Yazan: Doç. Dr. Melek M. FIRAT
İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’nin izlediği politika Türk dış politikasının Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile bağlantılandırılarak en çok eleştirilen ve/veya en çok savunulan dönemidir. Kimilerine göre, İnönü, İkinci Dünya Savaşına girmeyerek büyük bir fırsatı kaçırmış, çekingen ve korkak tutumuyla Türkiye’nin başta Onikiadalar olmak üzere savaş sonrası kazanımlarına engel olmuştur; kimilerine göre de ülkeyi bir yıkımdan kurtarmıştır.
Gerçekten de, 1939-1945 arası, Türk dış politikasının kendine özgü bir dönemidir; uluslararası gelişmeler iç politikayı etkileyecek kadar belirleyici olmuştur ve zaten geleneksel olarak dar bir kadro tarafından yürütülen dış politika konusunda hassasiyetler artmış, bu alan İnönü’nün sıkı denetimine girmiştir. Bu dönemde, Dışişleri Bakanlığının tüm yazışmaları anında dış politika konusunda titizliği bilinen İnönü’ye iletiliyor ve onun verdiği direktifler doğrultusunda tutum alınıyordu. Devlet geleneğine bağlılığı bilinen İnönü elbette nihai kararı almadan önce, başta 1942’de dışişleri bakanı olmadan önce de, daha genel sekreterliği sırasında fiilen bakanlığı idare ettiği söylenen Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Numan Menemencioğlu olmak üzere, çeşitli kişi ve kurumlara danışıyordu (WEISBAND, 1974:37-48; DERİNGİL, 1994:49-56) ama İkinci Dünya Savaşı sırasında dış politikanın belirlenmesinde ve yürütülmesinde son söz İnönü’ye aitti. Dolayısıyla, bu dönemin dış politikasını anlamak ve alınan kararları doğru değerlendirebilmek için, İnönü’nün kişiliğini iyi bilmek gerekmektedir; çünkü İnönü’nün kişiliğinin temel özellikleri dış politika kararlarına yansımıştır.
Şevket Süreyya Aydemir İkinci Adam isimli kitabının Önsöz’ünde İnönü’nün kişiliğine ilişkin konumuz açısından dikkat çekici bir değerlendirme yapmaktadır: “İkinci adam … nereden ve ne kadar riske edileceğini, daima bir kurmay titizliği ile hesaplamıştır. Kavga ve mücadeleyi, ancak kesin neticelerin alınacağını anladığı dönüm noktalarında kabul eder. Ama bu noktaları da, atlamamaya çalışır… Bu mücadelenin kahramanı, ufak tefek, kendi içine kapalı ve hiçbir zaman, hiçbir otoriteye kayıtsız şartsız teslim olmayan; kendi soğukkanlılığına, kendi değerlerine, telaşsızlığına, hesaplılığına güvenen bir muvazene adamıdır”(AYDEMİR, 1966:6,12). İnönü’nün kişisel ve siyasal yaşamının tümüne damgasını vuran bu özellikleri İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’nin dış politikasının özet bir değerlendirmesi gibidir: soğukkanlı, hesaplı, dengeli ve koşullara teslim olmayan bir dış politika. İnönü bu tutumunu gerekçelendirirken, “Savaşta izlediğim dış politikayı kararlaştırırken benimsediğim temel ilke, daha başlangıçta işlenecek bir hatanın düzeltilmesinin zor olduğunu bilmekti” demektedir (WEISBAND, 1974:23). Bu denli dikkatle yürütülen politikanın amacı neydi?
İkinci Dünya Savaşı sırasında İnönü’nün belirlediği dış politikanın tek bir amacı vardı: Türkiye’yi savaş dışında tutmak. Bunun en önemli nedenlerinden biri ekonomik yani bir savaşa girilmesi durumunda ülkenin uğrayacağı zararları bertaraf etmekse, diğer bir nedeni siyasaldı yani uğruna ulusal bağımsızlık savaşı verilen ve 1923’ten beri takip edilen dış politikanın temeline yerleştirilen Misak-ı Milli’ye bağlı kalmak, ülke sınırlarını korumaktı. Türkiye kimseden toprak istemediği gibi, kimseye de toprak vermeyecekti. Dolayısıyla, ana hedef savaş dışı kalmak olsa da, eğer Türkiye’nin sınırlarına bir saldırıda bulunulursa asla boyun eğilmeyecek, ülke savunmasında tereddüt gösterilmeyecekti. Devletlerin sürekli sınırlarını genişlettikleri, Türkiye’nin etrafında siyasal haritanın günbegün değiştiği bir süreç içinde Ankara’nın kaygılarının boyutunu, her gün yeni koşullara göre “günü kurtarmak” üzere taktik değişiklikler yapmasını anlamak zor değil. İnönü, savaş dışı kalabilmek için önce İtalya’nın ve SSCB’nin, ardından da Balkanlar’a giren Almanya’nın “tehditleri”ni önlemek üzere, bu ülkelere ABD ve İngiltere’yi de eklersek, beş devletle aynı anda altı yıl süren bir satranç oyununa girişmişti. Neydi bu satranç oyunun hamleleri?
Türkiye savaş boyunca güç dengesinin korunmasını ve bu güç dengesi içinde savaş dışılığını sürdürmeyi amaçlıyordu. Savaşa gidiş süreci içinde Ankara açısından Akdeniz üzerinde dikkatini yoğunlaştıran İtalya’nın tutumu Almanya’ya göre daha endişe vericiydi; sınırlarını ilk tehdit eden Hitler değil, Mussolini’ydi. Yine Türkiye için önemli olan Avrupa’nın bir devletin egemenliğine girmemesiydi ve bu anlamda SSCB’nin güçlenmesi İtalya kadar olmasa da Türkiye’yi tedirgin ediyordu. 1939 yazı boyunca Ankara bir yandan İngiltere ve Fransa ile ittifak görüşmelerini sürdürürken, diğer yandan SSCB ile onu da bu ittifaka katmak için görüşüyordu. Ancak Müttefiklerin gönülsüz tutumları karşısında şüphelenen Stalin’in alan ve zaman kazanmak için taktik değişiklik yaparak 23 Ağustos 1939’da Almanya’yla Saldırmazlık Paktı imzalaması Türkiye’nin planlarını altüst etti. SSCB ile ayrı bir ittifak sağlamak üzere Moskova’ya giden Saraçoğlu’nun sonuç elde edemeden dönmesi ve üstelik Sovyet yetkililerin Türkiye’ye gözdağı verir nitelikteki istekleri Türkiye’nin en az İtalya kadar SSCB’den de endişelenmesine neden oldu. Bunun üzerine Müttefiklerle görüşmelere hız verildi ve 19 Ekim 1939 İngiliz-Fransız-Türk ittifakı imzalandı. Anlaşmanın temel hükümlerine bakıldığında, 1 Eylül’de başlayan İkinci Dünya Savaşında artık Türkiye tarafsız değildi ama savaş dışı kalmasına olanak sağlayacak tüm koşulları sağlamıştı. Türkiye’ye bir Avrupa devletince girişilecek bir saldırı sonucunda İngiltere ve Fransa ellerinden gelen tüm yardımı yapacaklardı. Buna karşın, bir Avrupa devletince girişilip Akdeniz bölgesinde İngiltere ve Fransa’nın karışacakları savaşa sürükleyici bir saldırı durumunda ve bu iki ülkenin Yunanistan ve Romanya’ya verdikleri güvence nedeniyle savaşa girmeleri durumunda Türkiye elinden gelen her türlü yardımı yapacaktı. Ancak yine bu anlaşmaya ek olarak konulmuş olan 2 No’lu protokolle, Türkiye, SSCB’yle silahlı bir uyuşmazlığa sürüklenmeye neden olacak ya da böyle bir sonucu verecek bir eyleme zorlanamayacağını beyan etti. Ayrıca bir askeri sözleşme ve bir özel anlaşma ile de İngiltere ve Fransa’nın Türkiye’ye askeri ve maddi yardım yapmaları kararlaştırılmıştı. Türkiye’nin yükümlülükleri ancak müttefiklerinin bu sorumluluklarını yerine getirmelerinden sonra başlayacaktı (SOYSAL, 1989: 606-609). Diplomatik pazarlıklarda ustalığı bilinen İnönü, savaş boyunca Müttefiklerle yaptığı pazarlıkta bu koşulu öne çıkarmaktan geri kalmadı.
İkinci Dünya Savaşının 1939’dan Almanya’nın SSCB’ye saldırdığı 22 Haziran 1941’e kadar süren yani Müttefiklerin Almanya karşısında ağır yenilgiye uğradıkları ilk döneminde Türkiye Müttefiklerin baskısıyla karşı karşıya kaldı. Almanya’nın Fransa’ya saldırısı ve Paris’in işgaliyle ve İtalya’nın 13 Haziran 1940’da savaşa girmesiyle birlikte Avrupa savaşı Akdeniz’e sıçramıştı; 1939 ittifakı gereği Türkiye İngiltere ve Fransa’ya her türlü yardımı yapma yükümlülüğü altındaydı. Bir yandan Müttefikler savaşa girmesi için Ankara’ya diplomatik baskı yapıyorlardı, diğer yandan da içerde Almanya’nın başarılarından gözleri kamaşan siyasilerden ve basın mensuplarından bir kısmı hükümetin atak davranması gerektiğini sık sık dile getirerek hükümeti sıkıştırıyorlardı. Ama, dış politikanın dümenini elinde tutan İnönü ve çevresi nihai amacı net bir biçimde belirlemişlerdi: Türkiye sınırlarına bir saldırı olmadıkça savaşın yıkıcı etkilerinden uzak kalacaktı. Türkiye’nin kimseye verecek toprağı olmadığı gibi kimsenin toprağında da gözü yoktu, dolayısıyla birkaç toprak vaadi için sonu belirsiz maceralara atılamazdı. Müttefiklerin baskısı karşısında diplomasinin incelikleri kullanılarak, 1939 ittifakına ek 2 No.’lu protokol öne çıkarıldı ve Türkiye’nin savaşa girerse Almanya ile Saldırmazlık ittifakı bulunan SSCB ile karşı karşıya gelebileceği ileri sürüldü. Ayrıca, böyle bir karar Müttefiklerin de aleyhinde olurdu çünkü Almanya karşısında son derece güçsüz olan Türkiye eğer işgale uğrarsa Müttefikler Ortadoğu’da da yeni bir cephe açmak durumunda kalırlardı. Müttefikleri ikna eden Ankara, içerde de basına sıkı sansür uygulayarak ayrıksı sesleri gerektiğinde susturarak eleştirileri önlüyordu. Almanya’nın İngiltere hariç Batı Avrupa’yı denetim altına aldığı bu dönemde Türkiye’nin en büyük kaygısı kendisi üzerinden yapılacak bir Alman-Sovyet uzlaşmasıydı. Nitekim, Almanlar Fransa’nın işgalinden sonra yayınladıkları arşiv belgeleriyle Müttefiklerin Bakü’yü bombalama planlarına Türkiye’nin onay verdiğini duyurarak Sovyetler Birliği ile Türkiye arasındaki ilişkilere ilk darbeyi vurdular (KOÇAK, 1986:129-136). Bununla birlikte, Türkiye Sovyet çekincesini ileri sürerek 1941 yılına dek Müttefiklerin tüm baskısına rağmen savaş dışı kalmayı sürdürdü.
1941 yılı geldiğinde İngiltere’yi dize getiremeyeceğini anlayan Almanya, İtalya’nın başarısızlıkla sonuçlanan 28 Ekim 1940 tarihli Yunanistan savaşını tamamlamak ve Sovyetler Birliği ile yapacağı savaşta sağ cenahın güvenliğini sağlamak için Balkanlar’ı denetim altına almak üzere doğuya yöneldi; Yugoslavya ve Yunanistan’ı işgale başladı. Mayıs 1941’de Girit de dahil olmak üzere tüm Balkanlar ya anlaşma yoluyla ya da askeri güç kullanımı sonucu Almanya’nın denetimine girmişti. 1940 yılından beri Türk-Alman ilişkilerinde bir yumuşama yaşanmasına rağmen Alman ordularının Balkanlar’da ilerleyişi Türkiye’de kaygıyla izlenmekteydi. Gerçekten de Almanya’nın Batı Avrupa’daki başarıları Türkiye’yi etkilemişti ve 1940’ta iki ülke arasında yeni bir ticaret antlaşması imzalanmış, Türkiye yeniden Almanya’ya krom satışına başlamıştı. Bu antlaşmanın görüşmeleri sırasında Berlin Büyükelçisi Hüsrev Gerede, başta Hitler olmak üzere Alman dış politikasını yönlendiren isimlerle görüşmelerde bulunmuş, Türkiye’nin İngiltere ve Fransa ile yapmış olduğu ittifaka rağmen savaşa yönelik politikalarını ve Almanya’ya karşı bir tavır geliştirmediğini ifade etmişti. Almanya da Türkiye’yi karşısına almak istemiyor ve özellikle Ankara’nın Moskova’ya yönelik endişelerini bildiği için Sovyetler Birliği saldırısından önce Türkiye’yle iyi ilişkiler kurmak istiyordu; Alman karar vericiler Sovyetler Birliği’ne karşı bir başarı kazanılması halinde Türkiye’nin Almanya’nın yanında yer alacağından eminlerdi. Nitekim, daha Balkan harekatının başlangıcında, 28 Şubat 1941’de Hitler İnönü’ye bir mektup göndererek Bulgaristan’a giren ordularına Türk sınırına yaklaşmama emrini verdiğini, Türkiye’ye yönelik bir hareketin söz konusu olmadığını bildirdi. 12 Martta İnönü bu mektuba verdiği yanıtta, Hitler’in kararından duyduğu memnuniyeti belirtti ve topraklarına saldırı olmadığı sürece Türkiye’nin savaş dışı kalacağı konusundaki kararlılığını bir kez daha açıkladı.
Almanya’nın doğuya yönelmesi üzerine er geç sıranın Sovyetler Birliği’ne geleceğini bilen Stalin, İngiltere’nin arabuluculuğuyla Türkiye ile görüşmelere başladı. 18-19 Mart’ta İngiltere Dışişleri Bakanı Eden ile Saraçoğlu Kıbrıs’ta bir araya geldiler ve Eden Yunanistan saldırıya uğrar, Yugoslavya da savaşa girerse, Türkiye’nin de savaşa girmesini istedi. Saraçoğlu bu isteği reddetti. Türk-Sovyet görüşmeleri ise, 25 Mart’ta yayınlanan bir ortak demeçle sona erdi: Buna göre, taraflardan biri saldırıya uğrarsa öteki taraf tarafsızlığını koruyacaktı. Böylece, Türkiye hem Almanya, hem de Müttefiklerle yaptığı görüşmelerle savaş dışı konumunu sürdürmeyi başardı. Gittikçe sıkışan Müttefikler Türkiye’nin bu tutumuna razı olmak durumundaydılar ve baskıyı artırmaktan çekiniyorlardı.
3 Nisan 1941’de İngiltere’nin denetimindeki Irak’ta Almanya yanlısı Raşit Ali Geylani’nin bir darbeyle iktidarı ele geçirmesi Türkiye’nin denge politikasını yeniden sıkıntıya soktu. Almanya’nın Geylani’ye ancak Anadolu üzerinden yardım gönderebilecek olması ve bu konuda Türkiye’ye baskıyı artırması karşısında zor durumda kalan ve Mihver güçlerince çevrelenmek istemeyen Türkiye’nin batı sınırında değişiklik karşılığında Almanya’nın transit geçiş isteğini reddetmesi ve bu konudaki kararlılığını 23 Nisan’da hava sahasına giren bir Alman uçağını düşürerek göstermesi ilişkilerde bozulma olacağının işaretleri olarak algılandıysa da böyle olmadı. Mayıs ayında Geylani’nin devrilmesi ve Müttefik güçlerin tekrar Irak’ta denetimi ele geçirmesi üzerine sorun kapandı ve Türk-Alman görüşmeleri yara almadan devam etti. İngiltere’nin de haberdar olduğu bu görüşmeler 18 Haziran 1941’de Türk-Alman Saldırmazlık Paktının imzalanmasıyla sona erdi (ATAÖV, 1965:92-95).
1939-1941 döneminde Türkiye’nin izlediği politika bir yandan Müttefiklerle yapmış olduğu ittifaka bağlı kalarak, diğer yandan da sürekli denetim alanını genişleten Almanya ile Saldırmazlık Paktı imzalayarak denge politikası ile savaş dışı kalmayı başarmak olarak özetlenebilir. İyi bir satranç oyuncusu olan İnönü uluslararası güç dengelerini iyi hesaplayarak hamlelerini yapıyordu ve bu sonuca iki temel noktayı öne çıkararak varıyordu: Baskı karşısında karşı tarafa geçeceği konusunda şüphe uyandırarak serbest hareket alanı yaratmak ve kendi ülkesine yapılacak bir saldırıda sonuna kadar savaşacağı konusundaki kararlılığını göstermek.
22 Haziran 1941’de Almanya’nın Polonya üzerinden Sovyetler Birliği’ne saldırısı İkinci Dünya Savaşı’nda 1943’e kadar sürecek yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Bu dönem Almanya’nın üstünlüğünün tüm dünyada kabul edildiği ve ABD’nin Aralık 1941’de savaşa girmesine rağmen Müttefiklerin son derece sıkıntı içinde oldukları bir dönemdi. Ancak, Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne saldırısı haberi geldiğinde, savaşın başından beri kendi üzerinden yapılacak bir Sovyet-Alman pazarlığından çekinen ve Sovyetler Birliği’nin güç kazanmasından endişe eden Türkiye rahat bir nefes aldı. Bununla birlikte, bu tarihe kadar Sovyet çekincesini ileri sürerek Müttefiklerin savaşa girmesi konusunda yaptıkları baskılara karşı direnerek savaş dışı kalmayı başarmışken şimdi bu olanak ortadan kalkmıştı. Ama, Müttefikler de Almanya’ya yönelmesinden endişe ettikleri Türkiye’ye baskıyı azaltmışlar, savaş dışı kalmasına rıza göstermişlerdi. Hatta 25 Ağustos 1941’de İngiltere ve Sovyetler Birliği İran’ı işgal ederlerken Türkiye’ye güvence vererek endişelerini ortadan kaldırma gereğini duymuşlardı. Müttefiklerin Türkiye’ye bu denli anlayışlı bir duyarlılık göstermeleri nedensiz değildi. Almanya’nın başarılarının Türkiye’yi etkilediğini görüyor ve Ankara’nın Berlin’in baskılarına dayanamayarak savaşa girmesinden endişe ediyorlardı. Gerçekten de bu dönemde Türkiye-Almanya yakınlaşması doruğa çıkmıştı. Sovyetler’e karşı ilk Alman zaferlerinden etkilenen Türkiye, 9 Temmuz’da Alman savaş gemisinin Boğazlar’dan geçmesine göz yumdu ve bu uygulama 1942 yılı boyunca da sürdü. Moskova’nın protestolarına ise söz konusu gemilerin ticaret gemisi olduğu ileri sürülerek yanıt verildi. 1942 yazında Refik Saydam’ın ölümü üzerine Şükrü Saraçoğlu’nun başbakan ve Numan Menemencioğlu’nun da dışişleri bakanı olmasıyla Türkiye’nin Almanya’yla yakınlaşma sürecinin hız kazanmasını hükümetteki bu değişikliklerle ilişkilendirenler olmakla birlikte, biz konjonktürün etkili olduğu, başlamış olan politikaların sürdürüldüğü ve bu politikaların zaten Çankaya’dan belirlendiği kanısındayız. Almanya’nın başarıları sadece Türk dış politikasını etkilemekle kalmadı, bu dış politika çizgisinin iç politikaya da yansımaları oldu. Turancı hareketlerin etkisinin arttığı, sol basına sansür uygulandığı bu dönemde Türk siyasal yaşamına damgasını vuracak ve bugün dahi tartışılan uygulamalara gidildi: 1942 Kasımı’nda Varlık Vergisi’nin çıkarılmasıyla ırkçı uygulamalara yönelindi.
1943 yılına gelindiğinde İkinci Dünya Savaşında yeni ve son dönem başladı. Stalingrad savaşından sonra Alman orduları her cephede geri çekilmeye başladılar ve Mihver’in yenileceği her geçen gün daha belirgin olmaya başladıkça, savaşın süresini kısaltmak için Müttefikler, özellikle de savaş sonrası planlarını Sovyetler Birliği’nin fazla güçlenmesinin önlenmesi üzerine kuran İngiltere, Türkiye’ye savaşa girmesi konusunda baskıları artırdı. Savaş boyunca denge politikası uygulayan Cumhurbaşkanı İnönü giderek bu politikayı sürdürmekte zorlanıyordu ve savaş dışı kalma temel kaygısının yanına şimdi de savaş sonrası güçleneceği anlaşılan Moskova ile yalnız kalmama kaygısı eklenmişti. Bu iki kaygıyı giderecek bir politika uygulamak son derece güçtü.
Stalingrad savaşından hemen sonra 30-31 Ocak 1943’te Churchill ile İnönü Adana’da bir araya geldiler. Türkiye savaş dışı kalma gerekçesi olarak artık askeri sözleşme ve özel anlaşmayı ileri sürüyor, modern silahlarla teçhiz edilmemiş Türkiye’nin savaşa girmesinin kesin yenilgi anlamına geleceğini ve Müttefiklere daha büyük zarar vereceğini bildiriyordu. Bu hukuksal ve siyasal gerekçeler Churchill tarafından anlayışla karşılanmıştı. İnönü’nün Adana görüşmelerine giderken temel kaygısı ise, Moskova’nın savaş sonrası politikası idi ve İngiltere Başbakanı Türkiye’nin ancak İngiltere ve ABD ile birlikte savaşa girerse savaş sonrasında kuzey komşusuna karşı yalnız kalmayacağını ve güvence sağlamış olacağını belirtiyordu.
1943 yılı boyunca Türkiye bir yandan ordusunun eksik donanımını ileri sürerek savaş dışı kalırken, diğer yandan da Alman savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçişine göz yumuyor, savaş ekonomisinin olumsuzluklarının etkisini azaltmak için Almanya’nın savaş gücünü sürdürmesine olanak sağlayan krom satışına devam ediyordu. Bu politikasını uygulamasına olanak sağlayan şey ise, İngiltere ve ABD’nin savaş planlarındaki uyumsuzluklarıydı; İngiltere savaş sonrası Moskova’nın yayılmasını sınırlandırmak için Balkanlar’dan ikinci cephe açılmasını isterken, ABD müttefik Sovyetler Birliği’nin kendisine güvenlik kordonu oluşturmasını anlayışla karşılıyor ve rekabetin sınırını Avrupa’nın ortasına çektiği için ikinci cephenin Normandiya’da açılmasında ısrar ediyordu. Bu durumda ABD’ye dayanan Türkiye savaş dışı kalmayı başarıyor ama izlediği politika Moskova’ya zarar verdiği için en büyük tepkiyi kuzey komşusundan alıyordu.
28 Kasım-1 Aralık 1943’te Churchill, Stalin, Roosevelt Tahran’da bir araya geldiler. İngiltere Başbakanı Şubat 1944’e kadar Türkiye’nin savaş girmesi konusunu gündeme getirdiğinde, artık savaştan çok savaş sonrası çıkar hesapları peşinde olan Stalin bu konudaki isteksizliğini açıkça ortaya koydu ve Türkiye’nin bundan böyle savaşa girip girmemesinin kendisini ilgilendirmediğini belirtti. Moskova Ankara’nın savaş içinde izlediği politikanın hesabını savaş sonrasında görecekti. Buna rağmen Türkiye’ye savaşa girmesi konusunda bir kez daha başvurulması kararı alındı.
4-7 Aralık 1943’te Tahran Konferansından dönen Churchill ve Roosevelt ile İnönü Kahire’de bir araya geldiler. 3 Aralık’ta gizlice Ankara’dan Adana’ya gelen İnönü’yü burada iki uçak bekliyordu: Biri Roosevelt’in damadının, diğeri Churchill’in oğlunun kullandığı iki uçak İnönü’yü Kahire’ye götürmek üzere hazırdı. İnönü ince bir diplomasi örneği sergileyerek ve Roosevelt’in damadının uçağıyla Kahire’ye giderek, konferans sırasında izleyeceği politikanın sinyallerini de vermiş oldu; ABD’ye dayanarak savaş dışılığı sürdürmek. İnönü-Churchill pazarlığı İngiliz Başbakanını Kahire’de çok terletti. Sonuçta, Türk ordusunun yeterli donanımı sağlanması koşuluyla İnönü savaşa girmeyi ilke olarak kabul etti ama istediği savaş malzemesinin Türkiye’nin ulaşım koşulları göz önünde tutulduğunda sağlanması üç yıl sürebilecekti. Kahire Konferansından Türkiye resmi politikasında fiilen bir değişiklik yapmadan dönüyordu.
1944 yılı Türkiye için son derece zor bir yıl oldu: Artık sadece Sovyetler Birliği ile değil İngiltere ile de ilişkiler gerginleşmişti. Türk ordusunun donanımını sağlamak üzere Türk askeri yetkililerle Ankara’da görüşmeler sürerken, Türk yetkililerin verdikleri listenin uzunluğu ve uzlaşma konusundaki isteksizlikleri karşısında Şubat başında İngiliz heyet Ankara’yı terk etti, Kahire’deki İngiliz üssünde eğitim gören Türk pilotlar Ankara’ya geri döndüler. Türk-İngiliz ilişkileri kopmuş, Müttefikler güvensizlik duydukları Türkiye’yi artık savaş planlarından haberdar etmemeye başlamışlardı.
İnönü tüm politikasını savaş süreci üzerine kurmuştu ama artık savaş sonrası planları, pazarlıkları yapılmaktaydı ve CHP içinden dahi muhalefet sesleri yükselmeye başlamıştı: İnönü savaşın tahribatlarından ülkeyi korumuştu ama savaş sonrası güvenliği sağlayamamıştı.
1944 Türkiye’nin politikasında farklılaşma işaretleriyle başladı. “Almanya yanlısı” olarak bilinen Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak yaş haddinden emekliye ayrıldı, yerine Kazım Orbay atandı; Genelkurmay İkinci Başkanı Asım Gündüz yerine de Salih Omurtrak göreve getirildi. Yine aynı yıl Turancı hareketin önemli isimleri Nihal Adsız, Reha Oğuz Türkkan, Zeki Velidi Togan, Hasan Ferit Cansever, Alpaslan Türkeş tutuklandı. İç politikada yaşanan gelişmeler dış politikadaki değişiklik başlangıcının ip uçlarını veriyor ve Türkiye’nin Müttefiklerle yakınlaşma girişimleri olarak değerlendiriliyordu.
Nitekim, 14 Nisan 1944’te İngiltere ve ABD bir nota vererek Almanya’ya krom satışının durdurulmasını, aksi halde ekonomik ambargo uygulayacaklarını bildirince, Dışişleri Bakanı Menemencioğlu 21 Nisan akşamı Almanya’ya krom sevkiyatının durdurulacağını açıkladı. Hemen arkasından Boğazlar’dan geçen Alman savaş gemileri konusu gündeme geldi. Savaş boyunca Müttefikler Boğazlar’dan geçen Alman gemileri konusunda Ankara’yı uyarmışlardı ve Ankara’da her seferinde bunların ticaret gemisi olduğu biçiminde yanıt vermişti. Haziran 1944’te İngiltere’nin baskısıyla ilk kez Boğazlar’dan geçen bir Alman gemisi durdurularak arandı ve savaş gemisi olduğu ortaya çıktı. Almanya protesto edildi ve Alman gemilerinin sıkı denetimine başlandı. Numan Menemencioğlu sorumluluğu üstlenerek, kendi politikasının hükümet tarafından onaylanmadığı gerekçesiyle istifa etti. Türkiye’nin savaş boyunca izlediği savaş dışı kalma politikası ve bu politikayı uygularken oynadığı denge oyunu “Alman yanlısı” olarak nitelenince ve koşullar artık bu politikanın zarar vermeye başladığını gösterince, söz konusu politikayı oluşturan ve uygulayan İnönü, Saraçoğlu, Menemencioğlu üçlüsünden dışişleri bakanı feda edilmişti.
Menemencioğlu’nun istifasından hemen sonra İngiltere ve ABD Ankara’dan Almanya ile ilişkilerini kesmesini istediler. Türkiye bu isteği 2 Ağustos’ta yerine getirdiyse de Berlin’e savaş ilan etmek için 23 Şubat 1945’e kadar bekledi.
İkinci Dünya Savaşı Türk dış politikasının son derece sui generis bir dönemidir:
1) İnönü tarafından biçimlendirilen ve Saraçoğlu-Menemencioğlu tarafından uygulanan bir denge oyunu oynanmıştır. Temel hedef savaş dışı kalarak ekonomisi zaten gelişmemiş olan ülkeyi en az zararla bu badireli dönemden çıkarmak olarak belirlenmiş, bunu sağlamak için de Müttefikler ile Mihver arasında savaşın gidişatına göre belirlenen bir denge politikası izlenmiştir. Türkiye’nin temel kaygısı Sovyetler Birliği’nin güçlenmesiydi. 1941’e kadar kendi üzerinden yapılacak bir Sovyet-Alman pazarlığından çekiniyordu ve bunun için 1939 İttifakına dayanıyordu; 1941 yılından itibaren Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne saldırmasıyla bu endişesi ortadan kalkmıştı ve Almanya’nın gücünün doruğa çıktığı 1941-1943 döneminde Almanya’yla yakınlaşarak ve Müttefikleri de bu politikasına ikna ederek Moskova’nın güç kaybetmesini bekledi; 1943-45 döneminde ise belirlediği politikayı uygulamak giderek zorlaşmaya başlayınca, Müttefiklerle yaşanan tüm gerginliğe rağmen, İngiltere’nin savaş sonrası Sovyetler Birliği’nin güçlenmesinden duyduğu endişeden yararlanarak ilişkilerin kopma noktasına gelmesini önledi ve yine savaş dışı kalmayı başardı.
2) Türkiye İkinci Dünya Savaşı boyunca savaş dışı kalmıştı ama tarafsız değildi; 1939 ittifakıyla hukuksal olarak bağlıydı. Siyasi açıdan İnönü’nün politikasını eleştiren bile, onun hukuka uygun tutumunu göz ardı edemezler. İnönü savaş dışı kalma politikalarını uygularken, her noktada 1939 ittifakının kendisine sağladığı gerekçelerle hareket etmeye itina göstermiştir. 1941’e kadar Sovyet çekincesine, 1941’den sonra ise askeri ve özel antlaşmalara dayanarak siyasi tutumuna hukuksal destek bulmuş ve politikasını meşrulaştırabilmiştir.
3) İkinci Dünya Savaşı sırasında Türk iç politikası tümüyle dış politika gelişmelerinin izini taşımıştır. 1943’e dek gerek sol üzerinde uygulanan baskılar, gerek Turancı akımlara verilen “gizli” destek, gerekse Varlık vergisi uygulaması savaş dışı Türkiye’de Alman etkisinin göstergeleri olurken, 1943’ten sonra tam tersi biçimde Turancıların tutuklanması dış politikanın etkisini göstermektedir.
İkinci Dünya Savaşında İnönü’nün izlediği dış politika üzerinde en çok çalışma yapılan ve tartışılan bir konu olma özelliğini sürdürmektedir. Retrospektif bir bakışla Türkiye’nin bu dönemde “korkak” ya da “çekingen” politikalar nedeniyle önemli fırsatlar kaçırdığını ileri sürerek İnönü’yü eleştirenlerin sayısı oldukça fazla olmakla birlikte, Osmanlı’nın yıkılış sürecinde yetişmiş, tüm olanaksızlıklar içinde askeri güç kadar iyi ve hesaplı bir diplomasi sayesinde 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’ni kurabilen kadronun içinde yer almış, yeni devletin ekonomik ve askeri koşullarını iyi bilen ve artık “Tek Adam”ın da bulunmadığı bir Türkiye’de “Milli Şef” olan, tüm hayatı boyunca hesaplılığı ve tedbirliliği ile başarıyı sağlamış “İkinci Adam”ın henüz kurulmuş devletin insan ve maddi kaynaklarını tüketmesi, ülkeyi zayıflatması düşünülemezdi. Hedef ülkeyi savaş yıkımından uzak tutmaktı ve bu hedefe tüm baskılara rağmen izlenen mükemmel bir diplomasi ile ulaşıldı. Dış politikadaki başarının, iç politikada aynı derecede sağlandığını söylemenin kolay olmadığı kanısındayız.
KAYNAKÇA
ATAÖV, Türkkaya, Turkish Foreign Policy 1939-1945, Ankara, AÜSBF Yayınları, 1965.
AYDEMİR, Şevket Süreyya, İkinci Adam, C.1, İstanbul, Remzi, 1968.
DERİNGİL, Selim, Denge Oyunu İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Politikası, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1994.
KOÇAK, Cemil, Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945), Ankara, Yurt, 1986.
SOYSAL, İsmail, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları (1920-1945), C. 1, Ankara, TTK, 1989)
WEISBAND, Edward, 2. Dünya Savaşında İnönü’nün Dış Politikası, çev. M. Ali Kayabal, k.y., Milliyet Yayınları, 1974.