısıyla Ulus Gazetesine Verilen Demeç[93]
(24. 07. 1964)
Lozan Muahedesi
imza edileli bugün 41 sene tamamlanmıştır. Lozan Muahedesi 9 ay müzakere
edilmiştir. Belki bu çeşit muahedelerin en uzun müzakere edilenlerinden
biridir.
Araya karamsarlık ve ümitsizlik verecek kesin bir aralık
girdikten sonra iki tertipte müzakere de devam etti. Bu muahedenin
özelliklerini kısaca şu şekilde özetleyebilirim. Lozan Muahedesi uzun
kapitülâsyon mücadelelerinden ve 12 seneden fazla süren iç ve dış
hazırlıklardan sonra elde edildiği için, ana prensiplerde çok sıhhatli
olmuştur. Muahede imzalandığı zaman iç politikamızda tam ölçüsü ile
değerlendirilmemiştir. Birçok isteklerimiz sağlanamadığı için tenkid
edilmiştir.
Ancak muahedeyi biz tasdik ettikten 1
sene sonra diğer imza sahipleri tasdik etmeğe başladıkları için kıymeti
üzerinde bir uyarma hasıl olmuştur. Hattâ Birleşik Amerika ile Lozan’da
yaptığımız muahede hiçbir zaman tasdik olmamıştır.
Lozan Muahedesi ilk devrinde istihsali lâzım ve mümkün
olan unsurları elde etmiştir. Tam istiklâl mefhumu, kapitülasyonlar gibi bir
kısım meselelerin prensipleri halolmuş veyahut prensip halinden çıkarılmış, tam
neticeler muhtelif vâdeler sonunda temin edilebilmiştir. Borçlar meselesi,
Boğazların silâhsızlanması adli müşavirler gibi vâdeli meseleler.
Bu itibarla, durulması lâzım olan yerde durabilmek,
geleceğe bırakılması icap edenleri ayırabilmek bir dirayet idi ki, milletimiz
bu kabiliyeti göstermekle sulhu sağlayabilmiştir.
Asıl Dirayet
Asıl güçlük ve dirayet, Lozan’dan sonra eksiklerin
tamamlanması ve vâdelerin sona erdirilmesi için gösterilen dikkat ve
muvaffakiyet olmuştur. Borçlar uzun zamanda hallolundu. Boğazların
silahsızlanması münasip fırsatlarla temin edildi. Çoğu 5 sene olan vâdeli
kayıtlar zamanında kaldırılabildi.
Lozan’da imza koymuş olan devletler, geleceği bırakılan
meselelerin zaman içinde hallolunması şöyle dursun, hepsinin tekrar geri gelip
yerleşeceğini tahmin ettikleri farzolunabilir.
Şu halde Lozan Muahedesi bir askeri zaferin tam
karşılığını almağa çalışmak, durulacak yeri isabetle tayin etmek ve geleceğe
bırakılan boşlukları tamamlamak için senelerce süren bir Lozan çalışması ve
dikkati sarfedilmek usulüyle bir bütün eser haline gelebilmiştir.
(…)
Lozan Barış Antlaşması’nın
42. Yıldönümü Dolayısıyla Verilen Demeç[94]
(24. 07. 1965)
Lozan Barış Anlaşmasının imza edildiği günü hatırlıyoruz.
Yüzlerce yıldan beri yapılan anlaşmaların içinde, Türk milletinin yararına
başarılı bir eser olarak Lozan’ı değerlendirmek mümkündür. Kapitülasyonlar,
adli ve mali alanda kaldırılmış, Batı Avrupa’lı anlamında bağımsız devlet
tasdik ettirilmiştir. Bu eser, şüphesiz, başta onun büyük komutanı [ile],
Kurtuluş Savaşı meydanlarında can veren ve canla başla çalışan insanların
çabalarının mutlu sonucudur.
Lozan’ın getirdiği hükümlerin ruhunu, bugün bir özel
açıdan anlatmak isterim. Bu anlaşmadaki kurtuluş hükümlerini karşı taraf adına
imza edenler, onların yaşıyacağına inanmıyorlardı. Bana çetin bir günde, en
büyük yetkili Lord Curzon’un, Amerikan delegesi Mr. Child’in yanında söylediği
şudur: “Hiçbir isteğimizi kabul etmiyorsun. Memnun değiliz. Bil ki, ne
reddedersen, onu cebimizde saklıyoruz. Harap bir memleketin var. Yarın türlü
ihtiyaçlarla karşımıza geleceksin. O gün cebimizdekileri birer birer çıkarıp
sana kabul ettireceğiz.”
Cevabım:
“Bugün istediklerimi almalıyım. Yarın muhtaç olarak
gelirsem, sen de düşündüğünü yap.”
Bu konuşma, benim bütün siyasi hayatımın ışığı olmuştur.
Lozan Anlaşması birçok hayati meseleleri yarım
bırakmıştı. Boğazların gayri askeri olması, kalkmış olan adli kapitülasyonlara
karşılık beş sene müddetle yabancı adli müşavirler, prensip olarak kalkmış olan
mali hükümler yerine ilk beş sene için dondurulmuş, eski usül ticari
anlaşmalar, Osmanlı borçlarının hallolunmadan geri bırakılması, sağlık ve fener
hizmetleri için beş senelik geçici bir devre. Bunun gibi şeyler. Her biri
önemli, birinde aksarsanız, eski usul devam edip gider.
Bu beş seneler, bu açık bırakılan meseleler, hepsi,
yıllarca uyanık, tetikte bulunan, sebatlı bir idarenin himmetiyle, hiçbir zarar
vermeden sona ermiş, Lozan hükümleri tam bir bütün olarak ayakta kalmıştır. Bu
çalışmalar unutulduktan ve eser ihmale uğradıktan sonradır ki, her şey yeniden
ufukta görünmeye başlamıştır. Ancak hesapsız bir gayretle çalışma, ilerleme,
yükselme bazı esas teminata kavuşmuştur.
Vatandaşlarıma, hayatımın bu inancını bugün tebriklerimle
söylerim.
Lozan Barış Antlaşması’nın 44. Yıldönümü
Dolayısıyla TRT’ye Verilen Demeç[95]
(24. 07. 1967)
Lozan gününde size, önemli bir uğraşma konusunu
anlatacağım. Bu konu kapitülasyonlardan kurtulma çabasıdır.
İstiklal harbinin başlıca amaçlarından biri asırlık
kapitülasyon belasından memleketi kurtarmaktı. Biz, hukukçu ve iktisatçı
olmayan vatandaşlar, kapitülasyon belâsı deyince memleketin yüzyıllardan beri
mahkûm edilmiş olduğu mali ve iktisadi kısıtlamaları kaldırmanın daha güç
olacağını, adalet sahasında olan kapitülâsyonun kaldırılmasının daha kolay
olacağını zannederdik.
Lozan Konferansına giderken kapitülâsyonları kaldırmak
için kararlı idik. Bunun ticari kısmında daha çok güçlük çekeceğimizi sanırdık.
Lozan’a gidince konferans toplanmadan bir haftalık bir bekleme arasında beni
Paris”e davet ettiler. Fransız hükümeti ile temasa getirdiler. Lozan”a başlarken
daha evvelki müzakerelerle Fransızlara yaklaşmış bulunuyorduk. Bu hava içinde
Fransız Başbakanı Mösyö Poincaré ile görüştüm. Görüşmede sulh müzakerelerinin
başlıca temellerini birer birer yoklamağa çalıştım. İşgal altında bulunan
topraklarımız boşaltılacak mı? İstanbul ve Boğazlar gibi. Diğer muahelelerde
bulunan ağır askeri şartları isteyecekler mi? O zamanın bir mühim endişesi olan
ekalliyetler meselesinde imtiyaz senetleri ile karşılaşacak mıyız? Ve nihayet
kapitülasyonlar meselesi ne olacaktı? Bunları Mösyö Poincaré’dan öğrenmeğe
çalıştım.
Görülüyor ki, borçlar ve düyunu umumiye meselesi henüz
görünmüyordu. Mösyö Poincaré konuşmağa başladıktan sonra yeni hudutlarda
aydınlanmak istedi. Kendileri ile yaptığımız Ankara itilafnamesine
dokunmayacaktık. İstanbul ve Boğazların tahliyesi üzerindeki kaygılarımızı
müsbet karşılayacak zihniyette görünüyordu. Konferansın temeli saydığım
meselelerin hepsini yarım saat içinde gözden geçirdik. Son olarak ben
kapitülasyonların kaldırılacağını kolay ve tabii bir olay gibi öne sürdüm.
Mösyö Poincaré hayret verici bir ilgi ve toplanma ile kapitülâsyonlar
meselesinde müşterek bir anlaşıya varacağız gibi müphem bir ifade ile kararlı
ve ısrarlı bir tavır aldı. Birden, müphem ifadeleri aydınlığa kavuşturmak
gerektiğini anladım. Müşterek anlaşma gibi bir kapitülasyon müzakeresi
olamayacağını belirttim. Mösyö Poincaré kapitülâsyonların ticari kısmının bir
anlaşmazlık konusu olmayacağını kolaylıkla söyledi. Fakat, adli kapitülâsyon
konusunda bir intikal devri geçirmek gerektiğini ciddiyetle ileri sürdü. Bir
saat müddetle tartıştık ve nihayet ayrıldık. Gözüm faltaşı gibi açılmıştı.
Müzakereye başladıktan sonra konferansın iki devrinde dokuz ay müddetle adli
kapitülâsyonların kaldırılması için bütün müttefiklerle mücadele ettik. Muvaffak
olduk. Bu küçük hikaye ile göstermiş oluyorum ki, Lozan Konferansının bir zor
meselesi de adli kapitülâsyonların kaldırılması müzakeresi olmuştur.
Konferans esnasında, özel sohbetlerde yabancı delegeler
yakamdan tutarlar, bana mahkemelerde bir dava getirip getirmediğimi [geçirip
geçirmediğimi] sorarlardı. Hayır cevabını verince, onun için adli
kapitülâsyonların kalkmasında ısrar ettiğimi söylerler, halbuki memleketimizin
bir adli yardım devresi geçirmesi gerektiğinin, bizim menfaatimiz icabı
olduğunu iddia ederlerdi. Ben de cevap olarak:
“Bizim, kendi vatandaşlarımızın yargısına razı ve emin
olduğumuzu, kim memleketimizde mahkememize düşmek istemiyorsa memleketimize
gelmemesini” söylerdim.
Neticeye varıyorum:
Yargıç[lık] sanatı, benim kanaatimce muharip vasfı gibi
Türk milletinin tabii kabiliyetlerindendir. Mütarake ve işgal sırasında
İstanbulda hepimizin işleri olurdu ve ailemiz efradı bulunurdu. Bunlar
mahkemeye giderlerdi. Aylardan beri maaş almamış, zaruret içindeki hakimler,
bizim ailelerimizi kuvayyi milliyeci akrabası diye hakimi tesir altında
bulundurmak isteyen şirret davacılara karşı adaleti yerine getirmekte tereddüt
etmezlerdi.
İmparatorluğun son zamanlarında ve cumhuriyette
demokratik mücadelenin soysuzlaştığı günlerde hakimlere türlü baskılar
yapılmıştır. Türk hakimleri bu baskılara karşı koymağa muvaffak olmuşlardır.
Gelecek zamanlarda da Türkiye’de adaletin bu tabiatta yargıçlar tarafından
sağlanacağından benim zerre kadar şüphem yoktur.
Sevgili vatandaşlarım,
Türk hakimlerinin istiklâl ve itibarını kurtarmak Lozan
anlaşmasının başlıca bir konusu olmuştur. Bu sonuçtan memleketimiz her medeni
memleketin adaleti kadar haysiyet ve itimada kavuşarak vazife görmüş, ün
almıştır. Bundan sonra da hakimlerimiz liyakatlerini kanunlarımıza desteklerini
göstermekte devam edeceklerdir.
Sevgili vatandaşlarım, sizlere saygılar ve sevgiler
sunarım.
Lozan Barış Antlaşması’nın
46. Yıldönümü Dolayısıyla Verilen Demeç[96]
(24. 07. 1969)
24 Temmuz günü,
Lozan Andlaşmasının 46 ıncı yılının günüdür. Birinci Cihan Harbinin sonucu olan
andlaşmalardan hemen hiç biri, Lozandan başka hiç biri, yaşamamaktadır. Yalnız
Lozandır ki, tazeliğini, yürürlüğünü ve geçerliliğini henüz korumaktadır. Ve bizim
devletimiz için dikkatle göz önünde tutulması kabul edilmiştir.
“Lozan Konferansı / Tutanaklar – Belgeler”
Kitabına Yazılan” Önsöz[97]
(30. 09. 1969) *
Lozan Muahedesi İmparatorluğun tasfiye edildiği
muahededir. I nci Cihan Harbini, beraber muharebe ettiğimiz müttefiklerle
kaybettik. Yenilgi kesin idi ve galipler sulh masalarına tam hâkimiyetle
oturdular.
Müttefiklerimiz olan İmparatorluklar, sadece aldıkları
muahede projelerini görmek ve imzalayacaklarını veya imzalamayacaklarını
söylemek hakkı ile konferansa girdiler.
Türkiye’nin durumu hepsinden daha güç olmuştu. Türkiye,
herkesin 1918 de bitirdiği muharebeye, daha dört sene devam etti. Memleket
işgal altında idi. Her taraftan istilâ ve fiili hâkimiyet silâhla devam
ediyordu.
1922 de, birden bire, askerî vaziyet, galiplerin hiç
ihtimal vermedikleri kesin bir netice ile, yani Türk zaferi ile, yeni bir
safhaya girdi. Büyük galip devletler, yardım ettikleri küçük ortaklarıyla,
muharebeyi devam ettirmişler, ve dört sene içinde, bizi içeriden Padişah
Hükümeti, [iç] karışıklıklar ve sona kadar Yunan ordusuyla amana
düşüreceklerini zannetmişler, muvaffak olamamışlar, 1918 galibiyetinden farklı
bir vaziyete düşerek, bizi sulh masasına çağırmışlardır.
Biz, Büyük Millet Meclisi Türkiyesi, o haleti ruhiyede
idik ki, İmparatorluk mağlup olmuştu ve zaten İmparatorluk, memleket içinde de,
düşmüş ve lâğvedilmişti. Biz, 1918 mağlubiyetini üzerimize almıyorduk. Galip
devletler, 1918 galipleri durumunda ısrar etmek istiyorlardı. Bu şartlar
altında Konferans toplandı.
Sırası geldikçe ben, Baş Murahhas olarak, Mudanya
Mütarekesinden buraya geldiğimi söylerdim, Lord Curzon ise, bana Mondros
Mütarekesini hatırlatmağa çalışırdı. Mesele, aramızda hallolunamadan, ihtilâflı
kalırdı.
Müzakereye başladığımız zaman, eşit şartlarla müzakere
edeceğimiz nazarî olarak kararlaştırılmıştı. 1918 galipleri bu şartı
nazarî olarak kabul ederler ve tatbikatta ağırlıklarını başka istikametlere
yöneltmeğe çalışırlardı. İlk günden itibaren, Konferansın eşit şartları,
milletlerin istiklâli havası ve hakkının münakaşasını, her vesile ile
yenilerdik.
Müzakere başlamadan evvel, İsviçre Reisicumhurunun
[Konferansı] açma merasiminin nasıl yapılacağını bize haber verdiler. İlk
haber, Reisicumhur Konferansı açacak ve ondan sonra çekilecek, Konferans
toplanacaktı. Biraz sonra, ikinci bir haber geldi: Reisicumhur Konferansı
açacak, Müttefiklerden birisi söz alacak, konuşacak ve tören kapanacaktı. Bunu
bize söyler söylemez, “Müttefiklerden biri konuşursa, bizim de, bir taraf
olarak, konuşacağımızı” haber verdim.
Bunun üzerine, Fransız Başvekili M. Poincaré ile
görüşmemiz oldu. M. Poincaré, benim ne konuşacağımı öğrenmek istiyordu.
Kendisine, hazırlamış olduğumuz bir açış konuşması bulunduğunu söyledim.
Müttefiklerden İngiliz Hariciye Nazırının, Konferans namına, yalnız teşekkür
edeceğini, başka bir şey yapmayacağını söyledi. “Ben de yalnız teşekkür ederim”
dedim. M. Poincaré merak etti, konuşmamın ne olduğunu görmek istedi. Çıkardım,
gösterdim. İçinde bir çok şikayetler vardı. Memleketimizin gördüğü tecavüzleri,
haksızlıkları anlatıyordum. İlk anda böyle bir çatışmaya varılmaması için M.
Poincaré çok ısrar etti. Nihayet bir iki kelime değiştirmeyi kabul, başka bir
şey değiştirmemekte ısrar ettim. Ayrıldık.
Üçüncü haber, tekrar, Reisicumhurdan sonra kimse
konuşmayacak, şeklinde geldi. “Kimse konuşmazsa, ben de konuşmayacağım; bir
kişi konuşursa, mutlaka ben de konuşacağım” dedim.
Tören açıldı. Reisicumhurdan sonra, Lord Curzon’a söz
verildi. Lord Curzon, teşekkürlerle birlikte, sulh arzularıyla geldiğini
söyledi; sulhun lüzumunu bütün milletler için göstererek ve temenni ederek,
haklı ve iyi niyetli bir eda ile konuşma yaptı.
Lord Curzon yerine otururken, törende toplanmış olanlar
beni, hayretle, kürsüde gördüler. Reisicumhura hitap ettikten sonra, konuşmama
başladım. Sulh arzularıyla geldiğimizi, çok haksızlık gördüğümüzü söyledim;
sulh arzularının bütün Konferansa hâkim olması, adalet içinde bir sulh
yapılması dileği ile sözü bitirdim. Oturdum.
Herkes, garip bir vaziyette, nihayet benim diplomat
usullerini bilmeyen bir asker olduğuma hareketimi vererek, aramızda sataşmalar
ve usul münakaşalarıyla, törendeki müdahalemi hazmedip geçtiler.
Konferansın ilk toplantısında İçtüzüğünü konuşurken,
eşitlik şartlarına titizlikle dikkat ettik. Mesela Konferansın dili İngilizce
ve Fransızca olacak deniyordu. Ben, “bir de Türkçe olacak” diye ilâve ettim.
Komisyon başkanlıkları İngiltere, Fransa ve İtalya arasında taksim olunuyordu.
Bizim de bir komisyon başkanlığına hakkımız olduğunu tartıştım. Nihayet
Konferansın İçtüzüğü kabul edildi ve içinde bizim kabul etmediğimiz noktalardan
bir çoğu gösterildi.
Bunları söylemekten maksadım, eşitliğin şartlarını
dikkatle takip ediyoruz; tabiî, ehemmiyetsiz usulde, selâmda sabahta bile, fark
gözetirlerse, o farkları gösteriyoruz, fakat bu yüzden Konferansın inkitaa
gitmesini istemiyoruz; Konferansın yapılmasını istiyoruz. Konferansa hangi
haleti ruhiye ile gittiğimiz, şimdiye kadar anlaşılmıştır zannederim.
Biz, Millî Mücadele esnasında, hep İngilizlerle hasım
durumunda bulunduk. İstanbul Hükümeti, bizimle mücadele ederken, başlıca
İngilizlere istinat ediyordu. Fransızlarla fiilen muharebe etmiş olduğumuz
halde, nihayette, Ankara İtilâfnamesiyle Fransızlarla yarı sulh olmuş gibiydi
ve aramızda yakınlık vardı. İtalyanlarla aramızda hiç muharebe geçmemişti ve
onların Yunun istilâsına taraftar olmadıklarını zannediyorduk. Japonya ve diğer
Balkan devletleriyle kolay anlaşacağımızı tahmin ediyorduk.
Bu hulâsa ile, Konferansda biz, İngilizlerin bize karşı
olan düşmanlığından zarar görmemek için, diğer bütün Müttefiklerle beraber
hareket etme usulünü takip etmek istedik.
Lord Curzon bunun farkına vardı. İlk aylarda hiçbir
İngiliz meselesinden dolayı Konferansı tehlikeye düşürecek kesin bir vaziyet
almıyordu. Ve diğer büyük küçük bütün Müttefiklerin, en önemli ve en önemsiz
her isteklerini ve her sözlerini bütün kuvvetiyle destekliyordu. Özel bir
görüşmemizde, bana benim çok manevraya alışkın olduğumu, ama düşündüklerimi
tatbik ettirmeyeceğini, yarı şaka bir eda ile söylemişti. İngilizden başka olan
bütün Müttefikler, benimle ayrı ayrı her pazarlığı yapmağa istidatlı idiler,
ümit veriyorlardı. Fakat, İngilizlerle ihtilâf içinde bir meseleyi öne sürünce,
onu İngilizlerle halledeceğimi, kendilerinin hiç bir şey yapamayacağını
bildiriyorlardı.
Lord Curzon, büyük meselelerden hiç birini, daha evvel
bütün müttefiklerini toplayıp bir karara bağlamadan, açık müzakereye
getirmiyordu. Bu usulle Konferansda bir neticeye varamayacağımız anlaşılmıştı.
İngilizden başka olan Müttefiklerin arzularını tatmin etmek imkân haricinde
idi. Bütün Türkiye’yi versek, kâfi gelmiyordu. Ve buna bedel de, sona kalacak
İngiliz meseleleri için, hiç birisi, İngiltere’den ayrılacağını söyleyemiyordu.
O halde evvelâ, taktiği değiştirdik. Birinci devrenin sonuna doğru, sulhün
İngilizlerin elinde bulunduğu kesin kanaatına vardım. Onların kopma meselesi
yapabilecekleri konulara teşhis koyarak, oralarda bir neticeye varmayı öne
aldım.
Konferansın büyük meseleleri şunlardı:
İlk önce arazi meseleleri. Bunlar, muharebe meydanlarında
fiilen bir neticeye varmış; Ankara İtilâfıyla Fransa ile hudut meselesi
halledilmiş; fiilen işgal etmediğimiz halde almak istediğimiz Trakya, Mudanya
Mütarekesi ile harbin hemen sirayet çevresi olmak itibariyle, daha evvel,
Konferans kararlaştırılırken şarta bağlanmıştı. İstanbul’un ve Boğazların
kayıtsız şartsız boşaltılması, Konferansda, baştan sona kadar, bizim başlıca
kaygımız olmuştur. Konferansda çıkacak yeni arazi meseleleri üzerinde, fiilen
işgal etmedikçe, yeni bir adım atmak ihtimali görülmüyordu.
Konferansın büyük meselelerinden biri, Boğazlar meselesi
olmuştur. Boğazların açık olmasında başlıca İngilizler ısrar ediyorlardı; bütün
Müttefikler İngiltere etrafında toplanmışlardı. Bu meselelerde bir kopmaya
gitmemek, sulh için çaresiz görünüyordu.
Konferansın büyük meselelerinden biri, Boğazlar meselesi
olmuştur. Boğazların açık olmasından başlıca İngilizler ısrar ediyorlardı;
bütün Müttefikler İngiltere etrafında toplanmışlardı. Bu meselelerde bir
kopmaya gitmemek, sulh için çaresiz görünüyordu.
Konferansda, Kapitülasyonlar büyük dâva olmuştur. Bunda bütün
Müttefikler ve Amerika karşımızda bulunmuşlardır. Biz de bu meseleyi hayatî
dâvalarımızdan biri sayıyorduk.
Konferansda azınlıklar (ekalliyetler) yüzünden, tarihten
gelen alışkanlıkla, büyük ihtilâf çıkacağı beklenebilirdi. Azınlıklar meselesi,
Konferansa gitmeden evvel, fiilen halledilmiş durumda idi. Bu yüzden,
Türkiye’yi zorlamak mümkün olamazdı. Zaten, kapitülasyon içinde bulunmayan her
memleketin kabul ettiğini biz de kabul ediyorduk.
Konferansın büyük bir meselesi, Düyunu Umumiye meselesi,
yâni Osmanlı İmparatorluğu borçlarının altın ödeme mecburiyeti, ve Osmanlı
İmparatorluğunda alışılan imtiyaz ve iktisadî nüfuz sahaları usulünün
kaldırılması çabası olmuştur. Bunda İngilizler nisbetle daha az alâka
gösterdiler. Diğer Müttefikler son derece hırslı ve haşin idiler.
Bu büyük meseleler, hesapsız başka meselelerle beraber
konuşuldu. Bir konferansı neticeye vardırmak için tarafların ciddi olan uzlaşma
arzusu esaslı rolü oynar. Biz, hayatî bir mani olmadıkça, sulh yapmak
mecburiyetindeydik. Müttefikler, kendileri için kopma meselesi sayılabilecek
konular dışında, Türkiye ile sulh yapmayı ve yeni memleketlerde sulh içinde
yerleşmeyi tercih ediyorlardı.
Müttefikler, arzu ettikleri muahedeyi bize kabul ettirmek
için, yalnız müzakerelerde hukukî çekişmelerle kalmamışlar, Şubatta büyük baskı
ve gösteri ile, Konferansı kesintiye uğratmağa kadar, kararlı olarak
gitmişlerdir. Zannediyorlardı ki, bu kadar şiddetli bir baskı karşısında,
hallolunamayan meselelerde, Türkler boyun eğeceklerdir. Şubat teşebbüsünü reddedip,
ayrılmayı göze aldığımızı gösterdikten sonra, daha Ankara’ya gelmeden, daha
İsviçre’de iken, ileri vardıklarını ve Türklerin, hayatî gördükleri meseleleri
her halde elde etmek için, tehlikeleri göze alabileceklerini, şiddete, zora baş
eğmeyeceklerini anlamışlardı. Buraya kadar, tecrübe etmeden, bunu kabul
etmiyorlardı.
Lord Curzon’un İsviçre’den ayrıldığı 4 Şubatın ertesi
günü bu teşhisi ufukta gördüm. Konferansın kesilme yapmadığını, erteleme
yaptığını söylemekte Müttefikler acele ettiler; ve ben, Ankara’ya gelinceye
kadar, Lord Curzon’dan yolda dostane mesajlar aldım. Havayı ümitli olarak
muhafazaya ehemmiyet veriyordu. Onun için, ben Ankara’ya geldiğim zaman,
Reisicumhurumuza ve Hükümete vaziyeti etrafıyla ve bütün güçlükleriyle
anlatırken, “Sulh ihtimali vardır, bunu elde edebiliriz” kanaatımı
söyleyebiliyordum.
Müttefikler başka bir şeye de güveniyorlardı: Yeni
Türkiye, yeni bir devletin büyük reformları içinde idi. Bu reformları Türkiye
bünyesinin ne kadar hazmedeceği meçhul idi ve onlar için, Konferansda
kaybettiklerini yeniden elde etme fırsatını verebilecek bir ihtimal idi. Bu
sebeple, bir takım vâdelere bağlanmış kararlarla yetinmekte mahzur görmediler.
Vâdeler gelinceye kadar olacak hâdiselerden ümitli idiler.
Müttefiklerin âti için bir ümitleri de, yorulmuş, fakir
düşmüş bir milletin, harap olmuş memleketini tamir etmek için mutlaka yardıma
muhtaç olacağı, bunun için kendilerine müracaat edildiği vakit, harpte ve
Lozan’da kaybedilmiş olan eski alıştıkları usullerin ve muamelelerin tekrar konabileceği
idi.
Lozan Muahedesinin tasdiki de bir yıl geç oldu. Ümitleri
bu Muahedenin tatbik edilemeyeceğinde idi. Bu ümitleri hiç gerçekleşmedi.
Kabul edilen muahedenin eksik ve ileriye bağlanmış
noktalarını bu şekilde anlamak lâzımdır. İlk ticaret muahedesi, beş sene için,
Lozan’da kararlaştırıldı. Adlî idare beyannamesi, böyle bir ümitle, beş seneye
bağlandı. Sağlık işleri beyannamesi için de böyle yapıldı.
Şimdi, bu anlattıklarımdan sonra kavranacaktır ki,
ticaret muahedesi beş seneyi bitirdikten sonra, Türkiye, haklarına aykırı
hükümlerle yeni bir ticaret muahedesi yapmayacak durumda idi. Adlî idare
beyannamesi kolaylıkla vâdesini bitirdi. Çünkü, bu beyannamenin müddeti olduğu
zaman, yabancı müşavirlerin ümit edebilecekleri islâhattan çok ilerisi, Türkiye’de
fiilen tatbik olunmuştur. Sağlık işleri beyannamesi de bu tarzda kolaylıkla
bitmiştir. Lozan Muahedesinin bu eksikleri böyle tamam oldu.
Boğazlar muahedesinin açığının kapanması, 1936 da
Montreux ile mümkün oldu. Boğazların Türkiye elinde her suretle müdafaa
edilmesi hakkının, uluslararası emniyet için de lâzım olduğunu, yeni Türkiye
kabul ettirdi.
Müttefiklerin iktisadî nüfuz sahaları ve Türkiye’ye
yardımın anormal istifadeler karşısında yapılması alışkanlığı hiçbir zaman
gevşemedi ve II nci Cihan Harbine kadar ilk safhası devam etti. II nci Cihan
Harbinde müttefik olduktan sonra, bu vaziyet, ittifakın şartları ve ittifak
münasebetleri içinde, bir dereceye kadar düzelmiştir. İktisadi şartların millî
menfaate göre ve siyaseten ve iktisaden kuvvetli memleketlerin usulleriyle
işlemesi meselesi hâlâ halledilecek bir mesele olarak devam etmektedir.
Lozan Muahedesinin bünyesi ve tamamlanması hikâyesi
budur.
Son fasıl olarak, Lozan Muahedesinin özelliğini
anlatacağım. I nci Cihan Harbinden kalan muahedelerin hiç birisi yaşamaz.
Yalnız Lozan Muahedesi ayaktadır. II nci Cihan Harbinden sonra yeni muahedeler
dünyaya yeni meseleler ve yeni ihtilâflar çıkarmıştır. Lozan Muahedesi Türkiye
için esaslı değerini ve uluslar arası münasebetlerde kılavuz olacak ilkeleri taşımakta
devam etmektedir. Denilebilir ki, Lozan Muahedesi, imzasından 46 sene sonra,
tazeliğini muhafaza etmektedir.
30 Eylül 1969
İSMET İNÖNÜ
“Lozan Konferansı ve İsmet Paşa”
Kitabına Yazılan Önsöz[98]
(1971)
Rahmetli Ali Naci Karacan’ın “LOZAN”
eserinin yeni baskısı bana sevinç verdi ve bende çok sevgili hatıralar
uyandırdı.
Konferans günlerinde Lozan şehri uluslararası toplantının
daimi bir sergisi halindeydi. Doğrudan doğruya ilişkili ve uluslararası
politikanın sürekli meraklısı basın âlemi Lozan’da içiçe bulunurlardı ve az
zamanda teklifsiz bir hayat yaşar olmuşlardı. Bu hayat, resmi vazife kayıtları
yanında gazeteciliğin sevimli ve taşkın heyecanlarını da taşırdı.
Bu alemde Ali Naci Karacan’ın özel bir yeri vardır.
Önünde her kapı açılırdı, her çevrede aranan bir değerdeydi. Bu özelliğiyle
Karacan’ın eseri Lozan Konferansı hayatının resmi yanı dışında milletlerarası
geniş bir âlemin renkli yaşantısını da verir.
Kendisiyle yakın temastan Lozan’da bahtiyar günler
yaşadım ve çok istifade ettim. Karacan, ciddi bir görev adamı vasfıyla Lozan
müzakeratını değerlendirmiştir.
Bu satırları onun eserinin yeni baskısını ilgiyle ve
lezzetle okuyacak genç kuşaklar ve rahmetlinin hatırasına saygı ödevimi
söylemek için yazıyorum.
İSMET İNÖNÜ
Lozan Barış Antlaşması’nın 48. Yıldönümü
Dolayısıyla Tarcan Gönenç ile Yapılan
Televizyon Söyleşisi[99]
(24. 07. 1971)
TARCAN GÖNENÇ: Lozan
Konferansı’nda içerde olduğu kadar dışarda da takdir edilen büyük bir diplomasi
gösterdiniz. Evvelce diplomasi mesleğinde bulunmadığınıza göre böylesine
diplomasi örneği ortaya koyma gücünüz nereden geliyor?
İSMET İNÖNÜ: Lozan
Konferansı’na gidinceye kadar askeri mesleğimde de diplomasi vazifeleri yaptım.
Kurmay subaylara mahsus hudut vakaları veya muharebe esnasında, bilhassa
Yemen’de bulunduğum zaman muharipler arasında temaslar gibi vesilelerle
diplomatik vazifeler yapmışımdır.
Diplomatların yaşayışları, düşünüşleri, özel hayatları
hakkında hiçbir fikrim yoktu. Meslekten o kadar uzak bir hayat geçirmiştim ki,
mesela, basit bir misal söyleyeyim, diplomatların her yemekte ayrı bir giyinme
usulleri olduğunu zannediyordum. Bunu ilk günü otelin salonunda yemek
yiyeceğimiz vakit bir mesele olarak etrafıma sordum. “Ne giyeceğiz, ne
yapacağız” diye. Ben o zamana kadar çizmeden başka bir ayakkabı tanımıyordum.
Sabahleyin yataktan kalkar kalkmaz ilk işim olarak çizmeyi ayağıma geçirir,
ondan sonra tabii bir şekilde terlikle dolaşıyormuş gibi hazırlanırdım.
Lozan’a bu bilgi ile gittim. Ondan evvel Mudanya Mütarekesi’ni idare etmiştim.
Cephe kumandanı olarak generallerle beraber, o da tam bir asker hayatı idi.
Generallerle temas ettim. Birbirimizin usullerini, yaşayış tarzını biliyorduk.
Aramızda çok fark yoktu. Onun için güçlük çekmedim. Mütarekeden sonra Lozan’a
gittiğim zaman, böyle merasim içinde geçecek bir hayat hülyası ile oraya
vardım. İlk iki gün geçer geçmez büsbütün başka şartlar içinde yeniden çalışmaya
mecbur olduğumu şimşek çakmış gibi gözümde, derhal fark ettim. Muharebe
meydanından çıkmış, oraya gitmiştim. Vazifemin bu kadar ehemmiyeti olduğunu
bilmiyordum. Her tarafı ile birdenbire gözümde o kadar geniş bir vazife aldığım
kanaati geldi ki, hemen ilk işim, ciddi olarak konferans işine başlamadan evvel
Lozan Konferans heyetimizi teşkil eden büyüklü küçüklü bütün murahhas
mütehassısları etrafımda toplamak oldu.. Onlara kısaca şu hitabeyi yaptım.
“Arkadaşlar” dedim, “Biz buraya büyük bir vazife için geldik. Bu vazifeye
hazırlanmak için şimdiye kadar geçirdiğimiz bir tecrübe yoktur. Fakat iki üç
günlük temaslarımdan öyle anladım ki, ben bir muharebeden çıkmış, öteki
muharebeye girmişim. Onun için çalışma programımız olarak başlarken size bir
şey söyleyeyim, öyle muharebe meydanında vazife yaparken gece demeden gündüz
demeden tesanüt ve dikkat içinde çalışmamız lazımdır. Gece demeden gündüz
demeden ne vakit ihtiyacımız olursa arkadaşlarımdan her birini ayrı ayrı
bulmaya mecburum ve davet ederim. Burada kendisi ile çalışacağımız arkadaşlarla
böyle bir çalışma azmi ve disiplini içinde bu konferansa başlamamız lazımdır.”
Hepsi iyi telakki ettiler. Bundan sonra o şekilde
çalışmaya başladım.
Diplomatlarda herkesten farklı bir yan vardır. Farklı
olduğunu zannederim. Askerlikten diplomasiye başlamamın neticesi olacaktır. Ben
diplomasi mesleğinde bulunan devlet memurlarının da askerler kadar, kumandanlar
kadar memleket müdafaası ve emniyeti meseleleri ile zihinleri daimi olarak
meşgul olmak lazım geldiğine inanmışımdır. Bir diplomattan özel hayatında,
resmi hayatında, bütün temaslarında, bütün vazifelerini yaparken kendi
memleketinin emniyetine, selametine ait bir unsur geçiyor mu? Onun tarafından
bir mesele var mı? Bunun üzerinde vesveseli ve dikkatli olmasını isterim.
Diplomatların vazifesi bugün yalnız kendi mesleki
unsurlarını değil, meslekleri dışında mesela ekonomide, sosyal meselelerde çok
okumuş olmasını, bilgin demeyeyim ama mütehassıslar kadar çok şey bilir
olmasını istemektedir. Bunun yanında ve hepsinin başında memleketini savunması,
selameti ve emniyeti bakımından dışarıya başlıca bekçi ve dikkatçi olarak
gönderilmiş olduğunu bilmesi lazımdır. Dikkatle çalışması memleketi için,
memleketine karşı ilk borcudur. İlk vazifesidir. Tecrübe ettim. Bütün protokol
meseleleri, etiket meseleleri benim için ikinci dereceye, konferansın ikinci
gününden itibaren ikinci dereceye düştü.
Gece gündüz demeden çalışmak, son derece dikkatli olmak,
bize mesleğin yeni zaruretleri olarak yerleşti.
Konferans içinde bu zihniyetle çalışma disiplini
sağlamaya çalıştım. Konferans heyetimizin nezaketine rağmen vazife hususundaki
vakit vakit hatıra gelmeyecek arızalarla karşılaştığımı bilirim. Hepsine karşı
tam bir askeri dikkatle ve bir kumandanın mahiyetine karşı mükellef olduğu vazifeleri
ciddiyetle yapması kadar ciddiyetle vazife yapmaya çalıştım. Lozan
Konferansı’nın hayatıma verdiği ilk istikametlerden birisi, diplomasi
mesleğinin ehemmiyetini anlamak oldu.
TARCAN GÖNENÇ: Lozan
Konferansı’nda elde ettiğiniz neticeler umduklarınıza uygun düşmüş müdür?
İSMET İNÖNÜ: Lozan
Konferansı’nda elde ettiğimiz neticeler umduğumuza uygun düşmüş müdür? Bu suale
daima muhatap olmuşumdur. Bu suali kendi kendime de sordum. Memleketime ve
kendi nefsime karşı istediklerimizle elde ettiklerimiz arasında bir nisbet olup
olmadığını daima düşünmeye çalışmışımdır. Evvela konferansların mahiyetini
söyleyeyim. insanlar arasında müzakere ile alışılmış manası ile pazarlıkla bir
meseleyi halletmek davalarında daima bir uzlaşma esastır. İnsan hiçbir zaman umduğunu
tam bulamaz. Fakat neticeden memnun olması lazımdır. Alınabilecek ve
alınamayacak şeyleri, iki tarafın hangi noktalardan hayati noktaya kadar ısrar
edebilecekleri meseleleri teşhis etmek, müzakere esnasında mümkün olduğu kadar
isabet etmek lazımdır. Kendi esas davalarını müdafaa ederek onun yanında
müdafaa ettiği diğer tali davaların esas davalar kadar ehemmiyetli meseleler
olduğu kanaatini muhatabına verebilmesi lazımdır. Müzakere esnasında karşılıklı
bulunanların hangi meseleyi ciddi tuttuğu hangi meseleleri diğer esaslı
meseleleri elde etmek için, halletmek için vasıta olarak kullandığı asla
hissolunmamalıdır.
Müzakerecinin başlıca dikkat edeceği keyfiyet budur.
Çünkü, bunu hisseden taraf için müzakerenin idaresi oyuncak kadar basit bir
hale girer ve bütün müzakereler esnasında murahhasların ve devletlerin
birbirine karşı tutumlarında başlıca aradıkları nokta hangi noktanın, hangi
meselenin meydana çıkarılmasında karşı tarafın esaslı menfaati veya tali
menfaati veya gösteriş manevrası olduğunu anlayabilmesidir. Bunun üzerinde çok
tecrübe ister. Tecrübesi olmayanların çok dikkatli çalışması lazımdır. Gözünü
çok iyi açmalıdır. Her şeyden evvel müzakerelerden hiçbiri ehemmiyetsiz
görülmemelidir. Biraz evvel söylediğim gibi Lozan Konferansı’nda baş murahhasların
başkanlığında toplanan birinci komisyonlar vardı. Bunun arkasından tali
komisyonlar gelir. Bunu yeni murahhaslar idare ederler. Çok değerli
mütehassıslar vardır. Her mesele tali komisyonlarda hazırlanır. Büyük komisyona
gelir. Bizim baş murahhaslarımız çok kuvvetli idi; karşımızdakiler de çok seçme
insanlar idi. Mesela; Lord Curzon, İngiltere heyetinin baş murahhası idi. Onun
yanında bulunan murahhas, İngiltere’nin İstanbul’u işgalinde İngiltere’yi
temsil eden komiser idi. İtalya’nın, Fransa’nın, Japonya’nın, bilhassa diğer
Balkan devletlerinin her birinin murahhasları, Yunanistan baş murahhassı Mösyö
Venizelos gibi başlıca seçme insanlardan ibaretti. Onun için birinci komisyona
gelecek ve alt komisyonda bulunan meselelerde mütehassıslar ayrı ayrı temas
ederlerdi.
Mukabillerinden meseleleri öğrenmeye, tetkik etmeye
çalışırlardı. Bunların hepsinin konferans başkanı olan murahhasın zihninde,
elinde ve avucunda bulunması lazımdır. Bunların her birinin –toplantıya
gitmediğim halde– devam eden çalışmalarının raporunu alır, bilgisini toplar ve
her akşam konferansın cereyanı üzerinde bir netice çıkarmaya çalışırdım. Böyle
bir usul tuttum konferansta. Alınan neticeler her konferansta, her pazarlıkta
olduğu gibi daima eksik görülebilecektir. Bahusus elde edilen neticelerin
yanında elde edilemeyenler de vardır. Ve meselelerin karşısında bulunan serbest
insanların hangisine daha ehemmiyet verdiklerini tahmin edemezsiniz. Zaten elde
edilen meseleler, elde edilemez zannedilecek kadar fevkalade güç olsa da bir
neticeye bağlanıp hallolunduktan sonra birden bütün ehemmiyetlerini kaybetmiş
gibi bir seviyeye düşerler. Herkes konferanstan sonra elde edilemeyen
meselelerin büyüklüğünü düşünerek bir türlü muhakemeye dalar ve ancak tecrübeli
ve insaflı insanlar heyeti umumiyesiyle nereden çıktığımızı ve elde edilen
meselelerin büyüklüğünü, elde edilemeyenlerle mukayese edecek durumda olurlar.
Bu meselede Osmanlı İmparatorluğu’yla, Lozan Konferansı’nda esaslı bir farkımız
vardı. imparatorluk ricaliyle Harbi Umumi’den sonra Osmanlı ricalinde hakim
olan fikir; harp sonunda Türkiye’ye vaki olan taleplerin baştan aşağıya
memleketin parçalanması, ekonomik ve istiklal meselelerinde Türkiye’nin
müstakil bir devlet gibi hareketine müsaade etmeyecek bütün kayıtların konması
gibi tehlikeler karşısında idi. Osmanlı ricali imparatorluğun parçalanmasını
kabul etmek ve öyle bir hesaba dayanmak yerine, imparatorluğun olduğu gibi
muhafaza edilerek toptan zayıf bir halde bulunmasını tercih eder
zihniyetteydiler. Milli Mücadele’nin kuvveti ve özellikle Atatürk’ün Milli
Mücadele siyaseti büsbütün başka bir mana taşırdı. O da şu idi: Biz elimizde
bulunan memleket parçalarını tam istiklal ile kurtarmayı hedef ve gaye
bilmeliyiz. Bu fikir bize hakim olmuştur. Arap memleketlerinin ayrılmasını tabii
görüyorduk. işgalimiz altında bulunmayan memleketlerin kurtarılmasının çok
müşkül olacağını, tahmin ediyorduk. Mesela; muharebe esnasında, Milli Mücadele
esnasında fiilen istirdat etmeye muvaffak olmadığımız yerlerden, bütün Osmanlı
tarihinde ilk defa olarak Lozan Konferansı’nda yer kazandık. Mesela; Trakya’yı
muharebe esnasında istirdat etmemiştik. Lozan Konferansı neticesinde Trakya’yı
Meriç’e kadar tekrar memleketimize alabilmeye muvaffak olduk. Yalnız arazi
almak meselesinde Trakya bile bizim için enteresan bir misaldir.
Çünkü biz Trakya hudutları Meriç’e kadar İstanbul’un ve
Trakya’yı Meriç’e kadar işgal etmeyi Lozan Konferansı’na gelmeden evvel esas
itibariyle müttefiklere kabul ettirmiştik. Mudanya Mütarekesi olmadan evvel
müzakereye kadar müttefiklerle aramızda büyük bir buhran geçti. Göze çarpmadan
geçirdik, geçirdiğimiz zaman ehemmiyetini biz de teferruatıyla tamamen
bilmiyorduk. Biz İzmir’e vardıktan sonra mütarekeye başlayıncaya kadar,
müttefiklerin ve Yunanlıların harpten evvelki hudutlarına çekilmelerini şart
koşmuştuk.
Mütareke esnasında bu esas üzerinde çalıştık. Ve esas
olarak müttefiklere bunu kabul ettirdik. Yani mütareke neticesi biz orasını
işgal etmediğimiz halde Yunanlılar tamamıyla Trakya’nın şimdiki hudutlarının
Meriç garbine çekilmişlerdi. Yalnız müttefikler İstanbul’da ve Çanakkale’de
bulunuyorlardı. Orada bulunuşlarını geçici olarak kabul ettirmiştik. Bu şart
ile mütarekeyi kabul edip muzaffer ordularımızın boğazları geçerek İstanbul’u
ve Trakya’yı elde etmesi üzerinde durduğumuzu söyledik. Bunu kabul ettirdik.
Mudanya Mütarekesi başlamadan evvel ve onun esnasında sıcağı sıcağına muharebe
esnasında fiilen işgal etmediğimiz bir yeri müzakere ile elde etmek fırsatı
elimize geçti.
Konferansta bizim konuşma tarzımız içerde ve dışarda
dikkati çekmişti. Bidayette biraz diplomasi usullerine uymayacak zannolunuyordu
ve bizim eski diplomatlarımız ilk tarizlerini, taşlamalarını bu şekilde bana
yaparlardı. Ama sonradan konuşma tarzımız her tarafta takdir edilmeye başlandı.
Bu nereden geliyordu? İmparatorluğun asırlar boyu söz oyunlarıyla iş yapmaya
alışmış sanatkar diplomatları, bu usulleri büyük bir marifet zannederlerdi. Biz
meseleleri sade şekliyle mütalaa ederek fikirlerimizi açıkça ortaya koymayı usul
ittihaz etmiştik. Mücadelemizde Milli Mücadele’nin başından, yani Büyük Millet
Meclisi kurulduğundan itibaren, –hem eski meseleleri, eski konuşma usullerini
bilmediğimizden, alışamadığımızdan, hem davalarımızı ancak açık olarak söyleyip
müdafaa etmeyi göze aldığımızdan– böyle bir konuşma usulü tutmuştuk.
Açık söylüyorduk fikirlerimizi. Yadırganıyordu. Sonra
tabii bir halde müzakere ediyorduk. Bu hususta Lozan Konferansı’nda bana
öğretme vazifesi gören iki misal hatırlarım.
İmparatorluğun Avrupa’da bulunan büyükelçilerinden bir
vezir bana mütareke esnasında konuşma halimizden ve konferansın tehlikeye
girmesi ihtimalinden samimi bir surette endişe ederek fikirlerini söyledi.
Vezir, bana, bir maaş meselesini, mütareke esnasında ecnebi memlekette çalışırken
alacakları kaldığını, bunun için eski devlet memuru olarak benden yardım
istemeye geldiğini söyleyerek temas etmişti. Konuşma esnasında konferansın
idaresi şekline sözü getirdi. Bazı tali meseleler olarak takip ettiğim
noktaları hicvederek bunlar üzerinde ısrarla durduğumu ve bundan dolayı
konferansın akamete uğrayacağını, bunun vahim bir tehlike olduğunu bana uzun
boy1u anlatmaya çalıştı. Bunları, tali meseleleri müdafaa ederken gösterdiğim
bu ciddiyeti, bu tarzda mübalağa ile müşahede etmiş olan vezirin anlayış
tarzına atfederek sükunetle dinledim.
Diğer bir vezir, yine Osmanlı İmparatorluğu’nun son
günlerindeki vezirlerinden merhum Rıfat Paşa idi. İmparatorluğun son günlerinde
Hariciye Nazırı olmuştu. O zaman da, gençliğimde de çok kıymetli bir insan olduğunu
işitirdim. O beni İsviçre’de bir gün ziyarete gelmişti. Konferanstan
bahsederken çalışmamız ve hareket tarzımız için müsait mülahazalar söylüyordu.
Kendisine, fırsat bularak, konferansta kendi tecrübelerinden istifade etmek
isteyerek tavsiye edecekleri usuller ve esaslar bulunup bulunmadığını sordum.
Bana nezaketle ve tevazuyla cevap verdi. Dedi ki, “Bizim size müzakere idaresi
ve konuşma tarzı için yapacak hiçbir tavsiyemiz yoktur. Bizler, sizin
konuştuğunuz gibi müzakereleri ortaya atmaya ve eşit bir tarzda münakaşa
etmeye, müzakere etmeye alışmamışızdır. Bu usulleri hiç bilmeyiz. Onun için
bize hiçbir şey sormadan kendi bildiğiniz, anladığınız tarzda idareyi nihayete
kadar yapmanızı ve muvaffak olmanızı dilerim. Size verilebilecek hiçbir nasihatım
yoktur” demiştir. Sade onu gördüm, Rıfat Paşa bizim halimizi takdir ediyor,
cesaret veriyordu. Diğer birçok vezirlerle de ya görüştüm ya bana nakil
ettiler, hepsi dudaklarının ucunda hiçbir şey bilmeyen insanların acemice
çalışması ve çabalaması suretinde bizim halimizi manalandırıyorlardı.
TARCAN GÖNENÇ: Lozan Anlaşması’ndan neden
memnun olmayanlar vardı?
İSMET İNÖNÜ: Lozan Konferansı için merak
edilen noktalardan birisi de muahede imza edildikten sonra onun aleyhinde gerek
hemen akabinde, gerekse senelerce karşı koyanların bulunduğunun merak
edilmesidir. Bunu bana sorarlar niçin memnun olmayanlar vardır, diye. Bir defa
Lozan Konferansı imza edildikten sonra onun tatbiki meselesi müttefikler
arasında bir mesele oldu. Biz hemen bir iki ay içerisinde muahedeyi tasdik
ettik, müttefikler ancak iki sene zarfında muahedeyi yürürlüğe koydular.
Müzakere esnasında kabul ettikleri birçok maddenin Türkiye’nin kuruluş devrinde
birçok hadiseler geçireceğinden ve daha tasdik olunmadan birtakım hükümetlerin
düşeceğinden ümitleri vardı. İki sene kadar sürdü, bu esnada Cumhuriyet ilan
olundu. Cumhuriyet yeni ve esaslı temeller üzerinde kuruldu. Cumhuriyet bir iki
senelik büyük tepkilere, mesela; Şeyh Sait isyanı gibi silahlı mukavemetlere
maruz kaldı. Bununla beraber yerleşti. Bir iki sene müttefiklerin gösterdiği
tereddüt memlekette yeniden endişe yaratınca muahedenin kıymeti ilk defa
anlaşılmaya başladı. Muahedeler tasdik olunduktan sonra da sözler söylenmiştir.
Alamadığımız imparatorluk dışında bulunan memleketlerin büyük veya küçük bir
karakoluna kadar teferruatı merak edilmiştir. Bunlar alınabilirdi, bunlar
yapılabilirdi, ya da borçlardı, alacaklardı, hesaplardı, bunlar daha şöyle
yapılırdı, daha böyle yapılırdı diyerek birçok mütalaalar serd edilmiştir.
Muahedeler de, milletlerarası mukaveleler de özel hayatın pazarlıkları gibi
daima münakaşa konusu olan meselelerdir. Bunlar üzerinde Lozan’ın kıymeti daima
bahis konusu olmuştur. Bugün bile seyrek de olsa, hep Lozan’dan gelen mahsurlar
diyerek söz edecek insanlar bulunur. Fakat şu anlaşılmıştır ki Lozan Muahedesi
imzasından itibaren elli sene geçtiği halde 2. Cihan Harbi’nin mukavelelerinden
hiçbirisi ayakta bulunmadığı halde Lozan Muahedesi dün imza edilmiş gibi
devletimizin politikasında esas mahiyetinde gösterdiği yeni istikametleri
muhafaza etmektedir. Lozan’dan sonra “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması yeni
bir anlayışla uluslararası siyaset hayatına yerleşmiştir.” hükmünü bir kaide ve
doktrin olarak bizim siyasetimizde icra etmektedir. Lozan Konferansı devam
ederken, takip olunurken yalnız meseleleri değil, usulü ve şahısları itibariyle
münakaşa ve tenkit konusu olmuştur. İmza olunduktan sonra yeni bir tenkit
safhasına girmiştir. O zamandan beri geçen devirde de daima sırası gelmişken
Lozan’a atfen şikayetler yapılmıştır. Sabit olan gerçek şudur ki; Lozan
Konferansı elli seneden beri her gün kıymetini yenileyerek bugün bile taze
hüviyetini muhafaza etmektedir.
Lozan Barış Antlaşması’nın 48. Yıldönümü
Dolayısıyla CHP MYK Üyelerinin
Ziyaretinde Söyledikleri[100]
(24. 07. 1971)
(…)
Çok neşeli
olduğu görülen İnönü “Teşekkür ederim arkadaşlar. Hepinizin tebrikine çok
teşekkür ederim. Sağolun” demiş ve daha sonra şunları söylemiştir.
“Tesadüfen
Lozan’da Başmurahhas olarak ben bulundum. Şimdi sağ olan ve olmayan bir çok
arkadaşım adına ben sizin teveccühünüze muhatap oluyorum. Onların adına da size
ayrıca minnetlerimi sunarım.”
Basın
mensuplarının “Bir hatıranızı anlatır mısınız:” sorusu üzerine CHP Genel
Başkanı İnönü şöyle konuşmuştur:
“Giderken
bilmediğim bir âleme gittim. Gelirken büyük sevinçle heyecanla karşılandım.
İşte seneler geçiyor. Yarım asra yaklaştı. Lozan bize bir eser olarak milletin
hatırasında kaldı. Teveccüh gösterip hatırlayan arkadaşlarıma, orada Lozan’da
çalışmış olanların emeklerini değerlendirmeye çalışarak teşekkür ediyoruz.
Gittiğim zaman, beni ilk kabul ettikleri zaman,
konuştuktan sonra, senelerce sefirlik yapmış Fransız Başmurahhası yanıma
gelmişti. (Aaa çok sert konuşuyorsun) dedi. İlk konuşmam. Lord Curzon’a cevap
verdiğim ilk konuşma. (Ama hallolunur, hallolunur göreceksiniz, çıkaracağız)
dedi. Yani kendilerine güvenen bir yüzü vardı. Beni yola getireceklerini
söylüyorlardı. Hepimiz sonra, beraber yola geldik.”
Lozan Barış Antlaşması’nın 50. Yıldönümü
Dolayısıyla Mecdi Sadrettin Sayman ile Yapılan
Televizyon Söyleşisi
(ve Söyleşinin Yayınlanmamış Kısımları)[101]
(24. 07. 1973) *
1. Soru: Büyük zaferle Lozan konferansının toplanma tarihi arasındaki
haftalarda Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal’in
düşüncelerini ve hislerini nakletmek lûtfunda bulunur musunuz?
1. Cevap: Bir defa büyük zaferle Lozan konferansının başlaması arasında
geçen devrin ehemmiyetini gözönüne almak lâzımdır. Büyük zaferle İzmir’e
girdikten sonra başkumandan Gazi Mustafa Kemal’in [ve] genel olarak hepimizin
kafası bundan sonra ne olacak, Türkiye bu işin içinden nasıl sulha varacak, bu
ihtimalle dolu halde idi. En büyük dikkat ve fikir yorgunluğu, fikren
meşguliyet, Gazi Mustafa Kemal’e düşüyordu. Zaten evvelce Fransızlarla yapılan
antlaşma ile galip devletlerin ne zihniyetle nasıl konferans yapacakları
hakkında en çok tecrübesi vardı. Aramızda bütün bu hislerin sevki ile
konferansın ve sulh davasının büyük meseleleri ile tamamiyle dolu bir halde
bulunuyordu. Şimdi bu düşünceye hak vermek için şunu göz önüne almak lâzımdır.
İzmir’e girişten Lozan Konferansının başlamasına kadar olan hadiseler
şunlardır: Bir defa İngiltere Türkiye aleyhine yeni bir umumî harp çıkarabilir
mi, bunu evvelâ bütün dominyon devletleri arasında araştırmaya başlamıştı.
Gayet kırgın ve sert bir hava içinde idi. Biz İzmir’e girdikten 3 – 4 gün sonra
İngiliz donanması İzmir’de bulunuyordu. Gazi Mustafa Kemal’e bir zabit vasıtası
ile tebliğ yaptı. “İngiltere ile harp halinde misiniz, değil misiniz?” Çünkü
İngiliz konsolosu İzmir’e girdikten sonra Gazi Mustafa Kemal ile bir mülâkat temin
etmiş ve o mülâkatta çok amirane ve hakimâne vaziyet ile muharebe neticelerini
askerlerin bizim ordumuzun İzmir’e girdikten sonra tutumunu tenkit etmek
istemişti. Gazi Mustafa Kemal ile konsolos arasında hiçte hafif sayılmayacak
bir çatışma olmuştu. Bu vesile [ile] olacak İngiliz donanması Gazi Mustafa
Kemal’e İngiltere ile harp halinde bulunup bulunmadığını resmen sordu. Bir
zabit çıktı, elinde amiralin bir mektubu, başkumandandan bu suali soruyordu.
Derhal cevap verdi. Gazi Mustafa Kemal… İngiltere ile harp halinde
bulunmadığımızı fakat İngiltere ile aramızda sulh olmadığını bildirdi. Bu
cevabı ciddi idi. Bunun arkası gelmedi. Ondan sonra konferansta olacak işler
kadar konferansa ait olan işlerde hallolunacak birçok meseleler bu müddet
esnasında hallolundu. Meselâ; Trakya’ya giriş, meselâ İstanbul’da vaziyet nasıl
olacak. Bunların her birisi gayri resmi ittifak memurları ile Gazi Mustafa
Kemal arasında mütemadiyen konuşuluyordu. Meselâ; Fransızlar’la antlaşmada
müzakereyi idare etmiş olan Fransız devlet adamı İzmir’e gelmişti. İzmir’de
onunla konuşuyordu. Şimdi bizde hakim olan fikir İzmir’e girdikten sonra
müttefikler bırakırlar meseleyle meşgul olmazlar, bulunduğu hali olduğu gibi
muhafaza ederlerdi [şeklindeydi]. İngilizler İstanbul’da mütareke ahkamını
bahane ederek girmişler, orada kalırlar ve böyle devam eder. Onları sulh
addetmeye mecbur etmek lazımdır. İlk iş bu idi. Uzun boylu düşündükten sonra
İzmir’den sonra hareketi Boğazlara doğru sevketme kararını aldı. Aramızda karar
verdik. Ordu İzmir’e girdikten sonra yeni bir stratejik bir toplanma yapıyordu.
İstanbul boğazı ve Çanakkale boğazına doğru hareketler başladı. Hareketler
derhal tesirini gösterdi. Mudanya mütarekesi için teklif geldi. Demek ki
İzmir’den sonra konferanstan evvel Mudanya Mütarekesi bu suretle açıldı.
Mudanya mütarekesi az sürdü fakat o da bir çetin konferans kadar çitilli oldu
ve heyecanlı oldu. O konferans neticelendi ve Mudanya Mütarekesinde de birtakım
meseleler halloldu. İstanbul’a giriş çıkış, Trakya’nın vaziyeti Yunan ordusunun
tamamiyle memleketten dışarı çıkması vs. Bundan sonra konferans geldi.
Anlaşıldı ki Mudanya Mütarekesi öldükten sonra o vaziyette uzun müddet devam
etmeye imkân yoktu.
Harbin hemen arkasından yeni bir mütareke, yapılması ondan sonra biran
evvel sulh konferansına gidilmesi ve ondan ciddi bir sulh müzakereleri açılması
havası zarureti hasıl olmak, Gazi Mustafa Kemal’in başkumandan olarak başlıca
vazifesi halinde idi. Bu çabalarla geçti ve bu çabaların hepsi başarı ile
neticelendi.
Bu başarılar müsbet hareketlerin birbirini takip etmesi, müttefiklerin
böyle bir yola koyulmalarını sağlamak ancak Gazi Mustafa Kemal’in İzmir’e
girdikten sonra hadiseler yeni başlamış gibi bir zihniyetle ve bir düşünce ile
işleri takip etmesi sayesinde olmuştu.
2. Soru: Lozan Konferansında 4 Şubat 1923’te bir kesinti oldu. Şayet Lozan
Konferansının 2. toplantısında da bir sonuç alınamasaydı, Türkiye’nin kaderi ne
olurdu?
2. Cevap: Lozan Konferansının 1. safhası Şubat’a kadar sürdü. Ve Şubat’ta
kesinti oldu. Niçin kesinti oldu? Hadiseler ispat etti ki kesinti olması
müttefikler tarafından arzu edilmişti. Oraya götürülmüş ve Türkiye’nin
konferansta mukavemeti nereye kadar devam edecek ve ne ölçüde bir anlaşma
imkânı hasıl olacak? Bunun bir mihenk taşına vurulması lüzumlu görülmüştür. Bu
ihtimali biliyormuş gibi Lozan Konferansının kesintisine kadar bizim
müzakeremiz de ona uygun bir usul takip etmiştir.
Lozan Konferansının 1. devrine biz başlıca İngiliz düşmanı olarak gittik.
Başta Fransızlar olmak üzere diğer sulh yapacak devletlerle münasebetlerimizin
daha kolay düzeleceğini zannediyorduk. İlk günlerin temasında bende o fikir
hasıl oldu ki İngiltere’nin bütün müttefikleri İngilizlerden şikayetçidirler.
Kolayca onların İngilizler aleyhine toplanması mümkün olacak. Lozan Konferansının
1. devri ispat etti ki, İngilizler’den başka olan bütün müttefiklerin
Türkiye’den istedikleri hudutsuzdur. Onları birer birer memnun etmeye kalksak
Türkiye diye bir varlık hemen kalmayacak gibidir ve bunların hepsini memnun
edecek kadar bütün şartlarını kabul edecek olsak, ondan sonra İngiltere için
her birinin söylediği bize bunları verdikten sonra “size çok teşekkür ederiz
fakat ondan sonra İngilizlerle meselenizi siz kendiniz hallediniz biz bir şey
yapamayız” [olacaktı]. Hepsini memnun edersek yalnız İngilizler kalırsa memnun
olacaklar. Fakat İngilizler ile meselenin halledilip sulh yapılmasına da bir
yardımı dokunmayacak. [Bende] Bu kanaat hasıl oldu. 1. Konferansın devamı
esnasında bu konferansın yarı müddetinde anlaşılmıştı. Benim böyle bir usul
takip ettiğimi Lord Curzon da fark etmişti. Bir gün bana “Vicrotira
[Victorious] General sen manevraya çok alışmışsın” dedi. Şaka tarzında “ama
sana manevra yaptırmayacağım” diye devam etti.
Nihayet usulü değiştirip İngilizler ile esas meselemiz nelerdir, ve onlarla
sulh yapmak imkânı var mıdır? Bunu araştırmaya, ciddî bir surette tetkik etmeye
çalıştım. Alışmadığım konferans hayatı insan münasebetlerinin ve devlet
münasebetlerinin en zor hayatıdır. Eşit şartlar içinde denilir. Bu eşit şartlar
içinde her devletin kuvveti, vasıtaları nisbetinde gene şartlar birbirinden
farklıdır, ağırdır.
İngiliz şartları ile münasebet ne olacak? Birgün nasıl kopmadan İngiltere
ile sulh yapılabilecek. Benim teşhisime göre, Musul için bu konferansta
istediğiniz şartlar içinde İngilizlerle bir kesinti olabilir. Boğazları kapalı
tutmak ve İngilizlerin istediği açıklığı sağlamazsak gene konferans kesintiye
uğrayabilir. Büyük meselelerden bunlar göze çarpıyordu. Bunlarla [Bunlarda] bir
antlaşmaya varmak mümkün olmadı. Fakat bir kesinti daha olmadan meselelerin
hallini geleceğe bırakmakta, konuşmaksızın, söyleşmeksizin bir usul birliğine
varmış gibiydik. Fakat İngiltere kendisi için sulh imkânı verildikten sonra,
müttefiklerinin istediği meseleler yüzünden kıpırdayamayacak kadar bağlanmış
halde idi. Dar zamanlarında onların her istediğini taahhüt etmiş, vaadde
bulunmuş. Şimdi kendisi neticeye varmak için o meselelerden nasıl kurtulacağını
bilemez halde idi. Bir fasılaya ihtiyaç vardı. Bu fasıla esnasında Ankara’nın
konuşmaları nasıl telâkki ettiği anlaşılacak ve müttefiklerin meseleleri
arasında bir uyuşma olmayacağı fakat müttefikler sulh için birbirinden daha
müstakil politikaya varabilecekler. Onlarda bir hazırlık yapacaklar. Bu şartlar
içinde kesinti oldu. Kesinti günü ben vaziyeti Lord Curzon’a açıkça söyledim.
Konferans kesiliyor dedim. “İngiltere’ye gittiğiniz zaman muahede niçin kesildi
diye size soracaklar ve siz cevap bulamayacaksınız. Çünkü İngiltere’nin bir
sulh için esaslı şart saydığı meselelerden hiçbirisi menfî [müsbet] bir
neticeye varmamıştı. Böyle iken niçin kesintiyi kabul ettin diyecekler ve siz
cevap bulamayacaksınız.” Benim, İngiliz meseleleri hallolunmuştur, diğer
meseleler için İngiltere’yi sürüklüyorsun ve sulha mani oluyorsun, tarzında
ithamımı Lord Curzon şiddetle karşıladı. “Hayır dedi müttefiklerimizle
beraberiz, hepimizin meselesi birdir. Ayrı meselelerimiz yoktur” vesaire. Bu
tarzda başlıca müttefiklerinin meseleleri yüzünden kesinti olmuştu. Yani
kapitülasyonlar yüzünden, imtiyazlar yüzünden, borçlar yüzünden vs. Bu şartlar
içinde ayrıldık, kesinti oldu. Kesintiden Ankara’ya gelinceye kadar uğradığım
yerlerde Lord Curzon’dan mesaj aldım. Kesintinin ehemmiyetli olmadığını sulha
varacağımıza emin olmamı bu konferansın mahiyetinin Ankara’da iyi değerlendirildiğini
[değerlendirilmesini] bana telkin ediyor benden rica ediyor, benim kırgınlık
havamı yumuşatmak için ve Ankara’ya İngiltere’den ümitli bir halde gittiğim
manasını vermek için çaba sarfediyordu [ve Ankara’ya ümitli bir halde gitmem
için İngiltere’den çaba sarfediyordu].
Bu şartlar içinde ayrıldık. Ama ayrılıncaya kadar ayrılmadan muahedeyi
olduğu gibi imza edeyim diye yapmadığı baskı kalmadı. Meselâ hazırlandı hareket
edecek. Gidiyor. Müttefiklerin de İngiltere’nin de kanaati o idi ki bu kesinti
tehdidini yaparsak Türkler son anda dönecekler ve muahedeyi olduğu gibi imzaya
razı olacaklar.
Muahede müddeti bitti. Tren de artık gidecek. Lord Curzon pencerenin önünde
Türk heyetini bekliyordu, gelmedi. Trenin müddeti geldi Lord Curzon yarım saat
daha trenin tehirini rica etti. Bana koşup geliyorlardı. Tren hareket etmedi,
İngiltere müttefikler muahedeyi imza etmeye hazırdırlar, siz kabul ediniz dedi.
Olmaz dedim. Ondan sonra tren hareket etti.
Şimdi bu şartlar içinde Ankara’ya geldim. Ankara’ya geldiğim zaman o kadar
uğraştıktan sonra, bir sulh aktedilememiş olması umumî bir kırıklık yaratmıştı.
Beni yolda Gazi Mustafa Kemal ile Fevzi Paşa karşılamışlardı. Bana sordular
“nedir konferansın mahiyeti”, dedim ki “Sulh vardır, sulh olacaktır” Kesintiyi
yapan devletlerin başında İngilizler görülüyor fakat İngilizler bu sulhu imza
etmeye hazırdırlar. Çünkü kendileri için hayati denilen meselelerde
hallolunmamış bir şey kalmamıştı. Diğer müttefiklere sadakat göstermek için
konferansın başından beri onların kendi yanında vermiş olduğu sözlerin, yapmış
olduğu taahhütlerin bir oyun olmadığını ispat etmek için son anda onlara
sadakat göstermeye çalışıyordu. Bunu tatbik ettirmek için bize en son baskıyı
yaptılar, muvaffak olmadı ayrıldılar, ve bütün yolda her tarafta temas ederek
sulha karşı ümidimizi muhafaza edelim mutlaka sulh yapacağız, kanaatini
Ankara’ya götürmeye [iletmeye] çalışıyorlardı. Bu şartlar içinde oradan
ayrıldım. Gelir gelmez başlıca sulh hareketinden kaygılı ve sorumlu olan Gazi
Mustafa Kemal’e bu kanaati söyledim. Ondan sonra Ankara’da bu hava içinde
işleri Başkumandan Büyük Millet Meclis Başkanı yürütmeye başladı.
3. Soru: Bugün Lozan Antlaşmasının 50. Yılını sevinçle heyecanla
kutluyoruz. Yeni çağın en renkli bir güzidesi ve o günü konuşacak en yetkili
bir kişi olarak bugün neler söylemek istersiniz ve bu büyük eserinizi nasıl
değerlendirirsiniz?
3. Cevap: Lozan muahedesi güç şartlar içinde sulha varmak için esas
meseleleri halleden ve bir çok meselelerin zaman içinde hallini ileriye bırakan
bir müessesedir, bir vesikadır. Lozan muahedesi adlî müşavirleri kabul etti.
Lozan muahedesi Kabotaj meselesinde iki sene müddeti kabul etti. Bunların her
birisi kontrol altına bağlanmak suretiyle çok daha ağır şekilden bugünkü bizim
ihtiyarımıza terk olunan meseleler halinde muahedeye girdi. Ümid ediyorlardı ki
müttefikler, ihtiyaç sebebiyle bir çok kabul olunmayan meseleler tarafımızdan
sessiz surette kabul olunup geçecektir. Bir buna güveniyorlardı. Bir de
Atatürk’ün davranışında reformlar, inkılaplar sezildiği için bunların Türk
halkı tarafından nasıl telakki olunacağı, zamanın ne göstereceği kendilerince
ümitlerle dolu bir devir bekleniyordu.
Bu şartlar içinde Lozan muahedesi yapıldı. Lozan muahedesinin eksik
bıraktığı noktalar hiç zahmet vermeksizin seneleri geldikçe birer birer sönüp
gitti. Mesela, adli müşavirler diye bir müessese vardı. İki sene müddetle
müşavirler diye bir müessese vardı. İki sene müddetle müşavirleri kabul etmiştik,
bir tek meselede, bir teklif yapıp, bir halimizi tenkit edip ona çare
gösterdikleri, teşebbüs yaptıkları vaki olmamıştır. Çünkü biz, cumhuriyetin
tesisiyle beraber, adliyede kanun olarak, davranış olarak ne arzu edilebilir,
ne yapılması istenirse bunların hepsini hiç kimseye sormadan, kendiliğimizden
yapmış bulunuyorduk. Kabotajlar böyledir. Başlıca güvendikleri, bir defa Curzon
da bana söylemişti, memnun değiliz dedi. Konuşmamızdan. “Hiçbir sözümüzü kabul
etmiyorsunuz, hepsini reddediyorsunuz. Hepsini cebimize atıyoruz. Yarın harap
bir memleketi imar etmek için, önümüzde diz çökeceksiniz, bizden yardım
istediğiniz zaman, bugün reddettiklerinizi birer birer çıkarıp önünüze
koyacağım.” Cevap verdim, yanında Amerika sefiri de vardı. Curzon, “para bir bende
vardır, bir de bunda vardır” diyordu. Curzon’a cevap verdim, biz bugün bir
İstiklal Savaşından geldik, milli davalarımız var, bunların hepsini halletmek
mecburiyetindeyiz. Bu davaları halledelim ondan sonra ihtiyaç sebebiyle
gelirsek, yapmayı düşündüklerinizi beğendiğiniz gibi tatbik edersiniz. Böyle
dedim ayrıldık ve ayrılıncaya kadar da bir defa Osmanlı Bankasından bir
istikraz, bir yardım istemiştim. Ben Başbakanken, bir tediye sıkıntısı vardı,
iki üç aylık, birkaç milyonluk bir yardım lâzım olmuştu, istediler, Osmanlı
Bankası cevap verdi “Bu istikrazdır” dedi. Bunun şartlarını oturup konuşalım.
Geldiler bana söylediler, cevap verdim, “meseleyi anladım” dedim “zahmet
etmesinler, hiçbir ihtiyacımız yoktur, biz kendimiz meselemizi halledeceğiz”
dedik. Birkaç aylık yardımdan da vazgeçerek kendi işimizi hallettik.
İhtiyacımızdan dolayı bir istikraz aktetmek için, şimendifer yapacağız, yol
yapacağız, birçok meselelerimiz var bunları yapmak için para istemek vaziyetine
düşmedik. Böyle olunca, muahedenin eksik kalmış olan maddeleri hepsi arzumuza
göre zaman içinde değişti. En son değişip düzelen Boğazların müdafası bütün
şartlarıyla Türkler’e havale edilmiştir sözü 1936 da Birleşmiş Milletlerin
kararıyla bize avdet etti, bunlarla bitti.
Şimdi Lozan Muahedesi, böyle zaman içinde tekemmül etmiş bir beynelmilel
vesikadır. Birinci Cihan Harbinden sonra bir çok devletler sulh muahedesi
yaptılar, onlardan biridir. Bizim talihimiz Birinci Cihan Harbinden sonraki,
sulh muahedesi bizim için Cihan Harbinden sonra İstiklal mücadelesinin
başlaması ve onun kesin ve muvaffak neticesi üzerine yeniden eş şartlarla sulh
yapmak olmuştur. 1918 de Birinci Cihan harbi bitti, bizim sulh muahedemiz 1922
zaferiyle başladı. Tam iki sene, tam bir misli fazla müddet sürmüştü. Bu Lozan
Muahedesi yaşar mı, yaşamaz mı herkesin zihninde dururken tarihe bakınız ki,
ondan sonra ikinci bir Cihan harbi geçti, Türkiye bu müddet zarfında barış
içinde kalabildi. I. Cihan harbinden kalan beynelmilel muahedelerden hiçbirisi
doğru dürüst 20 sene bile yaşamamışken, Lozan Muahedesi, hükümlerini teyid
ederek, perçinliyerek 50 senedir beynelmilel geçerliliğini muhafaza etmektedir.
Böyle bir özelliği vardır.
Lozan Muahedesinin beynelmilel vesikalar içinde bir özelliği de şudur: I.
Cihan Harbinden sonra yapılan Sulh Muahedelerinin hiç birisi doğru dürüst 20
sene yaşamamıştır. Hatta II. Cihan Harbinden sonra yapılan Muahedeler bile
doğru dürüst yaşamamış ve hala o muahedeler tamamlanamamıştır. Lozan Muahedesi
I. Cihan Harbi, Türkler için İstiklal Harbi olarak iki misli müddet devam
ettikten sonra, ilk günde, ilk senede aldığı şekli zaman içinde tamamlıyarak
tam bir Muahede, daimi vesika haline gelmiş ve o halini 50 senedir
değiştirmeden devam ettirebilmiştir. Bu bir vesika için nadir bir talihtir ve
bu vesikayı idame eden, devam ettiren memleketler için müstesna bir başarıdır.
Son Lozan Söylevi
“İstiklal
Savaşı ve Lozan” Konulu
Konferans
Söylevi[102]
(23.
10. 1973)*
Türk Tarih Kurumu’nun nazik daveti
üzerine, Cumhuriyet’in 50. yılı münasebetiyle toplanan bu birleşimimizde
huzurunuzda bulunuyorum. Bana, “İstiklâl Savaşı ve Lozan Muahedesi” üzerine
konuşma konusu verilmiştir. Bunlar üzerinde tarih malumatı vereceğim. Sırası
geldikçe ben de fikirlerimi söylerim.
Şimdi, arkadaşlarım, adından
başlayayım. İstiklâl Savaşı münasebetiyle toplanmış bulunuyoruz. İstiklâl
Savaşı eseridir Türkiye Büyük Millet Meclisi. Cumhuriyet, İstiklâl Savaşının
neticesidir; Birinci Cihan savaşının neticesi değildir.
Birinci Cihan harbi bitmiştir. Ondan
sonra galip Müttefikler, Türkiye ile yaptıkları mütareke münasebetiyle başka
kararların tatbikini istiyorlar kanaati hâkim olmuştur. Gerek idare edenler
içinde, gerekse devlet ricali içinde, esaslı olarak, hiç aldanmadan, o zamanın
büyük kumandanlarından Büyük Atatürk, bu müşahedeyi yapmıştır. Bu müşahede,
büyük bir mücadeleyle milletin malı olmuştur.
Birinci Cihan harbi, imparatorluk
tarafından imzalanan Mondros mütarekesiyle hitama ermiştir. Ondan sonra, onun
muahedeleri gelir. Mondros mütarekesinin tarihi 30 Ekim 1918’dir. Türkiye,
imparatorluğun müttefiki olan Almanlar ve diğer devletlerden evvel, Mondros
mütarekesiyle harbe nihayet vermiştir. Mondros mütarekesinin imzasında cepheden
gelmiştim, İstanbul’daydım.
Murahhassımıza Mondros’ta yapılan nazik
muamele ve şifahen yapılan görüşmelerin bıraktığı tesir ile iyimser bir hava
yayılmıştı. İngilizler çok insaflı ve haklı olarak eski Türk dostluğunu
aramaktadırlar. Buna göre muamele göreceğiz. Türkiye muharebeden sonra böyle
muamele görecek, ümidi galip idi.
Mondros mütarekesi, ruhî tesir olarak o
şartlar altında karşılandı. Mütarekenin şartları içinde, her mütarekede, harbi
kaybedenlerin kaybetmeyi kabul ettikleri tabiî kayıtlardan başka, silâhlar teslim
olunacak, lâzım olan cephanelikler vs. istihkâmlar verilecek, ondan sonra sulh
muahedesi yapılacak. Umumî olarak bu kayıtlar altında görünüyordu. Bir maddesi
vardı Mondros mütarekesinin: Müttefikler, emniyetlerinin lüzum gösterdiği
yerleri işgal edeceklerdir diye bir hak alıyorlardı, İstanbul ve Çanakkale
boğazlarım işgal etmek hakkını alıyorlardı. Söyleyerek, ama umumî olarak bir
prensip kararı kabul ettirmişlerdi: Müttefikler, emniyetlerinin icap ettirdiği
stratejik noktaları işgal edeceklerdi.
Mondros mütarekesinden sonra Boğazlar,
tabiatıyle açıldı ve İngiliz donanması içeri girdi. Sonra mütareke hayatı
başladı. Mondros mütarekesini yapan hükümet de bir müddet sonra çekildi, başka
bir hükümet geldi. Biliyorsunuz, Birinci Cihan harbine biz, İttihat ve Terakki
hükümeti zamanında girmiştik. Bizim muharebeye girdiğimiz zaman olan 1914’te,
Alman büyük askerlerinin planlarında söyledikleri kayıtlara göre harp, Almanya
için bile kaybolunmuş sayılmak lâzım gelirdi.
Moltke’den sonra, Almanların büyük
erkânıharp reisleri olan [kişi], Schlieffen’dir, o şöhret almıştır. Cihan
harbinin planlarını da o yapmıştır. Schlieffen, planlarında demiş ki:
“Cihan harbi olacaktır. Bu Cihan
harbini kazanmak için, vaktiyle hazırlıkta ve harekâta başlayışta
düşmanlarımıza takaddüm etmemiz lâzımdır, onlardan evvel davranmamız lâzımdır”.
Alman askerî literatüründe bir tabir
vardır. Erkânıharp reisleri, kumandanlar, daima bir siyasî fikir teklif
edecekleri zaman o mukaddemeyi yaparlar:
“Biz askeriz, devletin siyasette ne
karar vereceğini bilmeyiz. Selâhiyetimiz de yoktur. Fakat, eğer bir harbe
girmek ihtimali var ise, siyasî müzakerenin neticesi bir harbi doğuracaksa, o
harpte muzaffer olmak için birtakım hesaplara riayet etmemiz lâzımdır.
Vaktiyle, şu kadar zamanda bize haber vereceksiniz harbe gidiyoruz diye... vs.”
Schlieffen’e atfolunan sözün bir
maddesi şu:
“Eğer harp olacaksa, biz harpte taarruz
edeceğiz. Kuvvetimizin çoğunu, büyük kısmını garbe karşı, Fransızlara karşı
toplayacağız. Rusya’ya karşı mümkün olduğu kadar az kuvvet bırakacağız. Hareket
edebilirler, toprak kaybedebiliriz, fakat birinci mesele, garpte büyük bir
üstünlükle harbi bir an evvel kazanmak lâzımdır”.
Belçika’ya girmekten bahseder. Oradan
girecekler, istihkâmları çevirecekler. Büyük tahkimat var Fransız sınırında;
onları çevirerek Fransa’ya hücum edecekler...
Bunu söyledikten sonra adam, şunu da
söyler planında: “Bir an evvel Fransa’nın işini bitirmek lâzımdır garpte. Büyük
kuvvet ile Fransa’ya taarruz ederiz ve Fransa’yı amana düşüremezsek, harp dışı
edip sulh talebine icbar edemezsek, durmağa mecbur olursak, derhal sulh yapmak
lâzımdır. Şartlar ağır olabilir. Fakat harp ne kadar uzarsa, ağır diye tahmin
olunan şartlar daha ağırlaşır. Harbin uzamasında hiç bir fayda yoktur!”
Bu plana göre Almanlar, Fransa’ya
taarruz etmişlerdir ve Fransa, Almanları durdurmağa muvaffak olmuştur. Söküp
atamadılar, Verdun’de, vs.’de dayandılar. Harp, uzar, sürüklenir bir mahiyet
aldı. Niçin böyle oldu? Hesabını çok iyi yapmışlar kendi aralarında. Meselâ,
bütün kuvvetler Fransa’ya doğru yürüsün deniyor. Rus cephesi ihmal olunacak.
Harp çıktığı zaman Rus cephesini ihmal etmek ve bir Rus istilâsını geri almak,
imparatorun ve Alman hükümetinin genel tutacağı bir şey değildi. Oradan plan
sulandırıldı. Hem Rusya’ya karşı mukavemet edelim, hem ötekini tahrip edelim...
Neyse, Alman meselesini tahlil edecek
değiliz. Rusya’ya karşı mukavemet tam tedafüi bir vaziyet alacakken Rus
cephesinde muzaffer oldular, Fransız cephesini kaybettiler. Harp altı ayda
bitecek derken, 1918’e kadar dört sene sürdü ve hakikaten şartlar ağır oldu.
Şimdi Türkiye’ye geliyorum. Almanya ile
bir Avrupa harbi olacak. Rus tehlikesi bizim için büyük tehlikedir. Onun için
Almanya ile beraber bulunacağız, İttihat ve Terakki’nin hükümeti zamanında dış
politika olarak takip ettiği politika, bu yoldu. Ondan evvelki hükümdar
zamanında da, II. Abdülhamit zamanında da Almanya ile özel bir münasebet vardı.
Demek ki, 1914’te seferberlik ilân
etmiştik, fakat harbe girmemiştik. Harbe girişimiz, bilirsiniz ki, Yavuz
(Göben) zırhlısının Karadeniz’e çıkıp Rus şehirlerini bombardıman etmesiyle,
emrivaki olarak başımıza gelmiştir. Onun için edebiyatta söylenmesi âdet
olmuştur: Biz Birinci Cihan harbine, o harbin kaybolunduğu göründükten sonra
girmişizdir. İttihat ve Terakki’nin ağır mesuliyeti bilhassa bu noktadandır.
Şimdi bunun neticesi: Avrupa’da ve memlekette her cephede muharebe ettik biz.
Ondan evvel, İtalya ile muharebe ettik ve bilhassa Balkan harbini geçirdik.
Balkan harbi bir felâket olarak geçti. Balkan harbinde imparatorluk ordusu
tamamıyle çöküntü gösterdi. Subay kadrosu bu zamana göre yetişmiş değil. Böyle
bir orduydu, bir zavallı orduydu. Subay kadrosu büyük ölçüde okuyup yazma
bilmezdi.
Bu zamanın ordusu talim yapar. Nedir talim?
Harp taklidini ateşli olarak yapar. Harpte ne silâhlar kullanılacaksa, o
silâhların hepsini talim zamanında kullanırlar. Tüfek verirsiniz neferin eline,
“Bunu böyle atacaksın” dersiniz, kâfi gelmez. Attırırsınız ona, nişancılıkta
numarasını verirsiniz. Top: Bu top kullanılacak. Şöyle kullanılır, işte hedefe
şu tarzda vurulur. Evvelâ mesafeyi tahmin eder, tanzim ateşi yapar, ondan sonra
tahrip ateşi yapar. Şu kadar atarsa şöyle bir netice alır. Bunu sulh zamanında
o orduya göstermek lâzımdır. Götürürler, halis mermiyle ateş ettirilir,
yapılır, edilir... Yani harp terbiyesi, zamanımızda bu tarzda, her cepheye
göre, o harbin bir ufak modeli, o orduya amelî olarak gösterilir. Köprü böyle
geçilecektir, ateş altında geçilecektir. Ateş altında nasıl geçileceği
köprünün, gösterilir. Gece hücumu yapılacaktır, ilah... Bu yasak! Ordu
hazırlığı demek, imparatorluğun, hükümdarların zihniyetine göre: Ne lâzım?
Şöyle tüfek lâzım, böyle top lâzım, böyle mermi lâzım, şu kadar lâzım vs.
Güzel... Hepsini alır, dolaba kor, kitler, onları göstermez. Onları, ateş
etmemek üzere gösterir. Ateş talimini bilmezler. Ateş talimini bilmeyince,
asker için bilhassa lâzım, o, tamamıyle eksik kalır yetişmede ve sevkıidare de,
ciddî, hakikî harp vasıtasıyle olmayınca o da nazarî kalır. Halbuki kumanda
kademesi için ehliyet esası üzerine ordu yetiştirmek... Bu da imparatorlukta
bırakılır, âdettir. İmparatorlukta cerrâr olmak, ehliyetli olmak bir şarta
bağlıdır. Evvelâ sadakat! Şevketmeâba sadakatle temayüz edersiniz. Onunla her
kapı açıktır, diğer kusurların hepsi sona kalır.
Böyle yetişmiş bir ordu. 33 sene
hükümdarlık etmiş II. Abdülhamit ordusu böyle, okumuştu böyle… Almanya’da
tahsil edenleri var, orada görüyorlar talimi falan; teğmen olarak, küçük
rütbede olarak görüyor. Sonra geliyor, büyük stratejik meselelere kadar
selâhiyet sahibi oluyor. Güzel… Ama harp kabiliyeti doğuştan, bir defa
görmekle, tasavvur etmekle her memlekette izahını bulmaz. Bugünkü medeniyet,
yetiştirilmiş adamlar üzerine istinat eder. Yetiştirilmiş adamlar, kabiliyetleri
seçilip birinci derecede insanlar olarak bulunur ve onlar, yetiştirilir değil,
en az kabiliyetten başlar, her seviyeye göre alınabilecek azamî bilgiyi,
verilebilecek azamî kabiliyeti meydana çıkarmaya çalışır. Bu yok! Yapılıyor,
okunuyor falan, fakat her şey nazarî olarak kalıyor.
1908 İhtilâli oldu. 1908’den 1912’ye
kadar, demek Balkan harbine kadar dört sene geçti. Bulunan ordu kumanda
kademesinden daha aşağı rütbelere kadar, orduda belki iki defa, üç defa
ayıklama yapılmıştır, tasfiye yapılmıştır, kadrolar düzeltilmiştir. Üç defa,
iki defa, bir defa deyiniz, dört senede ne kadar kadro ıslahı yapılabilir? Bir
defa bile yapılmış olsa, ıslah edilmiş bir kadro ile muharebe etmiştir.
Düşününüz, asıl ordu ne kadar zayıftı eğitim bakımından.
Evet, Birinci Cihan harbine girerken
biz, imparatorluktan böyle bir ordu almıştık ve bu ordu, Balkan harbinde fena
bir imtihan vermişti. Bu fena imtihanın hatırası memlekette var idi, ordu
üzerinde var idi.
Şimdi, Enver Paşa pek genç yaşta
Harbiye nazırı oldu. Başlıca iki derdi vardı o zamanki ordunun. Birincisi,
yetişme itibarıyla zayıftı bu sebepten dolayı; ikincisi, siyasete karışmıştı,
ordu yapmıştı ihtilâli. Genç rütbede, herhangi bir rütbede siyaset yaptıktan
sonra, o siyasetin, ordu subayının hayatı ve ideali üzerinde başka bir tesiri
vardır. Kendi mesleğinde temayüz etmek, iyilik yapmak, ufuklarını açmak için
aranan şartlar başkadır. Siyasette bilhassa akıl vermek ve devirmek tecrübesini
yapan subaylar için birinci derecede söz sahibi olmak usulü başkadır. Siyasî
meslek çok daha kolay gelir ve bir defa onunla zehirlendikten sonra o ordunun
ordu vazifesini, harp vazifesini yapması güçleşir.
Enver Paşa Harbiye Nazırı olduğu zaman
burasını biliyordu. Gayet cesur, gözüpek bir adamdı. Gençti, enerjisi
yerindeydi. İlk işi, orduya siyaset yüzünden girmiş ve kaybedilmiş olan
disiplini iade etmek, yaptırmak ve ordu – subay telakkisi bakımından orduyu
yeniden kurmaktı. İhtilâlde kendisinin yakını olan, her türlü siyasî
marifetlere bulaşmış olan küçük rütbeli, büyük rütbeli insanlardan çok arkadaşı
vardı. Fakat onlara orduda vazife vermedi. Kendi akrabalarına –onlar müstesna
doğmuş insanlardı– her türlü nimeti caiz gördü. Fakat umumî olarak ordu
insiyatifinden ayırmak için gayet titiz davrandı. Orduyu teşkil etmek için gayret
sarfetmiştir ve iyi bir ordu yapmıştır. Tasavvur ediniz, Balkan harbinde, bir
meydan muharebesinde nefer vazifesini yapamayan subaylar varken, Çanakkale’de
dünyanın bütün ateşleri altında ordu, istisnaî harpler vermiştir. Çanakkale’de
böyledir, Rus cephesinde böyledir. Sevkıidare hatasından dolayı çok zayiat
vermişizdir Sarıkamış’ta. Ama ordu kıymeti olarak Balkan harbi ordusu ile kıyas
kabul etmeyecek bir kıymet ölçüsü vermişizdir. Enver Paşa’nın kurduğu orduda
ferik rütbesi, fırka kumandanı olmak lâzım. İmparatorlukta böyleydi. Rütbeler
kaymakama kadar inmiştir. Miralay rütbesinde kolordu kumandanı, hazerde
olmuştur, seferde olmuştur. Bu tarzda yetiştikten sonra yeni kadro eskimiş,
yaşlanmış ve sıraya girmiştir.
Yalnız, siyaset kısmında memleket Cihan
Harbine, kaybolmuş bir harbe girmiştir. Almanya için, Almanya’nın kaybettiği
bir harbe girmiştir. Alman imparatoru, gene siyaset adamlarının telakkisine
göre, “Çok kuvvetli taarruz edeceğim, içte çok kuvvet topladım, daha kuvvetim
var, Rusya’nın hakkından aynı zamanda gelebilirim” diye düşünmüştür. Bu tarzda
hayalle hata etmişlerdir. Bütün kuvveti bağlamamışlar, belki onu da
getirseydiler gene mukavemet edebilirlerdi. Çünkü karşı taraf da siyaseti, aynı
harbin hesaplarını yaparken Almanya’nın ne kadar asker çıkaracağını ve
kendilerinin ne kadar çıkarması lâzım geldiğini biliyordu.
Şimdi sözün başına geliyorum. Bu harbi,
30 Ekim 1918 Mondros mütarekesiyle kaybettik. Devam etmekte de artık fayda
görmedik ve imkân da görmedik; mütareke istedik. Şartlarını söylediler bize.
Bundan sonra Boğazlar açıldı, içeriye girdiler. Girdiler ama muharebe durmadı.
Doğuda [güneydoğuda] Fransızlar, sanki harbin devamı gibi, müdafaasız yerlere
taarruz etmeğe başladılar. Memleket bir taraftan işgal olunuyordu. İngilizler
istedikleri yeri işgal ediyorlardı. Mütareke şartına göre müttefikler,
stratejik emniyetlerini korumak için işgal edebilirlerdi. Bilinmeyen bir
maksatla istifade edip işgal edeceksin, sonra bunu bana, emniyet için yapıyorum
diyeceksin… fark etmez olur muyuz? Bunu fark ediyoruz. Bu, bir taraftan işgal
devam ederken kolaylıkla farkolunacak açıklıktaydı. Şark’ta, Çukurova’da
Adana’da, Gaziantep’te muharebeler oluyordu. Toroslara kadar gelmişlerdi.
Açıktan, Ermenistan kuracaklar bizim topraklarda. Bu görülüyordu. En nihayet 15
Mayıs 1919’da Yunanlılar İzmir’e çıktılar. Niçin bu? Demek ki hazırlanan
mütareke ile (Harbin başı için uğraşmayayım diye söylemedim), mütareke
istemenin bir adı da (O zamanki Amerikan reisicumhuru 14 prensip ilân etmişti)
şuydu (Wilson prensiplerinin esaslı maddelerinden biri): “Bir memleketin çokluk
halkı kiminse, o memleket onun elinde bırakılacaktır”.
(Bu söylediklerim, elbette bir gün Türk
Tarih Kurumu’na bir vesika olarak kalacaktır.)
İzmir’in işgalinden dört gün sonra
Atatürk, ordu müfettişi olarak Anadolu’ya çıktı. Atatürk, muharebenin son
zamanlarında Suriye cephesindeydi. Mütarekeyi orada aldı. İstanbul hükümeti
teşekkül ettiği zaman kendisine bir vazife verilmesini istiyordu. Muharebede
Almanlar’la temasımızda dikkati çeken bir çok deliller, misaller görmüştük.
Meselâ benim başımdan geçen bir şeyi söyleyeyim: Almanlar’la beraber
çalışıyoruz. Heyeti Islahiye olarak gelmişler. Memleketi, orduyu ıslah
edecekler. İttihat ve Terakki hükümeti zamanında da, daha ondan evvel de
tekerrür etmiş. Mahmut Şevket Paşa zamanında Heyeti Islahiye gelmiş, onunla
çalışıyorlar. Bir defa, memlekette yabancı mütehassıs kullanmak, değerli insanı
kullanmak, bilen insandan istifade etmek, beşerin tabiî bir ihtiyacıdır. Ona
bir şey söylenemez. Ancak müstakil bir devlette, memleketin idaresine sahip
olan bir irade altında, istismar konusu olacak bir yabancı idaresi, mütehassıs
şeklinde de olsa daima tehlikelidir.
Şimdi Heyeti Islahiye: Ben, seferberlik
ilân olunmuştu, tedavi için Yemen’den gelmiştim. Avrupa’da idim, dolaşıyordum,
seferberlik ilânını duydum, hemen İstanbul’a geldim. Fakat harbe girilmemişti.
Harp yoktu ve benim ilk kanaatim, harp, Cihan harbidir. Bizde ne suretle, ne
vakit, nasıl başlar, bilmeyiz. Fakat bir an evvel orduyu teşkil edip talim
terbiyesini yapmak lâzımdır. Hiçbir zaman ben kendim, harbe gireceğimize
ihtimal vermemiştim. Beni de bir yere tayin etmişlerdi ondan sonra. Sonra harp
emrivaki olunca Erkânıharbiye hizmetinde çalışıyorum. Bir gün, benim başımda
bir müdür vardı, daha Sarıkamış muharebesi olmamıştı, onunla konuşuyordum. Harp
uzuyor.
“Ne olacaksınız siz, dedim, nedir yani
bu kadar ısrar ediyorsunuz?”
“Belçika’yı alacağız!” dedi.
“E, canım, Belçika değer mi bu kadar
yaptığınız şeye? Sarfettiğin gayrete bak…” dedim.
Sıkıştırdım adamı. Şunu dedi, bunu
dedi:
“Türkiye!” dedi.
Faltaşı gibi açıldı gözlerim:
“Nasıl Türkiye?...” dedim.
Toparlandı o da:
“Daha rahat çalışacağız, dedi, o zaman
iyi olacak…” dedi.
Bu benim kendi işittiğim. Adamın
tasavvuru bu. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu bir “hasta adam” üniformasını
giymişti. Tabiî olarak bir istismar konusu, istismar arazisi sayılıyordu. Her
devlet bunu düşünüyordu. Bunu, sonra biraz daha anlatırım.
30 Ekimde mütareke oldu, Boğazlar
açıldı, İngiliz donanması içeri girdi. Muhtelif yerlerde silâhları, depoları
teslim almaya çalışıyorlar. Büyük şüphe uyanmıştı. İzmir’in işgalinden sonra
Toroslara kadar Şark’ta muharebenin devam etmesi büyük delildi. Mütareke
şartlarından başka bir şeyi tahakkuk ettirmeye çalışıyorlar. Şark muharebesi
bunu gösteriyordu. İzmir’in işgali bunda hiçbir şüphe bırakmadı.
Bu vaziyetten sonra, İstanbul’da
bulunan Atatürk, ordu müfettişi olarak tekrar Anadolu’ya gönderildi. İstanbul
hükümeti niçin göndermişti Atatürk’ü? Şöyle izah olunabilir bu:
İstanbul’da iyi niyet sahibi eski vezirler,
bunların içinde düşman vasıtası olması şöyle dursun, olmasının tasavvur
edilmesi bile mümkün olmayacak temiz insanlar vardı. Fakat kendilerine
itimatları yoktu ve yapacak bir şey de görmezler. Söylersin, İzmir işgal
olunmuş, tabiatıyle bir tepki yaratmış. Ona karşı tehevvür gösteren sade halkın
kendi kıyamı, kendi silâh atması bir harbe sebep olur mu, böyle bir harp
çıkarsa, o harbin bizim için şansı olur mu? Bunu hesap etmez. Millî hareket
dediği bir haksızlığı görür görmez onun tepkisi olarak hemen karşı kor. Bu
tarzda karşı koydular. Nasıl Fransızların taaruzuna karşı müdafaa ediyorlarsa,
orada da halkın kendiliğinden müdafaa hareketi başladı.
Atatürk’le, diğer gün görmüş, iyi
niyetli siyaset adamları arasındaki fark şudur: Onlar, “Bunun çaresi nedir?
Bunun çaresi uslu oturmaktır, ne derlerse ona razı olmaktır. Vaziyeti daha
ağırlaştırmayalım. Geçen harpten sonra ağır ithamlar altına girmişizdir. Bu
ithamların yakışıksız, esassız olduğunu ispat etmeğe çalışalım, iyi niyetle
çalışalım…” diye düşünürler. Atatürk’ün görüşüne göre: “Vaziyeti objektif
olarak mütalaa edelim. Hissiyat meselesi değildir bu. Kendimi ne kadar
beğendirmeğe çalışsam, benim memleketimi parçalayıp istismar etmek fırsatını
bulmuş olan siyaset adamlarına insaf veremem ben. O bir şeyden anlar, imkân var
ise istismar edecektir…” Bunu derken, bir devlet adamı olarak, büyük bir
strateji olarak, [ortaya] çıkan bir şeyi söylemese bile görür.
“Harp ittifakı var idi. Şimdi paylaşma
zamanı geldi. Paylaşma: Ganimet paylaşılırken galipler arasında da huzursuzluk,
emniyetsizlik başlayabilir. Mukavemet edersek bakalım ne olur? Ama teslimiyet
gösterirsek bu sefer parçalamakta, yağma etmekte yarışa geçerler.” Hulâsa, bunu
söylemeğe çalıştı. Olmadı. Hatırlarım, Hürriyet ve İtilâf nazırları ile
görüşmüştür. Yeni nazırlarla görüştüğü zaman:
“Ne haldeler?” diye sordum, Atatürk’le
konuştuğumda.
“Hiç anlayışları yoktur” dedi.
İttihat ve Terakki – Hürriyet ve İtilâf
mücadelesi, mütareke esnasında da, siyasî partiler arasına da girmiştir. Bu
kafayla intikam peşindedirler. Hükümdarın bu siyaset cereyanlarında başlıca
taraf olması ve uysal davranmak; kendimizi beğendirmek suretiyle bir şey
koparabileceğimiz, bir şey kurtarabileceğimizi zannetmesi, felâketin başlıca
sebebi olmuştur. Bundan sonra (Atatürk Samsun’a çıkıncaya kadar), en tehlikeli
zamandı. Oraya çıktıktan sonra harekete başladı. Samsun’da az bir müddet
kaldıktan sonra gitti. Rastgeldiği vatandaşları, onları hiç aldatmadan:
“Tehlike vardır. Bizi taksim edecekler,
parçalayacaklardır. Buna karşı mücadele etmek lâzımdır”.
Kendisinde ümit müphem olarak var. Bu
işin sonu nereye varacak? Bu işin sonunun nereye varacağını sonra düşünürüz.
Cumhuriyet vs. bunların hiç biri mevzubahis değil Evvelâ bir mukavemet imkânı
bulalım.
Bu şekilde, 3. Ordu [müfettişi olarak]
Erzurum’a kadar gitti, vazifesi oraya kadar gitti. O, gittiği yerde, halkı
camie toplamış söylemiş, hususî temaslar yapmış söylemiş. Başka bir takım
şeyler söylüyor diye, İstanbul Hükümeti, Erzurum’a varıncaya kadar kâfi
derecede şüphelendi. Erzurum’da, artık vazifesine nihayet vermek zamanı
gelmişti. Onu yapmaya çalıştılar.
Şark’ta Erzurum’da özel bir istidat
vardı mukavemet için. Ermeni istilâsından korkuyorlardı. Ermeni devleti ve
Ermeni hadiseleri, eşrafı ve ağaları dahil olmak üzere Şark ahalisini can
korkusuna düşürmüştü. Binaenaleyh burada Ermeni hükümeti teşkil olunacaktır. Bu
ihtimal belirince herkes, mabadını [mâ–ba’dını] düşünmeden mukavemete kendini
mecbur hissediyordu. Bu kolaylık vardı. Orada kıymetli bir kumandan vardı. Oraya
gittiler. Temas etti. Nihayet Atatürk’ü, orada [halkı] tahrik ediyor diye
müfettişlikten azlettiler. Sivil olarak tekrar vazifesine başladı.
Atatürk, Erzurum ve Sivas kongrelerini
yaptı. Ondan sonra, O’nunla görüşmek için Başvekil Salih Paşa, Anadolu’ya
gitti. Hükümeti, meclisi toplamaya ikna etti. Meclis toplandı. Bütün bu müddet
esnasında bir taraftan İzmir’de –Fransızlarla devam ediyor Şark’ta, Ermenistan
tehlikesi var orada– bütün bunlar, mukavemet fikrine meyleden şartlar
içindeydiler.
30 Ekim 1918 Mondros mütarekesinin
getirdiği yeni hayat tarzı: Mütareke hayatı esasen başka maksatla başlamıştır.
Mütareke bir fırsat olmuştur. Bunu başlıca idare eden, İngilizlerdir.
İngilizler, gerek harpte gördükleri mukavemetten, gerek öteden beri takip
ettikleri politikadan, hulâsa –Osmanlı İmparatorluğunun kendi ölçülerine göre–
bir taksim tarzını takip ediyorlardı. Galip tarafta bulunan müttefikler, bundan
hisse almağa çalışıyorlar. Meclis ve İstanbul Hükümeti tabiî olarak devam
ediyor ve halk mukavemet eder vaziyette.
İzmir’den sonra 16 Mart 1920’de
İstanbul işgal olundu. Meclis dağılıp gittikten sonra Atatürk’ün ilk işi, Büyük
Millet Meclisini toplamak, davet etmek olmuştur. Ankara’daki meclis,
İstanbul’daki meclisin bir devamı olacak. İstanbul’dan gelen mebuslar arasında
bu fikirde olanlar var. Bilhassa reisin bu fikirde olduğu zannolunuyordu. Ben
onunla beraber İstanbul’dan çıkmış, buraya [Ankara’ya] gelmiştim. Söylemedim
ama, meclisteki ilk görüşü şu: İstanbul’da meclis dağıldı. O dağılan meclis
[Ankara’da] toplanıyor, onun devamıdır. O usul devam edecek ve kendisi de reis
olarak devam edecek… Öyle zannediyor.
Atatürk büsbütün başka bir şey
düşünüyor: İstanbul hükümetleri vaziyeti kavramamışlardır. Ya hiç böyle bir
tehlike görmüyorlar, Hürriyet ve İtilâf’ın bir kanadı gibi, ya da güya
hükümdarın, Kırım seferinin yapıldığı tarihte İngiliz hanedanıyle Türk
hanedanının yan yana, bir müttefika karşı, düşmana karşı muharebe etmesi
hatırası vardır, bu hatırayı öne sürecekler, bu hatıranın sıcaklığıyle
İngilizlerle dostluk kuracaklar. Teslimiyet politikasını bilerek tatbik
edenlerin mantığı bu. İyi niyetli olanlar, buna ihtimal vermeyenler, başka bir
çare yoktur diye düşünüyorlar. Mukavemet fikrinde olanlar, darbeyi yemiş olan
insanların kendiliğinden silâha sarılıp ayaklanması, bununla mukavemet
[görüşündedirler]. [Bu,] dağınık, ondan sonra da vasıtasız bir orduyla olamaz
görüşündedirler. [Ancak] bu, muntazam bir ordu haline gelerek, muntazam bir
devletle olur. Bir defa Büyük Millet Meclisi idaresi ayrı bir devlet halinde
kurulursa, ondan sonra ihtiyaçlara göre her mesele halledilmeğe çalışılır.
Ben, İstanbul işgalinden evvel geldim.
Atatürk’ün Ankara’ya geldiği zaman, gelmiştim buraya gene. Atatürk’ün yanında
bulundum iki ay kadar, burada çalıştım. Sonra, Fevzi Paşa Harbiye nazırı idi,
emir verdi, Atatürk’le konuştum.
“İstanbul’a git, ilk ihtiyaçta
çağırırım ben” dedi.
İstanbul’da vazifelerim vardı:
İstihzârat–ı Sulhiye komisyonu falan. Bunların hepsinde sulh müzakeresi olacak.
Hazırlanmak lâzımdır. Beni de verdiler bir komisyona. Hazırlık yapıyorum,
çalışıyorum, Hariciye’de. İstanbul işgal olunduktan sonra Büyük Millet
Meclisini davet etti. Ankara’ya 8 Nisanda falan geldim. Büyük Millet Meclisi 15
– 23 Nisanda toplanacaktı. Büyük Millet Meclisi toplanmak üzere. Atatürk beni
yanına aldı. Ziraat Mektebindeki karargâhında çalışmaya başladım.
Büyük Millet Meclisi açıldığı zaman
memlekette Büyük Millet Meclisi hareketine, Anadolu’da bir hükümet teşkiline
karşı her tarafta isyan tohumları vardı. Bir türlü tükenmez! Meclis açılıncaya
kadar iç isyanlarla uğraşmaya başladık. Bilhassa ortadan [İç Anadolu’dan] garba
doğru en çok. Şayanı hayret bir surette, iç isyanların tertibi, sloganı ve
işlemesi vardı. Bir yerde kalkarlar:
“Padişahı istiyoruz! Sevmiyoruz Büyük
Millet Meclisini… Kimdir onlar?” [diye] mukavemet ederler, yol keserler,
taarruz ederler. Ne bulursak, elimizde ne varsa göndeririz.
Ben, ilk Millet Meclisi hükümetinde
Erkanıharbiye reisi seçildim. Hareket derler, göndeririz. Bir tabur gönderirim
bir yere. Kumandanı çağırırım, talimat veririm:
“Gideceksin, adamlar geleceklerdir,
dinden imandan bahsedecekler, ondan sonra padişahın fermanından bahsedecekler.
Padişahla işimiz yok, Büyük Millet Meclisiyle var. Millet, iradesini eline
aldı. Memleketimizi kurtaracağız! Bunu yapacaksın…!
Emir verdiğim, talimat verdiğim binbaşı
veya yarbay:
“Başüstüne efendim” der.
“İşin bitti mi?” derim.
“Bitti.”
“Sen bütün bu söylediklerimi
yapmayacaksın.” derdim, “Ben seni görüyorum, niçin yapmayacağını…”
“Yapacağım efendim”
“A, bak! Niçin yapmayacağını söyleyeyim
sana. Şimdi sen oraya gideceksin, köylü kâmilen sana karşı çıkacak, tekbirler
getirecek, başımız üstünde yeri var diyecek, nedir isteğiniz diyecek.. Tabiî,
tabiî… Evet, evet... diyecek. Ondan sonra, bizim de başka istediğimiz bir şey
yok diyecekler. Senin taburun kaç kişi? 350 kişi. 350 kişiyi dağıtacaklar.
Silâhlarıyle misafir edecekler ve bir gece basacaklar, hepinizin silâhlarını
alacaklar. Seni ne yapacaklar bilmem… Ama sen buraya geleceksin, ceza
göreceksin.”
“Yapmam efendim, olur mu, biz aldanır
mıyız?”
“Kulağında kalsın, sen bunu
yapacaksın!”
Yani, bunu söyleyip isyanı bastırmak
üzere gönderirim. Üç gün sonra kumandan bey, binbaşı bey bana yalnız başına
gelir. Boynu bükük.
“Nasıl oldu efendim?”
“Dediğiniz gibi oldu.”
“E, söyledim sana, çaresini de
söyledim. Gelecekler, söyleyecekler, tamam…”
“Biz taburu bir yere yaymadık. Burada
başında bulunur, dışarıda ordugâh kurarız, yaparız…”
“Hükümetin, meclisin istediğini yapın,
tedbir bundan ibaret. Bırakıp kumandayı, askeri evlerde zehirlenmeye serbest
bıraktın mı, netice bu olur!”
Yani, böyle kaybetmiş.
Çetecilikten gelen insanların iç
isyanların bastırılmasında mühim bir rüçhanı vardı. Mühim rüçhan şuradan
geliyor: Çerkez Reşit Bey Çerkez Reşit Bey’e (Çerkez Ethem’in ağabeysidir)
sormuştum:
“Ben asker gönderiyorum; avutuyorlar,
aldatıyorlar, dağıtıyorlar… Siz çeteyle gidiyorsunuz bir yere, 300 kişi
gitmişseniz, 350 kişi olup çıkıyorsunuz. Nasıl şey bu? Bulunduğunuz yerden 50
kişi daha kuvvet alarak çıkıyorsunuz, daha kuvvetli olarak… Bu nasıl oluyor?”
“A, kolayı var,” dedi, “bir yere gittik
mi, orada intikam güden adamlar vardır, onları buluruz biz. Onlara suç
işletiriz. Suç işlemiştir veya suç işletecektir. Onları sadık adam olarak
alırız. Bizim adamımız olur artık”.
Böyle anlatır. Demirci Efeler, yok
Çakırcalılar vs. yanlarında sadık adam buluyorlar. Sadık adamlar olarak, gayet
disiplinli çalıştırılabiliyor şekavette. Suç ortağı oluyor evvelâ. Çetesiyle
suç ortağı oluyor. O da, bir taraftan suç ortağı olduktan sonra emniyete
giriyorlar.
Şimdi, ordu zayıflamış bir halde. Niçin
zayıflamış bir halde? Zayiat vermiş, kadrolar düşmüş, harbin sonuna doğru
firarlar çoğalmış, kalmamış yani, muharebede erimişiz biz. Ordu, her yerde
kadro halinde, asker topluyoruz. Asker, seferberlik ilân edemiyor. Millî
mücadelede devlet, yani Büyük Millet Meclisi hükümeti seferberlik ilân edemiyor
bu muharebeyi yaparken. Edemiyor, çünkü Cihan harbinde, geri hizmetlerde ve
seferberlik hizmetlerinde çok dedikodu olmuş, çok canları yanmış, ödü kopuyor herkesin.
Muharebe esnasındaki menzil hatları ve menzil hayatı kurulacaktı, onun için
seferberlik yapamıyoruz. Büyük Millet Meclisi hükümeti kurulduktan sonra da
Yunan taarruzlarına karşı ta Sakarya’ya kadar davranamayışımızın sebebi budur.
Seferberlik ilân edemiyoruz. Seferberlik ilân edemeyip zayıf kadroyla kalınca
nüfusumuzdan ve halkımızdan istifade edemiyoruz, gönüllülerden istifade
ediyoruz. Gönüllü, bir muntazam harbin cefasına dayanamıyor. Akşama kadar
muharebe ediyor, gayet hamiyetli adamdır, gece yarısı evine gidecek, gidiyor.
Karşısındaki muntazam ordu şafakla beraber taarruz ediyor. Kimse yok…
Bu konu, isyanlardan çıktı. İç isyanlar
son derece yıpratıyor. Meclis toplandı. Hükümeti meclis idare eder doğrudan
doğruya. Yeni usulle çıktı Atatürk: “Hâkimiyet kayıtsız, şartsız milletindir!”
Binaenaleyh meclis idare eder doğrudan doğruya, hükümete azayı birer birer
meclis seçiyor. Meclisin vekili olarak icra yapıyorlar hepsi. Bu tarzda
memleket idare olunuyor. İç isyanlardan son derece yıpranıyorduk.
Meclis toplandıktan sonra beni
Genelkurmay başkanı seçtiler. Genelkurmay başkanı olarak hükümete girdim. Bu iç
isyanlar, muharebe, orduyu sevkıidare benim vazifem. Muntazam ordu yok,
seferberlik yapamaz. Vasıtalar yok. Orduyu idare edeceksin. Memleket ateş içinde.
İç isyanlar takibat ister ve karşımızda muntazam ordu var, muntazam ordulara
mukavemet için [ancak] gönüllüler var.
Ben, ileride bulunan kumandanların en
genciydim. Hepsi iyi telakki ettiler. Rütbeleri de yüksekti benden, yaşları da.
Sınıfta da daha ileriydiler. Askerlikte kıdem, esaslı bir imtiyazdır. Onu tayin
ediyorlar. Kolaylıkla kabul ettiler beni. Şöyle diyen var, böyle diyen var. Hiç
hayale düşmedim ben, hiç! Hepsi değerli insanlardı.
Büyük Millet Meclisi Genelkurmay
Başkanlığının, ben Genelkurmay başkanı olduğum zaman heves edilecek hiçbir yeri
yoktu, hiçbir vasıtası yoktu. [Ama] her türlü ihtiyaç var idi.
Biz, Ziraat Mektebinde oturuyorduk.
Ankara’da, meclis açılıncaya kadar, on beş gün zarfında her akşam bahçelerden,
bağlardan, dağlardan silâh sesleri işitilirdi. Oradaki Ziraat Mektebine mi
atıyorlar, başkasına mı atıyorlar, böyle bir şey…
İlk günden itibaren Atatürk’ün davasına
inanmış olup kendisiyle işbirliği yapan kumandanların her biri, kumanda
ettikleri kıtanın başında bulunmakla, hem şahısları, hem hizmetleri bakımından
daha verimli, daha emniyetli durumdaydılar. Herkes kumandasını, emniyetini
bırakıp da nazarî olarak, elinde hiçbir vasıtası olmayan ricacı bir adamın
vaziyetine girmeği istemez. Onun verdiği kolaylıkla, Miralay İsmet Bey’in
Genelkurmay başkanı olmasını tabiî buldular, zannederim. Yani, kendilerinin
bana gösterdikleri hüsnü muameleyi ve hüsnü kabulü hiçbir zaman değersiz
bulmadım, fakat sonradan vaziyetler düzeldikçe, işlendikçe, Genelkurmay
Başkanlığı da heves edilir bir mevki haline geldi. O zaman daha ziyade cephe
kumandanı olarak vazife gördüm.
Hulâsa, kolaylıkla Genelkurmay başkanı
seçildim. Atatürk söylemişti, ondan sonra vazife yaptık. İlk uğraştığım şey, iç
isyanlardı. İç isyanlarda orduyla çetelerden gelenlerin farkını size söyledim.
Ordu daima zayıf kalıyor, daima aldatılabiliyordu, ufak kıtalar
azaltılabiliyordu. Ama çeteciler, esasında vesveseli insanlar. Gittikleri
yerlerde hiç kimseye emniyetleri yok. Tedib etmek istedikleri insanlara karşı
ellerinde silâhları var, kuvvet getirirler. Bu farkı göstermek için söyledim.
Sonra Yunanlılarla taarruz. 1920’de
Büyük Millet Meclisi açıldı. İç isyanlarla uğraştık. O sene yapılan işler: Bir
defa Sevr muahedesi 1920 senesinde kabul olundu. Türkiye için Sevr muahedesini
hazırlamış olanlar, Sevr muahedesini 1920’de tebliğ ettiler. Hükümdar,
“Saltanat Şûrası” diye bir şûra topladı İstanbul’da. Bu şûra, Sevr muahedesini
kabul etti.
Büyük Millet Meclisi 23 Nisanda
toplandı, hükümeti teşkil etti. Ondan sonra da memleketi idareye başladı.
Başlıca uğraştığımız büyük konular, iç isyanlar. Dikkate değer ve son derece
zalimane bir güçlük karşısındayız. İç isyanlar olur, ister istemez kuvvetler
buralara ayrılır, gönderilir. Düşman, karşısından ayırdığımız kuvvetlerden
istifade eder, ilerler. Bu suretle bilhassa Garp cephesinde Yunanlılar ve iç
isyanlar… Yunan taarruzu durur, isyan tedbiri yapılırken Yunan taarruz eder,
onun karşısına kuvvet yetiştirdiğiniz zaman tekrar isyan başlar. Birbirleriyle
kolaylıkla ve muntazam bir surette iç irtibatı yapma manzarası vardır. Kumandan
bir kişi, bir taraf. Bu, galip devletlerin kumandası. Böyle almak lâzımdır. Bu
kadar intizam… “Milne Hattı” diye, Yunanlılara bir hat göstermişlerdi. O hat’ta
kalıyorlar ve ilerlemiyorlardı. Onun karşısında toplanıyoruz, Kuvayı
Milliye’yle müdafaa ediyoruz. Fakat tekrar taarruza başlıyorlar. Bizim Büyük
Millet Meclisi hükümeti böyle müdafaa ediyor, iç isyanlarla uğraşıyor. Bu
toplanıp bir gün galebe eder. Kendileri muntazam ordu göndermeyince, Türkiye’yi
yenebilmek imkânları dahilinde olmayan ufak devletlerin gayretleriyle,
Türkiye’yi amana getirmek mümkün olmayacaktır. Bu mülâhazayı niçin dikkate
almazlar? Bunun cevabını ne olarak söylüyorum? Yakından, içinden gördükleri
padişahla beraber, millî kıyama karşı, Sevr muahedesine karşı uğraşma
hareketlerini iç isyanlarla kolaylaştırıyorlar. Bunun kesin netice vereceğinden
asla ümitsiz değillerdi. Hata bundan geliyor. Kesin neticeyi aldığımız zaman
Churchill: “Suratımıza hacâlet şamarı yedik!” diyordu.
Yunanlılara, Lozan’da: “Ne
istiyorsunuz?” dendiği zaman (Lozan başladığı zaman anlatacağım), Yunan
Murahhası Venizelos:
“Sevr muahedesinde ne almışsak onların
hepsini istiyorum.” diyordu. Kendisine, İngiliz Hariciye nazırı, Fransız
başvekili:
“Canım, ayrı bir muharebe oldu, o muharebeyi
kaybettiniz.” dediler.
Bunun üzerine Yunan murahhası:
“O ayrı muharebeyi siz rica ettiniz, bu
muharebeye katıldım. Sizinle müttefik olarak katıldım. Müttefiklerin hepsi ya
kazandılar, ya kaybettiler. Onun içinde birisi kaybetti olur mu?” diyorlardı bununla
tutunmağa çalışıyorlardı. Demek isteğim ayrıdır.
1920’de iç isyanlarla mücadele ettik ve
1920’de olan işler bunlar. Sevr muahedesini evvelâ bir “Saltanat Şûrası”na
kabul ettirdiler. Topçu Feriki Rıza Paşa merhumun, bir kişinin mukavemetiyle,
reddiyle olmuş. Ondan sonra imza ettiler. Devletin kabul ettiği bu muahedeye
karşı biz, Anadolu’da isyan etmiş vaziyetine giriyoruz. Şeyhülislâm ona göre
fetva verebiliyor, her şey yapılıyor.
1920’de Ermenistan seferi oldu Şark’ta.
Bu ordu biraz asker toplayabildi, muntazam ordu oldu. Şark cephesine hareket
ettik ve Ermenileri mağlup etti, Sarıkamış’tan çıkardı, Kars’tan çıkardı.
Gümrü’ye kadar gitti ve orada Ermenilerle muahede yaptı. Ayrı bir devlet olarak
Ermenistan’ı işgal edebilecekti, fakat bu esnada muharebe ettiğimiz Ermenistan
devleti, komünist camiasına iltihak etti. Birleşik Sovyet cumhuriyetlerinden
biri oldu ve Rusya ile tabiî sulh havası içinde bulunurken, Ermenistan’la da
sulh yapmış olduk. Bundan sonra Şark muharebeleri, yani Fransızların işgal ettikleri
yerlerdeki muharebeler devam etti. Garpte Birinci İnönü muharebesi oldu.
Taarruzlardan sonra Büyük Millet Meclisinin muntazam ordu kurarak yaptığı
muharebe, Birinci İnönü muharebesidir. Bu muharebe çok güç şartlar içinde oldu.
Az kuvvetle düşman karşılanabildi. Düşman Bursa’dan hareket etmişti. Büyük
zaafımız, Çerkez Ethem isyanı aynı zamanda olmuştu. Birinci İnönü’nde evvelâ
Çerkez Ethem, Kütahya üzerine çetesiyle beraber taarruz ederken biz de kuvvet
göndermiştik, bizzat Çerkez Ethem’i takip ediyorduk. Ciddî bir muharebe kabul
etmeden mütamadiyen çekiliyordu. Bu esnada Bursa cephesinde kıpırdama ve
hareket emareleri görüldü.
Bir akşam, cepheden rapor aldım,
baktım. Tam tertibi yapılmıştır. İki cephede az kuvvete karşı muharebe
edecekler ve işbirliği var aralarında. Derhal şüphe ettim. O gece, geri
Eskişehir cephesine, İnönü mevzilerine hareket etmek için emir verdim. Gece
sabaha kadar yürüdüler. Zaten uzun yürümüşlerdi. Geldik. Kısa bir mesafe olduğu
halde, yetiştirebildiğimiz trene bindiriyorduk. Asker güç halle trene
binebiliyordu. Yorgunluktan kıpırdayacak hali yoktu. İki saat uyuduktan sonra
askeri trenden indiriyor, muharebe meydanına sevk ediyorduk. Düşman da, 15.000
kişi kadar silâh kuvvetiyle İnönü’ne doğru geliyordu. Bizim toplayabildiğimiz kuvvet
nihayet 6.000 tüfekten ibaretti. Bununla iki üç gün muharebe ettik. Düşman
çekildi. Ben zannederim ki, Çerkez Ethem’le beraber hareket ettikleri halde,
kendisinin de bir oyuna gelmesi ihtimalinden şüphe etti.
Garp cephesinde iki başkumandanla karşı
karşıya bulundum. Birisi, bu ilk başladığım İnönü muharebelerini yaptığım
kumandandır. General Papulas, askerine sahip, kıtasına sahip iyi bir
kumandandı. Yalnız bir kıta içinde bir sefer yaptığını daima zihninde tutardı.
Çevrilecek, bir kazaya uğrayacak, bir tehlikeye uğrayacak diye ödü kopardı. Bir
gün, iki gün muharebe ettikten sonra sinirleri boşanırdı.
………………………….
Birinci İnönü muharebesi 10 Ocak
1921’de oldu. Muharebeyi kazandık. Memlekette büyük sevinç yarattı. Garp
cephesinde Yunanlılara karşı daima güç vaziyette kalmıştık, neticeler
alamamıştık. Ermenistan seferi ümit verdi, sevindirdi memleketi. Ondan sonra
İnönü muharebeleri… Düşman ilk defa ricat ediyor, taarruz ettiği yerlerden
çekiliyor. Bu tarzda psikolojik tesiri vardı. İkinci İnönü muharebesi bir ay
sonra, 1 Nisanda oldu bitti. 10 Temmuz 1921’de Yunanlılar, Eskişehir – Afyon
hattına taarruz ettiler. Her muharebeden sonra yenisi gelecektir diye, ne
mümkünse onu hazırlamağa çalışıyorduk.
Daha Birinci İnönü muharebesi kazanılır
kazanılmaz Londra’da konferans yapıldı. İstanbul hükümetini çağırdılar. Bize
İstanbul’dan haber verdiler. Biz, başlıca selâhiyet sahibi olduğumuzu iddia
ediyorduk. Konferansa biz ayrı gittik, İstanbul ayrı gitti. Konferansta Tevfik
Paşa, İstanbul murahhas heyetinin başkanı idi. O, muharebeden, ordudan
bahsedilmeğe başlandığı zaman:
“Ordu cevap verecektir, Anadolu cevap
verecektir, Anadolu cevap verecektir” demişti. Çok makbule geçen bir dürüstlük
göstermişti. Bununla, Büyük Millet Meclisi hükümeti bir enternasyonal
konferansta tanınmış oldu.
Bundan sonra büyük Yunan taarruzu oldu.
Eskişehir – Afyon hareketine karşı, büyük Yunan taarruzuna karar verildi.
Seferberlik ilân ettiler. Orada, kanlı bir surette, geniş bir cephede muharebe
oldu. Daima yarı kuvvet silâh vasıtalarıyle, makineli tüfek itibarıyle yarı
bile değil, yarıdan bile az bir kuvvetle muharebe ediyoruz. [Silâhları] teslim
etmişiz mütarekeyle, buldukları yerde almışlar. Ellerine geçmeyenleri
kullanıyoruz. Rusya’dan daha bir yardım görmüyoruz. Hatta, heyet gönderdik, ne
kadar zamanda Rusya’ya varacağını, görüşeceğimizi, onu da bilmiyorduk.
Yunanlılar, Eskişehir – Afyon hattına
taarruz ettiler. Oradan ricata mecbur olduk. Oradan ricat ettik, Sakarya’ya
geldik. Aynı sene sıcağı sıcağına, Temmuzda, Eskişehir hattına da taarruz
ettiler. Ağustosta Sakarya muharebesi verdik. Kıyamet koptu Sakarya
muharebesinde.
Ondan evvel bütün propagandalar
İstanbul tarafından benim üzerimdeydi. Ben mâni oluyorum derlerdi. Bir Fransız
kıtası Zonguldak’taydı. Oradan bir zabit, Ankara hükümetiyle görüşmek üzere
izin istedi. Buyursun dedik, buraya geldi, üç dört günde geldi. Üç dört gün
sonra da gitti. Gözleri parladı. Harpten kurtulacak, bir anlaşma sağlayacak
vasıta arıyorlar. Temas başladı zannolundu. Adam geldi, ben konuştum
kendisiyle:
“Buyrun, beklerim sizi, teklifiniz
nedir, arzunuz nedir?”
“Hayır, dedi, ne istiyorsunuz diye onu
öğrenmeğe geldim.” dedi.
“Nasıl şey, yani ne istiyoruz?...
Burada devlet teşkil ettik. Büyük Millet Meclisi ilân etti: Toprağımız işgal
olunmuştur, tehlike karşısındayız. Zulüm gördük; hayatımızı, istiklâlimizi
istiyoruz!” dedim.
“Bilmiyordum, bunu öğrenmeğe geldim.”
dedi.
Adam İnebolu’dan çıktı, Ankara’ya
gelinceye kadar nerede kalmışsa, her köyde: “Merak etmeyin, hallolunacak, Ankara’ya
görüşmeye gidiyorum. Ne mesele varsa çözülecek.” Bunu söyleyerek geldi; burada
benimle bir saat görüştükten sonra geri döndü, tekrar işine gitti. “Gittim,
sulh olsun falan… Ne kadar arzu gösterdi isem dinlemediler. İsmet Bey diye
birisi var orda, tekrar elim boş dönüyorum.” [demiş]. Kimdir böyle diyen?
Nasıl? Böyle işliyorlar! Sonra Fransız gazeteleri de yazdılar: Görüşmek üzere
gitmişler, halletmek için çalışmışlar, İsmet Bey isminde birisi varmış, o mâni
olmuş görüşmelerine…
Eskişehir taarruzundan sonra Yunanlılar
Sakarya’ya geldiler. Biliyorsunuz, 22 gün gece – gündüz muharebe olmuştur,
meclis kıyametler koparmıştır. Sakarya’da Yunanlılar bizi cenuptan çevirerek
Ankara ile irtibatımızı kesecek surette hareket ettiler. 22 gün gece – gündüz
muharebe ettikten sonra ricat etmeğe mecbur oldular, Eskişehir – Afyon hattına
çekildiler ve orada beklediler. Onları takip ettik, biz de orada kaldık. Büyük
bir netice almıştık. Muntazam ordunun taarruzuna karşı biz, muntazam ordu ile
müdafaa etmek vaziyetindeydik. Evvelâ bu lüzumu anlamıştık. Memleketçe,
milletçe bu lüzumu kabul etmiştik. Ondan sonra da bu lüzumu tahakkuk ettirmekte
muvaffak olmuştuk. Elimizde bulunan vasıtaları muntazam bir surette
teşkilâtlandırarak tecrübeli kumandanlarla iyi bir müdafaa yapmağa imkân
verdik. O zaman memleketimizin genişliğinden, büyüklüğünden istifade ediyoruz.
Eş kuvvetler olmasa da, kendi potansiyel kuvvetlerimizle, Yunanlılar gibi,
Ermeniler gibi kuvvetlerin başa çıkamayacağı bir güçteyiz. Bunu ispat etmiş
olduk. Bundan sonra 1921 vakaları bu tarzda geçti.
Sakarya muharebesinin geniş neticeleri
oldu. Tam bir itimat geldi, tam bir hükümet teessüs etti. Her tarafta bu
hükümetin emirleri tamamıyla caridir. Ondan sonra vicdan–i ammede İstanbul
hükümeti, padişah idaresi mahkûm oldu.
Ondan sonra üçüncü kısım geliyor.
Düşman sözle, mukaveleyle hattından çıkmaz, zorla çıkar. Nasıl çıkacak? Harp
sanatı araya girdi. Bana sormuşlardı mütareke esnasında:
“Yunan ordusunun başlıca eksiği neydi,
ne buldun sen?” dediler, “Neden mağlup oldu?”
“İyi muharebe ediyor dedim; Yunan
ordusu, harb–i umumî görmemiş dedim, yani Birinci Cihan harbi görmemiş Yunan
ordusu. Onun için bilmiyor. Büyük tertiplerde –kumandanlık, sevkidare–
tecrübesi yok” dedim.
Bir sene hazırlık yaptık taarruz için.
Şimdi bakın, ben nasıl harp ettim? Meselâ, ağır top kullanabilirsem… Yunanlılar
ağır top kullanmadılar. Seyyar bulunuyorlar ve muharebe tecrübeleri de kâfi
değil. Ağır top taşıyamadılar, kullanamadılar. Ağır topun lüzumunu bilseler,
kullanacak yeri anlasalar, onu bulmak için paraları mı yok, müttefikleri mi
yok, fabrikaları mı yok? Hepsi var. Sırf taşımağa korkuyor, ihtiyacı görmüyor!
Bizim elimizde 8 – 10 tane ağır top (15’lik obüsler) vardı. İlk işimiz, o
bunalım içinde, bu topları tamir etmek oldu. Kamaları alınmış, şurasını
burasını bozabildikleri kadar bozmuşlar. Anadolu’da bizim şimendifer
atelyelerinde, demirci dükkânlarında bu 8 – 10 topu işler hale getirdik. Bu 8 –
10 topu muharebede lâzım olan yerlerde kullandığımız zaman gözleri faltaşı gibi
açıldı. Nasıl şey bu! Zannediyorlardı ki Ruslardan, Fransızlardın ağır toplar
aldık. Almadık! Eski, mütarekeyle [düşmanlara] teslim ettiğimiz yalnız kaba
gövdeleri olan ağır topları tamir ettik iptidaî vasıtalarla.
Birinci İnönü muharebesindeki silâh
mevcudu 6.000 tahmin olunur bizim tarafımızda. Yunanlılar 15.000 kişi olarak
taarruz etmişler Birinci İnönü’nde İnönü mevzilerine. İkinci İnönü
muharebesinde onlar 30.000 olmuşlardır. Biz nihayet 15.000’e çıkabilmişizdir.
Eskişehir taaruzunda Yunanlılar üstün gelmişlerdir. Az bir müddette bir şey
alamamışızdır. Sakarya’da yine aramızdaki kuvvet farkı pek çoktur.
Bir sene taarruz için hazırlandık,
askerin talim – terbiyesi için uğraştık. Muntazam ordu olmak hareketi
içindeyiz. Bildiğimiz, anladığımız gibi, istediğimiz gibi orduyu hem kurduk,
hem yetiştirdik. Asıl yetişmeğe amil olan unsur, psikolojik emniyet gelmesidir.
Anlaşıldı ki fazla kuvvet gönderemiyorlar. Biz bunları yeneriz. Bu emniyeti bir
defa verdikten sonra, kabul ettikten sonra çaresini buluyorum. Yenilme yok! Nerede
kaybedersem mutlaka sebebini buluyorum: Kaybetmeyeceğim ben! Niçin
kaybediyorum? Ama bir derdimiz var. Birinci Cihan harbi başka bir şey ispat
etmiştir: Sahrada kesin netice alınmıyor. Mevzi harpleri çok tesirli olmuştur.
Muharebe ediyor; çekildiği zaman 24 saat, 48 saat nefes alırsa, silâhlar onu
tekrar ciddî bir düşman olarak meydana çıkarıyor. Bu sayede, mevzi harplerinin
kuvveti sayesinde harpler devam etti. Cihan harpleri bu yüzden sürekli oldu.
Bizde bu bir sene zarfında ordular mesafeli kalır. Arada büyük mesafe açıklığı
vardır. Sulh vaktinde olduğu gibi ileri karakollarla idare edilen [muharebeler]
ayrılır. Yeniden sahra harbi başlar. Taarruz edeceğiz, mağlup edeceğiz düşmanı,
oradan çekilecek, 24 saatte 40 kilometre çekildi mi, onu oradan atmak için
tekrar bir sene uğraşmam lâzım. Niçin? Bir defa, hemen takip edecek vasıtam
yok, otomobillerim yok! Ne götüreceksem oraya, nereye gideceksem, elle gidecek,
arabayla gidecek, atla gidecek… Nakil vasıtası yok! Hulâsa, mevzi harbine
dökmeden, kesin neticeyi almak lâzım. Nasıl olacak bu? Kesin muharebeyi verelim
ve oradan, sonra takip edelim. Büyük bir süvari [birliği] yaptık. Çok
masraflıdır. İptidaî vesaitli bir süvari fırkası meydana getirdik. Üç fırkalık
bir kuvvet, 5 – 6 bin at. Mağlup olmuş bir düşmanın peşine düşerlerse son
derece tesirli olacaklardır. Tekrar toplanamazlar, barındırmazlar. Muharebenin
icra tarzında kesin netice almayı sağlayacak çareler ve harp usulleri
kullandık, muvaffak olduk. Müsavi kuvvet var, ordu var. Biz, bu üç gruptan
birini, büyük çoğunlukla, kıyasıya takip etmek isteriz. Bir defa bunun birini
tahrip edebildik mi, sonra biz mevcut olarak ona, üçte bir olarak yaklaşmış
olacağız. Onu yeneriz. Aldığımız tertipte birini değil, iki grubu (Afyon
cephesindeki kuvvetle, onun arasında bulunan kuvveti –Yunan kolorduları bizden
daha kuvvetliydi sayı olarak–), bu iki ordudan mürekkep grubu, takriben müsavi
bir kuvvetle biz, her taraftan ve Eskişehir’den tasarruf ederek orada topladık.
Taarruz ettik, düşman, sonuna kadar bizim taarruzumuzu kabul etti, çırpındı,
yenmeğe çalıştı. Nihayet kumandanla beraber hepsi esir oldu. Düşmanın iki
parçası mahvolmuştu. Yalnız Eskişehir’deki kuvvet kalmıştı. Eskişehir’deki
hakikî kuvvet karşısında üçte bir kuvvet kalmış. Aradaki kolorduyu işgal etmek
için onun dörtte bir kuvvetini kullanmak kâfi geldi. Geride, bundan tasarruf
ettiğimiz kuvvetlerin hepsini, onun üçte birini topladığımız zaman üstün
geliyorduk. Sayı ve vasıta olarak takriben üstün olduktan sonra, dava sahibi
enerji olarak üstünlüğümüz vardı.
26 Ağustosta taarruz ettik, 30
Ağustosta o iki kolordunun kumandanını esir olarak aldım. Kolorduların
kumandanlarına birer birer sordum:
“Niye Konya istikametine taarruz
yapmadın?” dediğim zaman:
“Süvari geçti arkamıza, dedi,
gidemiyorum bir yere…” dedi.
Trikopis’in kuvveti cenuptaydı.
Bunları, şimdiki başvekile (tarihçi Markezinis gelmişti) de anlattım, hatta
Venizelos’a da [anlatmıştım].
“Niçin yalnız muharebe ettin?” dedim.
“Gelmedi” dedi.
“Niçin gelmedi?” dedim.
“Sorun ona” dedi.
“Niçin gitmedin, bu seni çağırdı da?”
General Diyenis:
“Ben bütün kuvvetlerimi kaybettim,
dedi, nereye gideceğim? dedi, kendimi kurtarmağa çalışıyorum!”
Dörtte bir kuvveti onun karşısında
bıraktık, bu kuvvet taarruz etti. Büyük taarruz etti. Büyük taarruzu yaptığımız
zaman da, aynı günde o da taarruz etti. İleride bulunan zayıf, perde gibi
hatların hepsini püskürttü attı. “Bütün mevzilerimi kaybettim” dediği odur.
Adam bütün kuvvetiyle oraya geldi, kendisine taarruz eden dörtte bir, beşte bir
kuvveti ricata mecbur etti, “Vazifeyi ifa ettim” dedi. Sonra anladık ki, asıl
tehlike yanındaymış. Oraya parça parça geldi. Yanına geldiği kuvvet ezilmişti.
Onunla beraber, hulâsa 26 Ağustosla 30 Ağustos arasında bütün Yunan ordusunun
üçte ikisi harpten hariç kaldı. Ondan sonra İzmir’e girdik. Ben hesap ediyordum
zihnimden: Nasıl yapabilirler? Bizim bu tertip muvaffak olursa, aşağıda, Afyon
cephesinde mağlup olan kuvvetlerin hepsini Eskişehir’e çekerler ve İzmir’i,
yakın bir cepheden, yeni kuvvetlerle, Yunanistan’dan getirecekleri kuvvetlerle
tutarlar. Eskişehir’de zamanla çok kuvvetli olursa, ister istemez ayırmağa
mecbur oluruz. İzmir’de zaten kendisini müdafaa edecek bir kuvvet yetiştirilmiş
olur. Yapabilirler, [ama] öyle yapmadılar. Sordum:
“Niçin Eskişehir üzerine çekilmedin?”
“Emir aldım, İzmir’e gideceğim.” dedi.
“İzmir’e nasıl gideceksin? İşte
gidemedin.” dedim.
“Emir aldım…” dedi kumandan.
Harp böyle bitti. Şimdi nasıl olacak?
Biz İzmir’e gittik. İzmir’e varır varmaz yangın çıkardılar. Ondan sonra İngiliz
donanmasından bir zabit geldi. Atatürk’e:
“Siz İngiltere’yle harp halinde
misiniz? Yazılı cevap verin.”
Cevap verdik:
“Biz, İngiltere’yle harp halinde
değiliz!”
İngiltere’yle sulh yapmamışızdır.
Aramızda sulh yoktur. Onu takip ediyoruz. Ondan sonra yapmadılar. Çünkü taarruzdan
sonra politik bakımdan İngiltere, Lloyd George, Churchill büyük hiddet
gösterdiler. Dominyonlara müracaat ettiler. Dominyonlardan bazıları:
“Mecbur olursak, çağırırsa ana vatan,
gideriz.” dediler.
Bir kısmı, Kanada gibi meselâ, açıktan:
“Nereye gideceğim? Niçin gideceğim?”
dedi.
Hulâsa münakaşa başladı ve hükümet
düştü. Yeniden gelen hükümet:
“Türkler sulh yapmak ister mi?” Bunu
[soruşturdu].
Bundan sonra Lozan başladı. Evvelâ
mütareke yaptık. Bir hafta müzakere ettik. 11 Ekimde mütarekeyi (Mudanya mütarekesi)
imza ettim. Mütarekeye Yunanlılar gelmedi, müttefikler geldi. Mütarekeyi
onlarla yaptık.
Bırakırlarsa ne yapacağız? İzmir’e
gittikten sonra bırakırlarsa olmaz. Mutlaka bizimle sulh yapmak mecburî olsun.
Buna çare arıyoruz. Tuttuk, asker olarak Boğazlara yürüdük. Büyük çoğunluk
bizde. Sulh yapmak lâzım. İstanbul ve Çanakkale karşısında düşman kuvvetleri
az. Silâh kullanmayacaklar bizimkiler, yürüyecekler ve gözlerinin önünde daima
bir tehlike olarak belirecekler. Derhal mütareke ihtiyacı hissedildi, “Ne
yapacağız” dediler. 30 Ağustos Başkumandanlık Meydan muharebesi kazanıldıktan
sonra Ankara’da hükümete mütareke için müracaat edildi. Yunanlıları bozmuşuz.
Ordu daha henüz Afyon’un 30 km. garbinde. Mütareke yapacağız. Girmedik öyle
şeye… Yunan ordusunun evvelâ çıkması lâzım. Ondan sonra o kaldı. Tekrar
Boğazlar üzerine hareket ettiğimiz zaman mütareke istediler. Ondan sonra, Lozan
Sulh konferansı 1922’de oldu.
Demek 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük
Millet Meclisi teşekkül etti. Taarruzlara uğradık. Zaten Mondros mütarekesiyle
stratejik noktaları işgal edeceğiz bahanesiyle Adana ve Gaziantep’te Fransızlar
cephe açmıştı. Karadeniz kenarında işgaller oldu. Ondan sonra İzmir’i işgal
ettiler. Yunan ordusuyle neticeyi alacaklardı. Bunlar olmadı. Şimdi sulh müzakeresine
gidiyoruz. “Müsavi şartlarla konuşacağız” dediler, müsavi şartlarla konuştuk.
Venizelos [anlatmıştı] bana aramız çok iyi olduktan sonra:
“İki memleket arasında sulh yapmak esas
politikadır, iyi politikadır.”
Venizelos hakikaten inanmıştı buna. Planları
neydi? “Geçti o planlar” diyor. Müttefikler, Rusya ve diğer Garp devletleri
Yunanlıları himaye edecekler, Rumeli’den bizi çıkaracaklar gibi. Anadolu’ya da
bir gün Yunanlılar hâkim olacaklar. “Megalo idea” dedikleri bu hayal,
Yunanlıların kafasında var.
Venizelos bir defa sulha nasıl
başlamış? Venizelos, Lord Curzon’a gitmiş, demiş:
“Biz müttefiktik, kaybettim ben bu
harbi. Bir ittifak heyetinde azadan birinin muharebe kaybetmesi var mıdır?
İttifak heyetinde müttefiklerin hepsi kazanır veya kaybeder. Ben bir felâkete
uğramışım, siz beni bu felâketle yalnız bırakıyorsunuz, olmaz bu! Sevr
muahedesini isterim.”
Lord Curzon:
“Canım, sen tecrübeli devlet adamısın,
nasıl söylüyorsun bunu? Nasıl yapacağız biz bunu?”
Tehdit etmiş Venizelos, Lord Curzon’u:
“Ben isteyeceğim bunu konferanstan ve
size alenen reddettireceğim. Dünyaya göstereceğim ki, İngilizlerle ittifakın
neticesi budur! Ben de size bunu yaparım!” demiş.
Lozan konferansı başlamadan evvel oraya
gittim. Kimse yok… O da bir oyun gibi geldi bana. Halbuki İngilizlerin seçimi
varmış, daha hükümetin ne olacağı belli değil. O yüzden, seçimin sonunu
bekliyorlar. Siyasî hayatta tecrübem, bilgim o kadar geniş olmadığı için oraya
gittim. İngilizleri bulamayınca, “Yeniden bir oyun karşısındayız…” dedim.
Bu fasıladan istifade ederek Fransızlar
beni davet ettiler. Eski Reisicumhur Mösyö Poincaré başvekil olmuştu, o davet
etti. Gittim, konuştuk. Harbin başında, “Sulh olacak mı?” diyorum, “Olacak,
sulh olacak…” diyor.
“Çıkacaksınız memleketten!” dedim.
O sordu:
“Sulh olacak, arazi meselesi var mı?”
dedi müzakerede.
Fransızlarla Ankara itilâfnamesini
yapmıştık, Suriye’den ayağımızı çekmiştik. Onu tanıyor muyuz, tanımıyor muyuz;
o, buna teşhis koymak istedi ve hakikaten Fransızlarla anlaşmıştık, istifade
ettik onlardan. Böyle bir niyetimiz yoktu. Söyledim:
“Hayır, böyle bir niyetimiz yok,
yaptığımız itilâfnameye riayet edeceğiz. Madem ki Araplar bizi istemediler,
artık ana vatanı muhafaza etmeğe, onun üzerinde çalışmağa kararlıyız.”
“Güzel…” dedi.
“Ama bizim istediklerimiz var, dedim,
meselâ azınlıkların memleket içinde imtiyaz sahibi gibi muamele görmelerini
kabul etmeyiz. Başka memleketlerde azınlıklar ne muamele görüyorlarsa onu kabul
ediyoruz, ederiz.”
Lord Curzon gelmişti, yakında onunla
konuştum azınlık meselesi ne olacak diye. Lord Curzon:
“Azınlık kaldı mı ki, ne olacağı
meselesi olsun?” dedi, “Çünkü Anadolu’daki Rumlar, muharebe sonunda
çekilmişlerdi, Türklerle kendiliğimizden mübadele yapmıştık. Öyle bir mesele
yok ve dediğim doğru.” dedi.
“Kapitülasyonları kabul etmeyiz.”
dedim.
“Canım, edersiniz, dedi, nesi var
kapitülasyonların?”
“Nasıl nesi var?...”
Bu bizim için esaslı meseleydi.
“İstiklâl savaşı yaptık biz. Bizden
ayrılıyor bir devlet. Daha yeni doğmuştur. Tam müstakil bir devletin bütün
haklarını alıyor, gümrük hakkını alıyor, vatandaşlık hakkını alıyor, adalet
hakkını alıyor… Neden Türklere bunu böyle tanımıyorsunuz?”
“Bir çare buluruz” dedi.
“Çaresi yok bunun, ne çare
bulacaksınız?”
“Canım, geçici bir şey, tekrar buluruz”
dedi.
Hulâsa, ne söylersem olur, olur diyor,
olmaz diyorum, olur diyor. Böyle ayrıldık.
Sonra, orada tanıştığımız Fransızlar
var, onlarla görüştüm.
“Nasıl buldun?” dedi.
“Poincaré ile konuştum. Poincaré’yi kapitülasyonlar meselesinde
musir gördüm. O olmazsa hiçbir şey olmaz!” dedim.
“E, neye atfediyorsunuz?” dedi. Onu
konuştuk.
“E, neye atfediyorum,
kapitülasyonlardan vazgeçmiyor!”
“Bilmiyorlar, dedi, bizim devlet
adamları, bu Anadolu harekâtı nedir, başında bulunan adamlar nedir, bilmiyorlar,
cahildirler, dedi. Zannediyorlar ki, orada hakikaten eşkıya dağa çıkmıştır ve
muvaffak olmuştur.”
“Öyle değil” dedim.
“Bunu bilmiyorlar, dedi, ne yapacaksın
sen? Kısa bir zamanda kapitülasyonlar vs. meselesi gelecek.”
“Olmuyor, dönüp gideceğim, dedim, başka
çare arayacağız, buluruz, dedim, her halde kabul etmeyeceğiz.” dedim ona.
“Sakın kısa zamanda bırakıp gitmeğe
kalkma, dedi, adam bir şey için söylemiyor, bilmiyor; cahil… Bu konferansı
yıpratmak lâzımdır, dedi, ısrar edeceksin, söyleye söyleye anlatacaksın…”* dedi.
Böyle kaldı. Ama bu, benim zihnimde bir
yer yaptı. Çok sıkıştırdıkları zaman ilişkiyi koparmıyorum, fakat davada ısrar
ediyorum. Askerî kuvveti, yani muharebe kuvvetini icbar etmek, iradesini kabul
ettirmek… Bu şart olmazsa, iki memleketin, iki politika tarafının bir konu
üzerinde anlaşması son derece güç. Nuh deyip peygamber demezler. Kendisi
tasavvur ettiği şeyi istihsal etmeğe çalışır. Mutlaka onu kabul ettirecek,
onunla muvazene temin edecek… Bir karşı menfaat bulunmak lâzım: Ya, iki tarafın
müsavi derecede istifade edeceği bir konudur, anlaşmak kolaydır, ya da böyle
olmaz da bir pazarlık mevzuu olursa, o pazarlıktan netice almak son derece zor,
son derece zor! Müsavi şartlarla konferansa başladık. Biz müsavi şartlarla
diyoruz ama, o dört sene harp etti, bütün Arabistan’ı işgal etti, müsavi
şartlarla demiyor, galebe ettim diyor. İçinde, mağlup olmuş Yunanistan… O
kendisi öyle anlıyor. Böyle olunca son derece güç, son derece güç! Ama onun
vasıtaları da var.
Lozan konferansında arada (Şubatta)
kopma oldu, ayrılma oldu. Meselâ, bahsettim; kapitülasyonların kalkmasını kabul
etmiyorlar. Promajo isminde bir Fransız hukukçusu var, Hariciye hukuk müşaviri
imiş. Çok anlatır bana. Kapitülasyonlar maddesini söyleriz, “Yazın”, der,
kapitülasyonlar maddesi:
“Kapitülasyonların ıslahı ve
kaldırılması için zemine girmek üzere…” İşte şöyle olur, böyle olur…
“Canım, kaldırılması zeminine girmek
falan yok! Kaldırılmıştır! Niye bunu demiyorsunuz?”
“Canım, hukuk dili bu, olmaz ki böyle
şey… Hukuk dili…”
Hulâsa, dokuz ay, hukuk dilini
öğrenemedim… “Tali komisyon”da uzun boyla konuştuktan sonra olmadı. Sonra bir
gün, kapitülasyonlar maddesini yazmak için Promajo bana geldi:
“Nasıl istiyorsunuz?” dedi.
“Yazın! dedim, kapitülasyonlar
kaldırılmıştır! Lağvedilmiştir!”
Daha bilmem ne falan… “Bitti, yoktur
böyle bir mesele!” dedim.
“Peki, böyle yazalım.” dedi.
“Ne oldu, hukuk diline uydu mu?” dedim.
“Karar verdiler, dedi kapitülasyonları
kaldırmaya karar verdiler.
“E, demek şimdiye kadar karar
vermemiştiniz?” dedim.
“Vermemişlerdi…”
Hukuk dilidir diye “kıyamet”i kabul
ettirmeye çalışıyorlar. Bu tarzda kapitülasyonlardan çıktık.
Neye güveniyorlardı? Harpte padişah
onlarla beraberdi. İstanbul hükümeti, harbi kazandırmak için iç isyanlarla her
türlü zulmü yaptı. Cumhuriyet… Yoktu bizde böyle bir fikir. Yani şahsî bir
fikrimiz olsa bile, hükümet şekli değişecek… Böyle bir şey düşünülerek Millî
mücadele yapılmamıştır. Millî mücadele; Türkiye’nin yaşama hakkı kabul edilmemiştir,
Türk devleti kaldırılmağa karar verilmiştir müşahedesine, davasına isabetle
teşhis koyduktan sonra, müdafaa vasıtası olarak gelmiştir. Cumhuriyet, müdafaa
rejimi olarak gelmiştir. İmparatorluk, Türk devletinin taksimini Türk milletine
kabul ettirmek için düşmanlarla işbirliği yaparak, onlara yardımcı olarak
mücadele etmiştir. Hanedan bunu yapmıştır, rejim bunu yapmıştır. [Bunun
üzerine] Türk milleti ayaklanmıştır ve Birinci Cihan harbi dört sene devam
ettikten sonra, İstiklâl savaşı olarak, 1918’den 1922’ye, 1923’e kadar, dört
sene, beş sene daha devam etmiştir.
* * *
Şimdi, bu elli sene zarfında ne netice
aldık? Benim kaanatimce biz, bizzat demokratik rejim bakımından da bu elli sene
içinde müspet netice almışızdır. Bugün seçim oldu, neticeleri alındı. Şu
şekilde, bu şekilde… Tek dereceli seçim yapıyoruz ve neticesini ilân ediyorlar.
Herhangi bir yerde, seçim yanlış oldu, hatalıdır şikâyeti var mı? Çok partili
hayata girmeğe karar verdiğimiz zaman 1946 seçimlerini yapmıştık. Seçim
yanlıştır diye şikâyet etmişlerdi. Sonra toplandık. Ben o zaman reisicumhurdum.
Yanlış olmuştur diye şikâyetler var. Bu şikâyetleri bertaraf etmek için ne
lâzımdır? Çaresi? Adaletin murakabesi altında olsun dediler. Bir kısım
vatandaşlar, politikacılar katiyen istemiyorlardı. Mademki bu emniyet
getirecektir, bunu yapalım diye ısrar ettim. Adaletin kontrolü altında seçim
yapılıyor. Tek dereceli seçim görülmemiş bir şeydir. Doğru dürüst yapılmasıyle
böyle bir mesele kalmadı. Tek dereceli seçimle Cumhuriyet seçim yapabiliyor ve
netice alınıyor.
Cumhuriyet ilkeleri muhafaza edilmek
esastır. Cumhuriyet ilkeleri üzerinde çok partili hayata girdik. Münakaşası
serbest olduğu halde Cumhuriyet ilkeleri üzerinde münakaşa çıkmadı, henüz
çıkmadı. Tek parti devrinde, dokunulamayan konulara, tek parti olduğu için
dokunulmuyor denebilirdi. Çok partili hayata girmekte asıl maksat da buydu.
Herkes serbest olsun, her fikir söylenebildiği zaman ne oluyor, [buna ne kadar alışılmıştır],
böyle girdik [çok partili hayata]. Elbette Cumhuriyet için, din ve dünya
işlerinin ayrılması için konmuş olan ilkeler bugün münakaşa konusu değildir ve
münakaşa konusu yapmak için arzular gizli haldedir, açığa vurulmayacak kadar
zayıftır. Bu büyük bir terakkidir. Cumhuriyet ilkelerini muhafaza edebilirsek
biz, iç buhranlara çare bulabiliriz.
Ancak bu sayede, Lozan muahedesinde
başlıca [edindiğim] tecrübeyi, Lord Curzon’un bana verdiği bir dersi
söyleyeyim:
“Memnun değiliz Lozan muahedesinin müzakeresinden.
Hiçbir dediğimizi yaptıramadık. Reddettiklerinizin hepsini cebimize atıyoruz.
Harap bir memleket alıyorsunuz, bunu kalkındırmak için mutlaka paraya
ihtiyacınız var. Bu parayı almak için gelip diz çökeceksiniz. Cebime
attıklarımın hepsini çıkaracağım size” diyordu [Lord Curzon] “Hepsini vereceğim
size…”
Bu, benim kafamda daimî bir yer
etmişti. Dışarıdan yalnız para verenin, yalnız para muamelesi yapması son
derece güç bir şey. O, parayla beraber bir ek menfaat istiyor. Muhitine göre,
meselesine göre kabili tahammül olur veya olmaz, istiyor.
Bunu bana söyledi. Bundan sonra biz
Cumhuriyet’i elli sene tatbik ettik, bu müddet esnasında yatırım yaptık,
demiryolları yaptık, demiryolları satın aldık, endüstriler kurabildik. Şeker
endüstrisi, dokuma endüstrisi vs. gibi mütevazı endüstriler.. Diğer
endüstrileri kurmadan yapamayız. Bu endüstrileri kurmak için, demiryollarını
satın almak için, yeni demiryolları yapmak için istikraz mı ettik? İstikraz
etmedik, hiç birini istikraz etmedik. Kendi paramızla yaptık. Gayet basit bir
usulüm vardı benim. Malî intizam her şeyin üstündedir devlet idaresinde. Benim
usulüm: Her bütçenin mutlaka yatırım payı olmalıdır. Ne kadar gelir var? Yüz
milyon gelir var. Yüz milyon gelir, memleketin ihtiyacına yetmiyor bile. Ne yapacağız?
Benim usulüm bu: Yüz milyon gelir var. İyi. Doksan milyon gelir olsaydı, onunla
da gelir ihtiyacı tamamıyle karşılanıyor mu? Karşılanmıyor. Bu, on milyon daha
eksik olsaydı, ihtiyacı nasıl karşılarsak, bu on milyonu yatırım olarak yeni
işe ayırmak lâzımdır. Memleket, malî işini intizama koyabilir, kalkınma için
para bulabilir. Fakir olduğu nispette, kalkınma için içinden bulacağı para az
olur, ama kalkınır. Fakir olduğu için, zenginin on senede yapacağını, bu elli
senede yapar. Ama yapar! Ama hiçbir yatırım yapmayan bir bütçe ile memleket
idare olunursa, sadece yer ve ilânihaye o halde kalır. Basit bir şey gibi
görünür; bunu yaptığın zaman, plan fikri buradan doğuyor, yatırım fikri buradan
doğuyor. Beş’le başladığın zaman, iki sene sonra altı oluyor.
* * *
Arkadaşlarım, belki daha muntazam bir
konuşma istiyordunuz benden. Başlıca meseleleri, askerî meseleleri ve Lozan
Konferansı meselelerini, ihtiyaçlarını anlattım. Lozan muahedesi hemen tasdik
olunmadı. Biz tasdik ettik. Diğer âkitlerin, imza sahiplerinin meclislerinde
tasdik olunması için hemen bir seneye yakın sürüklediler. Niye sürüklediler?
Eski Türkiye’yi bilerek kabul olunan maddeler, iç karışıklıklardan dolayı
tatbik olunmayacak, yeniden karışıklıklar çıkacak, yeniden ihtiyaçlar çıkacak.
Bu ihtiyaçlar karşısında bunlardan, aldıklarından, pazarlık eder, gelir alırız.
Hiç şüphem yok. Bu, kafamın içinde vardır. Bununla ellinci seneyi bulduk.
İyimser bir vaziyetteyim. Mutlaka Cumhuriyet’i korumağa mecburuz. İlkelerini
korumağa mecburuz. Bu ilkelerin de, Cumhuriyet’te Atatürk hareketinin de,
kendisi hayattan çekilip de yalnız eserleri kaldıktan sonra, Atatürk isminin ve
hareketlerinin münakaşa ve tenkit konusu olmak vasfı, niteliği kalmamıştır,
müşterek mal olmuştur. Cumhuriyet’le beraber müşterek millet malı olmuştur.
Bütün münakaşalar, ihtilâflar, siyasî mücadeleler o hudut içinde kalacaktır. Bu
ümitteyim. Cumhuriyet’in geleceği emniyetli görünür. Sağlam bir Cumhuriyet
kurulmuştur. Vatandaşlarımız bunu şerefle muhafaza edeceklerdir.
Teşekkür ederim, arkadaşlarım…
Kaynakça
· İnönü Vakfı Arşivi
· Ayın Tarihi Dergileri; Matbuat Umum Müdürlüğü/Basın
Genel Direktörlüğü Yayını, Sayı: 4, 1 – 31 Mart 1934 ve Sayı: 3, 1 – 31
İlkkanun (Aralık) 1936
· Ulus/Barış Gazeteleri (1961 – 1971)
· İsmet İnönü’nün TBMM’deki Konuşmaları, Birinci Cilt (1920–1938); Hazırlayan:
Ali Rıza Cihan; TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları No: 56, Ankara
1992
· Lozan Konferansı ve İsmet Paşa; Hazırlayan:
Ali Naci Karacan; Bilgi Yayınevi, Üçüncü Basım Temmuz 1993 (Birinci Basım 1943,
İkinci Basım 1971)
· 70. Yıldönümünde Lozan; Hazırlayan:
Mehmet Özel; Kültür Bakanlığı Yayını, 1993
· Lozan Konferansı; Tutanaklar-Belgeler; Çeviren Seha
L. Meray; Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, No: 291,
Takım: I, Cilt: 1, Kitap: 1, 1970
· Bilal
N. Şimşir; Atatürk ile Yazışmalar I / 1920 – 1923;
Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara – 1981
· Bilal
N. Şimşir; Lozan Telgrafları, Cilt I (Kasım 1922 – Şubat 1923); Atatürk
Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu – Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1990
· Bilal
N. Şimşir; Lozan Telgrafları, Cilt II (Şubat –
Ağustos 1923); Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu – Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara 1994
· İsmet Paşa’nın Siyasi ve İçtimai Nutukları 1920 –
1933; Ankara Başvekâlet Matbaası, 1933
· Muhalefetde İsmet İnönü – Konuşmaları, Demeçleri,
Mesajları, Sohbetleri ve Yazılarıyla; Derleyen: Sabahat Erdemir; M.
Sıralar Matbaası, İstanbul 1956
· Muhalefetde İsmet İnönü – Konuşmaları, Demeçleri,
Mesajları, Sohbetleri ve Yazılarıyla 1956–1959; Derleyen:
Sabahat Erdemir; M. Sıralar Matbaası, İstanbul 1959
· İhtilalden Sonra İsmet İnönü, 27 Mayıs 1960–10 Kasım 1961/
Konuşmaları, Demeçleri, Mesajları, Sohbetleri ve Yazılarıyla;
Derleyen: Sabahat Toktamış; M. Sıralar Matbaası, Ekim 1962
· İsmet
İnönü; Hatıralar, 2. Kitap;
Yayıma Hazırlayan: Sabahattin Selek; Bilgi Yayınevi, Birinci Basım: Kasım 1987.
· İsmet
İnönü; Televizyona Anlattıklarım;
Hazırlayan: Nazmi Kal; Bilgi Yayınevi, Birinci Basım Aralık 1993
· Türkçe Sözlük (Yeni Basım); Türk Dil Kurumu
Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara–1988
· Yeni Türk Lûgati; İbrahim Alâettin,
Ali Sedat, S. Tevfik, K. Sadi; Kanaat Kütüphanesi, 1930
· Mustafa Nihat Özön; Osmanlıca – Türkçe Sözlük; İnkılâp Kitabevi, 2.
Basım, Ekim 1955 – 8. Basım, Mart 1997
· Ferit Develioğlu; Osmanlıca – Türkçe Ansiklopedik Lûgat; Yayına
Hazırlayan: Aydın Sami Güvençal; Aydın Kitabevi Yayınları, 14. Baskı, 1997
· Osmanlıca–Türkçe, Türkçe–Osmanlıca Kılavuz Sözlük; Hazırlayan: Yaşar Nabi; Varlık Yay., İkinci Baskı – İstanbul, 1968
· Ali Püsküllüoğlu; Öz Türkçe Sözlük; ABC Kitabevi, 9. Baskı,
İstanbul, 1989
· Resmi Yazışmalar Sözlüğü, Osmanlıca – Türkçe; Hazırlayan: Cahit Öztelli, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1969
Sözlük
A
âcil
: ivedi
acz/aciz
: güçsüz, güçsüzlük durumu
adalet
: hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme, doğruluk
addetmek
: saymak
aded
: sayı, rakam tane
âdem–i
: insana ait, insanla ilgili. yokluk, bulunmama. (kullanıldığı sözcüklerle
birlikte onları olumsuzlaştırarak tamlama oluşturur.)
âdem–i
kifâyet : yetmezlik
adet
: alışılmış şey. görenek
âdi
: alışılmış. bayağı, değersiz. âdet olan
adil
:eşit, eş
adilane
: adaletliye yakışırca, doğrulukla
adlî
: adalet ve adalet işleri ile ilgili
adliye
vekili : adalet bakanı
âfet
: doğa olaylarının neden olduğu yıkım
affı
umûmî : genel
af, büyük bağış
afiyet
: esenlik, iyi dilek sözü
agyar/ağyar
: gayr’ın çoğulu. (eskiden) başkaları, yabancılar, eller)
ağa
: kırsal kesimde varlıklarından dolayı etkin olan kimse
ahali
: bir yerde oturanların tümü, halk
ahd/ahid/t
: kendi kendine söz vererek bir işi üzerine alma. söz verme. and.
anlaşma/antlaşma. devir, zaman, gün
ahdân
: dostlar, yoldaşlar, yaşdaşlar
ahdi
: antlaşmaya göre, antlaşma gereği olan
ahenk
: uyum
ahidnâme
: anlaşma/antlaşma şartlarını ve tarafların imzasını içeren yazılı belge
(anlaşma /antlaşma)
ahir/en
: en son, son zamanlarda, son günlerde. (sonradan)
âhire
: son
ahkâm
: yargılar, hükümler
ahlâk
: benimsenen bireysel ve toplumsal davranış belirlenimi
ahval
: durumlar, haller
ahz
: alma, kabul etme. tutma, tutulma
âid
: geri gelen, geri dönen. bir kimse veya şey ile ilgili olan. ilişkin,
dolayı, için, üzerine
ajans
: haber toplayan ve yayan kuruluş
akabinde
: ardından
akamet
: kısırlık, verimsizlik. başarısızlık, sonuçsuzluk
akça/akçe
: madeni para
akd/akid/t
: bağ, bağlama, bağlanma, düğümlenme. bağıt, sözleşme, ön sözleşme
akdem
: ilk önce, önceki, daha önceki
akıl
: us. bellek
akibet
: son, bitim
akis
: yankı, yansı
aklı
selim
: sağduyu(lu)
aksam
: bölükler, parçalar
aksetmek
: yankılamak, yansıtmak. ulaştırmak, duyurmak
aksülamel
: tepki, reaksiyon
akvam
: kavim, budun,
ulus, uluslar
a’lâ
: daha, en, pek
yüksek
âlâ
: bağışlar, ihsanlar
alâ
: rütbece büyüklük, şeref, şan/san. üst, üzere
alabanda
: deniz teknelerinin iç yanları. gemideki toplarla birden ateş edilmesi. iskele
dümenini çeşitli yönlere çevirme
alâ
hâlihi
: olduğu gibi
alâka
: ilgi
alâkadar
: ilgili
alâka–dârân
: ilgililer
âlâm
: elemler, üzüntüler, acılar
alâmet
: işaret. iz. sembol
alâyiş
: bulaşıklık, bulaşma. debdebe, gösteriş
alelâde
: olağan. bayağı, sıradan
alelfevr
: derhal, defaten, birden
alelıtlak
: genel olarak. mutlaka. nasıl olursa olsun. rastgele
alelûmum
: genel olarak
âlem
: yer ve gökyüzündeki yaratık ve nesnelerin bütünü, evren. dünya
alemdâr
: bayrak taşıyan (bayraktar)
aleni
: açık, saklanmayan
âlet
: el ile kullanılan nesne. araç, iş aracı. hoş olmayan bir şeyi yapmaya araç
olan
aleyh/te
: karşı, karşıt. (karşıt olma/olan)
âli/aliye
: yüce, yüksek
âlicenap
: ulu gönüllü. onurlu. cömert
alim
: bilen, bilici
âlim
: bilgin
âmade
: hazır
aman
: yardım, bağış, rica, usanç, öfke, dikkat, beğeni vd. anlatır
amân/eman
: eminlik, korkusuzluk. bağış, bağışlama
amelî
: pratik, yapma/yapılma
ameliye
: eyleme ilişkin olma işlemi, pratik, kılgı
amîk
: derin. ince, inceden
âmil
: yapan, etken etmen
âmir
: buyurucu. yönetici
amiral
: deniz kuvvetlerinde generale eş rütbe (deki subay)
amme
: genel, herkesin olan, kamusal
amortisman
: taşınmazların yıllık aşınmalarına karşılık ayrılan pay. faiz işlemesine son
vermek için tahvilin birden ödenmesi
an’ane
: gelenek
anânât
: söylentiler. gelenekler
ananevî
: gelenek ile ilgili olan, geleneksel
anasır
: unsurlar, ögeler
anlaşma /
antlaşma
: anlaşma, uyuşma (itilaf). [antlaşma: yürürlüğe girmiş, tam
onaylanmış anlaşma]
âra
: “bezeyen, donatan, süsleyen” anlamlarıyla birleşikler oluşturur
ara
: oylar, düşünceler
arâzî
: yerler, topraklar
arı
: temiz. arınmış, katışıksız, saf. kusursuz
arıza
: engebe, aksama, aksaklık
arızi
: sonradan olan, dıştan gelen. geçici, eğreti
ariz/ü
: geniş, etraflıca, enine boyuna
arz
: dünya, yeryüzü. toprak. ülke. en, genişlik
arz
: sunu, sunmak. saygı ile bildirim
arzî
: toprağa ait, toprakla ilgili
arziyye
: toprakla, topraktan yetişen
asab
: sinir, damar
asalet
: soyluluk. bir görevin asıl sahibi
asar
: yapıtlar, yapılar, eserler. izler, belirtiler. öyküler anlatılar,
gelenekler
asayiş
: güvenlik
asgari
: en az, en aşağı, en azından
asır
: yüz yıl
asîl
: soylu. yüksek duygulu
asli
: asıl, kök, temel, kural vb. ilişkin
aslî
:asla mensup, özel, seçkin
asliye
: en önceki, ilk
asri
: çağcıl, çağdaş
asya
: değirmen. kıta adı
aşikâr
: açık, belli, meydanda
atf/etmek
: ilgi/bağ kurmak. yöneltmek, yüklemek
atfen
: mal ederek, yükleyerek
âti
: gelecek, yarın
avam
: halk. halkın alt tabakası
avâmil
: nedenler. işleyenler, Arapça’da sözcük sonlarının okunuşuna etki eden
gramer konusu. vâliler
avdet
: dönüş, geri gelme
ayan
: açık seçik, belli, belirli olmak
âyan
: ileri gelenler, ulular. senato üyeleri
aza
: üye, uzuv
âzâde
: özgür
azamet
: ululuk, büyüklük gurur. görkem
âzami
: en yüksek, en fazla
azayı
kirâm :
değerli [...] üyeler
azımsama
: umulandan az bulma
âzim
: niyetli, kesin karar veren
azîm/azîme
: büyük, ulu, iri
âzime
: kıtlık yılı. azı dişi
azîme
: sebat, kararda kesinlik. efsun, tılsım. büyük iş, büyük kusur. büyük
bela
azîmet
: gidiş, gitmek
aziz
: değerli
B
bâb
: kapı. (kitaplarda: bölüm, başlık, konu, özellik)
bâb–ı
âli
: Osmanlı’da sadrazamlık, içişleri ve dışişleri bakanlıkları ile devlet
meclisinin bulunduğu bina. Osmanlı hükümeti
ba’dehû
: ondan sonra
bahane
: gerçek neden gizlenerek ileri sürülen neden
bahis
: konu, söz. savında haklı çıkacak olana bir şey verilmesini benimseyen sözlü
anlaşma
bahr
: deniz. büyük göl veya nehir
bahr–î
sefid : akdeniz
bahr–î
siyâh : denize ait,
denizle ilgili
bahriye
: donanmaya, deniz kuvvetlerine ilişkin işler
bahş/etmek
: bağışlamak, sunmak
bahtiyar
: mutlu
bahusus
: ile. hele. özellikle, üstelik
bais
: sebep, neden, gerektiren
banker
: banka sahibi. bankacı. para, altın ticareti yapan. çok zengin
bâr
: tanrı. yağdıran, serpen, saçan, döken. hava basıncı birimi. tortu
bari
: hiç olmazsa, bir defa, keşke
bariz/e
: açık, belirgin
basiret
: öngörü, biliş, uzgörü
baş
murahhas : baş delege
başvekâlet
: başbakanlık
başvekil
: başbakan
bayındır
: gelişip güzelleşmesi için üzerinde çalışılmış olan
be
: sözcüklere –e, – kadar anlamını verir
bedâhet
: birdenbire konuşma. apaçıklık
bedbin
: kötümser, karamsar
bedel
: karşılık, karşı. Bir şeyin yerini tutan, yerine verilen şey
beevvel
: evvelve, önce
behemehal
: herhalde, mutlaka
beka
: devam, süreklilik. kararlılık. önceki durumda kalma
beliyye
: felaket, üzüntü, kaygı
ber
: “götüren, ileten, alan” anlamlarını katarak sözcüklere girer..
ber
: gögüs, sine. meyva. meme. kucak. yaprak. genç kadın. ev kapısı.en
beraâ/beraât
: yetenek, olgunluk, iyilik, güzellik
bergüzeşt
: baştan geçmişce
bergüzide
: seçilmiş, seçkin
berî
: salim, kurtulmuş.
temiz, arı
berrî
: kara, toprak ile
ilgili
bertaraf
: bir yana atılan.
şöyle dursun,
gerekli değil, ne
ise ne..
ber–vech–î
âti : aşağıda olduğu
gibi
beşer
: insan cinsi
beşeri
: insan(lık) ile ilgili, insani
beşeriyet
: insanlık
beyan
: anlatı. tanıtlama
beyanat
: resmi açıklama
beyanname
: yazılı resmi açıklama, bildiri
beyhude
: boşuna. yararsız, anlamsız
beyn
: ara, aralık. arada, araya, arasında
beynelmilel
: uluslararası
bezl
: bol bol verme, saçma
bi
: sözcük başlarında –e durumuna getirir, –ile, –için anlamlarını
vererek –be ebatıyla aynı işlevi görür
bidayet
: başlangıç
bihakkın
: yerinde olarak
bil
: ile anlamına gelir
bil’âhire/bilâhare:
sonra, sonradan, sonunda
bil’icma
: dağınıklığı gidermek için
bilâ
: –siz. (bilâ–bedel: bedelsiz)
bilâd
: memleketler, ülkeler, kentler, ilçeler
bilâ–hak
: haksız
bilâ–irade
: iradesiz, istençsiz
bilâ–istisna
: istisnasız, ayrım yapılmaksızın
bilâ–kayd ü
şart : kayıtsız ve koşulsuz
bilâ–kayd
: kayıtsız, ilişiksiz, aldırmaz
bil–akis
: aksine, tam tersine..
bilâ–vasıta
: vasıtasız, araçsız, doğrudan doğruya
bil–cümle
: hep, bütün, toptan (cümleden)
bi–l–f’il
: gerçek olarak, gerçekten, sözle değil gerçekten yaparak
bil–hassa
: özellikle
bil–hesap
: hesapça, hesap ile
bil–istifade
: yararlanarak
bil–mecburiye
: zorunlu olarak
bil–mükabele
: karşılık olarak
bil–münasebe
: sırası gelince
bil–vasıta
: araçlı, araç ile
bî–muhâbâ
: çekinmeyerek, korkmadan, sakınmadan
bin
: “ile” durumlarını karşılar ve şemsiye harfleriyle başlayan sözcükleri zarf
yapar (bin–netice: netice olarak)
binâen
aleyh : bununla, bundan dolayı, bunun
için, bunun üzerine
binâen
: dayanarak, yapılarak, dolayı
bi–nihâye/t
: sonsuz, pekçok
bin–nazariye
: nazari (kuramsal / teorik) olarak
bin–netice
: sonuç olarak
birincikânun
: aralık ayı
birinciteşrin
: ekim ayı
bit–
: –ile, ederek anlamlarına gelip, eklendiği şemsiye harfleriyle başlayan
sözcükleri zarf yapar
bi–taraf
: yansız, tarafsız(lık)
bi–t–tab(iî)
: doğal, doğal olarak
biz–
: –ile, –rek anlamlarına gelerek eklendiği şemsiye sözcükleri zarf yapar
biz–zarûre
: ister istemez
bizzat
: kendisi, kendi
buhran
: bunalım
burhan
: kanıt, belgit
C
caiz
: olabilir, uygun
cami
: derleyen, toplayan. içine alan, içinde bulunduran
camia
: toplum, topluluk, zümre
cari
: akan. olagelen, geçen, yürürlükte olan
cebel
: dağ, sahipsiz toprak
cebren
: zorla, zoraki, gücün
cebri
: zorla yapılan, yaptırılan
cedide/n
: yeni. yeniden, yeni olarak
cefa
: büyük sıkıntı, üzgü, eziyet– görmek/etmek
celb
: getirme, kendine çekme. yazılı çağrı
celbetmek
: yazılı çağrı yapmak. (dikkat çekmek, dikkate çağrı yapmak)
celse
: oturum
cem
: toplama, bir yere getirme. çoğul. toplam
cem’iyyet–i
akvâm
: uluslar topluluğu, (eski) uluslar birliği örgütü
cem’iyyet–i
beşeriye
: insan topluluğu. kurum, dernek
cemahir
: cumhur, cumhurlar, cumhuriyetler
cemiyet
: toplum, dernek
cenup
: güney
cephe
: yüz, alnaç. savaş yapılan bölge. yan, taraf. bir düşünce çevresinde sağlanan
beraberlik
ceraim
: suçlar, cinayetler
cereyan
: akma, akış. akım
cerrâr
: çekici, sürükleyici. dilenci. savaş araçlarıyla donatılmış ordu.
cetvel
: çizelge
cevaz
: izin
cidal
: savaşma. ağız kavgası, çekişme
cihan
: (dünya). evren, acun
cihaz
: aygıt, alet, takım
cihet
: yan. yön
cumhur
: halk
cumhurreisi
: cumhurbaşkanı
cûyân/e
: arayıcı, arayan
cümle
: dizge, sistem. tümce. bütün, hep
cünha
: küçük hata, küçük kusur, suç
cüret
: korkmaksızın ileri atılma, ataklık
cürüm
: suç. yanlışlık, kusur ya da hatadan doğan durum
cüz–i
: bütünü oluşturan parçalardan her biri
cüz–ü
tam :
tamlık, bütünlük. birlik
Ç
çehre
: yüz, sima
D
dahil
: bir işe karışmış olma, karışma. iç, içeri. içinde olmak üzere ile birlikte (“bugün dahil”..)
dahili
: iç ile ilgili, içerde. içsel
daim
: sürekli, sonsuz
daima
: her zaman, sürekli olarak
daire
: çember. bölge. (çalışma yeri)
dâmî
: tuzakçı, avcı
dâr
: ev. yer. yurt
dar
: ölçüleri/genişliği yetersiz olma
dâr–ül–fünûn
: üniversite
dâva
: sava, sav. hak arama
def
: öteye itme, savma, savulma. verme. ortadan kaldırma. giderme
defaten
: bir defada, birden
delâil
: kanıtlar, tanıtlar
delâlet
: kılavuzluk, aracılık. işaret etmek, yol göstermek
delil
: kanıt, tanıt
derakap
: ardı, arkasısıra, hemen
derc
: sokma, araya sıkıştırma. gazete, dergi, kitaba koyma. toplama, biriktirme
derece
: basamak, kerte. derece. rütbe sırası. değer, miktar
derece–i emniyet:
güven/güvenlik derecesi, güven ölçüsü, kertesi, aşaması
derhatır
: anımsama
der–miyân/etmek:
ortada, ortaya koymak, öne sürmek, ileri sürmek
derpiş
etmek : gözönünde tutmak, gözetmek, öngörmek
deruhte
: üstlenme. sorumluluğu benimseme
derun
: iç taraf. yürek
devair
: devir
devir
: zaman, çağ (dönümü)
devre
: çevrim. yıl/yıllardan oluşan zaman süresi, dönem
diplomat
: ülkesini temsille görevli
dirayet
: akıl, zeka. yetenek
diriğ
: esirgeme, esirgenme
divan
: üst düzey devlet yöneticilerinin kurduğu büyük meclis
dominyon
: ingiliz uluslar topluluğuna üye ülkelere verilen ad
donanma
: deniz kuvvetleri, savaş gemileri
döviz
: ülkeler arası ödeme yapmakta kullanılan para. yabancı para..
duçar
: ulaşmış, buluşmuş. yakalanmış, tutulmuş
duhul
: içeri, içine girme
dûr
: uzak. (uzağı görmek). evler, bölgeler
düvel
: devletler
düvel–i
i’tilâf : uyuşmuş, anlaşmış devletler
düvel–i
müttefik/a: ittifak etmiş devletler
düyûn
: borçlar
düyunû umûmiyye:
genel borçlar (kamu/devlet borçları)
düyunû umûmiyye–î
osmaniye: osmanlı imparatorluğunun yabancı ülkelerden aldığı borçlara karşı
gösterdiği gelirleri toplayan, yabancı ülke memurlarının yönetimi altındaki kuruluş
E
ebedi
: sonsuz, ölümsüz
ebediyen
: sonsuza dek, sonsuzca
ebediyet :
sonsuzluk
ecanip
: yabancılar, başka devlet uyruğunda olanlar
ecnebi
: yabancı
edebiyat :
yazın
efkârı
umumîye : kamu oyu
efrat/d
: bireyler, kişiler, kimseler. erler
ehemmiyet
: önem, değerlilik
ehil
: topluluk. yeterli veya yetkili olma
ehliyet
: yeterlik, yeterliklilik
ekalliyet
: azınlık
ekim
: ekme işlemi, toprağa tohum atma
ekseri
: en çok, çoğunlukla
ekseriyet
: çoğunluk, çok defa
el
: arapçada “harf–i tarif” olup, sözcüklerin başında onlara anlam verir
el’ân
: şimdi, şimdiki durumda, henüz, hâlâ, daha..
el’hâsıl
: sonuçta, sözün kısası, özeti, uzatmayalım..
elem
: acı, kaygı
elim
: acı çekme (durumu)
el–yevm :
bugün, bugünkü günde, hâlâ, henüz, şimdi, şu anda, şimdiki zamanda
elzem
: zorunlu/luk
emanet
: inam. inanıp (bir şeyi) bırakmak
emare
: belirti, iz, ipucu
emel
: gerçekleştirilmesi zamana bağlı istek
emlâk
: ev, arazi vb. sahip olunan varlıklar, mülkler
emniyet
:
güvenlik
emrivaki
: oldu bitti, olup bitti yaratma
emsâl
: benzerler. yaşıt, eş, denk. örnek
emvâl
: mülkler, para ile alınan şeyler
endişe
: düşünce. tasa, kaygı, kuşku, korku
endiş–nâk
: düşünceli, üzüntülü, sıkıntılı, kaygılı
endüstri
: sanayi
enteresan
: ilgi çekici, ilgi
enternasyonal
: uluslararası
erkân
: bir topluluğun önde gelenleri. başkanlar. general–amiral rütbesindeki askerler.
yol, yöntem. temeller, esaslar
erkânı harbiye reisi:
genel kurmay başkanı
erkânı
harbiye : askerlik öğretimi görmüş subaylar grubu.
(genel kurmay kısaltması olarak da kullanılmaktadır.)
erkânı harbiyei
umumiye: genel kurmay (başkanlığı)
erkânı
harp : kurmay,
kurmay (subay)
esas/at
: ana, öge, temel. doğru biçim. temel alınan, başlıca, asal
esbab
: nedenler. araçlar, gerekler
eslaf
: resmi görevlerde birinden önce bulunmuş olanlar, yerlerine geçilmiş kimseler.
esman
: tutar, elde edilen tutar
esna
: an
eşhas
: kişiler, şahıslar, bireyler
eşkâl
: şekiller, biçimler
eşrâf
: onur ve saygınlık sahipleri
evâmiri
: buyruklar, buyrultular
evham
: kuruntu. korku ve yanlıştan meydana gelen kuruntu
evlâ
: daha uygun, daha yaraşır, daha üstün
evsaf
: vasıflar, nitelikler
evvel
: birinci, ilk. önce
evvelâ
: ilkin
ezâ
: incinme, incitme, can yakma durumu
eziyyet
: incinme, incitme, can yakma durumu
F
faâl
: etkin, aktif
fahir
: fahreden, onurlu, şanlı..
fahr
: yapılanlar sayılarak övünmek. övünülecek şey. övünmeye neden olacak kimse. kendisiyle
ilgilileri övündürecek kimse
fahrî
: onursal. onursal bağlamla karşılıksız olarak yapılan şeyler
faide/fayda
: yarar, kazanç
fakir
: yoksul
falihayır
: hayırlı işaret, uğur sayma
faraziye
: varsayım
fârig
: vazgeçmiş, çekilmiş. rahat. boş, işsiz. tasarruf hakkını başkasına devreden
fârik/a
: benzerlerden ayırt edici durum veya öge
farzâ/fâraza
: farzedelim ki, diyelim ki, tutalım ki, ola ki farzetme/farzolma
fasıl
: bölüm, kısım, devre. belli bir sürede yapılan iş, karşılaşılan durum ya da
olay
fasıla
: aralık, ara, kesinti. (bölüm)
fecâyi
: belalar, öfkeler
feda
: bir amaç uğruna bir değer ya da varlıktan vazgeçme, uğruna verme. gözden çıkarma
fedakâr
: özverili
felâket
: büyük dert, bela
fen
: fizik, kimya, matematik ve biyolojiye verilen ad
fenni
: fen bilimlerinden elde edilen bilimsel verileri iş ve yapım alanında uygulama,
teknik. bilimsel bilgi
fer
: parlaklık, aydınlık. canlılık
feragat
: vazgeçme. tokgözlülük
ferah
: bol, geniş, rahat. sıkıntısız, tasasız, sevinçli olma durumu. gönül açıklığı
ferdâ
: yarın, yarınki gün, günün ertesi.. gelecek zaman..
ferik
: kolordu komutanı. korgeneral (birinci ferik), tümgeneral (ikinci ferik)
ferman
: yazılı padişah buyruğu
fert
: birey
fesadâmiz
: bozucu (davranış, tutum)
fesât
: bozukluk karışıklık çıkarma, ara bozuculuk
feth
: açma, açılma. başlama. ele geçirme, zaptetme
fetva
: şeriat esaslı yazılı yönerge
fevâid
: yarar(lar)
feveran
: fışkırma, kaynama durumu. ani öfke, parlama, köpürme
fevk
: üst, yukarı
fevkalâde
: alışılmış olandan ayrı, olağanüstü
fevr
: hemen, birdenbire, zaman geçirmeden
feyyaz
: çok verimli, gür
fırka
: grup.parti. asker tümeni
fıtrat
: yaratılış, oluş. yaratıcı güç
fıtrî
: yaratılışla ilgili. doğuştan
fî
: paha, değer
fi’l
: iş, kar, eylem. zamanla ilgili olup, anlama yol açan sözcük
fiilî
: edimli, eylemli, pratik olarak
fiiliyat
: gerçekten yapılan şeyler, işler
fikir
: düşünce
filhakika : gerçekten, doğrusu
fişek
: genellikle hafif ateşli silahlara konulan cephane, kurşun. şenliklerde kullanılan
yanıcı, patlayıcı maddeler
fürûğ
: aydınlık, parlaklık
G
gaflet
:habersizlik, boş bulunma. dalgınlık
gala
: resmi bir törenden sonra yapılan büyük ve gösterişli tören. bir oyun veya
gilmin ilk gösterim etkinlikleri
galat
: yanlış, kurala uymayan söz, tamlama, anlatım
galat–ı
rü’yet : renkleri doğallığından başka
görme, görme bozukluğu, yanıltısı
galebe
: yenme, yengi, üstün gelme
galibiyet
: yenme, üstün gelme
ganimet
: savaşta karşı taraftan ele geçirilenler. raslantısal kazanç veya olanak
garaz
: niyet, kötü niyet
gariz/e
: dogal eğilim, içgüdü, huy. kendiliğinden oluşma
garnizon
: bir kenti savunan veya orada bulunan askeri birlikler. askeri birliklerin bulunduğu
yer
garp
: batı
gaye
: erek, amaç
gayr
: başka, diğer. başına geldiği sözcükleri olumsuzlama
gayret
: çaba
gayrı
: artık
gayrıtabiî
: doğal olmayan
gayrimüsaid
: uygun olmayan
grup
: aynı yerde bulunan kimse ve nesneler bütünü, biraradalığı
gûn
: renk. gidiş, tarz, sıfat
gûnâ–gûn
: renk renk, türlü türlü. alaca
güzergah
: yol boyu, yol hattı
güzeşt
: geçme, geçiş. baştan geçmiş
güzide
: seçkin, seçme, seçilmiş
H
habbe
: tek bir tane. tahıl tanesi. taneler. evin
hacâlet
: utanma, utanç
hâcât
: hacetler, gereklilikler, gerekli nesneler
hacet
: gerekli olma, gereklilik. dilek.
had
: sınır. derece. yetki ve değer
hadis
: fıkra, öykü, haber
hâdise/hadisat
: olay(lar)
hafi
: gizli
haiz
: malik/sahip. taşıyan
hak/hakk
: doğruluk. doğru, gerçek şey. adalet. temel gerekler, gereksinimler. bir şeyin
karşılığı. pay
hakikat
: gerçek
hakikaten
: gerçekten
hakiki
: gerçek, sahici, asıl/tam
hakim
: (konusunda) bilgili
hâkim
: yargıç
hakimiyet
: egemenlik, egemen olma durumu
hal
: durum. oluş, bulunuş. şimdiki zaman.
hâlâ
: bu zamana kadar. henüz
halel
: bozma, bozukluk, bozulmak, zarara uğramak/uğratmak
halet
: durum
halet–i
ruhiye : ruhsal durum
halife
: müslümanların imamlığı ve şeriatın koruyuculuğunu yapan. hükümdar. Osmanlı padişahlarının
sanlarından biri. babıâli kalemlerinde yazman
hâlis
: karışık olmayan, katıksız. temiz, arı. duru. gerçek
hâlis–âne
: katıksız olarak. yürekten, yürek temizliği
hall/i
: çözme. çözüm, çözümü. açıklama
hâmil
: yüklü, yüklenmiş. taşıyan. üzerinde olan
hamiyet
: koruma
hande
: gülme, eğlenme. açılma
hane
: ev. bütünün küçük parçalarından her biri. basamak. (çeşitli adlara katılarak
ad takımları oluşturmada kullanılır: balıkhane, vb.)
hanedân :
hükümdar ve devlet büyüklerine dayanan soy, büyük aile. belli ve büyük soydan gelen
harap/b/e
: yıkıntı, yıkkın, viran
hararet
: ısı. sıcaklık. susama. coşkunluk, ateşlilik
harbiye
nazırı : savunma bakanı
harbiye
: savaş işleri. subay yetiştiren askeri yüksek okul
haricî
: dış
hariciye
nazırı : dışişleri bakanı
hariciye
vekili : dışişleri bakanı
hariciye
: dışa bakan, dış işleri
harp
: savaş
hars/i
: kültür. kültürel
hasat
: ürün kaldırma, ekin biçme
hasbeten :
karşılıksız, parasız, bedava
hasbet–en–lillah
: tanrı rızası için, tanrı uğrunda
hasbihal
: dertleşme. söyleşi
haseb
: soyluluk. asillik. miktar. (Arapça tamlama: hasebiyle, hasebince..)
hasebiyle
: dolayısıyla, – den ötürü
hâsıl/a
: meydana gelen. tümü, hepsi, sonuç
hâsılat
: ürün, gelir, kazanç
hasım
: düşman. karşı taraf
hasmane
: düşmanca
hasr
: sıkıştırma. yalnız bir şeye kullanma. belli etme
hasret
: özlem
hassa
: bir kimse veya şeye ait özgü olma. özellik
hassas
: duygulu, hisli. duyarlı
hat
: çizgi. yazı. ulaşım yollarının aynı yönde olanlarının tümü
hatıra
: zihinde kalan, geçmişe ilişkin şey(ler), anı(lar)
hatip
: topluluğa söz söyleyen konuşmacı. etkili, açık, düzgün anlatım yeteneğine sahip
olan
hattâ
: ve dahi, bile, bir de vb..
hattı
hareket : hareket hattı/çizgisi, yönü
hatve
: adım
havadis
: ilgiyle karşılanan haber, yeni söz
havaî/ye :
hava ile ilgili
havale
: bir iş veya şeyi başkasına bırakma, üstüne bırakma, aktarma
havali
: çevre, yöre
hayal
: zihinde tasarlanan ve gerçekleşmesi özlenen şey. imge. görüntü. belirsiz görüntü..
hayatiyet
: yaşamsal(lık)
hayır
: iyilik. karşılık beklemeksizin yapılan yardım. yadsıma (red) sözcüğü
haysiyet
: değer, saygınlık, itibar. onur, öz saygı
hazar
: barış, rahat zamanı. köy veya ilçede yaşayanların durumu. eski bir Türk
boyunun adı
hazer
: sakınma, çekinme
hazım
: sindirme, sindirim. benimsenme
hâzıra
: kentli, bir yere yerleşmiş
hazine
: hazne. değerli şeyler ve onların saklanması. gömülü değerli şeyler. devlet
malı ve parası. kaynak
hazm
: kesin karar, kararlılık, direnme. doğru ve sağlam düşünüş, karar
hazm
: yiyecekleri eritme, sindirme
hazret
: kutsal veya değerli kimselerin adlarının önüne getirilen ünvan
heba
: boş, boşa gitme
heder
: boş yere harcanma
hediye
: armağan
herçi–bâd–âbâd
: ne olursa olsun, ister istemez.
heves
: istek, eğilim, arzu, şevk
hey’et
: kurul..
hey’et–i
celile : (yüce, yüksek, büyük) kurul
hey’et–i ıslahiye
: iyileştirme (düzeltme) kurulu
hey’et–i murahhasa:
delege kurulu, delegasyon
hey’et–i
vekile : bakanlar kurulu
hırs
: sonu gelmeyen istek, aşırı tutku
hicv/hiciv
: şiir yoluyla alay. şiir yoluyla gülünç duruma düşürme
hiddet
: öfke. keskinlik
hidemât
: hizmetler
hikâye
: bir olayın sözlü ya da yazılı anlatımı. öykü
hikmet
: felsefe. gizli, bilinmeyen nokta. neden. gerçeğe, ahlaka ait kısa söz
hilâf
: aykırı, karşı, karşıt, zıd. yalan
hilâfet
: halife hükümdarlığındaki düzen
himaye
: koruma
himmet
: çalışma, çabalama. ermiş kimse etkisi
his
: duygu. sezme
hisâb
: hesap, sayma, aritmetik
hisse
: pay, düşen
hissi
selîm :
sağduyu(lu)
hissî
: duyusal, duygu ile ilgili
hissiyât
: duygu yetileri, duygular
hitâb
: ağızdan veya yazı ile söz söyleme
hitâbe
: düzgün ve coşturucu söz söyleme, söylev
hitâm
: son, bitim. tükenme
hoş–âmedî
: “hoş geldin” e gitme, “hoş geldin” deme
hudûd
: sınırlar, uçlar, bucaklar
hukuk
şinas : hukuk bilen
/ anlayan / tanıyan
hukuk
: haklar. gerçekler. yasaların tanıdığı haklar. toplumsal yaşamı düzenleyen ve
yaptırımları belirleyen yasaların tümü. tüze. bu yasalar ile ilgili bilim/sel disiplin.
hulâsa
: özet. öz. kısacası, sözün kısası
hulûl
: gelme, gelip çatma. girme, sinme. geçişme
hulûs
: gönül temizliği
hulyâ
: kuruntu. kurgu. düşünce
hurûf
: harfler
husûl
: üreme, türeme, çıkma
husûmet :
düşmanlık. davacılık. karşıtlık. kıskançlık
husûs
: bakım, iş. şekil, yol, konu
husûsi
: başlıca, ayrıca, özel
husûsiyet
: özellik/ler
hutût
: çizgiler, hatlar, yazılar, yollar
hüccet
: belgit, tanıt
hücûm
: saldırı
hükm/hüküm
: karar, buyruk
hükûmet :
devlet görevlerinde yetkili yürütme organı, bakanlar kurulu
hükümfermâ
: hüküm süren, kararları, egemenliği süren
hükümrân
: hükümsüren (hükümdar)
hür
: özgür, köle veya esir olmama
hürmet
: saygı
hürriyet
: özgürlük
hüsn
: güzellik, iyilik. tamlık olgunluk. düzen, düzgünlük
hüsnü
intihap : düzenli, iyi örgütlenmiş, tam, verimli
seçimler
hüsnüniyet
: kötü düşünce beslememe, temiz yüreklilik, iyi niyet, iyi dilek
hüviyyet :
öz, nitelik, gerçek, asıl
I
ırk
: kök. asıl, damar. kalıtımsal ortak fiziksel ve fizyolojik özelliklere sahip insan
topluluğu
ıskat
: düşürme, düşürülme
ıslah/at
: düzeltme(ler), iyileştirme(ler)
ıstırâh
: yardım isteme
ıstırap/ızdırab/p
: sıkıntı, büyük üzüntü
ıstırar
: çaresizlik. zorunluk. yasak bir şeyi istemek zorunda kalma
ıttıla
: bilgi edinme, öğrenme
İ
iade
: alınmış bir şeyi geri verme
iane
: yardım. yardım amaçlı toplanan para
ibkâ
: ağlatma
ibka
: sürekli kılma. yerinde bırakma
iblâğ
: ulaştırma, eriştirme. miktar artırma
ibrâ
: borçtan kurtulma. aklanma. hastayı iyi etme
ibrâm
: yıldırıncaya kadar üste düşme. zorlama
ibret
: yanlışlardan ve kötülüklerden sakınmayı sağlayan ders çıkarma
ibtidar
: bir işe çabuklukla başlama
ic/ç/timâ :
toplantı
ic/ç/timaî
: toplumsal
ic/ç/tinab/p
: bakınmak
icâb/p
: gerek, gereklilik, ister. olumlama
icabat
: gereklilikler
icbâr
: zorlama, zorunda bırakma
icrâ
: yapma, yerine getirme, yürütme. borçlunun yerine getirmediği yükümlülükleri adli
kuruluş aracılığıyla yerine getirme işlemlerinin bütünü
icrâât
: yürütme, yapılan işler, çalışma ve uygulamalar
idâme
: devamlı, sürekli kılma, sürdürme
idâre–i
örfiyye : sıkıyönetim
ideal
: ülkü, mefkûre. düşüncenin toplayabileceği üstün nitelikleri kendinde
toplayan, ülküsel
idrâk
: anlayış, algı. yetişme, erişme. olgunlaşma
ifâ
: ödeme, yerine getirme, yapma, iş görme
ifhâm
: anlatma, anlatılma, bildirme
iftihâr
: övünme, övgü. onur, şan
iğfâl/ât
: aldatma, baştan çıkarmalar
iğlâk
: kapama. sözü anlaşılmayacak karışıklık ve belirsiz biçimde söyleme
ihdâ
: armağan verme, gönderme. doğru yolu gösterme. alçak gönüllülüğe zorlama
ihdâs
: meydana getirme, oluşturma. kurma
ihlâl
: bozma, zarar verme
ihlâs
: temiz, doğru sevgi. Gönülden gelen dostluk, samimiyet, doğruluk, bağlılık
ihmâl
: gereken ilgiyi göstermeme, savsaklama
ihrâc/ç
: çıkarma, dışarıya atma. (üretim fazlası ya da) ürünleri yurt dışına satma
ihrâz
: kazanma, elde etme, erişme
ihsâs
: pay verme, verilme. hisse ayırma
ihtâr
: anımsatma. dikkat çekme, uyarı
ihtilâf
: ayrılık, uyuşmama, çelişki, anlaşmazlık (durumu)
ihtilâl
: devrim
ihtilât
: karışma, karışmak. karşılaşıp görüşme
ihtimâl
: olasılık, olabilirlik. belki, ola ki (olasılığı)
ihtimâm
: özen gösterme, dikkatli davranma, itina. iyi, özenli bakım
ihtirâm
: saygı
ihtirâz/i
: sakınma, çekinme. korkma (ile ilgili)
ihtisâs
: duyma, duygu, duygulanma. uzmanlık
ihtivâ
: içine alma, içinde bulundurma, içerme
ihtiyâr
: seçme, kendi isteğiyle davranma
ihtiyarî
: isteğe bağlı, seçmeli olan, seçimlik. istemli, zorla olmayan
ihtiyât
: ileriyi veya kimi olasılıkları düşünerek ölçülü davranma, sakınma. yedekte tutma
ihtiyatî
: önlemli düşünce, önlemli davranma. yargılama öncesi alınan önlem(ler)
ihtizâ
: örneğe göre iş yapma
ihzâr
: hazırlanmış, hazır etme
ikamet
: bir yerde oturma, eğleşme
ikincikânun
: ocak ayı
ikinciteşrin
: kasım ayı
ikmâl
: kemale erdirme, tamamlama, bitirme, eksiğini giderme
ikrâz
: borç ya da ödünç verme
iktidâr
: güç, erk. bir işi başarma yetisi. devlet yönetimini elinde bulundurma ve
gücünü kullanma yetkisi
iktifâ
: yetinme, yeter bulma, fazla istememe. kanma
iktihâm
: katlanma, dayanma. güçlüğü yenme. saldırma. küçük görme
iktirân
: yakın gelme, yanına gelme, yaklaşma
iktisâb
: kazanma, edinme
iktisâd
: ekonomi. aşırı davranmama, tutma, tutam. biriktirme, artırma, esirgeme
iktisadî
: ekonomik olan, ekonomik tutum, ekonomi ile ilgili
iktitâf
: meyva toplama, devşirme, toplanma. bir şeyin sonucundan yararlanma
iktizâ
: gerekme. gerektirme. gereklilik. yardım
ilâ
: ...ye, ...ye kadar, ...dek, ...değin
ilâ
: and içme. sıkıntıya ve derde uğrama
ilâ
: yükseltme, yüceltme(ye). şan ve şöhretini artırma
ilâhi
: tanrıya yakarma, bu ne hal, ne tuhaf
ilâ
hirihi
: sonuna kadar
i’lâk
: bir uzva sülük yapıştırma; yapışmak için sülük yapıştırmak
i’lâmât
: davanın mahkemenin nasıl bağlandığını gösterir belgeler
i’lân
: duyurma, yayma
ilâ–nihaye
: sonsuza kadar
ilâve
: katma, ulama, ek. eklenmiş, katılmış parça
ilcâ
: zorlama, zorunda bırakma
ilelebet
: sonsuza / sonsuzluğa değin, sürgit
ileyh
: ona (erkeğe. kadına: ileyha: ona)
ilga
: kaldırma, bozma, hükümsüz bırakma
ilhâk
: katma, bağlama, ekleme. egemenliği altına alma
ilim
: bilim
ilkkânun
: aralık ayı
ilkteşrin
: ekim ayı
ilm
: bilgi. bilim
ilmî
: bilimsel
iltibâs
: iki veya daha çok şeyin –biri öteki sanılacak düzeyde– birbirlerine benzemesi
iltifât
: yüzünü çevirerek bakma. güleryüz gösterme, ilgilenme, övgü
iltihâk
: katılma, karışma
iltizâm
: kendi için gerekli sayma. taraf tutma, kayırma, bir tarafı tutma. devlet gelirlerinden
birinin toplanmasını üstlenme
ilzâm
: yanıt veremez duruma getirme. susturma
imâ
: dolaylı, üstü kapalı anlatım. imleme, anıştırma
imân
: dinin ortaya koyduğu dogmalara inanma, dini inanç. güçlü inanç duygusu
imâr
: bayındır duruma getirme, geliştirme
imhâ
: mahvetme/edilme, yok etme
imkân
: olabilirlik, olanak
imparatorluk
: çeşitli ulusları egemenliği altında toplayan devlet yönetim biçimi
imsâk
: bir şeyden el çekerek nefsine hakim olma, perhiz
imtihân
: sınav
imtinâ
: kaçınma, sakınma, çekinme
imtiyâz
: ayrıcalık. bir işi özel izinle ayrıcalıklı olarak verme
in’ikad
: bağlanma, kurulma, toplanma
inân
: düzgün yönetme, yürütme
inan
: inanma durumu, eylemi
infiâl
: gücenme. kızgınlık
infilâk
: patlama, yarılma, açılma
inhisâr
: tekel. tek başına sahip olma (tekelcilik).
bir işi yalnızca bir kişi veya kuruluşa verme
inisiyatif : bir şeyi başkalarından önce
yapma. gerekli kararları almayı bilen kişinin niteliği
inkâr
: yaptığını gizleme. tanımama. yadsıma
inkılâb/p
: değişim, dönüşüm (devrim)
inkısâm
: bölünme, taksim edilme. parçalanma
inkıtâ
: kesilme, arası kesilme. bitme
inkisâr
: kırılma. gücenme. ilenme. ilenç
inkişâf
: açılma, gelişim. açığa çıkma. açınım
insilâb
: zorla alma. kalkma, kaldırma, giderme. kalmama
inşa
: yapma. yapı yapma, kurma. kaleme alma, yazıya dökme
intac
: sonuçlandırma, sona erdirme, bitirme
intibâ
: izlenim. basılmış yayınlanmış olma. zihinde iz bırakma
intifâ
: ortadan yok olma, aradan çıkma. yararlanma
intihâb/p
: seçim, seçme, seçilme. en güzel
intihâbat
: seçimler
intikal
: yer değiştirme, aktarım
intisar
: saçılma, dağılma. püskürtme, püskürme, aksırma.. öcalma
intişâr
: yayılma, dağılma, üreme, yayınlanma
intizam
: düzenli, düzgün olma
intizâr
: bekleme, gözleme
inzibât
: yolunda olma. güvenliğin yolunda olması. sıkı düzen. silahlı kuvvetlerdeki düzeni
sağlamak için görevlendirilmiş er
inzimâm
: katılma, ulanma, eklenme
iptida
: başlangıç, bir işe başlama. önce, ilk önce
iptidaî
: ilkel
i’râ
: soyma, çıplak bırakma. iyi
i’tâ
: verme, verilme, ödeme
irâ
: iyilikte bulunma. çakmaktan ateş çıkarma, parlama
irâd/t
: söyleme, konuşma. gelir. gelir getiren mülk. getirme
irade
: istem, istenç. buyruk
irâe
: gösterme, belirleme
irca’
: geri çevirme, geri döndürme. indirgeme
irfân
: bilme, biliş, anlayış
irsâl
: gönderme, yollama
irşad/t
: doğru yolu gösterme, uyarma
irtikâb/p :
(kötü) iş yapma, kötülük etme. yiyicilik, rüşvet alma. yalan söyleme, hile yapma
is’ad
: kutlu kılma/kılınma, mutlu kılmak, yükseltme..
yukarı çıkarma
isâbet
: hedefe varma, hedefi vurma/tutturma. güzel raslantı
isâl
: ulaştırma, eriştirme, erişilme
iskân :
sakin kılma, oturtma, ev sahibi kılma. yerleştirme
ismâ
: duyurma, işittirme, dinlettirme
isnâd/t
: iddia, birisine bir şey yükleme. iftira etmek
ispad/t
: kanıt(lama), kanıt yoluyla doğruyu ortaya çıkarma/gösterme
isti’mâl
: kullanma
istid’â
: dilekçe, arzuhal, yalvararak isteme
istidâ
: el uzatma. birinin yanına bakılmak üzere bir şey bırakma
istidâd
: doğrulma. alışma
istidâd
: yatkınlık, eğilimlilik, yetenek. akılcılık, anlayışlılık
istidlâl
: kanıta dayalı sonuç çıkarma, anlama
istifâde
: yararlanma, yararlanarak öğrenme
istifsâr
: sorma, sorulma
istihbâr/ât
: haber ve bilgi alma. duyum(lar)
istihdâf
: amaçlama, hedef alma
istihdâm
: bir iş ve görevde kullanma
istihsal
: çıkarma, elde etme. üretim
istihsalât
: elde edilen şeyler, ürünler
istihzârât
: hazırlıklar
istikamet
: doğruluk, doğru hareket. doğrultu, yön
istikbâl
: gelecek zaman. birini karşılama, birine karşı çıkma
istiklâl
: bağımsız/lık
istikrâr
: yerleşme, durulma, kararlılık durumu. yineletme
istikrâz
: borçlanma. faizle para alma
istikşafât
: bulmaya çalışmalar, aramalar
istilâ
: (zor ile) ele geçirme. yayılma, kaplama
istilzâm
: gerektirme, gerekme
istimlâk
: mülk alma, bir yeri satın alma. genel, kamu yararına bir şeyi sahibinden
satın alma. kamulaştırma
istimrâr
: sürme, sürüp gitme
istinâd
: dayanma. güvenme. kanıt olarak sunulan şey hakkında kanı oluşturma
istinâden
: dayanarak, dayanılarak, güvenerek
istîr’â
: gözetme, sayma, söze uymayı isteme
istirahat
: dinlenme, rahat etme
istirdad/t
: geri alma, alınma. verilmiş, gönderilmiş bir şeyin geri gönderilmesini isteme
istirham
: yalvarma, merhamet dileme, rica etme
istismar
: işletme, yararlanma, sömürü
istisna
: ayırma, ayrı tutma. ayrıksı
istizah
: açıklama isteme. mecliste gensoru
iş’ar
: yazı ili bildirme
işâa
: haber, yayma, duyurma
işbâ
: karın doyurma, doyurulma. çoğalma, çoğaltılma
işkâl
: güçlük, zorluk. güçleştirme, zorlama
iştigal
: uğraşma, uğraşı, ilgilenme, meşgul olma
iştirâ
: satıl alma, alınma
iştirak
: paydaşlık, katılım
it’âb
: yorma, yorulma, zahmet verme
itâat
: boyun eğme, dinleme. emre göre davranma
itâb
: azarlama, tersleme, paylama. darılma
ithal
: içine alma. başka ülkelerden mal/ürün getirme
ithâm
: suçlama, hata, kusur yükleme
itibar
: önem verme. saygınlık. onur.
itidal
: eşitlik. ortalama. yavaşlık, yumuşaklık. ölçülülük
itikat
: inanma, inanış
itilâ
: yükselme, yukarılara çıkma
itilâf
: alışma. uyuşma (anlaşma)
itilâf–cûyân/e
: uyuşma, anlaşma arayan
itilâf–name
: anlaşma belgesi
itimad
: dayanma, güvenme. güven
itina
: dikkat etme, özen
itirâzât
: itirazlar
itiyâd
: alışma, alışkanlık
itizâr
: özür dileme
itmînân
: emir alma. Birine inanma, güvenme
ittifâk
: uyuşma, bağlaşma
ittihâd/t
: bir olma, birleşme, birlik
ittihâm
: suçlandırılmış, suçlu olma
ittihâz
: benimseme, kabullenme. sayma, öyle diye kabullenme
ivâz
: bedel, karşılık, karşılık olarak verilen şey
i’zâm
: büyütme, büyütülme. gereğinden fazla önem verme
iz’ân/izân
: itaat, uyma, söz dinleme. yürek keskinliği. anlayış, kavrayış
izah
: açık anlatım, açıklama
izale
: giderme, yok etme
izâm
: büyükler, ulular. kemikler
izân
: bildirme, bildirilme
izhâr
: toplayıp biriktirme
izrar
: gösterme, meydana çıkarma. yalandan gösteriş
izzet
: değer. yücelik. güç, kuvvet. saygı, ikram
J
jandarma
: kamu düzenini sağlamakla görevli askeri kuvvet
K
kabîl
: az önce, biraz önce. soy, tür, sınıf
kabil
: benimseyen. olan, olabilir. yetişebilir
kabl–ez–zuhr
: öğleden önce
kabotaj
: bir ülkenin limanları, akarsu ve göllerinde gemi bulundurma, işletme ve
taşıma hakkının bulunması
kabristan
: mezarlık, gömütlük
kademe
: basamak
kader
: alın yazısı. yazgı
kadi–l
kuzât : kadıların başı
kadirşinas
: kadir, değer bilir, tanır
kadr
: değer. itibar, onur
kâffe
: bütün, tüm, tam, tamam, hep
kâfi
: yeter(li)
kâfil
: kefalet eden, üstüne alan. ödeyen
kaide
: temel, esas, yöntem, kural
kaim
: ayakta duran, ayakta bulunan. birinin yerini tutan, yerine geçen.
kâin
: mevcut olan, bulunan, var olan
kal
: koparma, koparılma, sökme, sökülme, temelinden çekip atma
kali’
: kal’ eden, kökünden çekip koparan
kalp
: yürek
kama
: silah olarak kullanılan iki ağzı keskin uzun bıçak
kâmil
: bütün, tam, eksiksiz. olgun, yetkin, erişkin. bilgisi çok kimse
kâmilen
: tam olarak. bütün, büsbütün, toptan
kânâ
: cahil, ahmak, algısı zayıf
kanaat
: oluşmuş düşünce, kanı. yeter görüp fazlasını istememe
kanaatkâr
: yetinen, yetinmeci, az ile yetinen
kani
: yargı sahibi olan/olmak. inanmış olma
kânun
: kış mevsiminin, yılın ilk ve son ayı
kanun
: yasa
kanunî
: yasa(lar) ile ilgili, yasal
kânunuevvel
: aralık ayı
kânunusânî
: aralık ayı
kapitülasyon
: bir ülkenin zararına, o ülkede yabancılara verilen, mali, iktisadi, idari ayrıcalık
hakları
kâr :
para kazancı. yarar. ürünlerin maliyet fiyatı ile satış fiyatı arasındaki fark
kararname
: cumhurbaşkanının onayından geçen hükümet kararı
kasdî/kasıt
: isteyerek yapılan. kurma, niyet
kat
: kesme, kesilme, biçme. halletme, karar verme, sona erdirme.
kat’â
: hiçbir zaman, asla
kat’i
: kesip atan, tereddüde yer bırakmayan kesin(lik)
kat’iyen
: hiçbir zaman, asla. kesin olarak, kesinlikle
kat’iyet
: kesinlik
katib/p
: yazman, sekreter
katib–i umûmî
: genel yazman/sekreter
kavâid
: kurallar
kavaim
: fermanlar, buyruklar, senetler, kağıt liralar. kitap yaprakları
kavânîn
: yasalar
kâvi
: dağlayan, yakan, yakıcı
kavi
: güçlü. güvenilir, sağlam
kavîm
: doğru dürüst, kıvamında. ayakta
kavm
: insan topluluğu
kayd
: şeyleri belirtik olarak yazılı, kayıtlı duruma getirme. sınırlama. belirtme.
önem verme, endişe
kayd
: zincir, pranga. bağlayacak şey, bağlanma
kayd–ı
ihtirâzî : çekince, sakınarak, çekinerek bağlama.
bağlayıcı şey. bir yere kayıt ederek yazma. sınırlama. önem verme, umursama
kaymakam
: (eskiden) yarbay
kazâ :
kadı kararı. kadılık görevi. istek dışı yapılmış kötü iş. yapma, yapılma
keder
: bulanıklık, acı
ke–en–lem yekûn:
sanki yokmuş, hiç yokmuş, hiç olmamış gibi
keenne
: sanki, güya, gibi, benzer
kefalet
: başka biri(leri) adına bütün sorumluluğu üstlenme (kefillik durumu) ve gereğini
yerine getirme (ödeme, vb.)
kelime
: sözcük
kemâl
: olgunluk, tamlık, eksiksizlik. değer, paha. bilgi, erdem
kemali
: kemale ilişkin olanlar
kesâfet
: sıklık, tokluk. kalabalık, koyuluk, kalınlık, yoğunluk
kesb(etmek)
: kazanma, kazanç. edinme. nazik bir durum almak
kesbi
şeref : onur
kazanma
keyf
: sağlık, afiyet. mizaç. doğa. hoşnutluk. iç açıklığı. neşe. istek, arzu
keyfiyet
: nitelik. bir şeyin iyi veya kötü isteğe bağlı olması
keza/lik
: yine, buda öyle
kılavuz
: yol gösteren. rehber. yol yöntem gösteren şey
kıt’a
: askeri birlik. dörtlük. parça tane
kıta
: anakara, büyük kara parçası
kıtaât
: parçalar, bölükler. ilkeler. askeri birlikler. büyük kara parçaları
kıyafet
: kılık. biçim, şekil. giysi
kıyam
: ayağa kalkma, ayakta durma. bir işe girişme, kalkışma. ayaklanma
kıymet
: değer. bedel. paha, tutar. onur
kıymet–dâr
: değerli
kifâyet
: yetişir, yeterli miktarda olma. yeterlik, yeteneklilik
kirâm
: soydan gelerler, soyu temizler, ulular, onurlular. eli açıklar
kiyâset :
akıllıca davranış, akıllılık. uyanıklık
kolordu
: değişik sayıda tümen ve süvari destek birliklerinden kurulu büyük birlik
(ordu)
komiser
: ortaklık ve toplantıları (Türkiye’de birinci dünya savaşında: İngiliz,
Fransız, İtalyan çıkarlarını) hükümet(i) adına denetlemekle görevli kimseler
komisyon
: yarkurul, encümen. aracılık yapana bırakılan yüzdelik
kruvazör
: deniz yollarını gözetme, deniz – hava filolarına kılavuzluk eden hızlı savaş
gemisi
kudret
: güç, erk, erke
kulliyât
: yazırın basılmış eserlerinin tamamı. birşeyin bütünü, hepsi
kumandan
: komutan
kupon :
değerli kağıtların (tahvil, hisse senedi) üzerinde bulunan ve sahip olana faiz
ve kazanç payı olarak gelir sağlayan kesilmiş parça
kurûn
: zamanlar, çağlar, tarihsel dönemler
kurûn–ı
vusta : orta çağ
kusur
: eksiklik, ayıp, sakatlık. suç, ihmal, tedbirsizlik
kuvâ/kuvvâ
: kuvvetler, güçler
kuvâ–yi
milliye : ulusal kuvvetler, güçler
kuvve
: kuvvet, güç
kuvvet
: fiziksel güç, takat
kuyûd
: kayıtlar, bağlar. deftere geçirmeler
kuyûdât
: resmi işlemler ve haberleşmeler defteri
kuyud–i
siyasiye : siyasi kayıtlar
kuzât
: kadılar
kül
: bütün, tüm
külfet
: sıkıntılı zorluk. büyük masraf
küllî
: genel, bütün. çok
külliye/t
: genellik, bütünlük. çokluk, bolluk
küre
: yuvarlak, toparlat. yeryüzü, dünya
kürei arz :
yer yuvarlağı, (yerküre), dünya
küsûr
: artan veya geriye kalan bölümler, kesirler. tam sayıdan sonraki kesirli sayı
küşat
: açma, açılış
L
lâ–akal
: en azından, daha aşağı olmaz
lafz
: söz
lâfzıyye
: boş sözcülük, ezbercilik
lafzî
: sözcüğün söylenişine ve yapısına ait, onlarla ilgili
lağv
: kaldırma
lâhika
: ek
lâhza
: an
lâkin
: ama, fakat
lâtife
: şaka. ince hoş şaka
lâûbâli
: ilişiksiz, kayıtsız, senli benli..
lâyık
: hak kazınmış. değimli, yaraşık
lâyiha
: görüş ve düşünce bildiren yazı
lâzım
: gerek, gerekli
lede
: sırasında yapıldığı zaman
lede–l–icab
: gereği sırasında yapıldığı zaman
lehine
: tarafında, yanında
levc
: lokmayı ağızda evirip çevirme
levha
: (...) manzara, görünüş
lezzet
: ağızla duyumsanan tat. duyulan zevk
lillâh
: tanrıya özgü, tanrı için
lisân
: dil. konuşulan dil
literatür
: yazın. bir daldaki yazı veya eserlerin bütünü
liyâkat
: layık olma, yaraşırlık, uygunluk, değim
lûtf
: hoşluk, güzellik iyilik
lûtfen
: hoşlukla, tatlılıkla.. lütfen
lûtfetmek
: vermek, ihsan etmek
lûtf–kâr
: iyilik sever
lüzûm :
bir şeye yarama, gerek. gereklik. sayma
M
mâ
: biz
mâ’–
: o şey, bu, şu nesne. ...daki. (mâ–bâd: sondaki, alttaki, vb.)
mâ’
: su
ma’,
maa
: ile, beraber, birlikte
mâ–adâ
: geçen, başka, fazla, gayrı
mâ–ba’d :
sonu, sonrası, sonraki, altta
mâcerâ
: olaylar, ilginç olaylar zinciri, serüven
maddeten
: maddi olarak, madde ve cisim olarak
mâddî/
maddiye : dokunma, görme, işitme, tatma ile duyulan şeyler. madde ile
ilgili, maddesel
maddiyat
: gözle görülür, elle tutulur (maddi) şeyler. para ile ilgili olan şeyler
mağlubiyet
: yenilme, yenilgi
maa
–hazâ :
böyle iken, bununla beraber
mâh
: ay. yılın onikide birlik kısmı
mahâfil
: oturulup, görüşülecek yerler, toplantı yerleri
mahâkim
: mahkemeler
mahall
: yer, yöre
mahallî
idare : yerel yönetim
mahalli
: yerel, yöresel
mahallinde
: yerinde. olduğu, oluştuğu yerde
mahdut
: çevrilmiş, sınırlanmış
mahfil
: toplantı yeri, toplanmış kimseler
mahfûz
: saklanmış, korunmuş, gözetilmiş. (alçalmış)
mahiyet
: öz, iç yüzü, içerik. nitelik
mahkûm :
mahkemece hüküm giymiş, hükümlü. birinin hükmü altında bulunan. katlanma zorunluluğu
olan
mahreç
: çıkılacak kapı, çıkış yeri. ağızdan harflerin çıktığı yer, boğumlama noktası.
payda
mahrem
: gizli olan
mahrûm
: yoksun, istek ve dileğini elde edemeyen
mahrumiyet
: yoksunluk
mahsus
: özgü. ayrılmış. özel olarak, bilerek isteyerek
mahsusa :
özel. başkasında bulunmayan, yalnız birine ait veya ayrılmış olan. ayrı, başlı
başına
mahviyyet
: alçak gönüllülük, kendine önem vermeyiş, hiçe sayma
mahzâ
: ancak, yalnız, tek, sade. katıksız, tam
mahzur/iyet
: sakınca, yasak, zarar, engellilik (durumu)
mahzûziyyet
: haz etme, hoşlanma
makam
: mevki, konum, kat. memurluk yeri
makamat
: makamlar. meclisler, topluluklar, kalabalıklar
makbul
: benimsenen, beğenilen
ma’kes/makes
: akseden, yankı yapan, yansıyan yer. yankı, yansı yeri
maksad/t
: amaç, gaye, erek
maktû
: kesilmiş, kesin, kesin olarak değeri biçilmiş
makul
:söylenilmiş, denilmiş, söylenilen (söz)
ma’kul
: akla uygun, akıllıca, mantıklıca
mâ–lâ–yutâk
: dayanılmaz(lık)
malî
: mal ve para ile ilgili, parasal – maliye, devlet gelir ve giderleri ile
ilgili
malik
: sahip, iye
maliye
: kamu gelir ve gider işlem kurallarının bütünü. devlet gelir ve giderlerini yürüten
kuruluş
malûl
: sakat
malûm
: bilinen, belli
malûmat
: bilgi, biliş, bilinen şeyler
mâ–melek
: nesi varsa, varı yoğu, olanı biteni, olancası
maa–merbutat
: bağ ile, bağlılık ile vd.
mamûl
: imal edilmiş, yapılmış, işlenmiş
ma’mûr/e
: bayındır, bakımlı, güzel, insan bulunan (yer)
mana
: anlam. iç, içyüz. akla yakın neden. düş
manda
: birinci dünya savaşından sonra kimi az gelişmiş ülkelerin bağımsızlıklarının tanıması
öncesinde cemiyet’i akvam (uluslar topluluğu – eski “birleşmiş milletler”
örgütü) adına o ülkeleri yönetmek için bazı büyük devletlere verilen vekillik
manen
: iç varlık bakımından, manevi
manevî
: anlama ve duyulara ait. soyut. tinsel
mâni
: önleyen, engel
mania
: engel, özür. zorluk
manzara
: görünüm. görünümü dikkat çeken her şey ve yer
marazî
: hastalığa ilişkin, hastalıkla ilgili. hastalıklı
marifet
: ustalık, hüner, bilme, biliş. araç, aracı. hoşa gitmeyen hareket
ma’rûz
: sunulmuş, sunulan. söylenilmiş, anlatılmış. bir olay veya durumun etkisi veya
karşısında bulunan
ma’tûf
: bir yöne eğilmiş. birine dayandırılmış, yöneltilmiş
masârif
: harcamalar, giderler
maslahat
: iş, emir, husus, madde, keyfiyet. önemli iş. barış, dirlik, düzenlik
masum
: suçsuz, temiz
masûn/iyet
: korunan, korunmuş (olma durumu)
maa–şükran
: teşekkür ile, gönül borcu ile
matâlip
: talip olunan, istenen şeyler
matbûât
: basılmış şeyler, kitaplar, gazeteler, basın
maa–teessüf
: teessüf ile, esef ile, yazık ki
matlab/p :
talep olunan, istenen, amaç edinilen şey. konu, sorun. yasada kenar
başlıklarına verilen bir ad
mazarrât :
zararlar, zarar vermeler
mazbata
: tutanak. kararname
mazbût
: ele geçirilmiş. yazılmış, hatırda tutulmuş, korunmuş. düzgün, beğenilen. Sağlam.
Mazeret
: istenmeyen duruma yol açan kaçınılmaz neden. özür, bahane
mazhar
: bir şeyin ortaya çıktığı, göründüğü yer veya kimse. bir iyiliğe erişmiş, erişen
kimse
mazhariyet
: erişme, elde etme, ergi
mazi
: geçmiş, geçmiş zaman
maznûn
: zannolunmuş, zan altında bulunan
me’mûr
: emir almış olan. devlet/kamu hizmetinde çalışan görevli
me’mûrîn
: memurlar, kamu çalışanları
meâb
: geri dönülecek, sığınılacak yer
meâl
: meydana gelen şey, sonuç. anlam, kavram, olgu
meb’ûs
: milletvekili
mebâdî
: önceller, başlangıçlar, ilkler, ilk unsurlar
mebde
: önce, başlangıç, ilke, ilk unsur. bilimin başlangıç bölümü
mebus’ân
: milletvekilleri
mebzûl
: esirgemeksizin, bolca, çokca
mecbûr/iyet
: yükümlü(lük), zorunlu(luk)
mecbur
: zor, zorluk. zorla bir işe girişmiş. bağlı, düşkün
mechûl/meçhul
: bilinmeyen. edilgen
meclis–i
âli : büyük
meclis
meclis–i
milliye : ulusal meclis
mecmâ
: toplanılan yer. kavuşulan yer, nokta
mecmû/ mecmûa:
toplanmış, bir araya getirilmiş, top, tüm. (koleksiyon)
mecmûa :
toplanıp biriktirilmiş, düzenlenmiş şeylerin tümü. seçme yazılardan oluşan
kitap, dergi
mecmuân
: toplu olarak, toptan, birden, hep
medâr
: dönen bir şeyin merkezinde dayandığı yer. yörünge. neden, gerekçe
medd
: uzatma, çekme, yayma, döşeme
medenî
: uygar
medeniyet
: uygarlık
medhal
: girecek yer, kapı. girilecek yön. başlangıç. giriş
mefhûm
: olgu, kavram
mefkûre :
ülkü, ideal
megalo
idea : büyük düşünce
mehâlik
: mahvolacak, harcanacak yerler. tehlikeli yerler veya işler
mekteb/ :
yazı yazılacak yer. okul
meleke
: tekrarlar sonunda oluşan yetenek, ustalık. ruh, tin
melhûz
: düşünülen, akla, hatıra gelen
memâlik
: memleketler, ülkeler. bir devletin toprağı
memât
: ölüm
memnn/iyet
: sevinç duyan, hoşnut, mutlu, kıvançlı (olma durumu)
memnû
: yasak, yasak edilmiş
men
: bırakmama, durdurma. yasak
menabi/i :
kaynaklar, kaynakları
menâfi/i
: yararlar, akarlar
menâtık
: (mıntıka kökenli) bölgeler
menba’
: kaynak, pınar
menfaat
: yarar, çıkar
menfi
: olumsuz. olumsuz bakan
mensî
: unutulmuş. terkedilmiş, bırakılmış
mensûb/p
: bir şeye, kimseye vb. ilgisi, ilişkisi bulunan
mensûbiyet
: bir yer veya grup vb. oluşum ile ilgili, ilişkili olma durumu
mer’î
: uyulan, saygı gösterilen, gözetilen. yürürlükte, geçerli olan
merâm
: istek, amaç, niyet
merâsim :
tören
merbût
: bağlı, bağlanmış. ulaşmış, ilişik, ilişkin
merbûtât
: hayali şeyler
merbûtiyet
: bağlılık, eklilik
merci’
: dönülecek yer, başvurulacak yer
merhûm :
ölmüş bir Müslüman erkekten söz edilirken söylenen söz. (kadın için: merhume)
mertebe :
aşama, derece, rütbe. evre
mes’ûd/t :
mutlu
mes’ul/iyet
: sorulmuş, kendisinden sorulmuş. sorum/lu(luk)
mesâhaî
: ölçme
mesâî
: çalışma(lar), bol çalışma. emek
mesâil
: meseleler, sorunlar
mesbûk
: geri kalmış, arkada bırakılmış. önde bulunan. ondan önce, geçmiş
mesdûd
: kapanmış, kapalı, tıkalı
meselâ
: örneğin, şunun gibi, söz gelişi
mesele
: sorun. problem. güç iş
meserret :
sevinç
mesken
: konut, oturulacak yer
meskûn
: içinde insan oturan yer. insan bulunan, şenlenmiş yer
meslek
: sürekli uğraş. çığır, okul, ekol.
mesmûât
: işitilen, duyulan, haber alınan şeyler
mesned/t
: dayanak, dayanılan şey. makam, rütbe, derece. orun
meşbû
: dolmuş, dolu. doymuş, tok
meşkuk
: yarılmış, yarık
meşrû’
: kamu vicdanınca doğru olan
meşrûtiyet
: hükümdar başkanlığı altındaki parlamento yönetimi
metâlib
: istenen şeyler
metânet
: metin olma, dayanma, dayanıklılık, sağlamlık
meth/metih
: övme, övgü
metod
: yöntem
mevâdd
: uzayda yer kaplayan varlıklar ve cisimler. işler, özellikler. yasalar, düzenler.
yasa ve sözlük vb metinlerde herbir karar veya konu bildiren bölümler, maddeler
mevâki
: mevkiler, konumlar, yerler
mevâni
: güçlükler, engeller
mevkii
: yer, konum. izleme veya yolculuk yerinin konum, konfor derecesi
mevkuf
: bağışlanmış toprak, vakıf toprağı. durdurulmuş, alıkonulmuş. tutulmuş. hapsedilmiş.
ait, bağlı
mevkut/e
: sürekli, periyodik. zamanı belli olan.
mevzi
: bir şey konulacak yer
mevziî
: bir yere özgü, bir yerde olan, sınırı dar, yayılmamış
mevzu
: konu
mevzû
: konulmuş. işler geçer olan
mevzu–i
bahs : konu edilmiş, sözü edilen/edilmiş
meyan/miyan
: ara, aralık,orta
meyl/meyil
: eğiklik, eğim, eğilim
mezbûre
: adı geçen, yukarda söylenmiş olan
mezkûr
: adı geçmiş, az önce anılmış
mezûn/iyet
: izin almış, izinli. bitirerek diploma almış olmak. bir iş için verilen yetki
mıntaka/mıntıka
: kuşak, kemer. bölge
mi’yâr/miyâr
: ölçü, ölçüt. değerli madenlerde yasanın istediği ağırlık, saflık ve değer
derecesini gösteren ölçü.
miktar
: bir şeyin ölçülebilen durumu
milel
: uluslar
millet
: ulus. gerekli benzer ve ortak özellikleri bulunan (ulusal) topluluk
millî
: ulus ile ilgili, ulusa ait, ulusa özgü, ulusal
milliyet
: ulusa özgü olma durumu. ulusallık
milliyetperver
: ulussever, ulusçu
min
: –den, –denberi
minnet/dar
: iyiliğe karşı gönül/teşekkür borcu (olma/sayma durumu)
mir–alây
: alay beyi, albay
misafir
: konuk. gözün saydam tabakasında oluşan beyaz leke
misâk
: sözleşme, antlaşma, bağlaşma. ant, yemin
misâk–ı
millî : ulusal ant
misâl
: örnek. masal. düş. benzer, andırır
misil/mislî
: eş, benzer. miktar. kat, yinelenen bir sayının toplamı
moratoryum
: bunalımlı dönemlerde bir ülkede borçların ödemesinin geri bırakılması. borçların
ödenmemesi durumu
mu’cib
: gereken, hayrete düşüren, şaşkınlık veren
mu’cib
: gereken. şaşırtan
mu’tâd
: adet olunmuş, alışılmış, alışılan. alışılmış şey
muaddil
: eşit, denk, eşdeğer
muâhedat
: anlaşmalar, antlaşmalar
muâhede
: anlaşma/antlaşma
muâkıb
: cezalandıran
muakîd
: birbiriyle anlaşan, sözleşen
muallâk
: asılmış, aılı. sonuca bağlanmamış, sürüncemede kalmış
muamelât
: daire ve kurumlarda evrak üzerinde yapılan işlemler
muâmele
: davranma, davranış. yol, iz. resmi kurumlardaki kayıt, vb. işlemler
muârız
: karşı koyan, karşı çıkan
muattal
: tatil edilmiş, bırakılmış, kullanılmaz. boş, işsiz
muâvenet
: yardımcı olma, yardım etme, yardımcılık
muâyin
: belirli, kesin olarak belirlenmiş
muayyen
: tayin edilmiş, belirlenmiş, belli. kararlaştırılan
mûcib/e
: gereken, gerektiren. neden, neden olan
mufassal
: ayrıntılı, uzun uzadıya anlatılan
mugayir
: başka türlü. uymaz, aykırı
mugayyer
: değiştirilmiş, başkalaştırılmış
muğlâk
: kapalı, belirsiz
muhâbâ
: korku, sakınma, çekingenlik
muhabbet
: sevgi, dostluk, yarenlik
muhâberât
: iletişim, haberleşmeler
muhâbere
: haberleşme, yazışma
muhâcemât
: hücumlar, saldırılar
muhacir
: göçmen
muhâdenet
: dostluk, yakın ahbaplık. barışma, barışık olma
muhâfaza
: koruma, saklama, kayırma
muhakemat
: mahkemeler
muhâkeme
: yargılama, yargılanma. karar verebilmek için zihinde inceleme,. usa vurma
muhakkak
: doğruluğu, gerçekliği kesin olarak bilinen, gerçekliği kesinleşmiş
muhâlefet
: bir görüş veya tutuma karşı olma. uygunsuzluk, aykırılık, karşıtlık
muhâleset
: birbiri ile dostça geçinme, dostluk ve iyi davranış gösterme
muhâlif
: bir tutum, görüş ya da eyleme karşı olan. aykırılık eden, uymayan
muhârebe
: savaşma, vuruşma
muhârip
: savaşan, savaşçı. savaş tekniğini iyi bilen
muharrem
: yasak, haram kılınmış. kamer takviminin ilk ayı, aşure ayı
muharrer
: yazılmış, yazılı
muharrir :
yazı yazan, yazman. yazar
muhâsama
: düşmanlık. savaşta çarpışma, çatışma
muhâsebe
: hesaplaşma, karşılıklı hesap görme. hesap işleri. hesapların tümü. saymanlık
muhâsım
: birbirine düşman olanlardan her biri
muhassal
: elde edilmiş. özü, özcesi, özeti, sözün kısası, işin sonu
muhassala
: elde edilen sonuç. bileşke
muhatap
: kendine söz söylenilen, konuşulan kimse
muhaverât
: (karşılıklı) konuşmalar
muhavvel
: değiştirilmiş. gönderilmiş, ısmarlanmış, bırakılmış
muhayyel
: imgelenen, hayal gücüyle yaratılan, hayal edilen
muhayyer
: iki şey arasında seçim yapılmasını serbest bırakan
muhayyir
: hayret veren, şaşırtan
muhikk
: hakkı, doğru olanı yerine getiren. haklı, doğru
muhil
: ihale eden, havale eden, aktaran, bırakan, gönderen, yönlendiren
muhît
: çevre, yöre
muhkem
: sağlam kılınmış. berk. değiştirilmesi mümkün olmayan söz, yazı
muhtaç
: ihtiyaç duyan, yoksul
muhtâr/muhtâre
: seçilmiş, seçkin. yönetimi kendinde olan. özerk
muhtâriyet
: kendi kendini yönetme. özerklik
muhtelif
: zıt, birbirine uymayan. türlü, çeşitli
muhtelit
: karışık, karma
muhtell
: ihlal edilmiş, bozuk, bozulmuş, karışmış
muhterem
: saygı değer
muhtevâ :
içteki şey, içerik
muhtî
: hataya düşüren, yanıltan. hata eden, yanılan
mukabele
: karşılık, karşılama. karşılık verme. karşılaştırma
mukabele–i bi–l–misl:
misilleme yapılan davranışı aynı şekilde yineleme
mukabil
: karşı karşıya gelen, karşısında bulunan. karşılık olarak yapılan. karşılığında
mukaddem
: (büyüğe) sunulan. önde olan, önde giden. önce gelen. değerli üstün
mukaddemâ
: önce, eskiden
mukaddemât
: öncüller. öncüler
mukaddeme / mukaddime:
öne geçen, önde giden. ön söz. başlangıç
mukadder
: takdir olunmuş, değeri bilinmiş. yazgı, yazgı ile ilgili olan
mukadderât
: yazgı
mukaddes
: kutsal, temiz, takdis edilmiş
mukaddim
: sunan. öne, ileriye geçiren
mukalled
: boynuna gerdanlık takılmış, taklit edilen, örnek tutulan
mukarin
: bitişik, ulaşmış, erişmiş,bir yere gelmiş
mukarrer
: kararlaşmış, kararlaştırılmış. kuşkusuz, sağlam anlatılmış. bildirilmiş
mukarrerat
: kararlar. kararlaştırılan şeyler
mukarrin
: birlikte bulunduran
mukassatan
: taksitle, taksitli olarak
mukavele
: sözleşme. yazılı sözleşme
mukavemet
: karşı durma, koyma, direniş
mukayese
: karşılaştırma, kıyaslama, ölçme, ölçü
mukayyed
: bağlı, bağlanmış. yazılmış, kayıtlı. bir işe önem veren
muknia
: inandıran, ikna eden
muktazi
: gerektiren. gerekli, yararlı
muktedir
: gücü yeten, erkli
mukteza
: gerekli olmuş. yasa gereği yazılan yazı, derkenar
munhasır
: her tarafı kuşatılmış, çevrili. yalnızca bir şey veya kimseye özgü olan. özel
ve belli olarak. yalnızca. başkalarının dahil olmadığı
munsif
: insaflı, kötülükte ileri gitmeyen
muntazam
: sıralanmış, düzgün, düzenli
muntazır
: bekleyen, gözeten
munzamm
: üste konan, katılmış, eklenmiş, ek
murabba’
: terbiye edilmiş. dörde çıkarılmış. dörtlü, dört şeyden biri olma. dört köşeli
murahhas
: izinli, yetkili. delege
murat/d
: istek, dilek. amaç
musallat
: bıktırıcı ilgi. sataşma, ilişme
musâraa
: görüşme
musâraha
: işi ortada görme, açık yapma
musarrah
: açıklanmış, açık söylenmiş, belirtilmiş
musîb
: isabet eden, rastgelen, yanılmayan
mûsir
: zengin
musirr
: ısrar eden, ayak direyen, direnen
muslihane
: düzeltici yolda. arabulucukla
mutabakat
: uygunluk, uyuşma, anlaşma
mutabbak
: uygulanmış, uydurulmuş. kapak gibi, kapanmış
mutâbık
: birbirine uyan, uyuşan
mutâlebât
: istenilen şeyler, istekler
mutâlebe
: istekte bulunma, hakkını isteme
mutasavvir
: tasarlayan
mutasevver
: tasarlanmış, düşünülmüş
mutavassıl
: kavuşan, ulaşan, eren
mutavassıt
: aracı. orta, ortalama
mutazammın
: içine alan. kefil olan, üstüne alan
mutazarrı
: yalvarıp, yakaran
mutazarrır
: zarar gören, zarara uğrayan
muteber :
saygın, itibarı olan, sayılır. inanılır. yürürlükte olan
mûtenâ
: önemli, dikkatle bakılmış, özenilmiş. seçkin
mutlakiyet
: saltçılık. hükümdarlığa dayalı yönetim biçimi
muttali
: öğrenmiş, haberli, bilgili
muvâcahe
: yüzleşme, yüzyüze gelme. karşı, ön
muvaffak
: başarmış, başarılı
muvâfık
: uygun, yerinde
muvakkat
: sürekli olmayan, geçici. eğreti
muvâsala/t
: gidip gelme olanağı. ulaşım. erişim. varma
muvâzene
: denk olma. gelir – gider uyumu. kıyas, ölçü. denge
muvâzenet
: denkleşme, denk gelme. denge
muvazzaf
: bir görevle yükümlü olan. orduda meslekten subay ve astsubaylar ile erler.
askerlik yaşına girince askerlik görevi
muzaffer
: üstün. başarmış, elde etmiş
muzâheret
: destekleme, yardım etme, arka çıkma
muzır
: zararlı, zarar veren
muztar
: zorlanmış, yapmak zorunda kalmış
muztarib/p
: sıkıntı içinde bulunan, rahatsız
mübâdele
: değişim, değiş–tokuş
mübâdil
: başkası ile değiştirilmiş. bir şeye bedel tutulmuş
mübâhi
: övünen
mübâlâğa
: büyütme, abartma, abartı
mübâşeret
: bir işe girişme, başlama
müberrâ :
beri kılınmış, aklanmış
mübeyyin
: bildiren, açıklayan, ortaya koyan
mücâdelât
: mücadeleler, savaşmalar, uğraşmalar
mücâhede
: uğraşma, savaşma, nefsi yenmeye çalışma
mücâvir
: komşu
mücbir/mücbire
: zorlayan, zorlayıcı
mücerreb
: denenmiş, sınanmış
mücmel
: özet olarak anlatılmış. kısa ve özlü
mücrim
: suç işlemiş, suçlu
müdâfaa :
savunma
müdâfi
: koruyan, savunan, dayanan
müdâhale
: karışma, araya girme, el katma, sokulma
müdâvele
: çevirme, döndürme. alıp verme. düşünce verip konuşma. elden ele gezdirme
müddeayât
: iddialar, iddia olunan şeyler
müddeî / müddeiyye:
iddia eden, davacı. bir hükümde ayak direyen, inatçı
müddeiyân
: bir davadaki iki taraf
müddet
: süre, zaman
müdellel :
delil, kanıt ile, tanık ile kanıtlanmış
müdrik
: anlamış, algılamış, aklı ermiş
müebbed
: sonsuz. ömür boyunca süren/sürecek olan
müekkid/e
: sağlamlaştıran. yineleyen, bir daha haber veren, öğütleyen
müemmen
: sağlanmış, güvenceye alınmış, güvenilir
müessesât
: kurulmuş yapılar. daireler, kuruluşlar
müessese
: kuruluş, kurum
müessif
: üzücü, acı veren, eseflendiren. hoşa gitmeyen kötü olay, durum
müessir
: etki yapan, etkili. içe işleyen, dokunaklı
müessis
: kuran, temel atan, kurucu
müeyyed
: teyid edilmiş, güçlendirilmiş. doğrulanmış. yardım gören
müfettiş
: bir kuruluştaki işleri denetleyen
müfredât
: bir bütünü oluşturan bireyler veya mevzuata ilişkin ayrıntılar
müfrit
: aşırı
müftehir
: bir şeyle sevinen, övünen
mühebbel
: beddua olunmuş, lanetlenmiş
mühim
: önemli
mühimmât
: gerekli şeyler, savaş malzemesi
mükellef/iyet
: yükümlü. kaçırılamayacak yüküm, yükümlülük. vergi ödeme yükümlülüğü
mükemmel
: eksiksiz, tam, yetkin
mülâhaza
: dikkatle bakma, irdeleme. düşünce, düşünme
mülahazât
: düşünceler
mülâkat
: kavuşma, buluşma, birleşme. görüşme. söyleşi
mülga
: ilga olunmuş, kaldırılmış
mülhem
: ilham, esin olunmuş
mülkî
: ülkeye ait, ülke ile ilgili. ülke yönetimine ilişkin. ordu ve din kesimleri
dışındaki memurlar
mümâşât
: yoldaşlık, beraber gitme. suyuna gitme, uysallık, göz yumma
mümessil
: temsil eden, temsilci
mümkün
: olabilir, olası
mümtâz
: ayrıcalıklı. seçkin
mün’akid/t
: düğümlenmiş. bağlanmış, bağlı. iki taraf arasında resmi olarak benimsenmiş. kurulmuş,
oluşmuş. kurulan, toplanan
münâfî
: karşıt, uymaz. uyuşmaz
münâkalât
: ulaştırma
münâkaşa
: tartışma
münâsebât
: ilgiler, ilişkiler
münâsebatdâr
: ilgili, ilişkili
münâsebet
: ilgi, ilişki
münâsib/p
: uygun, yerinde. beğenilen, hoşa giden
münbais
: gönderilen. İleri gelen, doğan
Müncer
: bir yana doğru çekilip, sürüklenen
mündefi’
: geçmiş. atlatılmış, savuşturulmuş (sıkıntı, savaş, hastalık)
mündemiç
: içinde olan, bulunan, saklı olan. içkin
münevver
: aydın
münferid/t
: tek, ayrı, kendi başına olan
münhasır
: ayrılmış, özgü
münhasıran
: yalnız, özellikle
münkatı’
: kesilen, kesilmiş. kesik, aralıklı. arkası gelmeyen, son bulan. arada bağ
kalmayan, ayrılmış. herkesten ayrılıp bir kişiye bağlı kalan
müntemî
: yakınlık ve ilgisi olan. birinin adamı olan
müphem :
belirsiz. açık ve seçik olmayan
mürâcaat
: başvuru, danışma, yardım isteme
mürâcaha
: (iyilikte) üstün gelmek için yarışma
mürâkabe
: denetleme, denetim
mürekkep
: birleşik. bireşim
mürettebât
: bir yer için ayrılmış kimseler. gemi personeli
mürûr
: geçme. bir yandan girip öte yandan çıkma. geçip gitme. sona erme
müsâade
: izin. elverişli, uygun olma durumu
müsâdeme
: silahlı çarpışma, çatışma. uğraşma
müsâdere
: el koyma
müsâid/t :
uygun, elverişli
müsâlemet
: barış durumu. taraflar arasındaki barışıklık
müsâlemetkârâne:
taraflar arası barış. barış taraftarı olma
müsâlemet-perverâne:
taraflar arası barış ya da barışıklığı besleyici, destekleyici
müsaraat
: hızlı, acele davranma
müsâvât
: eşitlik, denklik
müsâveme
: pazarlık etme
müsâvi
: eşit
müsellâh
: silahlı, silahlandırılmış. silahlı kuvvetler
müsellem
: yadsınamayan, karşı çıkılamayan, söz götürmez
müsmir
: yararlı, verimli. sonuç veren
müspet
: kanıtlanmış. olumlu
müsta’cel
: acele, ivedi
müstağni
: doygun
müstahkem
: sağlamlaştırılmış
müstakil
: bağımsız
müstefîd :
istifade eden, yararlananlar
müstekîn
: alçak gönüllülük gösteren
müstelzim
: gerektiren, gereken
müsteniden
: dayanan, yaslanan. dayanarak, yaslanarak
müstenkif
: benimsemeyen, geri duran, el çeken, çekimser
müsterham
: yalvarılmış, yalvarılan, merhamet istenilen
müsterih
: kaygıdan arınmışlık, rahat olma
müstesna
: başkalarına benzemeyen, kural dışı. üstün
müsteş’ar
: bildirilen, haberli
müsteşâr
: danışılan. bakanlıklarda bakandan sonra gelen yönetici
müstevli
: bir yeri zor yoluyla yönetimi altına alan, ele geçiren. yayılan. salgın
müsvedde
: karalama, taslak. beceriksiz, işe yaramaz kimse
müş’ir
: iş’ar eden, haber veren, (yazı ile) bildiren
müşâbehet
: benzeyiş, benzeme
müşâhade
: görme, gözlem
müşâhid/t
: gözleyici. gözlemci
müşarûn–i
ileyh : adı geçen, adı anılan (erkek). (tanzimat’tan sonra, sözü
edilen en yüksek rütbe için bu sözcük kullanılmıştır)
müşâvere
: danışma, bir iş üzerinde konuşma
müşevveş
: belirsiz, karışık, düzensiz, karmakarışık
müşîr
: emir ve işaret eden. mareşal
müşkül
: güç, zor, çetin. engel, güçlük, zorluk
müşkülât
: güçlük, güçlükler
müştekî
: şikayet eden
müşterek
: ortak, birlikte
müşteri
: alıcı
müşterik :
mendi kendine söylenen
mütâlaa
: iyice düşünme, değerlendirme
mütareke
: ateşkes, bırakışma (silah kullanma bırakışması)
müteaddid/t
: çok, birçok
müteâkıb/ip
: sonra, ardından, ardı sıra
müteâlim
: herkesçe bilinen
müteallik
: asılı, bağlı. ilişkin ilgili
müteâmi :
görmemezlikten gelen, görmezlenen
müteammik
: derinleşen, derine giden
müteammim
: yaygın, yayılmış
mütebâkî
: baki kalan, geri kalan, artan
mütecaviz
: saldırgan, saldırıcı
mütecellidâne
: kahramanlıkla, yiğitlikle
mütedâir
: …dair, …le ilgili. ait, için, dolayı, üzerine
müteellim
: elemli, acılı, üzgün. acıyan. ağrıyan
müteessif
: üzülen, acınan, yerinen
müteessir
: üzülme, üzgün olma
mütefer’in
: firavun tavrı takınan. kibirli
müteferri
: bir kökten ayrılan, dal budak salan. bir kökle ilgili olan
mütehammil
: dayanıklı, götürümlü
mütehassıs
: uzman
mütehassis
: duygulanma, duygulanmış
mütehayyir
: şaşmış, şaşırmış olan
mütekabil
: karşılıklı, karşılık olan, karşılık gelen. karşıt
mütekabiliyyet
: karşılıklı durum, karşıtlık
mütekâmil
: olgunlaşmış, gelişkin
mütelâşi
: telaş eden, acele eden, aceleci
mütemâdi/yen
: sürekli, aralıksız
mütemâyil
: istekli, eğilimli
mütemâyiz
: sivrilen, kendini gösteren
mütemevvice
: dalgalanan, dalgalı. kararsız, bir kararda durmayan
mütemmim
: tamamlayan, bütünleyen, bitiren. bütünler. tümleç
mütenâhî
: nihayet bulan, sona eren
mütenâsib/p
: orantılı, oranlı, uygun
mütenebbih
: uyanan, uyanık, uslanan, aklanı başına toplayan
mütenevvia
: türlü, çeşitli, .eşit çeşit değişik
müterakki
: ileri, ilerlemiş, ilerleyen
mütesâvîye/n
: birbirine eşit, eş olan
müteselli
: avunmak
müteşekkir
: teşekkür eden, teşekkür borcu olan
mütevazı
: alçak gönüllü
müteveccih
: karar vermiş, yapmaya yönelmiş
müteveffa
: ölmüş olan, ölü
müteveffık
: muvaffak, başarılı olan
mütevellit
: doğmuş, dünyaya gelmiş. oluşmuş
müttefik
: bağlaşık
müttefikan
: elbirliğiyle, hep birlikte. oybirliğiyle
müttehid/t
: birleşmiş, birlik olmuş,birleşik
müzâheret
: yardım etme, arkalama
müzâkerât
: konuşma, görüşme, danışmalar
müzakere
: görüşme, danışma
N
nâ-
: başa gelerek sözcüğü olumsuzlaştıran bir edat
nâ –
mütenâhî : sonsuz, uçsuz bucaksız
nâ’ş
: içinde ölü bulunan tabut
naçiz
: değersiz, önemsiz, çok küçük
nadir
: seyrek, az bulunur
nâfıa
: bayındırlık işleri
na–gâhân
: apansızın, birdenbire
nâil
: ele geçiren, ele geçirmiş, erişmiş, kazanmış, ulaşmış
nâiliyyet
: ele geçirme
nakdî
: nakite ilişkin, para bakımından, paraca
nakil
: iletme, aktarma. göç, taşınma. anlatma, anlatım (nakil/nakli)
nakz
: bozma, çözme, kırma. bir sözleşmeyi yok sayma
nam
: ad. ün, lakap
namına
: adına
nasib/p
: paya düşen bölüm. elde edebildiği şey. kısmet, talih
nasihat
: tavsiye, öğüt
nâşî
: neşet eden, ileri gelen. ötürü, dolayı, nedeniyle
nazar
: bakma, göz atma. düşünce, görüş. zarar verici bakış
nazaran
: göre, oranla, kıyasla
nazar–ı
dikkat : ilgi, dikkat çekme
nazarî
: kuram, kuramsal, teorik (bakış, yaklaşım..)
nazariye
: bilimsel görüşler, kuram
nazır
: bir yere doğru bakan. hükümet üyesi bakan
necip
: soylu, soyu temiz
nefer
: bir tek kişi. rütbesiz asker, er. insan sayısı bildiren sözler için kullanılır
nefis
: öz varlık, kişilik. beslenme gereksinimlerinin bütünü
nesil
: göbek, kuşak
neşir
: yayma, dağıtma, yayım
neşriyât
: yayın
netice
: sonuç
nev’an
: nevi, tür, çeşit bakımından
nev’an–mâ
: bir türlü, bir şekilde, bir dereceye, bir bakıma göre
nevi
: çeşit, cins, tür. sınıf
nevî
: yenilik
nezaket
: saygılı ve ince davranma. önemli olma, dikkatli davranmayı gerektirme.
nezâret
: bakma, gözetme. denetim, kontrol. bakanlık. görü. gözaltı, gözetim
nifak
: anlaşmazlık, ara bozma, ayırma
nihaî
: son, en son, sonal
nihâyet
: son, sonunda
nikât
: herkesin anlayamadığı ince anlamlar. ince anlamlı zarif ve şakalı sözler
nikat
: noktalar
nimet
: iyilik, lütuf, ihsan
nisp(b)eten
: göre, oranla, kıyaslayarak
nispet
: oran. bağıntı, ilgi. kasıtlı üzücü davranış
nispî
: göreli, bağıntılı
nitekim
: gerçekten, nasıl ki..
niyet
: önceden isteyip, düşünme
nizâ
: çekişme, kavga
nizâm
: düzen
nizâmnâme
: tüzük
nokta–i
nazar : görüş, bakım (ilgili noktaya bakma,
ilgili noktaya ilişkin görüş.. görüşten hareketle)
nota
: bir devletin başka bir devlete verdiği bildiri(m)
növbet
: (nöbet) sıra, kere, kez. sıra ile güdülen bir işte herkese düşen bölüm
nutuk
: söylev
nüfûz
: içine geçme, işleme. sözü geçme, sözü dinlenme
O
objektif
: nesnel
orta
şark :
orta doğu
P
paha
: eder, değer, fiyat
pakt
: antlaşma (bir antlaşma ile oluşan bağlaşık, birlik)
pâre
: parça. sayı, bölük
paşa
: Osmanlı’da yüksek sivil memurlar ile albaydan üst rütbede bulunan askerlere
verilen san
pây–ı
taht
: başkent
perseng
: konuşurken, alışkanlık dolayısıyla gerekli gereksiz, “efendim, efendime söyleyeyim,
uzatmayalım” gibi yinelenen sözcükler
perver
: “besleyen, besleyici, yetiştiren, eğiten” anlamlarıyla bileşik sözcükler yaratmada
kullanılır (nizamperver, vd.)
peydâ
: belli, açık. ortaya çıkmak, oluşmak
prensip
: ilke, umde
program :
dizge, yapılması gereken iş/işlemler bütünü
propaganda
: bir düşünceyi yayma ve benimsetmek için söz veya yazılı araçlarla yapılan etkinlik
protokol :
bir toplantı, oturum vb sonunda imzalanan belge. diplomatlar arası anlaşma
tutanağı. devlet içi ve devletler arası ilişki, tören vb. durumlarda uygulanan
kurallar
R
râbıta
: bağlayan şey, bağ. ilgi, ilişki
rağbet
: istek, arzu
rahmet
: suç bağışlama, merhamet etme. yağmur
raptetmek/olmak:
bir şeyi bir yere tutturmak, iliştirmek; bağlanmak, tutmak, tutunmak
razı
: benimseme, isteme
re’y–i
âmm : genelin oyu,
genel oy
readaptasyon
: yeniden uyarlama
realist
: gerçekçi
realite
: gerçek, gerçeklik
red
: yadsıma. benimsememe
ref
: kalkındırma, yüceltme. yukarı kaldırma. hükümsüz bırakma, kaldırma. Arapça
bir sözcüğün sonunu ötreli okuma
refah
: bolluk, varlık, rahatlık, gönenç
refakat
: eşlik, arkadaşlık, yoldaşlık (etme/yapma)
reform
: iyileştirme, düzeltme(ler)
reis
: başkan
reisicumhur
: cumhurbaşkanı
reji
: eskiden tekel yönetimine verilen ad
rejim
: yönetme, düzenleme biçimi, düzen. devlet yönetme biçimi
resâne
: özlem, üzüntü
resanet
: eskilik, yıpranmış olma
resen
: kendi başına, kendiliğinden, bağımsızca, bağlı olmaksızın
resim
almak : vergi almak
resim
: kimi eşya ve işlerden alınan vergi
resmî
: devlete ait, devlet ile ilgili
rev,
rev’a
: korku, heyecan, helecan
revâ
: layık, uygun. yaraşır, yakışır. isteği yerine gelmiş
revâbıt
: bağlar. ilişkiler, ilgiler. bağlılıklar. düzenlemeler, sıralar, usuller
rey
: görme, görüşş. (oy)
rıza
: razı olma, istek. onay
riâyet
: uyma. saygı, itibar etme, ağırlama
ricâl
: erkekler. üst makamlardaki devlet adamları
ricât
: geri dönme. geri çekilme
rivâyet
: söylenti. hikaye edilen, anlatılan bir haber, söz veya olay
riyâset
: başkan, başkanlık
riyâset–penâh
: başkan konumunda bulunan, başkan olan, başkan
riyâset–penâhî
: başkana sığınma
ru’b : korku
ruh/î/ye
: tin. ruhla ilgili, ruhca, ruhsal. tinsel
rûz
: gün. gündüz
rûz–merre
: her günkü, her günlük
rûz–name
: günlük olayların yazıldığı defter
rü’yet
: görme, bakma, görülme. yönetme, çevirme, idare etme. araştırma
rüçhan
: üstünlük, yeğlik
S
saâdet
: mutluluk, ongunluk
sâbit
: yerinden oynamayan, yer değiştirmeyen, durağan. hep aynı kalan. gerçekliği tesbit
edilmiş, kanıtlanmış
sâbite
: gezgin olmayan ve yerinde durur gibi görünen yıldız
sadâkat
: bağlılık, güçlü dostluk
sâde
: yalın, gösterişsiz
sâdık
: doğru, gerçek. dostluk, bağlılık. dostluğu ve bağlılığı içten olan
sadrazam
: Osmanlı’da başbakan
safahât
: evreler
saffet/safvet
: saflık, temizlik, arılık
safha
: evre
saha
: alan
sahil
: su ve deniz kenarı. kıyı
sahrâ
: kır, ova, çöl
sâik
: ardçı
sâik/sâika
: sevkeden, götüren. süren,sürücü güdü (itki)
sâika
: yıldırım
sair
: ateş, alevli ateş. tam cehennem
sâir
: harekette olan, yürüyen. başka, öteki, diğer
sâkıt
: düşen, düşücü, düşmüş. hüküm ve saygınlıktan düşmüş
salâbet
: katılık, peklik, sağlamlık
salâh
: iyilik. barış. düzelme
salâhiyyet
: yetki, bir şeyi yapmaya hakkı olma. bir davaya bakabilme
salim
: esen, sağlam
saltanat
: bir ülkede hükümdar, padişah, sultan egemenliği. bolluk, zenginlik, gösterişli
yaşayış. kişiler üzerindeki egemenlik
samîm/e :
iç, öz, asıl, merkez
san
: ün, şan, şöhret. saygı ya da belirtme sözü. bir şeyi ne ise, o yapan özellik
sarâhat
: açıklık
sarf
: harcama, masraf etme, gider. tüketme, kullanma. çevirme, döndürme. değişme.
dilbilgisi, gramer
sarfınazar
: vazgeçme
sarfiyat
: harcamalar, giderlerin tümü
sarih
: açık, kolay anlaşılır
sarihan
: açıkça, açık, meydanda olarak
sathi
: dış yüzeyle ilgili. yüzeysel. üstünkörü
sebat
: kararlılık
sebep
: neden
sebil
: yol, büyük cadde. su dağıtılan yer. hayır için dağıtılan su
sedd
: kapama, tıkama, engel olma. set, tümsek..
sefâin
: gemiler. çeşitli konuları içine alan kitaplar
sefaret
: elçilik
sefer
: yolculuk. genellikle yurt dışına yapılan askeri harekât, savaşa gitme
sefine
: gemi, vapur
sefir
: büyükelçi
selâmet
: esen, esenlik
selâse
: üç
selb
: kapma, zorla alma. kaldırma, giderme. olumsuzlaştırma. yadsıma
selim
: doğru, dürüst, kusursuz
sem’
: işitme, işitiş, duyma, duyuş. dinlenme, kulak verme. kulak
sem’î
: işitmek, duymak ile ilgili
semâ
: gökyüzü
semerât
: yemişler, meyvalar. yararlar, verimler. sonuçlar. devlete ait mülk ve akarlar
ile topraklarından alınan gelirler
semere
: ürün
sempati
: doğal ve içgüdüsel eğilim, sevgi ve yakınlık duyma
senato
: yaş, eğitim vd. ölçütlere göre seçilmiş parlamento üyelerinden oluşan meclis
sene
: yıl
sened/t
: dayanılacak şey. belgit. tapu. güçlü manıt olabilecek söz
senevîyye
: seneye, yıla ait, yıl ile ilgili, bir yıllık
ser
: baş, kafa. (bazı bileşik sözcüklerde başkan: sertabip, vb.)
serdetmek
: ileri sürmek
sermaye :
ana mal, kapital. varlık
servet
: varlık, zenginlik, mal–mülk
sevâhil
: yalılar, kıyılar
seviye
: düzey
sevk
: gönderme, aktarım
seyahat
: gezi
seyir
: gidiş, yürüyüş, ilerleyiş. yola çıkma. eğlenmek için bakmak
seyrüsefer
: gidiş gelir, trafik
seyyar
: belli bir yeri olmayan, gezici, gezgin. kolay taşınabilir
sıdk
: doğruluk, gerçeklik. iç, yürek temizliği
sıfat
: toplumsal konum ve özelliğin nitelenmesi. yüz, giysi ve dış görünüm
sıhhat
: sağlık
sıhhiye
: sağlık işleriyle ilgilenen kuruluş. sağlığa ilişkin. sağlık işleri
sima
: yüz, çehre. kimse, insan, tip
sine
: göğüs. gönül. yürek. bağır, iç
sîr
: tok, doymuş
sirayet
: geçme, bulaşma. yayılma, dağılma
siyâsî
: politikaya ilişkin olan. politik. politikacı
skandal
: büyük yankı uyandıran, utanç verici küçük düşürücü olay
sosyal
: toplumsal
standart
: belli bir tipe göre olma. belirli ölçülere, yasaya ve kullanıma uygunluk. tek
biçim. kural(laştırma)
statüko
: yürürlükteki antlaşmalara göre olması gereken veya süregelen durum
strateji
: belirlenmiş amaca ulaşmak için izlenen yol. politik, ekonomik, toplumsal, psikolojik
vb. etmenleri bütünlüklü olarak ele alan uzun erimli çizgi, yaklaşım, dizge
sual
: soru
suare
: akşam yemeğinden sonra yapılan eğlence, toplantı. gece yapılan sinema, tiyatro
gösterisi
sui
: kötü/ye
suiidare
: kötü yönetim
suiistimal
: kötüye kullanma
suikast
: gizli hazırlıkla cana kıyma
suiniyet
: kötü niyet
suitefehhüm
: kötü, yanlış anlaşılma
sulh
: barış
sulh–cûyân
: barışı arayan, barış arayıcı
sultan
: müslüman, özellikle sünni hükümdarların kullandıkları san. padişah
sun’
: yapış, yapma. etki, güç
sun’î
: yapma, yapay, takma. yapmacık/eğreti
sûret
: görünüş, biçim. yazı-resim kopyası. yüz, çehre
suret–i
kat’iye : kesinlikle, asla
suret–i
mahsusa : özel biçimde, özel bir biçimde
sühulet
: kolaylık. yavaşlık. elverişlilik
sükûn
: durma, kımıldamama. hareketsizlik, durgunluk. dinme, kesilme
sükûnet
: dinginlik, hareketsizlik, sakinlik
sür’at
: hız, çabukluk
süvari
: atlı. atlı asker
Ş
şâfi’
: şefaat eden, suçlunun affı için araya girip yalvaran
şahit
: tanık
şahsen
: kendi (kendim, kendin). bizzat
şahsî
: kişiye ait, kişisel
şahsiyet
: kişilik
şâmil
: içine alan, kaplayan, kapsayan
şan
: ün, san, şöhret. gösteriş/lilik
şark
: doğu
şart
: koşul
şayan
: uygun, yaraşır, değer, layık
şayet
: olasılık derecesi daha az olmak üzere, eğer
şayia
: yayılmış haber, yaygın söylenti
şebeke
: ağ gibi yapılmış, gerilmiş hat ve yolların toplamı
şef
: yetki ve sorumluluğu olan, yönetici. önder, lider. baş
şeh–bender
: konsolos. Osmanlı’da Müslüman tüccarların korunması için aralarındaki anlaşmazllıkları
gidermekle görevli kimse
şehit
: din uğrunda ölen. savaşta ölen
şekavet
: bahtı karalık, kutsuzlut. eşkiyalık, haydutluk
şekil/şekli/î
: biçim. tutum, yol, tarz. oluş biçimi. toplumsal bir bütünün örgütleniş biçimi.
olma biçimi.. şekilce, biçim ile ilgili, (biçimsel)
şerâit
: şartlar, koşullar
şeref
: kişisel değer, onur
şetaret
: sevinç, şenlik, neşe
şevk
: istek, heves. sevinç, neşe
şevket
: büyüklük, ululuk, heybetlilik
şevket–meâb
: şevketin bulunduğu yer, padişah
şeyh
: yaşlı adam, ihtiyar. tekke veya zaviyede başkanlık yapan ve müritleri bulunan.
kabile ve aşiret reisi
şeyh–ül–islâm
: şeyhislam (islam şeyhi – sadrazamdan sonra en yüksek konumdaki kişi)
şıkk/ı
:bir kaç parçaya bölünen bir şeyin her biri, bir parçası
şiâr
: belirti, işaret, iz. ayırdedici adet. belgi
şibh–i–cezîre
: yarım ada
şibh–i–cezrî
: kökümsü
şiddet
: bir gücün yoğunluk derecesi, sertlik kullanımı
şifa
: sağlıklı duruma geçme, iyilik bulma, iyi olma
şifahi
: ağızdan, sözlü
şikâyet
: hoşnutsuzluk belirtme, yakınma
şimal
: kuzey
şimendifer
: demiryolu
şinâs
: “anlayan, tanıyan, bilen” anlamlarına gelerek birleşik sözcükler oluşturur
şinas
: “tanıyan, bilen, anlayan” anlamlarıyla sözcüklere eklenir
şirret
: geçimsiz, kavga çıkarmaktan hoşlanan, edepsiz, yaygaracı
şûra
: danışma kurulu, meclis
şuur
: anlama, anlayış, bilinç
şükran
: teşekkür etme, iyilik bilme, gönül borcu
şümûl
: içine alma, kaplama, kapsama
şüûn
: işler, yeni işler. haberler
T
tâ
: kadar, dek
taahhüd/t
: üzerine alma. yapılması için söz verme. resmi sözleşme
taalluk
: ilgisi olma, ilinti. ait olma
taâm
: yemek, aş
taarruz
: saldırı
taarrüf
: bir şeyi araştırarak öğrenme
taayyün
: belli olma
taazzuv
: organlaşma
tâbi
: bağlı, bağımlı
tabiat
: doğa. doğa, huy, mizaç
tabiatıyla
: doğal olarak, doğasıyla
tabîî
: doğada olan, doğal. olağan, her zamanki..
tabîiyyat
: tabii, doğal bilimler
tabîiyye
: doğa bilgisi. doğalcılık
tâbiiyyet :
tâbi’lik, tâbi olma, bir devletin uyruğunda bulunma
tâbir
: deyiş, anlatım
ta’dâd
: sayma, sayı. birer birer söyleme, sayıp dökme. sayım
tadil/tâdilât
: değişiklik
tafsil
: ayrıntılı anlatım, açıklama
tafsilat
: ayrıntı/lar
tahaddüs
: sezgi. yok iken ortaya çıkma
tahakkuk
: gerçekleşme
tahakküm
: baskı, zorbalık, hükmetme
tahammül
: dayanma, katlanma
tahassul
: sonuç olarak belirme
tahassür
: özlem çekme. çok istenen ve ulaşılamayana üzülme
tahattur
: anımsama, akla getirme
tahdit
: sınırlama, çevreleme
tahfîf
: hafifletilme. yükünü azaltma. kolaylaştırma
tahkik/at :
soruşturma
tahkim/at
: güçlendirme, sağlamlaştırma
tahlil
: çözümleme, analiz
tahliye
: boşaltma, salıverme
tahmil
: yükleme
tahmin
: yaklaşık olarak değerlendirme, oranlama
tahribat
: yıkıp bozma
tahrik/ât :
hareket ettirme, kışkırtma, ayaklandırma
tahrik–cûyâne
: tahrik (yapma koşullarını) arayan. tahrikçi, kışkırtıcı
tahrip
: yıkma, kırıp dökme
tahriren
: yazı ile
tahsil
: öğrenim
tahsis
: özel olarak ayırma
tahşid/ât :
yığma, biriktirme, toplama(lar) (askere ilişkin)
taht
: alt aşağı. “fevk’ın zıddı
taht
: hükümdar koltuğu. hükümdarlık makamı
tahte–l–bahr
: denizin altı. denizaltı gemisi
takabbül :
kabul etme. üstüne alma
takarrür
: bir yerde karar kılma, yerleşme
takas
: mal alıp vererek ödeşme. sayışma
takat
: güç, derman
takdim
: sunma, sunuş. tanıtma, tanıştırma
takdir
: beğenip belirtme
takibat
: arkasına düşme
takriben
: aşağı yukarı, yaklaşık olarak
takrir
: yerleştir(il)me. sağlamlaştır(ıl)ma. anlatış, önerge. yazılı bildiri(m). siyasi
nota. tapu işlemi. resmi kurumlardan bab
taksim
: parçalara bölme, bölüştürme
takyit
: bağlı kılma, kısıtlama, kayıtlama
talebe
: öğrenci
talep
: istek
tâlî
: sonradan gelen, bir şeyin arkası sıra giden. ikinci derecede olan, ikincil
talîk
: güleryüzlü (adam). düzgün söz söyleyen
ta’lîk
: asma, asılma. bir şeye bağlı gösterme. geciktirme, asıntıda bırakma. belli
bir zamana bırakma
talim
: öğretim. yetiştirme. alıştırma. uygulamalı askerlik eğitimi
talimat
: yönerge, direktif
taltif
: iyilik ederek gönül alma. nişan vb. şeylerle ödüllendirme
tamim
: genelge, sirküler
tâmîr
: onarım
tâmîrât
: tamirler, düzeltmeler, onarmalar. [bu kitapta, bu anlamları da içererek,
tazminat, savaş tazminatı anlamında da kullanılmaktadır.
tâmme
: büyük alt üst oluş, büyük felaket. keskin çığlık
tanzim
: sıraya koyma, düzenleme
tarafeyn
: iki taraf. yanlar
tarassut
: gözleme, gözetleme, dikkatle bakma
tarife
: fiyat gösteren çizelge
târîk
: karanlık
târik
: terkeden, bırakan, vazgeçen
tariz
: kapalı, dolaylı biçimde söz söyleme
tarsîn
: sağlamlaştırma
tasallut
: rahatsız edecek tarzda peşini bırakmama (musallat olma). sarkıntılık
tasarruf
: bir şeyi istediği gibi kullanma yetkisi.
dikkatli kullanım ve tüketim. artırım, biriktirme
tasavvur :
göz önüne getirme, hayal etme, zihinde bir biçim kazandırma
tasdî
: baş ağırtma, ağrıtılma. can sıkma, rahatsız etme
tasdik
: doğrulama, gerçeklendirme. onay
tasfiye
: arıtma, ayıklama. kapatma. dışlama. yok etme
tashih
: düzeltme, düzelti
tasmim
: tasarlama
tasrih
: açık söyleme, belirtiklik
tasrih/at
: açık, belirtik söyleme, konuşma(lar)
tasvîb/p
: doğru bulma, uygun görme
tatbik
: uygulama, pratik
tatbikat
: uygulamalar. askeri manevra uygulama(ları)
tavassut
: aracılık, ara bulma
tavazzuh
: açıklık kazanma, aydınlanma
ta’vik
: oyalama, geciktirme, asıntı
tavsiye
: öğüt, salık verme
tavzih
: açıklama, aydınlatma
tayin
: belirleme, kararlaştırma. atama
ta’yîn
: ayırma, belli etme. bir memurluğa koyma, atama. tayın, asker ekmeği. erzak
tayyare
: uçak
tazammun
: kapsama, içine alma
ta’zîm
: saygı gösterme, ululama
ta’zimât
: saygılar
tazmîn/ât
: zarar ödemeleri
tazyik
: basınç, zorlama
te’dîb
: terbiye verme, eğitme, edeplendirme
te’dibî/yye
: te’dib, terbiye, edeplendirme ile ilgili
te’diye
: ödeme, ödenilme. borcunu verme
teahhur
: gecikme, geriye bırakma
teâmül
: iş. işin oluşu. ötedenberi oluşan, olagelen (yerleşikleşmiş) davranış
teâti
: birbirine verme, alıp verme
teba’
: tabi olma, uyma
tebaa
: uyruk, bir devletin hükmü altındakiler
tebarüz
: görünme, belirme. karşı karşıya gelme
tebdîl
: değiştirme, değiştirilme, başka bir duruma getirme
tebean
: tabi olarak, uyarak
tebeddül/at
: bir durumdan bir başka duruma geçme, değişme
teberrî
: sevmeyip yüz çevirme. aklanma, arınma
teberru
: bağışlama, bağış
tebligat
: bildirim
tebliğ
: bildiri
tebrik
: kutlama
tecavüz
: saldırı. başkasının hakkına el uzatma
tecdît
: yenileme, yenilenme, tazeleme
tecelli
: belirme, görünme, ortaya çıkma
tecerrüd/t
: soyunma, çıplak olma
tecrit
: ayırma, ayrı bir tarafta tutma. “soyutlama”. yalıtım
tecrübe
: deneme sınama. deneyim, görgü
tecziye
: cezalandırma
ted’ibât
: edeplendir (il)meler. terbiye etmeler, terbiyesini vermeler
tedâfüî
: kendini koruma, savunma ile ilgili
tedarik
: bulma, sağlama
tedavül
: (para ve senet için) geçerli olma, sürümde bulunma, geçerlik. mal ya da paranın
dolaşımı
tedbir
: önlem
tedricî
: derece derece, yavaş yavaş
tedris/at :
ders verme, öğretme. öğretim
teeddüb :
edeplenme, edebini takınma. utanma, çekinme
teehhür/at
: gecikme(ler), geriye bırakma(lar)
teessüf
: acınma, yazıklanma, yerinme
teessür
: üzülme, üzüntü
teessüs
: kurulma, ortaya çıkma
teeyyüd/t
: güçlenme, güç bulma, sağlamlaşma. doğru çıkma, gerçekleşme
teferruat :
ayrıntı(lar)
tefevvük :
üstünlük, üstün gelme
tefrîk
: ayırma, seçme, ayırdetme
tefrika
: ayrılma, ayrılık. bozuşma. basındaki dizi yazılar
tefsir
: açıklama. yorum(lama)
teftiş
: denetleme, bakı
tehâcüm
: (birlikte) saldırma. üşüme, toplaşma
tehcîr
: göç ettirme
tehdîdât
: göz korkutmalar, gözdağı vermeler
tehevvür :
öfkelenme, köpürme
tehî/y
: boş. boşuna. yeteneksiz, bilgisiz. boşu boşuna
tehir
: sonraya, geriye bırakma, geciktirme, ertele(n)me
tekabül
: karşılık olma, karşılama. karşı olma
tekâlîf
: teklifler, öneriler. vergiler
tekâmül
: olgunluk, olgunlaşma
tekarîr
: takrirler, önergeler
tekarub
: iki şeyin birbirine yakın olma durumu
tekemmül
: olgunlaşma, yetkinleşme
tekerrür :
tekrarlanma, yinelenme
teklîf/ât
: teklif(ler), önerme(ler), öneri(ler)
teksif
: koyu veya sık yapma. saydamlığını giderme. yığma, toplama
tekzip/b
: yalanlama
telaffuz
: söyleyiş, söyleniş
telâfi
: bir etki veya sonucu bir başka etki ile giderme
telâki
: birbirine ulaşma, kavuşma, birleşme
telâkki
: anlayış, görüş. benimseme, sayma
telâş
: acele
telhis
: özet, özetleme, kısaltma. resmi özet yazı
telîf
: uzlaştırma. barıştırma. (kitap) yazma. yapıtı yapanın haklarının tümü
te’lîf–i
beyn : ara bulma, uzlaştırma
telkin
: aşılama, zihne sokma. öğütleme
temas
: değme, dokunma. ilişki kurma. değinme, sözünü etme. bağlantı
temâyül/ât
: eğilim(ler)
temâyüz
: sivrilme, üstün duruma gelme, seçkinleşme
temdid
: uzatma, uzatılma. sürdürme. bir harfi uzun okuma çekme
temeddün
: uygar olma. uygarlaşma
temellük :
kendine mal etme
temenni
: dilek
temerküz
: merkez tutma. toplanma. birikme, yığılma, koyulaşma [merkezde birikim, yoğunlaşma]
temevvüc/ât
: dalgalanma(lar)
temin
: korku giderme, inanç verme. sağlama, elde etme
teminat
: garanti, güvence
tenevvür :
parlama, ışıldama, aydınlık olma
tenkid/t
: eleştiri
tenvîr
: aydınlatma. bilgi verme
tenzîl
: indirme, azaltma, aşağı düşürme
terakkî
: ilerleme, yükselme, gelişme
terâne
: yinelene, yinelene usanç verici durum alan söz
terbiye
: eğitim. görgü. alıştırma
tercih
: bir şeyi bir başkasına göre üstün ya da önemli sayma, yeğleme
tercüme :
çeviri, çevirme
tereddüt :
kararsızlık, duraksama
teressüm
: resimleşme, resim gibi biçimlenme
tereşşuh :
sızma, sızıntı yapma. terleme
terfi
: yükselme
terhîs
: ruhsat, izin verme. askerliğin bittiğine ilişkin yapılan işlem
terkib/p
: birleşim, birleştirme
tersim
: resmetme, resmedilme
tertib/p
: düzene koyma. hazırlama. hile, düzen, komplo
tertibat
: düzen, düzenleme. karşılayıcı (önlemli) hazırlıklar
terviç
: (bir düşünceyi) tutma, destekleme
tes’îd
: kutlama
tesadüf
: rastlantı(sal)
tesâdüm :
çarpışma, tokuşma
tesânüd
: dayanışma
teshil/ât
: kolaylaştırma(lar)
teshir
: büyüleme, büyü. kendine bağlama, ele geçirme
tesir
: etki
tesis
: yapma, kurma. kurum, kuruluş
tesisat
: kurumlar. bir işle ilgili yardımcı araçların döşenmesi ve döşenen araçların tümü
teskin
: yatıştırma
teslih/ât
: silahlandırma(lar)
tesliyet
: teselli verme, verilme, avut(ul)ma
tesrî
: hızlandır(ıl)ma, çabuklaştırma
tesviye
: beraber yapma, düz etme, düzleme
tesviye
: düz duruma getirme, düzleme. (düzenleme). ödeme, verme. bir yere gönderilen erlere
verilen ve bilet yerine geçen kağıt
teşebbüs :
girişim
teşekkül
: varlık ve biçim kazanma. kurulma, kuruluş, örgütlenme teşekkülleri
teşevvüş
: karışma, karmakarışık olma, karışıklık
teşhis
: tanıma, seçme. tanı
teşkil
: oluşum, oluşturma
teşkilât
: örgüt, kuruluş
teşmil
: kapsamına alma, genişletme, yayma
teşrih
: açma, yayma, inceden inceye didikleme. ölü gövdesini parçalara ayırma, otopsi.
anatomi. iskelet
teşrik
: bir işe başka birini ortak etme
teşrik–i
mesai : bir amaç uğruna kurulan çalışma ortaklığı,
işbirliği
teşrin
: yılın onuncu ve onbirinci aylarına verilen ortak ad
teşrinievvel
: ekim ayı
teşrinisani
: kasım ayı
teşvik
: özendirme, destekleme
teşviş
: karıştırma bulandırma
tetebbü
: inceleme, araştırma
tetkik
: araştırma, inceleme
tevâfuk
: uyma, uygun gelme
tevahhuş
: yalnızlıktan çekinme, korkma. güvensizce bakma, (öz) güvensiz bakış
tevakkuf :
durma, duraklama, eğleşme
tevasul
: kavuşma, ulaşma, birleşme
tevazuu
: alçak gönüllülük
tevcih
: belli bir yöne çevirme, yöneltme. (aşama, makam, mevki) verme
tevdi
: verme/vermek, bırakma/bırakmak
teveccüh
: bir yana doğru yönelme, yüzünü çevirme, güleryüz gösterme, yakınlık duyma,
hoşlanma
tevehhüm
: vehimlenme, kurma, kuruntuya düşme
tevekkül :
herşeyi tanrıya bırakma, yazgıya boyun eğme
tevellî
: birine yanaşma. birini dost tutma
tevellu
: sevme, aşk ve ilgiyi açığa çıkarma
tevellüd
: doğma, doğum
teverrut
: vartaya düşme, zor bir işe rastlama
teverrüd :
varid olma, gelme, erişme. gül gibi kızarma
tevessül
: başlama, girişme
teveşşuh
: süslenme, takıp takıştırma
tevfîk
: uydurma, uydurulma, uygunlaştırma
tevfikan
: uyarak, uygun olarak (–e) göre
tevfikat
: tanrı yardımına kavuşmalar
tevhid/t
: bir kaç şeyi bir araya getirip birleştirme. birliğine inanma, bir sayma. tek tanrıcılık.
tanrıyı övmek için yazılan manzume
tevkir
: ululama, yüceltme
tevlîd
: doğurma, doğrulma, doğurtma. meydana getirme. neden olma
tevlit
: doğurtma, doğurma. neden olma, oluşturma
teyid
: doğrulama, gerçekleme, bir bilgiyi doğrulayarak güçlendirme
tezahür
: belirme, görünme, ortaya çıkma
tezyid/t
: çoğaltma, artırma
tıfl–âne
: çocukça, çocuk gibi
timsal
: sembol, örnek, simge
toptan
: toplu olarak, tümüyle, bütünüyle
torpido
: torpil atmaya yarar küçük ve hızlı savaş gemisi
transfer
: bir yerden başka bir yere aktarım
tûl
: uzunluk
U
uhde
: yükümlü olunan iş, görev. sorumluluk
uhûd
: ahidler, andlar, an(t)laşmalar
umûm
: genel olma. hep herkes
umûmî
harp : genel savaş
[kitapta “cihan harbi” olarak da geçmekte ve birinci dünya savaşı anlamında kullanılmaktadır]
umûmî
kâtip : genel yazman/sekreter
umumî
: genel, genele, herkese ilişkin
umumiyet
: genellik
umûr
: işler, özellikler, maddeler, şeyler
usûl
: yol, yöntem
Ü
ülkü
: amaç edinilen, ulaşılmak istenilen şey, mefkûre, ideal
ültimatom
: hiçbir tartışma veya karşı koymaya yer bırakmaksızın bir devletten diğerine tanınan
süre kapsamlı nota
üserâ
: esirler, tutsaklar. kullar, köleler
üss
: saldırı için donatılmış yer. esas, asıl, kök, temel
üss–ül–hareke
: askeri harekatın başlangıcına esas olan yer
V
va’d/vaad
: söz verme, üstlenme. önceden yapacağına ilişkin umut verme
va’de
: bir şey için önceden belirlenen zaman. geciktirmek için belirlenen zaman. ecel.
söz verme
vabeste
: bağlı
vadi
: mecra (akış, gidiş, oluş, yayılma vb. yolu)
vahded/t :
yalnızlık, teklik. tanrıya yakınlık, tanrıya ulaşma
vahim
: ağır, korkulu, çok tehlikeli
vak’a
: olay
vakf
: duruş, durma, kımıldamama. ayırma, satılmama kaydıyla yapılan bağış
vakıa
: olgu. bağ
vakıf
: ayakta duran. bilgili, haberli. vakfeden
vaki
: olan, olmuş
vakit
: zaman
vareste
: kurtulmuş, serbest, rahat. ilişiksiz
varid/t
: gelen, ulaşan erişen. olabilecek olanın akla gelmesi
varidat
: akla gelen, içe doğan düşünce. gelir, gelirler
vasati
: orta, ortalama. ikisinin ortası, orta halde
vasıf
: nitelik
vâsıl
: ulaşan, ulaşma, varma
vasıta
: araç
vasi
: engelli birinin malını yöneten. ölenin vasiyetini yerine getirmekle yükümlü
olan
vâsi
: geniş, engin
vatanperver
: yurtsever
vaz’
: konma, konulma, koyma (esas, eksen koyma). bırakma. tayin etme. kurma, bulma,
yapma. duruş, davranış..
vazâîf
: vazifeler, görevler
vazı’–ül–yed
: el koyan, eline alan
vâzıh
: açık, ortada, belli, kapalı olmayan (söz, tümce)
vazî//a
:alçak, bayağı, aşağı
vazife
: görev
vazîh/a
: çok açık, besbelli, ortada
vaziyet
: konum. durum
vech
: yüz, çehre. üst taraf, düz yüz. üslup, tarz, neden..
veche
: yüz. yan taraf, semt
vechi
: yüze ait, yüz ile ilgili
vechile
: (aynı) nedenle, (bu yüzden)..
vefa
: sevgide durma, sevgi bağlılığı
vehâmet
: (vahâmet) hazım güçlüğü. tehlikeli, korkulacak durum
vehm/vehim
: kuruntu, yersiz korku. kuşku, tereddüt
vekâlet
: yerine bakma. bakan
vekil
: yerine bakan. bakan
velev
: ister, isterse, olsa da, kaldı ki, hatta
velinimet
: etkisi yaşadıkça sürecek bir iyilikte bulunan
vesâik
: vesikalar, belgeler
vesâit
: vasıtalar, araçlar
vesika
: belge
vesile
: neden, bahane
vesvese
: kuşku, kuruntu, işkil
veyl
: vay!, yazık, vah vah
vezâif
: (vazâif) vazifeler, görevler)
vezir
: mülkiye (kamu yönetimi) rütbelerinin en üstü
vicdan
: kişisel ahlaki değerler üzerine dolaysız yargılama gücü
vikaye
: koruma, esirgeme, gözetme
vilayet
: il
viran
: yıkık, harap
vuku/u
: olma, meydana gelme
vukuat
: olanlar, olup bitenler
vukuf
: bir durumda duruş. artıp eksilmeme. haberli olma
vusta
: orta
vusul
: ulaşma, varma
vuzuh
: açık olma durumu, açıklık, aydınlık
vücub
: vacib ve gerekli olma. bırakılma olanağı bulunmaması
vücud/t
: bulunma, var olma, varlık. cisim, gövde, beden
vürûd
: toplar damarlar
Y
yad
: yabancı yerler. yabancılar. anma/k
yed
: el. güç, kudret. yardım. araç. mülk
yed–i
tasarruf : tasarrufunda olma, sahip olma
yegâne
: biricik, tek
yek
: bir, tek
yekdiğeri
: bir diğeri
yeknesak
: tek düzen, biteviye, değişmez
yekpare
: bir tek parça
yektaraf
: bir taraf
yekûn
: toplam
yel
: pehlivan, yiğit
yevm
: gün. gündüz
yevm–i
ihtiyacat : gereklilik günü, (gereklilik zamanları)
yortu
: Hıristiyan bayramı
Z
zaaf
: düşkünlük, dayanamama
zabit
: rütbesi teğmenden binbaşıya kadar olan asker. resmi kurumlardaki yazı işleri
görevlisi. yönetme gücü olan, dediğini yaptıran
zabt ü
rapt : düzen,
disiplin
zabt
: sıkı tutma. yönetimi altına alma. silah gücüyle bir yeri alma. anlama, kavrama
zabt–nâme
: tutanak
zâde
: “çok olsun ve artsın” anlamında iyi dilek sözü
zâde
: evlat, oğul. insaniyetli, doğru adam. “doğmuş, meydana gelmiş” anlamlarıyla birleşik
sözcükler oluşturur (perizade, vb.)
zahire
: gereğinde kullanılmak için saklanan tahıl
zahiri
: görünen, görünürdeki
zâif
: zayıf, güçsüz. gevşek, tenbel
zâil
: sona eren, sürekli olmayan. geçen, geçmiş olan
zalim/ane
: acımasız ve haksız davranan, kıyıcı. (acımasızca)
zan
: sanma, sanı
zarf
: kap, kılıf. kağıttan kese. metal kap. bir fiil, sıfat veya başka bir zarfın anlamını
zaman, yer vb. bakımdan etkileyen belirteç
zarfında
: (belirtilen) süre, zaman içinde veya o zaman boyunca
zaruret
: zorunluluklar
zaruri
: zorunlu
zât
: kimse, kişi. kendi, öz
zat–ı
âli
: büyük kişi
zayiât
: yitikler, kayıplar
zebân
: dil, lisan
zebân–zed
: dil persengi. söylenen, söylenir olan. alışılmış, kullanışlı, yayılmış (söz)
zecr
: önleme, yasaklama. zorlama, zorla yaptırma. sıkma. angarya çalıştırma
–zede
: vurulmuş, çarpılmış, tutulmuş,uğramış, yakalanmış anlamlarına gelerek
birleşikler oluşturur
zerre
: çok küçük parçacık
zevahir
: zâhir’in çoğulu. dış yüz, dış görünüm
zevâl
: yerinden ayrılıp gitme. sona erme. güneşin başucunda olma zamanı
zevât
: zat’ın çoğulu. kişiler
zıd
: bir şeyin karşılığı, tersi. karşıt.
zıman
: olmuş veya olacak bir zarara karşı verilen sağlamlık nesnesi
zımnen
: açıktan olmayarak, dolayısıyla, kapalıca
zıyâ’
: kayıp, yitim, kaybolma
zihin
: bellek, hafıza. anlayış, kavrayış. bilinç, dimağ
zihniyet
: düşünme yolu, düşünüş biçimi
zikr/zikir
: anma, söyleme, sözünü etme
zimâm
: kendi tarafını koruma, gözetme
zimâm–dâr/ân
: yular tutan. bir işi elinde tutan, yöneten, yürüten(ler)
zîr ü
zeber :
altüst
zîr
: alt, aşağı (zîrde: altta, aşağıda)
ziraat
: ekincilik, çiftçilik, tarım işleri
ziyâ’
: ışık, aydınlık
ziyade
: çok, daha çok
ziyan
: zarar
zuhur
: ortaya çıkma, belirme
zûlüm
: kıyım, acımasızlık, haksızlık
zümre
: bölük, takım, topluluk, sınıf, cins, grup. alt takım
[1] Bu Kavramı Cumhuriyet tarihi araştırmalarına sokan Prof.
Dr. M. Akif Tural’dır. bkz, M. Akif Tural, Saltanatın Otopsisi Veya Millî
Hâkimet Yolunda Çekilen Çileler, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, ilâveli
2.bs., Ankara 1999.
[2] Mondros Mütarekesi Osmanlı Devleti’ni fiilen ortadan
kaldıran bir andlaşma idi. Bu konuda bkz. Fahir Armaoğlu, “Tarihî Perspektif
İçinde Misak-ı Millî’nin Değerlendirilmesi” (Makaleler Seçkisi) Atatürk
Dönemi Türk Dış Politikası, Atatürk Araştırma Merkezi Başk. y., Ankara
2000, s.63-72; Adnan Sofuoğlu, “Anadolu Üzerindeki Yunan Hedefleri ve
Mütareke Döneminde Fener Rum Patrikanesi’nin Faaliyetleri” Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi., C. 10, sayı, 28; Ank.,1994;s.211-156.
[3] Avrupa Emperyalizminin Osmanlı Devletinin şahsında Türk
sayılı halka, milliyetine, dinine ve tarihî işlevine öfkesinden dolayı
imzalatılmaya kalkılmış bu metnin ne olduğunu anlamanın en sağlam yollarından
birisi – belki de birincisi - Atatürk’ün Büyük Nutuk’ta bu iğrenç
belgenin adı geçtikçe bir bilinç yıldırımı gibi gürleyen cümlelerinin
okunmasıdır. Ayrıca bkz. Türk Dış Politikası, Yayına Hazırlayan Baskın
Oran, C. I, İstanbul, 2001, s.113-138.
[4] Tevfik Bıyıkoğlu - Tevfik Ercan: Türk İstiklâl Harbi,
Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, ATESE y., Ank., 1992.
[5] David Fromkin, Barışa Son Veren Barış, Modern Orta
Doğu Nasıl Yaratıldı?, (Çev., Mehmet Harmancı) İst., 1994.
[6] Mudanya Mütarekesi konusunda Merhum İnönü’nün ve Büyük
Nutuk’un temel kaynaklar olduğunu belirtelim. Bunun dışında Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi’nde 10’a yakın araştırma yayınlanmıştır. Ayrıca
bkz.Baskın Oran, a.g.e., 213-214.
[7] M. Kemal (Atatürk), Büyük Nutuk, (Bugünkü Dille
Yayına Hz. Prof. Dr. Zeynep Korkmaz) Atatürk Araştırma Merkezi y., Ankara 2002,
s.532 - 534, 536.
[8] Bu kitaptaki ilk metin
[9] Bu konuda en güvenli çalışmalar Mehmet Tekin tarafından
yapılmıştır. Ayrıca bkz. Prof Dr. Mehmet Akif Tural, “Savaş İstemeyen Bir
Liderin Başarısı: Hatay”., Ortadoğu’da Osmanlı Dönemi Kültür İzleri
Uluslar Arası Bilgi Şöleni Bildirileri (25-28 Ekim 2000), Atatürk Kültür
Merkezi Başk. Y., Ankara 2001, s.55-72 (Açılış Bildirisi)
[10] Mim Kemal Öke., Musul Meselesi Kronolojisi (1918
- 1926), Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul – 1987; Dr. Zekeriya
Türkmen, Musul Meselesi – Askerî Yönden Çözüm Arayışları (1922 – 1923), Atatürk
Araştırma Merkezi Başk. Y., Ankara 2003.
* Bu listede İsmet İnönü’nün yayınlanan başlıca
kitaplarına yer verilmiş, çok sayıda bulunan ve tek bir konuşmasının
kitapçık/broşür haline getirilmiş basımlarına yer verilmemiştir. Bu liste,
başlıca başvuru kaynağı olarak düşünülmüştür. Burada yer verilmeyen kitapçık ve
broşürlerin çoğu, bu listedeki kitaplar tarafından içerilmektedir.
[11] Cihan, Ali Rıza; (Hazırlayan), İsmet İnönü'nün
TBMM'deki Konuşmaları, Birinci Cilt (1920-1938); TBMM Kültür, Sanat ve
Yayın Kurulu Yayınları No: 56, Ankara 1992, sf. 53-54
[12] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 55-60.
[13] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 61.
* Konferans 13 Kasım’da
başlayacaktır, ancak başlama tarihi Türkiye delegasyonundan habersiz
olarak 20 Kasım’a alınmıştır. Söz konusu nota, bu gelişme üzerine
taraflara iletilmiştir. Metnin Fransızcası, Bilal N. Şimşir’in Lozan
Telgrafları’nda bulunmaktadır. Bkz. Cilt I, sf. 103
[14] Karacan, Ali Naci., Lozan
Konferansı ve İsmet Paşa; Bilgi Yayınevi, Üçüncü Basım Temmuz 1993 (Birinci
Basım 1943, İkinci Basım 1971) sf. 55-56.
[15] Karacan, Ali Naci., age., sf. 59-60.
[16] Şimşir, Bilal N., Lozan
Telgrafları, Cilt I (Şubat – Ağustos 1923); Atatürk Kültür, Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu – Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1990, sf. 105.
* İsmet Paşa, basına verdiği demeçleri ve Türkiye
delegasyonundaki delegeleri tek tek yabancı basın organlarını izlemekle
görevlendirmesini kastetmektedir.
[17] Bilal, N. Şimşir., age, sf. 114-115.; Meray, Seha
L, ( Çeviren) Lozan Konferansı; Tutanaklar – Belgeler, Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, No: 291, Takım: I, Cilt: 1,
Kitap: 1, 1970, sf. 3-4.
[18] Şimşir, Bilal N., age., sf. 110-112.
[19] Şimşir, Bilal N., age., sf. 116-117.
[20] Şimşir, Bilal N., age., sf. 118-119.
[21] Şimşir, Bilal N., age., sf. 201.
[22] Şimşir, Bilal N., age, sf. 201-202.
[23] Karacan, Ali Naci., age., sf.
139-140. [12.12.] 1923.
[24] Şimşir, Bilal N., age., sf. 250.
[25] Şimşir, Bilal N., age., sf. 262-263
* Lozan’da ikinci Türk delegesi Hasan SAKA.
** Ferit TEK, o tarihte Paris Mümessili idi. Paris’ten Lozan’a
çağrıldı.
*** İttihat ve Terakki İktidarının Maliye Bakanı.
[26] Şimşir, Bilal N., age., sf. 266.
[27] Şimşir, Bilal N., age., sf. 366.
[28] Şimşir, Bilal N., age., sf. 414.
* Gazi Mustafa Kemal annesi Zübeyde Hanımı kaybetmiştir.
[29] Şimşir, Bilal N., age, sf. 428-429.
[30] Şimşir, Bilal N., age., sf. 436.
[31] Şimşir, Bilal N., age., sf. 446.
[32] Şimşir, Bilal N., age., sf 447-448.
[33] Şimşir, Bilal N., age., sf. 463.
[34] Karacan, Ali Naci., age., sf. 182-183., [Ocak ayı
sonu – Şubat ayı başı] 1923
[35] Şimşir, Bilal N., age., sf. 493 – 494., 4 Şubat
1929.
* Şifre çözümünde “bir kelime açılamamıştır” kastediliyor.
[36] Şimşir, Bilal N., age., sf. 502., 5 Şubat 1929.
[37] Karacan, Ali Naci., age., sf. 202.
[38] Şimşir, Bilal N., age., sf. 513.
* [Bu dipnot, Lozan Telgrafları kitabını hazırlayan
Bilal N. Şimşir tarafından eklenmiştir:] “Gerçekten Türk makamlarının İzmir
limanını yabancı savaş gemilerine kapatmaları üzerine, 7 – 10 Şubat 1923
günleri pek gergindir. Başta İngilizler olmak üzere Müttefikler, barışa kadar
savaş gemilerinin hareketlerini sınırlamayacaklarını iddia etmişler, bir yandan
Türk hükümetine nota verirken, öte yandan da inadına İzmir’e savaş gemileri
göndermişlerdi. Silahlı bir çatışmaya ramak kalmış gibiydi. İngilizler,
İstanbul’da gerileyince arkasından İstanbul’u boşaltmaya zorlanabileceklerini
düşünüyor ve İzmir limanına kadar bir çeşit kuvvet gösterisine kalkışıyorlardı.
İsmet Paşa, haklı olarak, gereksiz bir silahlı çatışma olayının Lozan’da
harcanan emekleri ve sağlanan sonuçları silip götürebileceğinden endişe
duyuyordu.” age, sf. 513
[39] Şimşir, Bilal N., age., sf. 521.
*[Bu dipnot, Lozan Telgrafları kitabını hazırlayan
Bilal N. Şimşir tarafından eklenmiştir:] İsmet Paşa, Eskişehir’de Atatürk’le
buluşup görüşmesini şöyle anlatıyor:
“Lozan dönüşünde
İstanbul’da pek az kaldıktan sonra Ankara’ya hareket ettim. Eskişehir’de,
İzmir’den gelmekte olan Atatürk ile buluştuk. Fevzi Paşa da beraberdi. Atatürk
İktisat Kongresinden geliyordu. Her ikisiyle ayrı ayrı ve beraber konuştum.
Sulh yapmak ihtimali üzerinde kanaatimi öğrenmek istiyorlardı. Bir sulh
ihtimali var mı, yok mu? Üzerinde durulan husus bu. Benim kendilerine
naklettiğim, sulh ihtimali vardır...
“Bu esas üzerinde bir
kanaate, bir mutabakata vardıktan sonra, Meclis içi ve Meclis dışı münasebetleri
ona göre idare etmek için bir istikamet tayini arzusu bizim Eskişehir’de
buluşmamızın hedefini teşkil etmiştir. Hakikaten Mustafa Kemal Paşa ve Fevzi
Paşa ile Eskişehir’de buluşup görüşmemiz çok faydalı oldu. Zannediyorum ki,
onlar da konferansın neticesi ve akıbeti hakkında kendilerine rahatlık verecek
bir kanıya vardılar. Bundan sonra aramızda herhangi bir görüş ayrılığı
olmaksızın Meclis’e gitmeye karar verdik...
“Eskişehir’de tren içinde
yaptığımız görüşmede sulh olacaktır kanaatine vararak, görüş birliği halinde
Ankara’ya hareket ettik. Ankara’ya geldikten sonra aramızda bir ihtilat
olmaksızın Meclis müzâkereleri yapıldı...
“Meclis müzakereleri
tabiatiyle benimle çok çekişmeli geçtiği kadar, Atatürk müzakerelere karıştıkça
bütün hücumlar ona karşı yapılıyor ve onun üstünde toplanıyordu. Lozan’dan
dönerken, bizim Atatürk ile Eskişehir’de buluşmamız zihinlerde bazı tereddütler
yaratmış, Meclis’ten evvel görülmüş, bir takım kararlara varılmış olduğu
zannıyla benim aleyhimde ve Atatürk aleyhinde nihayete kadar her türlü
tenkitler, kötülemeler yapılmış, mücadele edilmiştir.” (Hatıralar,
II, s. 95, 97 ve 98)
[40] Karacan, Ali Naci., age., sf. 204-207.
[41] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 62-81.
* Kitapta geçen “tamirat”,
“ta’mirat” deyişleri esasen “tazminat”, “savaş zararlarının tazminatı”nı
içermektedir. Lozan Konferansı ile ilgili hemen bütün Türkçe metinlerde bu konu
“tamirat” şeklinde geçmektedir.
[42] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 82-85.
[43] Cihan Ali Rıza., age., sf. 86.
[44] Cihan, Ali Rıza.,age., sf. 87-97.
[45] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 98-111.
[46] Şimşir, Bilal N., Lozan Telgrafları, Cilt II;
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara
1994., sf. 150-151.
[47] Şimşir, Bilal N., age, Cilt II, sf. 163-171.;
Meray, Seha L., (Çeviren), Lozan Konferansı, Tutanaklar-Belgeler.,
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, No: 291, Takım: I,
Cilt: 4, 1970
* Fransızca metinde “ilots inhabites de Merkeb” (Meray,
Seha L.)
[48] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 112-113.
* Bu konuşma, 20 Ocak 1921 tarihli seçimlerin
yenilenmesiyle ilgili yasanın bir maddesinin görüşülmesi dolayısıyla
yapılmıştır.
[49] Şimşir, Bilal N., age, Cilt II, sf. 188-189.
*Bu noktalama ve biraz aşağıdaki soru işareti aktarım
yapılan kaynakta bulunmaktadır.
[50] Şimşir, Bilal N., age., sf. 194-195.
[51] Şimşir, Bilal N., age., Cilt II, sf. 229.
[52] Şimşir, Bilal N., age., Cilt II, sf. 349.
[53] Şimşir, Bilal N., age., Cilt II, sf. 355.
[54] Karacan, Ali Naci., age., sf. 314-315.
[55] Şimşir, Bilal N., age., Cilt II, sf. 366-367.
[56] Şimşir, Bilal N., Atatürk ile Yazışmalar I / 1920 –
1923; Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara – 1981, sf. 481-482.
* Bu
telgraf metni, şu ana kadar aktarım yapılan Lozan Telgrafları kitabında
da bulunmakta ancak “Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine marûzdur.” veya “Zâta
mahsûstur” giriş notu olmaksızın yer almaktadır. Buradaki şekli ile bu telgraf,
Bilal N. Şimşir’in bir başka çalışmasından aktarılmıştır.
[57] Şimşir, Bilal N., Lozan Telgrafları, Cilt II, sf.
386.
[58] Karacan, Ali Naci., age., sf. 374-376.
[59] Şimşir, Bilal N., age., Cilt II, sf. 504.
[60] Karacan, Ali Naci., age., sf. 386-387.
[61] Şimşir, Bilal N., age., Cilt II, sf. 528-529.
[62] Selek, Sabahattin., (Yayıma Hazırlayan), İsmet İnönü,
Hatıralar, 2. Kitap; Bilgi Yayınevi, Birinci Basım: Kasım 1987, sf.
145
[63] Şimşir, Bilal N., age., Cilt II, sf. 582-584.
[64] Şimşir, Bilal N.,age., Cilt II, sf. 586.
[65] Şimşir, Bilal N., age., Cilt II, sf. 601.
[66] Şimşir, Bilal N., age., Cilt II, sf. 602.
[67] Şimşir, Bilal N.,age., Cilt II, sf. 606.
[68] Şimşir, Bilal N., age., Cilt II, sf. 609.
[69] Şimşir, Bilal N., age., Cilt II, sf. 630-631.
[70] Özel, Mehmet, (Hazırlayan)., 70. Yıldönümünde Lozan,
Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 1993, sf. 75-77. (Tarih vesikaları, S. 7,
6/1942, sf. 3-7)
[71] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 114-142.
[72] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 148.
* Bu konuşma, “Batı Trakya ve Makedonya’da müslüman halka
karşı yapılan kötü davranışlara ilişkin hükümetten açıklama” istemi üzerine,
Türkiye ile Yunanistan arasındaki “mübadele” eksenli olarak yapılmıştır.
[73] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 158-160, 162-163.
[74] Cihan, Ali Rıza., age.,
sf. 175-178.
* Bu konuşma, 1924 yılı bütçe yasa tasarısı dolayısıyla
yapılmıştır.
[75] Cihan, Ali Rıza., age.,
sf. 181-187, 200-201, 204-205, 207-208.
[76] Cihan, Ali Rıza., age.,
sf. 226-228.
[77] Cihan, Ali Rıza., age.,
sf. 235-236.
[78] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 303.
[79] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 323, 326-327.
[80] İnönü, İsmet., İsmet Paşa’nın Siyasi ve İçtimai
Nutukları 1920–1933; Ankara Başvekâlet Matbaası, 1933, sf. 301-303.
[81] Ayın Tarihi, Matbuat Umum Müdürlüğü, Sayı: 4,
1-31 Mart 1934, sf. 30-36
[82] Agd., Sayı: 3, 1-31 İlkkanun (Aralık) 1936, sf. 22-29.
[83] Cihan, Ali Rıza., age., sf. 409-413.
[84] İnönü Vakfı Arşivi, Demirbaş No: 02530.
[85] Erdemir, Sabahat. (Derleyen)., Muhalefetde İsmet
İnönü–Konuşmaları, Demeçleri, Mesajları, Sohbetleri ve Yazılarıyla, M.
Sıralar Matbaası, İstanbul 1956, sf. 121-125.
[86] Erdemir, Sabahat., age., sf. 195.
[87] Erdemir, Sabahat., age., sf. 419-421.
[88] Erdemir, Sabahat. (Derleyen)., Muhalefetde İsmet
İnönü–Konuşmaları, Demeçleri, Mesajları, Sohbetleri ve Yazılarıyla 1956–1959.,
M. Sıralar Matbaası, İstanbul 1959, sf. 89-91.
[89] Erdemir, Sabahat., age., (1956 – 1959), sf.
398-399.
[90] Erdemir, Sabahat., age., (1956 – 1959), sf.
400-401.
[91] Toktamış, Sabahat. (Derleyen)., İhtilalden Sonra
İsmet İnönü 27 Mayıs 1960–10 Kasım 1961/Konuşmaları, Demeçleri, Mesajları,
Sohbetleri ve Yazılarıyla, M. Sıralar Matbaası, Ekim 1962, sf. 18-19.
[92] Toktamış, Sabahat., age., sf. 18.
[93] Ulus Gazetesi., 25 Temmuz 1964.
[94] Agg., 25 Temmuz 1965.
[95] Agg., 25 Temmuz 1967.
[96] Agg., 25 Temmuz 1969.
[97] Meray, Seha L, (Çeviren)., Lozan Konferansı;
Tutanaklar – Belgeler, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Yayınları, No: 291, Takım: I, Cilt: 1, Kitap: 1, 1970, sf. V-IX.
* Önsöz, İsmet İnönü’nün Defterler’indeki notlarına
göre 30 Eylül 1969 tarihinde yazılmış, kitap ise 1970’te Lozan Barış
Antlaşması’nın 47. yıldönümünde yayınlanmıştır.
[98] Karacan, Ali Naci., age., sf. 7.
[99] Kal, Nazmi. (Hazırlayan)., İsmet İnönü; Televizyona
Anlattıklarım; Bilgi Yayınevi, Birinci Basım Aralık 1993, sf. 57-69.
[100] Ulus Gazetesi, 25 Temmuz 1971.
[101] İnönü Vakfı Arşivi., Tam Metin., Demirbaş No: 02448 ...
02.07.1972 [?-1973]; Kal, Nazmi., age., sf. 71-74.
* Bir ve ikinci soru ile yanıtları yayınlanmamış, İnönü
Vakfı Arşivindeki tam metin buraya aktarılmıştır.
[102] “İsmet İnönü; İstiklal Savaşı ve Lozan”; Belleten,
Türk Tarih Kurumu Yayını, Cilt: XXXVIII, Ocak 1974, Sayı: 149, İsmet İnönü; İstiklal
Savaşı ve Lozan; Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu – Atatürk
Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 1993).
* Bu Konferans Cumhuriyetin 50. yıldönümü dolayısıyle Türk
Tarih Kurumunca
düzenlenen seminerin ilk konferansı olarak 23 Ekim 1973 Salı günü Türk Tarih Kurumu’nda verilmiştir.
Bu metindeki iki ayrı sayfa altı notu ile bütün parantezler metnin özgün
halinde bulunmaktadır. Köşeli parantezler de, konferans metni Türk Tarih
Kurumu’nca yayına hazırlanırken eklenmiştir.
* Bunu söyleyen Franklin Bouillon'dur (y.k)