I. DEVRİM YOLU ve KARŞI-DEVRİM GİRİŞİMLERİ
1924 Anayasası: 1921 Anayasası İç Savaş ve Kurtuluş Savaşı günlerinde pratik zorunlulukları karşılamak üzere yapılmış bir anayasaydı. Daha, siyasal düzenin tam bir tanımlaması yapılmamıştı. Saltanat ve Halifelik kaldırıldıktan, Cumhuriyet kurulduktan sonra artık daha ayrıntılı bir anayasa yapmak gerekiyordu. Yapılan anayasa 1921 dizgesindeki güçler birliği anlayışını bir ölçüde sürdürmektedir. Meclis, hükümeti ya da bir bakanı her zaman düşürebilir. Meclisin 4 yıllık süre tamamlanmadan dağıtılması yetkisi yalnızca Meclisin kendisine verilmiştir. Temel hak ve özgürlükler tanınmıştır ama bunların yasayla düzenleneceği belirtilmiştir (Sosyal haklara yer verilmemiştir). Fakat, yasaların anayasaya uygunluğunu denetleyecek TBMM dışında bir organ, yani bir anayasa mahkemesi yoktur. En ilginç yönlerden biri, anayasanın ilk tasarısında yer alan, cumhurbaşkanlığı süresini 7 yıl yapan ona TBMM’yi dağıtma ve başkomutanlık yetkilerini veren hükümlerin Meclis tarafından kabul edilmemesidir. TBMM her genel seçimden sonra (4 yılda bir) yeni bir cumhurbaşkanı seçer ve başkomutanlık TBMM’nin elindedir. Atatürk ısrar etseydi cumhurbaşkanlığı ilk tasarıdaki gibi düzenlenirdi herhalde. Anlaşılan, Atatürk’ün böyle bir ısrarı olmamıştır. Anayasa 20 Nisan 1924’te kabul edildi.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası: Yeni Anayasa çok partili bir siyasal yaşama olanak veriyordu. Nitekim, gidişten hoşnut olmayanlar bu olanaktan yararlanmak istediler. Bunların başında Atatürk dışında Amasya Askeri Örgütünün üyeleri, yani Karabekir, Rauf, Refet Ali Fuat vardı. Rauf ve Refet tutucuydular. Karabekir ve Ali Fuat o denli tutucu değillerdi, ama yine de Atatürk’ün fazla ileri gittiğini düşünüyorlardı. Muhtemelen hepsi, bir zamanlar Örgütte, Milli Mücadelede ağırlık sahibi oldukları günleri özlüyor ve şimdi kendilerini dışlanmış hissediyorlardı. Lozan’ın imzasının hemen ardından Rauf, kızgın olarak başvekaletten ayrılmıştı (kendisine Lozan’da Türkiye’yi temsil olanağı verilmemiş, Yunan tazminatı konusunda görüşü dikkate alınmamıştı). Zaferden sonra Karabekir 1. Ordu Müfettişliği, Ali Fuat 2. Ordu Müfettişliği görevlerine getirilmişlerdi. Kolordu komutanları gibi, aynı zamanda milletvekilliği yapıyorlardı.
26 Ekimde Karabekir, 30’unda Ali Fuat, müfettişlik görevlerinden istifa ettiler. Atatürk, kendisine karşı bir hareket başladığını anlayınca, Orduyu siyasetten ayırmak istedi. Bunun için 7 Komutana başvurarak, milletvekilliğinden istifa etmelerini şahsen rica etti. 5 tanesi onun arzusuna uydu, 2 tanesi milletvekilliğini yeğledi. Sonra bu ikisinden biri yeniden Orduya döndü. TBMM, askeri görevlerini devir ve teslim etmediklerini ileri sürerek, Karabekir ve Ali Fuat’ı kabul etmedi. Onları dönüp devir teslim yapmak zorunda bıraktı. 17 Kasımda Terakkiperver (İlerleme yandaşı) Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Fırkanın başkanı Karabekir, 2. başkanları Adnan (Adıvar) ve Rauf oldular. Genel Sekreter Ali Fuat’tı. Fırkanın Meclisteki yandaşları 30 kadardı. 10 Kasımda Halk Fırkasının adına “Cumhuriyet” sözcüğünü eklemesinden sonra (CHF), Terakkiperverler de aynı şeyi yapmışlardı. Fırkanın programında “efkar ve itikadat-ı diniyeye hürmetkardır” ibaresinin bulunması, soyut olarak çok anlamlı olmayabilirdi. Ama Fırka CHP’nin sağında yer aldığından ve daha tutucu başka fırkaların yokluğunda, her renkten bütün tutucular için bir çekim merkezi olması beklenebilirdi. Bu bakımdan Fırkanın ilk şubesinin Urfa’da kurulması belki anlamlıydı.
Şeyh Sait Ayaklanması: 13 Şubat 1925’te Şeyh Sait ayaklanması Genç’e (Bingöl’e) bağlı Piran’da başladı. Kısa zamanda Lice’ye yayıldı. İsyancılar bir yandan Elazığ’ı ele geçiriyor, bir yandan Muş-Varto bölgesinde yayılıyorlardı. 7 Martta Diyarbakır’a saldırdılar. Anlaşılan, ayaklanma Fethi Okyar hükümetince ilk önce basit bir asayişsizlik hareketi olarak algılanmıştı. Oysa isyancılar karşılarına çıkan ordu birliklerini yenilgiye uğratmışlardı. Şeyh Sait Nakşibendi tarikatına bağlı bir ağaydı ve aşiretler Ayaklanması Şeriat ve Halifelik adına yapılıyordu. İşin bu denli ciddiyet kazanması karşısında Fethi hükümeti çekildi, yerine İsmet hükümeti kuruldu (3 Mart). Yeni hükümet ertesi gün hükümete olağanüstü yetkiler veren Takrir-I Sükun Kanununu TBMM’ye kabul ettirdi. İstiklal Mahkemeleri kuruldu, muhalif gazeteler kapatıldı. Geniş bir harekat sonucunda ayaklanma bastırıldı (31 Mayıs 1925). Elebaşıları yargılanarak idam edildiler, İsyanın bastırılması ardından Terakkiperver C.F. kapatıldı (3 Haziran).
Şeyh Sait ayaklanması dinsel, karşı-devrimci, feodal bir hareket görünümündedir. Kimileri bunun Kürtçü bir ayaklanma olduğu görüşündedirler. Ayaklanma Kürtler arasında çıkmış olduğuna ve Kürtçü hareket Mütareke döneminde başlamış olduğuna göre (Kürt Teali-Yükseltme- Cemiyeti), ayaklanmada Kürtçü öğelerin bulunmuş olması beklenebilecek bir durumdur. Nitekim mahkeme, Kürt Teali Cemiyeti önderlerinden Seyyit Abdülkadir’in de işin içinde bulunduğunu saptamış ve ona idam cezası vermiştir. Fakat hareketin içinde ya da başında bazı Kürt ulusçularının bulunmuş olması, ayaklanmayı bir Kürt ulusal hareketi olarak nitelemek için yeterli değildir. Çünkü aşiret yapısının egemen olduğu toplumsal bir dokuda çağdaş-demokratik yurttaşlık bilinci gerektiren bir ideoloji (ulusçuluk) pek söz konusu olmasa gerek. Hicaz’da Şerif Hüseyin’in ayaklanmasının ulusal bir ayaklanma sayılamayacağı gibi…Zaten, bildiğim kadarıyla, ayaklanmada kullanılan şiarlar, ulusçu değil, dinsel-feodal şiarlardır.
Mete Tunçay’a göre Atatürk dönemini tek-parti yönetimi kalıbına sokan gelişme, ayaklanmayı bastırmak için çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunudur. Bence de bu önemli bir dönüm noktasıdır, ama 1925’te düzenin tamamen bu yönde kemikleştiğini söylemek zor olur. En azından 1930 Serbest Cumhuriyet Fırkası denemesi, Atatürk’ün Devrimi çok-partili dizge içinde yürütmek arzu ve umudunun onda 1920’li yıllar boyunca sürmüş olabileceğine işaret sayılabilir. Kimi yazarlar isyanda İngilizlerin rolünden söz ederler. Bunun mahkemede kesin bir biçimde saptandığını sanmıyorum. Ama bu gibi şeylerde kesin kanıt bulmak zaten kolay değildir. Muhakkak olan şey, Musul için İngiltere ile çekişme halinde olan Türkiye’nin ayaklanma dolayısıyla birçok yönden zor durumda kaldığıdır. Petrol kaynakları dolayısıyla İngiltere’nin Musul’a çok önem verdiğini de burada hatırlamak gerekir.
Ayaklanmanın çıkmasından 4 gün sonra (17 Şubat) aşar vergisi kaldırıldı. Bu, İzmir İktisat kongresinde kabul edilen, CHF’nin de 9 umdesinde yer alan bir önlemdi. Kimileri, bu verginin devletin en önemli gelirleri arasında olduğunu, yapılan işin yanlış olduğunu söylerler. Teknik-mali bir açıdan bu görüş doğru olabilir belki, fakat sanırım aşarın iltizam usulüyle toplandığını, bu usulün ise hep ince ve kaba çeşitli zulümlerle iç içe yürütülmüş olduğunu göz ardı etmektedir. Tabii, iltizam yerine devlet, aşarı kendi memurları eliyle toplasaydı bu sakıncalar kalmazdı, ama o sıralar ve daha bir süre devletin ayni bir vergiyi bizzat toplayacak bir örgütlülük düzeyine erişmiş olduğu kuşkuludur. Dolayısıyla ve mali sonuçları ne olursa olsun, aşarın kaldırılmasını, köylüyü yüzyıllarca sürmüş büyük bir baskıdan kurtaran özgürleştirici bir hareket olarak selamlamak gerekir.
Şapka Devrimi: Atatürk, 23 Ağustos 1925’te yurt gezisine çıkarak Kastamonu’ya geldi. Başında şapka vardı. Çevresindekiler, kendileri de şapka giydikleri halde, bu durumdan rahatsız olmuşlar, kimileri şapkayı “şems (güneş) siperli serpuş (başlık)” diye tevil etmeye hazırlanıyorlardı. Oysa Atatürk İnebolu’da yaptığı konuşmada açık konuştu, ” Bu serpuşun ismine şapka denir” dedi. 25 Kasımda Şapka Kanunu diye bilinen yasa çıkarıldı. Memurlar şapka giyecekti, fes yasaktı. O tarihten sonra fes ortadan kalktı, kentliler şapka, köylüler kasket giymeye başladılar. Şapka devrimi anlaşılması pek kolay olmayan bir devrimdir. Osmanlı toplumunda başlık, insanın dinini, hatta toplumsal mevkiini, yaptığı işi tanımlayan bir işaretti. Öldüğü zaman, başlığı tabutun baş ucuna konur, parası varsa mezar taşı o başlık biçiminde yapılırdı. Şapka Müslüman olmayanlara özgü bir başlıktı. II. Mahmut, Rumların da benzerini giydiği fesi asker ve memurlara giydirdiği için, çok şimşek çekmiş, kendisine “gavur padişah” diyenler çıkmıştı. Şimdi Atatürk buna benzer, hatta belki daha cesur bir adım atıyordu. Bu adımı, önemli olan topluma çağdaş kurumları, insanlara çağdaş zihniyeti getirmektir diye, kılık kıyafetle uğraşmak biçimsel ve yüzeyseldir diye, “gardırop devrimi” diye eleştirenler olmuştur. Atatürk 24 Ağustosta Kastamonu’da yapmış olduğu konuşmada “Medeniyet öyle bir kuvvetli ateştir ki, ona bigane (ilgisiz) olanları yakar ve mahveder” demişti. Atatürk Türkiye’yi yalnız kurumlar ve zihniyet olarak değil, görünüş bakımından da Avrupai yapmak istiyordu. Bu, basit bir taklit durumu değil, Türkiye’yi Sevr belasından uzak tutacak, Avrupa kamuoyuna “Biz sizin gibi bir ülkeyiz, dolayısıyla sömürge olamayız, olmayız”, iletisini en çarpıcı biçimde sunacak bir önlemdi. Çünkü kamuoyları başka bir ülkenin çok okul açtığını, çok fabrika kurduğunu kolay kolay algılayamazlar. Oysa bir ülkenin simgesi haline gelmiş bir başlığı atıp, Avrupa’nın başlığını giymek, yabancı kamuoylarının mutlaka dikkatini çekecek çok çarpıcı bir olaydır.
İki dünya savaşı arasındaki dönem, Milletler Cemiyetinin varlığına rağmen, emperyalizmin en azgın olduğu dönemdir. I. Dünya Savaşının sonunda eski dünyada Avrupalı ve/ya da gelişmiş olmayıp da az çok bağımsız kalabilmiş birkaç ülke vardı: Etiyopya (Habeşistan). Türkiye, İran, Afganistan, Çin, Tayland. Afganistan ve Tayland, birincisi Rusya ve İngiltere, ikincisi İngiltere ve Fransa emperyalizmi arasında tampon ülkeler olarak ayakta kalabilmişlerdi. Öbür dördünden üçü iki dünya savaşı arasında, ya da II. Dünya Savaşı sırasında emperyalizmin çizmesi altında ezildiler. 1931’de Çin Japon istilasına uğradı. 1935’te Etiyopya İtalyan sömürgesi oldu. 1941’de İran’ı SSCB ve İngiltere anlaşıp, biri kuzeyden, öbürü güneyden işgal ettiler. Türkiye bu badireden sağ-salim kurtulduysa Avrupa’ya “Biz Avrupalıyız, sömürge olacak ülke değiliz” iletisinin başarıyla ulaştırılabilmiş olmasının büyük payı vardır. Şapka devriminin de bu iletide önemli yeri olduğunu düşünüyorum. 1934’te Mussolini’nin emperyalist bir demeci Türkiye’de gerginliğe yol açmıştı. Bunun üzerine hem İtalyan Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı, hem de bizzat Mussolini Türk Büyükelçisine, Türkiye’nin söz konusu demecin kapsamı dışında olduğunu, zira bu ülkenin bir Avrupa ülkesi olduğunu belirtmişlerdi.
Tabi şapka devriminin Türk kamuoyuna da bir iletisi vardı. Çarpıcı bir biçimde, Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi olacağı, ortaçağdan (ya da yeniçağdan) son çağa geçilmekte olduğu anlatılmak istenmiştir. Nitekim buna, Sivas, Erzurum, Rize, Maraş’ta başkaldıranlar olmuştur. Hatta şapkayı bayrak yaparak gizli bir karşı devrim hareketi örgütlemeye kalkıştığı için, İskilipli Atıf Hoca İstiklal Mahkemesince idama mahkum edilmiştir.
Çok-Partili Siyaset Denemesi:
1929’da Atatürk Afet İnan’ın yardımıyla Medeni Bilgiler adındaki kitabı yazdı. Kitap yurttaşlık Bilgisi derslerinde okutuldu. Afet İnan’ın imzasıyla çıktı, ama sonradan İnan’ın 1969’da hazırladığı yani basıma eklediği Atatürk’ün el yazılarından fotokopiler sayesinde, kitabın önemli bölümlerinin Atatürk tarafından yazılmış olduğu ortaya çıktı. Bu bölümlerden biri demokrasiyle ilgilidir. Atatürk’e göre demokrasi en iyi düzendir ve yükselen bir deniz gibi ortalığı kaplayacaktır. Cumhuriyet, demokrasinin en yetkin biçimidir ve yine demokratik bir düzen olan meşrutiyetten üstündür. Bu yazı çok önemlidir, çünkü günümüzde Atatürk’e yöneltilen eleştirilerden biri, 6 oktan birinin demokrasi olmamasıdır. 6 oktan birinin cumhuriyetçilik olduğunu, Atatürk’ün anılan düşüncesiyle birleştirince, eleştirinin geçersiz olduğu anlaşılır.
Atatürk, koşulların elverişsizliğine rağmen, 1930 yılında bu düşüncesini uygulamaya koydu. Çok-partili bir dizge kurulacaktı. Kurulacak muhalefet partisinin karşı-devrimciler için bir umut kapısı olmaması için önlemler alınacaktı. Bu amaçla o sıra Paris’te Türkiye Büyükelçisi olan arkadaşı Fethi’yi (Okyar) görevlendirdi. İkisi Ağustosta konuyu görüştüler ve Fethi’ye güven vermek için, Atatürk’le sözleşme yapar gibi, bir mektuplaşma oldu. Yine Fethi’ye güven vermek için, Atatürk bir bölüm CHP milletvekilinin ve kız kardeşi Makbule’nin yeni fırkaya girmesini istedi. Atatürk iki fırka arasında yan tutmayacağını söylüyordu. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın ikinci adamı bireyci, klasik liberalizmi savunan Ahmet Ağaoğlu idi. Atatürk, Devrimin tümüyle tartışma dışı olmasını, iktisadi konuların tartışılmasını istiyordu. Nitekim, İsmet Ankara-Sivas demiryolunun açılışında (30 Ağustos 1930) yaptığı konuşmada, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın “mutedil (ılımlı) devletçi””” olduğunu söyledi. Serbest Fırka da hükümetin demiryolu yapma programını eleştiriyordu. Serbest Fırka 12 Ağustos 1930’da kuruldu.
Yukarıda “koşulların elverişsizliğine rağmen” çok-partililiğe girişildiğini söyledim. Gerçekten de, bilindiği üzere, 1929 yılının Ekim ayında ABD ekonomisi büyük bir bunalıma girdi. İşsizlik ve sefalet aldı yürüdü, Avrupa’yı ve ardından bütün dünyayı etkisi altına aldı. Türkiye’de de ihracat adamakıllı düştü, çiftçi kesimi ve bütün Türk ekonomisi sıkıntıya girdi. İktisadi sıkıntılara düşen kişilerin gericilerin propagandalarına kolayca hedef olacakları açıktı. Kimilerine göre Atatürk’ün çok-partili dizgeyi istemesi, iki parti arasındaki tartışmaların bunalım karşısında izlenecek siyasete ışık tutması içindi. Atatürk çok-partili dizgeyi bu gerekçeyle de istemiş olabilir, ama ben Atatürk’ün esas gerekçesinin demokratikleşme olduğunu sanıyorum. Bu konuda daha sağlıklı bir sonuca ulaşmak için Atatürk çok-partililik kararı verdiği sırada dünya bunalımının ne ölçüde Türkiye’ye yansımış olduğunu araştırmak gerekir. Atatürk Ağustos 1930’dan önce, muhtemelen 1929^da, çok-partililik denemesine karar vermiş olmalıdır diye düşünüyorum.
Serbest Fırka denemesi çok kısa zamanda bir felakete dönüştü. Bunalımdan etkilenenler ve gericiler büyük bir heyecanla Fırkanın bayrağı altında toplandılar. Fethi’nin Devrimden yana açıklamaları para etmiyordu. İzmir’e yaptığı ziyaret, kanlı olaylarla sonlana çılgınca gösterilere vesile oldu. CHF yöneticileri olan bitenlerden ürkmüşlerdi. Bu gidişin nerelere varabileceğini kestiren Fethi ve arkadaşları, 17 Kasım 1930’da Fırkayı kapattılar. Serbest Fırka ancak üç ay yaşayabilmişti.
Fırkanın kapatılmasından bir ay kadar sonra Fethi’nin korkuları gerçekleşti. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası nasıl Şeyh Sait ayaklanmasıyla noktalandıysa, Serbest Fırka işi de bir gericilik olayı ile noktalandı. Gerçi Fırka kapatılmıştı ama, Menemen olayında Serbest Fırkanın da bir yeri olduğu anlaşılıyor. 23 Aralık 1930 günü, başlarında Derviş Mehmet olduğu halde, Nakşibendi tarikatına mensup bazı kişiler, Manisa’dan Menemen’e gelerek halkı bir camiden aldıkları yeşil bayrağın altına toplamaya kalkıştılar. Olay yerine gelen Yedek Asteğmen Fehmi Kubilay, gericiler tarafından vuruldu. Başını bıçakla kesip direğe diktiler, halka gösterdiler (ayrıca iki tane bekçi öldürdüler). Olay bastırıldı, sıkıyönetim ilan edildi. Kurulan divan-ı harp 28 kişinin idamına hüküm verdi.
Terakkiperver ve Serbest Fırka olayları Devrim yapılırken ve belirli bir mesafe alınmadan çok-partililiğin pek sağlıklı işlemediğini gösteriyordu. Zaten 1930’lu yıllar artık Avrupa’da demokrasi rüzgarlarının değil, dikta rüzgarlarının estiği bir dönem olacaktı. 1945’e kadar da II. Dünya Savaşı yıllarıdır. 1945’te yeniden demokrasi rüzgarları esince Türkiye buna uygun davranmıştır.
II. İnönü Çok-partili Dizgeyi Kuruyor
Uluslar arası Ortam: Savaşın sonucu yalnızca Avrupa’da hegemonya kurmak isteyen Almanya ve İtalya ile, Uzak Doğuda hegemonya peşinde olan Japonya’nın yenilgisi anlamına gelmiyordu. Aynı zamanda bu ülkelerin ideolojisi olan faşizmin ve ırkçılığın da yenilgisi anlamına geliyordu. Artık dünyada demokratik-kapitalist ve komünist ideolojiler boy ölçüşecekti. Türkiye 1939’da Batı burjuva demokrasilerinin yanında yer almıştı. O zaman SSCB Almanya ile bir olmuş, Türkiye’ye yönelik yayılmacı emellerini belli etmişti . Daha sonra SSCB, Alman saldırılarına uğrayınca Batı demokrasileriyle saf tutmuştu. Ne var ki yayılmacı siyasetini sürdürüyordu. Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği, I. Dünya Savaşı öncesinde Çarlık Rusyası toprakları olan ülkeleri geri almak istiyordu. Bu, Finlandiya, Polonya, Çekoslovakya, Romanya, Türkiye’den toprak, Latvia, Estonya, Litvanya’yı egemenliği altına almak demekti. Türkiye’den istediği topraklar, Osmanlı Devleti’nin Brest-Litovsk Antlaşmasıyla elde ettiği, kendisinin daha önce 1878 Berlin Antlaşmasıyla yitirmiş olduğu yerlerdi. Stalin, Türkiye’den toprak elde etmek dışında, söz konusu bütün öbür yerleri elde edecekti.
19 Mart 1945’te SSCB 1925’te Türkiye ile imzalamış olduğu Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşmasını yenilemeyeceğini, yeni bir antlaşma yapmak istediğini bildirdi. Türkiye yeni bir antlaşma yapmaya hazır olduğu yanıtını verdi. Fakat SSCB’nin Boğazların iki ülke tarafından ortak savunulmasını istediği ortaya çıktı. Sovyetler bunu resmen istemiş, Türkiye de reddetmiştir. Yine bu sıralarda Gürcistan’da bazı profesörlerce Kars ve Ardahan’ın ülkelerine iadesinden, Bulgaristan’da Türkiye ile sınır “düzeltilmesinden” söz edildiği görüldü. Sovyetlerin henüz Batılı ülkelerle arası bozulmamıştı. Türkiye’nin savaşa geç katılması, savaş sırasında Almanya’ya krom satması, Stalin’in Batılılar nezdinde Türkiye aleyhinde kullandığı konulardı. Batılıların Sovyetlerle ipleri koparmadıkları sürece Türkiye uluslar arası alanda bir yalnızlık dönemi geçirdi. Fakat zamanla Batı ile, özellikle ABD ile bir yakınlık başladı. Nisan 1946 başında Missouri zırhlısının İstanbul’a gelmesi, bu yakınlaşmayı simgeliyordu. 12 Mart 1947 günü ABD Cumhurbaşkanı Truman, Kongreye, Türkiye ve Yunanistan’ı Sovyet tehdidinden korumak üzere kendi adıyla anılan bir siyaset başlattığını bildirdi (Truman Doktrini). Aynı yıl Türkiye-ABD Askeri Yardım Antlaşması yapıldı. 1948’de yine ABD ile bir iktisadi yardım antlaşması bağıtlandı. Bu, Avrupa’nın komünizme kaymaması için ABD ‘nin başlatmış olduğu “Marshall Yardımı” çerçevesindeydi. 1949’da Türkiye Avrupa Konseyi üyesi oldu.
Çok-Partili Dizgeye Geçiş: İşte bu ortamda İnönü çok-partili siyasal yaşama geçme kararı aldı. Ondan sonra da iktidarda ya da muhalefette, sabırla, inatla, bazen kendi partisindeki eğilimlere meydan okuyarak, dizgenin oturup yerleşmesi için çabaladı. İnönü neden bu kararı aldı? Baş nedeni bütünsel kalkınma anlayışıdır. Hiçbir alanda Avrupa’dan geri kalınmayacaksa, Avrupa’ya siyasal çoğulculuk egemen olduğunda, o çoğulculuğun Türkiye’de de bulunması gerekirdi. Tabii bunun dış siyaset bakımından da yararı olacaktı. Sovyet tehdidi altındaki bir Türkiye’nin Batıya sığınabilmesi, Batının siyasal değerlerini paylaşırsa, çok daha kolay olurdu.
Yalnız şu var. Avrupa’daki siyasal demokrasi genellikle sosyalist hatta komünist partileri de içeren bir dizgeyken, Türkiye’de bu tür sola kapalı bir dizge olarak kabul edildi. Yalnızca sosyalist ve komünist partilere meydan verilmemekle kalınmadı, keskin ve abartılı bir komünizm düşmanlığı benimsenerek, sosyalist veya benzeri düşüncelere karşı da bir yasaklama ve cezalandırma tavrı güdüldü. Türk Ceza Kanununun 141. ve 142. maddeleri komünizm “propagandasına” 7,5 yıldan 15 yıla uzanan olağanüstü ağırlıkta bir ceza uygulamakta pek duraksama göstermiyorlardı. Bu tutumun ve havanın görünürdeki gerekçesi SSCB’nin 1945’te Boğazlara, Kars ve Ardahan!a gözünü dikmiş olmasıydı. Fakat Türkiye Truman Doktrini, Avrupa Konseyi üyeliği ve kısa bir süre sonra da NATO’ya girerek güvenliğini kat kat sağladığı halde, üstelik SSCB Stalin’in ölümü ardından Türkiye’ye bir nota vererek taleplerinden vazgeçtiğini ve yeniden bir dostluk antlaşması yapmaya hazır olduğunu bildirdiği (1953) halde, Türkiye’de bu hava 60’lara değin sürdü. Hatta kısmen bugüne dek sürdüğü de söylenebilir. Komünisttir diye, Rusya’ya kaçtı diye Türkiye’nin en büyük şairlerinden birinin, Nazım Hikmet’in şiirleri uzun yıllar tümüyle ortadan kalktı. Bu şiirlerin evinde bulunduğunu söylemeye kimse cesaret edemezdi. Hala okul kitaplarına dönebilmiş değildir Nazım Hikmet. Oysa Sevr Antlaşması’nı imzalamış olan Rıza Tevfik’in şiirlerine bu kitaplarda hep yer verilir. Doğrusu da budur. Yıllar boyunca, dünyaca ünlü Rus salatasına “Rus” demeye cesaret edilemedi, Amerikalıları dahi herhalde hayrete düşürecek biçimde “Amerikan Salatası” dendi. Bu garip, hastalıklı hava bir ölçüde bir aralık (1949-53 yılları) ABD’de estirilmiş olan McCarthy’cilik akımının etkisindeydi. Fakat ondan daha şiddetli olduğu, daha uzun sürdüğü söylenebilir. Bunun bir nedeni, Atatürk Devrimini, “zihnin sınırsız özgürlüğünü” benimseyen ya da ancak kısmen benimseyen kimi insanlarımızın, bu duygu ve düşüncelerini bilinçli, ama çok kez de bilinçsiz olarak aşırı bir komünizm karşıtlığı ile maskelemeleri olabilir. Köy Enstitülerinin komünistlikle suçlanması gibi… Nedeni ne olursa olsun, siyaset ve düşünce özgürlüğüne konan bu kısıtlama,Türkiye’deki demokrasiyi Batı Avrupa demokrasi ortalamasına göre eksik kılıyordu. Bu da Türkiye’nin saygınlığını azaltmıştır. Oysa Atatürk döneminde Türk siyasal düzeni Avrupa demokrasi ortalamasının altında değil, üstündeydi ve tabi ona göre de saygınlığı vardı.
Şimdi çok-partililiğin adımlarını görelim. İnönü 19 Mayıs 1945 Gençlik ve Spor Bayramı mesajında “halk iradesinin” geliştirileceğini müjdeliyordu. Zaten savaşın sonu ile Avrupa’da ortaya çıkan demokrasi ortamından cesaret alan CHP içindeki kimi hoşnutsuzlar, kıpırdanmaya başlamışlardı. Bunlardan milletvekili olan dördü, yani Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan, 7 Haziran 1945 günü CHP grubuna “Dörtlü Takrir” diye tanınmış olan bir önerge verdiler. Önergelerinde, özellikle parti içinde özgür bir tartışma ortamının yaratılmasını istiyorlardı. O sırada Türkiye’de toprak reformuna olanak verebilecek bir yasa tasarısı TBMM’ye sunulmuştu: Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu. İnönü ve Tarım Bakanı Şevket Raşit Hatiboğlu’nun girişimiyle hazırlanan bu yasanın 17. maddesine göre, topraksız ya da az topraklı çiftçiyi topraklandırmak için devlet, büyük toprak sahiplerinin topraklarını kamulaştırabilecekti. Kamulaştırma, gerekirse toprak sahibinde yalnızca 50 dönüm bırakacak kadar kapsamlı olabilecekti. Kamulaştırma bedelleri de gerçek değere göre değil, arazi vergisine matrah olarak beyan edilen değerden ödenecekti (md.21). Bu hüküm toprak sahibi olan milletvekillerini çok rahatsız etti. Aydın’ın büyük toprak sahiplerinden olan Adnan Menderes, yasa görüşülürken ağır eleştiriler getiren milletvekillerinin başında geliyordu. Fakat İnönü bu konuda çok ısrarlıydı. Atatürk ölümünden hemen önceki birkaç Meclis açış konuşmasında topraksız çiftçiyi topraklandırmak gereksinmesine değinmişti, ama somut bir adım atılmamıştı (ya da atılamamıştı). Şimdi İnönü bu davayı benimsemiş bulunuyordu. Belki işin toplumsal yararları yanında, çok-partili ortamda köylünün siyasal desteğini elde edeceğini de umuyordu. Böyle bir düşüncesi var idiyse, yanılıyordu. Taşraya toprak sahipleri egemendi. Kanun 11 Haziran 1945’te TBMM tarafından kabul edildiği halde, onun mimarı olan Hatiboğlu bundan sonraki hükümetlerde bakan olamadığı gibi, 1948’de kurulan II. Hasan Saka hükümetinde Tarım Bakanlığı, Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun hasmı olan Adana’nın büyük toprak sahibi Cavit Oral’a verildi. Söz konusu 17. maddenin hiç uygulanmadığını söylemeye gerek yok. Yalnız bir bölüm Hazine toprakları çiftçilere dağıtıldı.
Demokratik Partinin Kuruluşu: Kimileri Demokrat Partinin (DP) kuruluşunu doğrudan Çiftçiyi Topraklandırma Kanununa olan muhalefete bağlar. DP’nin salt bundan kaynaklandığını öne sürmek abartılı olur ama, DP’nin kuruluş ve yaygınlaşma aşamasında bunun önemli bir payı olduğu söylenebilir. İnönü Dörtlü Takriri Grupta reddettirdi (12 Haziran). Onun istediği, CHP içindeki hoşnutsuzların CHP’den ayrılarak ayrı bir parti kurmalarıydı. Bundan umduğu yararları şöyle tahmin edebiliriz:
1) Çok-partili dizgeye geçilmiş olacaktı.
2) Parti içindeki muhaliflerden kurtulanacaktı.
3) CHP’den ayrılacak kişilerin kuracağı partinin Atatürk Devrimine karşı olması tehlikesi bulunmayacaktı.
Buna karşılık Bayar ve arkadaşlarının CHP’den ayrılmaya hevesleri yoktu. Parti kurmak bir maceraydı. Daha iyisi, CHP’de kalıp ona egemen olmaya çalışmaktı. Atatürk’ün verdiği onca güvenceye rağmen Serbest Fırkanın başına gelenleri biliyorlardı. Bayar, Fethi Okyar’ın durumuna düşmek istemiyordu.
Dörtlü Takririn reddedilmesinden sonra Adnan Menderes ve Fuat Köprülü, Vatan gazetesinde demokratikleşmeyi savunan muhalif yazılar yazmaya başladılar. CHP bu davranışı parti disiplinine aykırı bularak bu ikisini üyelikten çıkarttı (21 Eylül). Bayar’ın iki arkadaşına verdiği desteği göstermek üzere seçtiği davranış, henüz parti kurma konusunda ikna olmadığını gösterir. CHP’den değil, milletvekilliğinden istifa etti (28 Eylül). Bu, kendisini yüksek bir maaştan yoksun bırakan bir davranıştı. Fakat İnönü ısrarını sürdürüyordu. 1 Kasım 1945’te TBMM’yi açış söylevinde, açıkça, ülkenin bir muhalefet partisine olan gereksinimini dile getirdi. Oysa Temmuz başında Müteahhit Nuri Demirağ tarafından kurulmuş bulunan Milli Kalkınma Partisi vardı. Fakat Demirağ tutucu bir kişi olduğundan, İnönü o partiyi görmezlikten geliyordu. Artık Bayar’ın da aklı yatmaya başlamıştı. 1 Aralıkta parti kuracaklarını açıkladı. 3 Aralıkta CHP’den istifa etti. Ertesi gün İnönü’nün yemek çağrısına gitti ve görüştüler.
Aynı gün (4 Aralık) “Tan Olayı” oldu. Zekeriya Sertel’in çıkardığı Tan gazetesi sosyalist sola yakınlığı ile tanınıyordu. Bu sırada Sertel Görüşler adında bir dergi hazırlığı içindeydi.
İlanlar yapılmış ve yazar kadrosu içinde Menderes ve Köprülü’nün bulunacağı duyurulmuştu. O gün bir takım “gençler” Rus ve komünist aleyhtarı sloganlarla Tan basımevine ve sol yayın satan kitapçılara saldırarak tahrip ettiler. Polisin seyirci kalması, hukuka ve uygarlığa sığmayan bu işin CHP tarafından kışkırtılmış, hatta düzenlenmiş olabileceği iddialarına yol açtı. Belki bu vesileyle DP’ye soldan uzak durması için de mesaj verilmiş oluyordu. 1946’da CHP’nin solundaki 3 partinin kapatılması, bu partinin, solunda mutluk bir boşluk istediğini gösteriyordu. Martta Sosyal Demokrat Partisi, Aralıkta Türkiye Sosyalist Partisi (genel başkanı Esat Adil Müstecaplıoğlu) ve Türkiye Sosyalist emekçi ve Köylü Partisi (genel başkanı Şefik Hüsnü Deymer) kapatıldı. Başbakanlığında Recep Peker’in Köy Enstitülerini “daha milli” kılmaktan söz etmesi, sol karşıtı havanın nasıl her kesimi kapladığının işaretidir. 1947’de Dil – Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav, Behice Boran aleyhinde solcu diye bir cadı kazanı kaynatılmaya başlandı. Öğrenci gösterileri ile başladı ve buna üniversite, TBMM ve mahkemeler alet oldular. Bunlar, üniversiteden ayrılmak zorunda kaldılar. Berkes Kanada’da, Boratav Fransa’da, aynı gruptan olmakla birlikte daha önce yurttan ayrılan Muzaffer Şerif ABD’de iş buldular ve başarılı oldular. Boran’ın da isteseydi, yurt dışında başarılı olacağı söylenebilir. Böylece gadre uğrayan Alman profesörlerine kucak açmış olan Türkiye, şimdi kendi bilim adamlarını “yiyordu”. DP 7 Ocak 1946’da kuruldu. Celal Bayar genel başkan oldu. Türlü nedenlerle hoşnutsuz olanları çevresinde toplayarak, kısa zamanda yayıldı. Adından da anlaşılacağı üzere, DP’nin birinci amacı demokratikleşmeyi sağlamaktı. CHP iktidarı bu yöndeki şikayetleri karşılamak üzere Türkiye tarihinde ilk kez tek dereceli seçimi getirdi. Gazete kapatma yetkisini hükümetten alarak mahkemelere verdi. Üniversitelere özerklik verildi. Köylü ve işçinin desteğini kazanmak için Toprak Mahsulleri Vergisi kaldırıldı, Çalışma Bakanlığı ve İşçi Sigortaları Kanunları çıkarıldı. İnönü’nün “değişmez genel başkan” sıfatına son verildi, sınıf partilerinin ve sendikaların kurulabileceği kabul edildi. CHP bir de açıkgözlük yaptı. 1947’de yapılması gereken seçim yerine seçimi öne, 1946’ya aldı. 21 Temmuz 1946’da yapılan seçim tek dereceliydi ama yargı denetimi yoktu, oylar açıkça veriliyor, gizli sayılıyordu (açık oy – gizli tasnif), çoğunluk sistemi uygulanıyordu, yani seçim çevresi sayılan illerde, bir parti tek oy farkla önde olsa bile, bütün o ilin milletvekilleri onun oluyordu. DP 465 milletvekilliği için ancak 273 aday gösterebilmişti. DP 66 milletvekili çıkarabildi. Seçimlerin dürüst olarak yapılmadığı ortadaydı. Bu yüzden CHP ile DP’nin ilişkileri kavgalıydı. Tabii TBMM’de iki partinin ilişkilerine de yansıyordu bu.
1946 Seçimlerinden Sonra: Yeni dönemde İnönü, Şükrü Saraçoğlu yerine Recep Peker’i başbakanlığa getirdi. Peker’in Türk lirasında yaptığı ve “7 Eylül Kararları” diye tanınan devalüasyon büyük yankı uyandırdı, çünkü o devirde para değerinin değişmesi çok olağan dışıydı. 1 ABD doları 1.40 TL’den, 2.80 TL’ye düşürüldü. Peker’in TBMM’de Menderes’e sinirlenerek eleştirilerini “psikopat bir ruhun ifadesi” diye nitelemesi ve Bayar’ı halkı isyana kışkırtmakla suçlaması üzerine, DP Meclisi terk etti. Bunun üzerine İnönü müdahale ederek, Bayar’la görüştü. Ortalık yatıştı. DP ilk Büyük Kongresini Ocak 1947’de yaptı. Kongre Hürriyet Misakı adında bir bildirge yayımladı. Buna göre DP’nin kimi siyasal talepleri kabul edilmezse DP milletvekilleri TBMM’den ayrılacaklardı. Bu talepler, Anayasa’ya aykırı yasaların ayıklanması, dürüst seçimleri sağlayacak bir seçim yasası, devlet başkanlığının parti başkanlığı ile aynı kişide birleşmemesi (İnönü’nün durumu) diye özetlenebilir. DP ne denli sert muhalefet yaparsa Recep Peker de aynı sertlik ve hırçınlıkla cevap veriyordu. Meclisi terk etme tehdidini hükümet “komünist taktiği” diye niteliyordu. İnönü bu durumun çok – partililik için iyi şeyler vaad etmediğini görüyordu. Hakem rolünü üstlenerek Bayar’ı ve Peker’i bir kaç kez dinledikten sonra, iki tarafı uzlaştırmaya çalışan 12 Temmuz Beyannamesi’ni yayımladı. Bu ilişkileri hayli yumuşattı. Fakat Peker hırçınlık yanlısıydı, yani çok – partililiği sindirememişti. Onun için de İnönü CHP içinde Peker’e karşı bir hareket başlattı. Milletvekili Nihat Erim’in başını çektiği bir grup genç milletvekili CHP grubunda Peker’e karşı oy kullandılar (35’ler hareketi). Peker, yandaşlarıyla beraber birkaç gün İnönü ile mücadeleye girecekmiş gibi davrandı, fakat sonra istifa etti. Yerine Hasan Saka hükümeti kuruldu (9 Eylül 1947).
CHP içindeki sertlik – uzlaşma yanlıları kavgası DP içinde de, hem de daha şiddetli olarak cereyan etmekteydi. Sertlik yanlıları DP Grubuna egemendiler ve parti yönetimini yumuşaklıkla suçluyorlardı. Aradaki gerginlik ileri bir noktaya varınca Mart 1948’de bir kısım milletvekili ve yandaşlarının parti üyeliğine son verildi. Bunlar önce mecliste Müstakil Demokratlar Grubunu oluşturdular, sonra da 20 Temmuz 1948’de Millet Partisi kuruldu. Kurucuları arasında Mareşal Fevzi Çakmak, Hikmet Bayur, Kenan Öner, Osman Bölükbaşı, Sadık Aldoğan vardı. Çakmak genel başkan oldu. MP, DP’yi danışıklı bir muhalefet gütmekle suçluyordu. Fakat DP’nin bu biçimde bölünmesi, 1950 seçimlerinin de göstereceği gibi, tabana fazla yansımadı. Yine de 1950’ye değin DP’nin milletvekili sayısı yarıya inmişti.
Günaltay Hükümeti: Hasan Saka, Recep Peker gibi sertlik yanlısı değildi. Ama DP’nin uğrunda savaşım verdiği demokratikleşmeyi gerçekleştirecek iradeden yoksundu. 1948’de çıkardığı yeni seçim yasası, yargı denetimini içermediği için, DP, ara ve yerel seçimleri boykot etti. 15 Ocak 1949 tarihinde Saka istifa etti. Yerine Şemsettin Günaltay geldi. Günaltay bir tarihçiydi. II. Meşrutiyet’te İslamcı akımın içinde yer almıştı. Güven oyu alırken sağlam bir demokrasi kurma vaadi verdi. Ne var ki, ilk uygulamaları din alanında oldu. Zaten 1948’de imam-hatip yetiştirmek üzere 10 aylık kurslar açılmıştı. (DP iktidarı 1951’de bu kursları okula dönüştürdü.) Günaltay hükümeti CHP grubunun daha önce almış olduğu bir karar doğrultusunda ilkokullara seçimlik din dersi koydu. Aynı biçimde, Ankara Üniversitesi’ne bağlı bir İlahiyat Fakültesi kuruldu. 1956’da din dersi ortaokullara (istemeyenler çocuklarını bu dersten muaf tutabiliyorlardı), 1967’de liselere seçimlik olarak kondu. 1974’de ortaokul ve liselere zorunlu ahlak dersi kondu. Bu uygulamalar Atatürk dönemindeki uygulamalardan farklı da olsa, laikliğe aykırı değildi. Laikliğe aykırı olan, 12 Eylül yönetiminin bu dersleri zorunlu kılıp bunu da anayasaya yazdırmasıydı. Bu yüzden çocuğunun din dersine girmesini istemeyen, farklı inançtan birçok anababaya yakışıksız bir zorlama getirilmiş oluyordu. Gerçi din dersi, “din kültürü” diye sunuluyordu, ama öğretmenin anlayışına bağlı olarak uygulamada çok kez din dersine dönüştüğü anlaşılmaktadır.
DP 20 Haziran 1949’da 2. Büyük Kongresini yaptı. Millet Partisi’nin danışıklı muhalefet suçlamasının baskısı altında olan DP, bu kongrede Milli Teminat Andı diye bir bildirge ortaya çıkardı. Buna göre, oylara tecavüz edilirse (yani seçim hilesi yapılırsa), halk meşru savunma durumunda kalacaktır. Meşru savunma yasal yollardan yapılacaktır ama, hile yapan yönetim de ulusun husumetiyle karşılaşacaktır. Bu husumet sözcüğünden hareketle CHP, bildirgeye Milli Husumet Andı adını taktı. Herhalde bu baskının katkısıyla da hükümet, Şubat 1950’de TBMM’ye yeni bir seçim yasası tasarısı getirdi. Tasarı ilk kez yargı denetimini de getiriyordu. Sonunda yasa DP’nin oyları da eklenerek kabul edildi. Tek sakıncası, nispi temsil yerine çoğunluk dizgesini kabul etmesiydi. Bu dizge 50’li yıllarda yapılan 3 seçimde CHP’nin aleyhinde işleyecekti.
14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerde DP oyların %55’ini, CHP %41’ini aldı. Görülüyor ki CHP yenilmiş, ancak bozguna uğramamıştı. Ne var ki, çoğunluk dizgesi bu yenilgiyi bozguna dönüştürüyordu. DP milletvekillerinin %85’ini (408 sandalye), CHP ise %15’ini (69 sandalye) almıştı. DPliler seçim başarılarını yeni bir çağın başlangıcı olarak selamlıyorlardı. Gerçekten de önemli bir noktaya gelinmiş oluyordu. 1945’de sona eren devrimci tek – partili dönemin ardından ikinci genel seçimde iktidar, kavgasız gürültüsüz muhalefet partisinin eline teslim ediliyordu. Bu, DP’nin bir başarısı olduğu denli, başta ve özellikle İnönü ve CHP’nin bir başarısıydı.