Dr. Bilâl N. Şimşir'in Konferansı

Dr. Bilâl N. Şimşir’in Konferansı

 

Dr. Bilâl N. Şimşir’in Konferansı

Pembe Köşk (İnönü Vakfı)

18 Kasım 2008

 

LOZAN  VE  SONRASINDA

SINIRLAR VE BOĞAZLAR

 

Efendim, hepinizi saygı ile selamlıyorum. Hepinize saygılar sunuyorum.

Bu mekânda, bu seçkin bir topluluk önünde konuşmak, bana heyecan veriyor. İkinci Cumhurbaşkanımız rahmetli İsmet İnönü‘nün evindeyiz. Bu ev, Cumhhuriyetimizin kuruluşuna tanıklık etmiş bir mekân.  Bu mekânda Lozan’ı konuşuyoruz. Duygulanıyor, onurlanıyorum.

Lozan Günü aslında Temmuzdaydı. Temmuz ayında Lozan’la ilgili çeşitli etkinlikler düzenlendi.  İstanbul ve Ankara Baroları, ayrı ayrı düzenledikleri etkinliklere beni de konuşmacı olarak davet etmişlerdi. Fakat o zaman bu etkinliklere katılamadığım için içimde bir üzüntü kalmıştı. Sayın Özden Toker Hanımefendi beni buraya davet edince seve seve koştum. Teşekkür ediyorum. Lozan Günü geçtiyse de Lozan Yılı hâlâ devam ediyor.

***

            Lozan Barış Antlaşması, bildiğiniz gibi, büyük bir olaydır. Yakın tarihimizin bir dönüm noktasıdır. Lozan, Osmanlı İmparatorluğu’nu sona erdirdi, tasfiye etti. Buna karşılık Lozan, yeni Türk devletini, bugünkü Türkiye’yi tarih sahnesine çıkardı. Anadolu’da kurulan yeni devletimizin doğuş sürecini tamamladı. Lozan, devlet sınırlarımızı çizdi ve dünyaya kabul ettirdi; bağımsızlığımızı, egemenliğimizi tescil etti; onayladı. Türkiye’yi bağımsız, uygar devletler arasına kattı. Türkiye’nin dış ilişkilerinin  ahdi, hukuki temelini attı. Lozan Antlaşması, Türk ulusunu, çok uzun süren, hemen hemen aralıksız on bir yıl süren savaşlar döneminden çıkarıp barışa kavuşturdu.

            Lozan Antlaşması bugün de yaşamaktadır. 1919-1923 yıllarında bir dizi barış antlaşması yapılmıştı: Almanya ile Versailles, Avusturya ile Saint-Germain, Bulgaristan’la Neuilly, Macaristan’la Trianon barış antlaşmaları imzalanmış ve İstanbul Hükümetine de Sèvres (Sevr) Antlaşması dikte edilmişti. Bu antlaşmaların hepsi tarihe karışmıştır. Yalnız Lozan Barış Antlaşması hâlâ yürürlüktedir.  Lozan barışı, 1923 yılından beri,  yani 85 yıldan beri elan devam etmektedir. O gün bu gündür, hâlâ  Lozan barışının nimetlerinden yararlanıyoruz.

            Bana, “Cumhuriyetin en önemli kazanımı nedir?” diye soranlara, tereddütsüz, “Barıştır” diye cevap veriyorum. Evet, barış. Ama Kore Savaşına katılmışız, Kıbrıs Barış Harekâtını yapmışız ve şimdi de  Güneydoğu olayları var.  Bunların hiçbirisi bizim eskiden yaşadığımız topyekûn savaşlarla kıyaslanamaz. Bizler, üç kuşaktır topyekûn savaş görmedik,  kitlesel savaş nedir bilmiyoruz, milli seferberlik nedir hiç bilmiyoruz. Seksen beş yıldır, çok şükür,  barış içinde yaşıyoruz.

            Bu kadar uzun bir barış dönemi Osmanlı ecdadımıza hiç nasip olmadı. Bizler, seksen beş yıldır devam eden barış nimetini, başta, Lozan Antlaşması’nı yapan, Cumhuriuyetimizi kuran rahmetli devlet büyüklerimize borçluyuz. Atatürk‘e borçluyuz, İsmet Paşa‘ya borçluyuz, onların dava arkadaşlarına borçluyuz, şehitlerimize borçluyuz. Aziz hatıraları önünde saygıyla, minnetle eğiliyoruz.

*

            Lozan derken, Sevr’i de  hatırlayalım.  Lozan Antlaşması, Sevr Antlaşması’nı tarihe gömdü. Lozan Antlaşması, Sevr Antlaşması’nın yerine geçti. Evet, Lozan’a Sevr’den geldik. Bunu akıldan çıkarmayalım. Sevr, bizi bitirmişti. Sevr, Türk ulusunu öldürüyordu; Lozan bizi ayağa kaldırdı. Atatürk, Büyük Nutuk‘ta, Sevr Antlaşması ile Lozan Antlaşması’nı bölüm bölüm karşılaştrır. Sevr şudur, Lozan budur, diye birer birer gözler önüne serer. Lozan’ı anarken Nutuk‘un o bölümlerini tekrar gözden geçirmekte fayda vardır.  Geçenlerde, burada, Pembe Köşk’te Sayın Turgut Özakman‘ın bir konuşması vardı. Bir konuya parmak bastı, Sevr Antlaşması’nın Türkiye’yi “süresiz denetim” altında tuttuğunu belirtti. Pek açmadı. Bu tespiti birazcık açalım. Sevr Antlaşması Fransa, İngiltere ve İtalya’dan oluşan üçlü bir Komisyon kuruyor ve Türkiye’yi bu komisyunun süresiz denetimi altına sokuyordu. Üçlü komiyonun onayı olmadan Türkiye, kanun çıkaramaz, para basamaz, ordu kuramaz, silah alamaz, silah fabrikası kuramaz, borç alamaz, yatırım yapamaz, fabrika kuramaz, baraj yapamaz  idi vs… Kısacası,  Sevr’de zaten pek küçültülmüş olan  zavallı Türkiye’nin bağımsızlığı sıfırlanıyor; egemenliği sıfırlanıyor idi. Bu açıdan bakınca Sevr Antlaşması, gerçekten Türkiye’nin “ölüm fermanı” idi. İşte böyle felaket bir antlaşmadan Lozan Antlaşması’na geldik. Bunu unutmayalım.

***

            Türkiye, Lozan Konferansı’na güçlü bir delegasyon ile gitti. Heyette 3 delege, 24 danışman, 8 kâtip, 3 şifreci, 10 korumacı asker yer aldı. Toplam 48 kişi. Başdelege: Dışişleri Bakanı İsmet Paşa; ikinci delege Dr. Rıza Nur, üçüncü delege Hasan (Saka) Bey’ler.

            Danışmanlar (müşavirler): 1. Profesör Veli (Saltık),  Burdur mebusu; 2. Zülfü (Tigrel), Diyarbakır mebusu; 3. Zekâi (Apaydın), Adana mebusu; 4. Celal (Bayar), Manisa mebusu; 5. Münir (Ertegün), Dışişleri Hukuk Müşaviri; 6. Muhtar (Çilli), Bayındırlık Bakanlığı Müstaşarı; 7. Şefik (Başman), Maliye Teftiş Kurulu Başkanı; 8. Seniyüddin (Başak), Vakıflar Hukuk Müşaviri; 9. Şevket (Doruker), Deniz Yarbayı; 10. Tevfik (Bıyıklıoğlu), Kurmay Yarbay; 11. Tahir (Taner), Adalet Bakanlığı Müsteşarı; 12. Nusret (Metya), Dışişleri Hukuk Müşaviri; 13. Yusuf Hikmet (Bayur), Dışişleri Siyasi İşler Müdürü; 14. Zühtü (Şahan), Üniversite Profesörü; 15. Fuat (Ağral), Maliye’de Genel Müdür; 16. Mustafa Şeref (Özkan), eski Bakan; 17. Şükrü (Kaya), Mülkiye Müfettişi;  18. Hamit (Hasancan), Kızılay II. Başkanı; 19. Cavit Bey, eski Maliye Bakanı; 20. Hayim Naum, Mühendis Mektebi Fransızca Öğretmeni;  21. Baha Bey, Adalet Bakanlığı Mezhepler Müdürü; 22. Ruşen Eşref (Ünaydın), Basın Danışmanı; 23. Yahya Kemal (Beyatlı), Basın Danışmanı; 24. Reşit Safvet (Atabinen), Danışman ve Genel Sekreter.

            Kâtipler: 1. Âli (Türkgeldi); 2.  Mehmet Ali (Nalin); 3. Cevat (Açıkalın); 4. Celâl Hazım (Arar); 5. Safvet (Şar); 6. Süleyman Saip (Kıran), 7. Dr. Nihat Reşat (Belger), ve 8. Rıfat Bey. Zaman zaman Türkiye’nin Paris Temsilcisi Ahmet Ferit (Tek) ile yardımcısı Hüseyin Ragıp (Baydur) Bey’ler de Lozan delegasyona yardımcı olmuşlardır.

            Başında İsmet Paşa‘nın bulunduğu bu heyet ile Türkiye, Lozan’da,  yaklaşık yedi ay boyunca tamı tamına şu  7 düvel ile boğuştu: İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan ve Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı (Yugoslavya). Lozan Barış Antlaşması’nı bu yedi devlet ile Türkiye imzaladı. Lozan Konferansı telgraflarla yürütülmüştür. Konferans boyunca Lozan ile Ankara arasında 600 kadar şifre telgraf gidip gelmiştir. Bunların çoğu Dışişleri Bakanı ve Lozan’da Başdelege İsmet Paşa‘dan Ankara’da Başbakanlığa çekilmiştir. Lozan’da Türk heyeti gündüzleri yabancı devletlerle boğuşuyor, geceleri ise Ankara’ya telgrafları yetiştiriyordu. Özellikle küçük bir ekip, İsmet Paşa ile birlikte  gece yarılarına kadar çalışıyordu. Lozan ile Ankara arasında gidip gelen bütün resmi telgrafları, arşivlerden çıkarıp Lozan Telgrafları: Türk Diplomatik Belgelerinde Lozan Barış Konferası başlığıyla  iki cilt halinde yayımladık. Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1990-1993 (Bunları yayımlamak gençliğimin beş yılını aldı).

            Lozan Konferansı’na  20 Kasım 1922’de başlandı, 4 Şubat 1923’te ara verildi. Konferans, 23 Nisan 1923’te yeniden açıldı ve 24 Nisan 1923’te Barış Antlaşmasının ve Eklerinin imzalanmasıyla sona erdi. Lozan’da  yaklaşık yedi ay boyunca yedi devletle çetin bir diplomatik savaş vermek, genç Türk diplomatları için bir çeşit diplomasi okulu olmuştur. Dört yıllık lisans ve üç yıllık lisans üstü eğitimine eş değerde bir okul! Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin bir düzine elçisi işte  bu “Lozan ekolü”nden çıkmıştır: Münir Ertegün (1883-1944), Zekâi Apaydın (1877-1947), Tevfik Bıyıklıoğlu (1889-1961), Yusuf Hikmet Bayur (18891-1980), Ruşen Eşref Ünaydın (1892-1959), Yahya Kemal Beyatlı (1884-1958), Âli Türkgeldi (1890-1955), Cevat Açıkalın (1898-1970), Ahmet Ferit Tek (1878-1971), Hüseyin Ragıp Baydur (1890-1955) ve diğerleri…

***

            Lozan Antlaşması’na eğilirken  şunu da hatırlayalım: İsmet Paşa, Lozan Konferansı’na 14 maddelik bir Hükümet Talimatı ile  gitti. Bu, ana talimat idi. Üç sayfadan oluşan ve her üç sayfasının altında o zamanki Heyeti Vekile (Bakanlar Kurulu) üyelerinin her birinin imzaları bulunmaktadır. Dışişleri Bakanı sıfatıyla İsmet Paşa‘nın da “İSMET” diye imzası vardır; Heyet-i Vekile Reisi Rauf Bey‘in de imzası vardır. “Türkiye Büyük Millet Meclisi İcra Vekilleri Heyeti Riyaseti Kalemi Mahsus Müdiriyeti” başlıklığı kâğıda yazılmış. Bu ana talimatı arşivden çıkarıp  tıpkıbasımıyla  Lozan Telgrafları adlı kitabımda yayımladım (Clt II, tıpkıbasım 1-3).

            14 maddelik talimatın yarısı sınırlar ve boğazlarla ilgilidir: 1- Doğu sınırı…, 2 – Irak sınırı…, 3- Suriye sınırı…, 4- Adalar…, 5 – Trakya sınırı…, 6 – Batı Trakya…, 7 –  Boğazlar ve Gelibolu Yarımadası… Yani ana talimat, önce Türkiye’nin devlet sınırlarının çizilmesini ve onaylatılmasını öngörüyor. Sonra,  çizilen bu sınırlar içinde tam bağımsız ve egemen bir devlet kurulmasını amaçlıyor, Osmanlı Devleti’nin tasfiyesine ilişkin maddeleri içeriyor.

            Talimatın geri kalan maddeleri şöyledir: 8 – Kapitülasyonlar…, 9 – Azınlıklar…, 10 – Osmanlı borçları…, 11 – Ordu ve Donanma…, 12 – Yabancı Kuruluşlar…, 13 – Bizden ayrılan ülekeler…, 14 – İslam cemaat ve vakıflarının hakları… Bu 14 maddenin bazıları olmazsa olmaz nitekliktedir.

***

            Şimdi bazı ayrıntıları sizlerle paylaşmak arzusundayım. Önce Türkiye’nin Doğu Sınırını ele alalım. Yani Türkiye’nin Azerbaycan,  Ermanistan ve Gürcistan ile sınırını. İsmet Paşa‘ya verilen ana talimatın birinci maddesi aynen şudur:

            1- Şark hududu: ‘Ermeni Yurdu’ mevzuubahs olamaz. Olur ise inkıtaı müzakereyi mucip olur.”

 

            Yani: Türkiye’nin Doğu sınırları içinde   “Ermeni yurdu” söz konusu olamaz. Konferansta böyle bir telep ortaya atılırsa görüşmeleri hemen  kesmek gerekir. Evet, Doğu Anadolu’da Ermeniler için  toprak istenirse, Lozan barış görüşmeleri hemen kesilecektir; bunda hiç tereddüt yoktur. Barış görüşmelerini kesmek demek, yeniden savaşı göze almak demektir. Türkiye bu kadar kararlıdır. Anadolu’dan kimseye bir karış toprak verilmeyecektir. Bunun konuşulması bile kabul edilmeyecek, konuşmaya kalkışan olursa Türkiye konferans masasından kalkacak, İsmet Paşa Lozan’dan Ankara’ya dönecektir. Bu kadar açık ve seçik.

            Aslında Türkiye’nin Doğu Sınırı, Lozan Konferansı’ndan önce çözüme bağlanmış idi. Lozan Konferansı’nda bu sınır tekrar tartışmaya açılmamış, açtırılmamıştır. Ancak, bugün bu konuyu yeniden tartışmaya açma hevesleslileri görülüyor. Konuyu daha iyi açıklayabilmek için Doğu Sınırının tarihçesini biraz açalım:

            3 Mart 1878: Felaketli 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının ardından İstanbul Hükümetine dikte edilen 3 Mart 1878 tarihli Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması ile, Osmanlı devletinin  Kars, Ardahan ve Batum sancakları Rusya’ya terk edildi. Neden?  1 milyar 410 milyon ruble tutarındaki hayali “harp tazminatı” karşılığı olarak. Oysa savaş Rus topraklarında değil, Osmanlı topraklarında geçmişti. Yakılıp yıkılan Osmanlı ülkesiydi, Rus ülkesi değil. Yani öngörülen bu “harp tazminatı” hayaliydi, haksızdı ve üç sancağın Osmanlı ülkesinden koparılması tarihi bir yanlışlıktı. Bu yanlışlığın düzeltilmesi gerekiyordu.

            13 Temmuz 1878′de imzalanan Berlin Antlaşması da Üç Sancağı (Elviye-i Selase) Rusya’da bıraktı, yanlışlığı düzeltmedi. (Türkiye bakımdan Berlin Antlaşması, “Rumeli’nin Sevr Antlaşması” idi. Şu farkla ki, Anadolu’da İstiklâl Harbi sonucu Sevr Antlaşması uygulanamadan kaldığı halde, Berlin Antlaşması uygulanmıştı).

            3 Mart 1918: Rusya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan çekilmesi sonunda imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması ile Üç Sancak Rus boyunduruğundan kurtarıldı. Kars, Ardahan ve Batum sancakları, 40 yıllık esaretin aradan yeniden Anavatan’a, Anadolu’ya katıldı. Yapılan plebisit sonunda bu üç sancak halkı Türkiye’ye katılmaya karar verdi. Tarihi yanlışlık düzeltildi. Fakat bu düzeltme uzun ömürlü olamadı.

            30 Ekim 1918: Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı Devleti Mondros Mütarekesi‘ni imzaladı. Bu mütareke gereğince Osmanlı Devleti Kars, Ardahan ve Batum’dan geri çekildi. Bu toprakların kontrolünü ele geçiren İngiltere, Kars sancağını Ermenistan’a; Ardahan ve Batum sancaklarını da Gürcistan’a bıraktı.

            2-3 Aralık 1920:  Kars sancağını ele geçirdikten sonra yayılmacı bir politika izlemeye, Erzurum ve Van bölgelerini de yutmaya kalkışan Ermenistan’la yapılan savaş sonunda imzalanan Gümrü Antlaşması ile Kars sancağı tekrar Anavatan Türkiye’ye katıldı.

            23 Şubat 1921: Ardahan sancağı ile Artvin de diplomatik yolla, ültimatom verilerek Gürcistan’dan geri alındı ve  tekrar Anavatan Türkiye’ye katıldı.

            16 Mart 1921:  Moskova’da imzalanan Türk- Rus Antlaşması ile Kars ve Ardahan sancakları Türkiye’de, Batum sancağı da şartlı olarak  Gürcistan’da kaldı.

            13 Ekim 1921: Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan ile Türkiye arasında Kars Antlaşması imzalandı ve bu antlaşma ile Kars, Ardahan sancaklarının Türkiye’de, Batum sancağının da şartlı olarak Gürcistan’da kalması komşularımız  üç Kafkas ülkesi tarafından da kabul ve teyit edildi.

            Kısacası, Doğu Sınırı 1920-1921 yıllarında çizilmiş ve üç antlaşma ile (Gümrü, Moskova ve Kars Antlaşmaları) kesinleşmiş idi. Lozan Konferansı günlerinde durum bu idi, bugün de budur. Doğu Sınırımızın stastüsü o günden beri devam etmektedir. Lozan Konferansı’nda Doğu Sınırımız tartışmaya açılmamamış, açtırılmamıştır. Türkiye kararlıydı: Bu sınır değiştirilmek istenseydi, Türk heyeti Lozan Barış Konferansı’nı terk edecek ve Türkiye yeniden savaşı göze alacak idi. Türkiye’nin kararlılığı Lozan’dan sonra da devam etmiştir.

            Önce komşumuz Rusya, yıllar sonra da Ermenistan, Türkiye’nin Doğu Sınırını tartışmaya kalkışmak gibi hatalara düştüler. İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan Sovyetler Birliği, 1945 yılında Türkiye’nin Doğu Sınırını değiştirmeye niyetlendi.

            7 Haziran 1945: Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Molotov, Türk-Sovyet Saldırmazlık Paktı’nı yenilemek için, Boğazlar’da üs, Kars-Ardahan bölgesini Türkiye’den istediklerini, Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’e resmen bildirdi. Sovyet Ermeni ve Gürcü tarihçileri ve yazarları da Moskova’nın özendirmesiyle Kars ve Ardahan bölgelerinin kendilerine ait olduğu yolunda propaganda kampanyasına giriştiler. (Bir örnek: Moskova çıkışlı ve  22 Şubat 1946 tarihli bir haberde,  bir Ermeni profesörü Van, Bitlis ve Erzurum‘un Ermenistan’a ait olduğunu ve Sovyet Ermenistan Cumhuriyeti’ne  verilmesi gerektiğini açıklıyordu…)

            1 Kasım 1945:  Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, TBMM’ni açış konuşmasında Rus taleplerine karşı kesin tavrını koydu: “Açıkça söyleriz ki, Türk topraklarından ve haklarından hiç kimseye verilecek bir borcumuz yoktur. Şerefli insanlar olarak yaşayacağız ve şerefli insanlar olarak öleceğiz” dedi. Bu,  “şerefli insanlar olarak savaşır ve ölürüz; ama hiç kimseye bir karış toprak veremeyiz” demektir. Bu ifadeler, Rusların haksız taleplerine karşı kesin bir ret cevabı idi.

            20 Aralık 1945: Dışişleri Bakanı Hasan Saka, İsmet Paşa‘nın kararlı sözlerini tamamladı: “Kimseden bir şey istemeyen ve kimseye bir şey vermeyecek olan milli politikamıza devam edeceğiz. Sovyetlerle dostluğumuz tazelemeye hazırız” dedi.

            6 Ocak 1946: Başbakan Şükrü Saracoğlu, Türkiye’nin kararlı tutumuna biraz daha açıklık getirdi. Sovyet Rusya’nın Kars ve Ardahan üzerinde hiçbir hakkı bulunmadığını; bu sancakların 1878’de ağır bir tazminat karşılığında ilk defa Rusya’ya bırakıldığını, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra  -üstelik de plebisit yapılarak- anlaşmalarla geri verildiğini açıkladı. Bölgede Türklerin ezici çoğunlukta olduğunu belirtti. Türkiye’nin haklı davasını destekleyen dünya basınına teşekkür etti.

            Sovyet Rusya,  daha ileri gidemedi, haksız taleplerinde ısrar edemedi.

            1961 sonlarından küçük bir anı: Rahmetli İsmet İnönü‘nün başkanlığında, Kasım 1961’de  bir koalisyon hükümeti kurulmuştu. Sovyet Başbakanı Hruşçov‘dan İnönü‘ye bir mektup gelmişti. Destalinizasyon politikasını başlatan Hruşçov, Türkiye ile de ilişkileri düzeltmeyi amaçlıyor gibi görünüyordu. Mektubunda Atatürk ile  Lenin zamanında Türk-Sovyet dostluğunu hatırlatıyordu. Ben, Sovyet işlerine de bakan  Dışişleri Bakanlığı Birinci Siyasi Daire’de genç bir meslek memuru idim; Genel Müdürümüz Vahit Halefoğlu idi. Başbakan İnönü‘nün ağzından Hruşçov‘a cevabı bizim Genel Müdürlük hazılıyordu. Hazırlanan cevapta İnönü, “Ben de Atatürk ve Lenin dönemini iyi hatırlarım”  mealinde bir ifade kullanılıyordu. Halefoğlu mektubu Başbakan’a götürdü ve geri getirdi. “Bakın Başbakan  Sayın İsmet İnönü mektupta nasıl değişiklik yaptı” diyerek müsveddeyi bizlere de gösterdi. İsmet Paşa, küçük bir çıkıntıyla cümleyi “Ben de Atatürk ve Lenin dönemini ve her dönemi iyi hatırlarım”  diye değiştirmişti.

Bu küçük çıkıntı benim için çok çarpıcı, öğretici, hatta ufuk açıcı oldu. İnönü, yalnız Atatürk-Lenin dönemini değil, aynı zamanda  “…ve her dönemi” demekle, 1945-1946 yıllarında Sovyetlerin Türkiye’den haksız taleplerde bulundukları, Türkiye’ye haksız yere ağır baskılarda bulundukları dönemi de gözler önüne seriyordu. Bu ifade bana diplomaside tek yönlü değil, çok yönlü düşünmenin önemini öğretti. Bütün meslek hayatım boyunca bunu sık sık hatırladım. Burada sizinle  de paylaşmak istedim.

            Devam edelim. Aradan yıllar geçti. 1990’lara gelinirken Sovyetler Birliği ve Yugoslavya dağılıyor. Yeni bağımsız devletler ortaya çıkıyor. Ben o yıllarda Dışişleri Bakanlığında bu bölgelerden de sorumlu genel müdürüm. Doğu Avrupa ülkelerinden Japonya’ya kadarki Avrasya bölgesiyle siyasi ilişkilerimizden sorumluyum. Son derece hızlı gelişmeleri nefes nefese, günü gününe dikkatle izliyoruz. Sovyetler Birliği’nden on beş bağımsız devlet doğuyor. Bunlar önce egemenliklerini ilan ediyor, ardından bağımsızlıklarını. Türkiye, yeni bağımsızlığını ilan eden bu devletlerle diplomatik ilişki kurmaya, oralarda elçilikler, konsolosluklar açmaya hazırlanıyor.

            Bu süreçte Ermenistan Cumhuriyeti, öteki bağımsız devletlerden farklı bir yol izledi.  Bir yandan komşusu Azerbaycan’ı, diğer yandan da Türkiye’yi hedef almaya başladı. Şöyle ki:

            23 Ağustos 1990: Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti bir Bağımsızlık Bildirgesi (Declation of Independence) yayımladı. Epeyce uzun olan, Ermeni devletinin esaslarını ve milli hedeflerini içeren bu bildirgede, “Ermeni soykırımını Türkiye’ye tanıtmak”  ve “Batı Ermenistan”ın, Ermenistan Cumhuriyeti’nin milli emelleri olduğu belirtildi (Madde XI). “Batı Ermenistan” dedikleri, Doğu Anadolu’dur. Van’a ve Sivas’a kadar uzanan Doğu Anadolu’dur. Sovyetler Birliği’nden ayrılan 15 bağımsız devlet arasında yalnız Ermenistan, daha bağımsızlığını ilan ederken saldırgan ve yayılmacı bir politika benimsedi. Ermenistan, bir yandan komşusu Azerbaycan topraklarının bir bölümünü fiilen işgal etti, diğer yandan da Türkiye’yi hedef aldı.

            21 Eylül 1991:  Ermenistan bağımsızlığını ilan etti.

            5 Temmuz 1995: Ermenistan Cumhuriyeti Anayasası kabul edildi. Anayasa, 23 Ağustos 1990 tarihli “Bağımsızlık Bildirgesi”nde yer alan esasları ve Ermeni “milli emellerini” (national aspirations) olduğu gibi benimsedi. Böylece “soykırımın” Türkiye’ye kabul ettirilmesi ve “batı Ermenistan” emelleri  Anayasa esasları haline getirilmiş oldu. Ermenistan Anayasasının 13. maddesine göre ise, Türkiye sınırları içinde yer alan Ağrı Dağı da  Ermenistan milli arması üzerinde yer almaktadır. Bu sakat Anayasa ve Erivan  Hükümetinin bir dizi düşmanca davranışı, Türkiye ile Ermenistan arasında normal diplomatik ilişki kurulmasını önlemiştir.

            1990’larda biz, Türkiye olarak, Cumhuriyetin kuruluş yıllarından bize miras kalmış yararlı  bir dış politika uygulamasını benimsemiştik. Bu uygulamaya göre, Türkiye, ilişki kuracağı bir  devletle önce masaya oturuyor, varsa sorunları masaya yatırıyor, o sorunları halledip o devletle bir dostluk antlaşması imzalıyor ve ancak ondan sonra diplomatik ilişki kurmaya gidiyordu. Bu şekilde Türkiye, Atatürk döneminde, yani 1921-1937 yılları arasında ayrı ayrı  40 ülke ile dostluk antlaşmaları yapmıştı. 70 yıl aradan sonra, 1990’larda  biz de Sovyetler Birliği’nden ve Yugoslavya’dan ayrılan yeni bağımsız devletlerin her biriyle dostluk protokolleri imzaladık ve ondan sonra oralarda elçilikler, konsolosluklar açtık. Örneğin Azerbaycan ile Dostluk ve Diplomatik İlişki Kurma Protokolünü ben imzalamıştım.

            Ermenistan Cumhuriyeti ile bir dostluk protokolü imzalayamadık. Çünkü aramızda bir dizi sorun vardı. Masaya oturmuş olsaydık, gündeme getirebileceğimiz bir dizi sorun tespit etmiştik. Birkaçını zikredip geçeyim. Şöyle ki::

            1) Doğu sınırımızı tescil etmiş olan Moskova ve Kars Antlaşmalarının Ermenistan tarafından tanınmaması,

            2) Ermenistan Anayasasında Türkiye’yi rahatsız eden çeşitli  hükümler,

            3) Doğu Anadolu üzerinde Ermenistan’ın toprak iddiası,

            4) Ermenistan’ın, sözde soykırım iddiasını Türkiye’ye tanıtma emeli,

            5) Ağrı Dağı’nın Ermenistan toprağı olarak gösterilmesi ve Ermenistan’ın resmi  armasına konmuş olması,

            6) Erivan Hükümetinin Türk diplomatlarını şehit etmiş ve cezasız kalmış olan Ermeni teröristlerini Ermenistan’da barındırması ve koruması,

            7) Azerbaycan topraklarının Ermenistan tarafından işgal edilmiş olması ve hâlâ işgal altında tutulması,

            8) Ermeni radyo ve televizyonlarının Türkiye’yi hedef alan kışkırtıcı yayınları vs. vs.  

            Bugün, 2008 yılının son aylarındayız. Türkiye Cumhurbaşkanı, güya maç seyretmek için Ermenistan’ın başkentini ziyaret ediyor; Ermenistan Dışişleri Bakanı Nalbantyan Türkiye’ye çağrılıyor. Acaba Türkiye’nin Sayın Cumhurbaşkanı ya da Dışişleri Bakanı yukarıdaki konuları hiç gündeme getirmişler midir? Yoksa, Türkiye’nin Doğu Sınırının Ermenistan tarafından tartışma konusu yapılması sessizce sineye mi çekilmektedir? Bu soruların cevabını düşünmeyi takdirlerinize bırakıyorum.

            Türkiye’nin Doğu Sınırı konusunu burada noktalayıp başka bir konuya geçiyorum.

***

            Üç buçuk yıl süren İstiklâl Harbi sonunda Anadolu ve Doğu Trakya düşman işgalinden temizlenmişti. Ama, Misak-ı Milli sınırları içinde sayılan şu iki bölge, Lozan Konferansı günlerinde  hâlâ düşman işgali altında bulunuyordu: 1) İstanbul ve Boğazlar bölgesi, 2) Musul Bölgesi. İsmet Paşa ve Heyeti, Lozan Konferansı’nda bu iki bölgeyi düşman işgalinden kurtarmak gibi son derece çetin bir görevle karşı karşıya bulunuyordu. Her iki bölge de çok önemli idi, fakat İstanbul ve Boğazlar bölgesi Türkiye için  “hayati” derecede önem taşıyordu.

            Bu iki konuda İsmet Paşa‘ya verilen Hükümet Talimatı şuydu:

            2. Irak hududu: Süleymaniye, Kerkük ve Mussul livaları istenecektir. Konferansta bundan farklı bir durum ortaya çıkar ise Heyeti Vekiliyeden talimat alınacaktır.

            …..

            7. Boğazlarda ve Gelibolu yarımadasında yabancı bir askeri kuvvet kabul edilemez.  Eğer bu babdaki müzakere inkıtaı mucip ise Ankara’ya malumat verilecektir.

            Talimatın bu iki maddesinde açıkça görülen şudur: Türkiye, yabancı işgal kuvvetlerini Boğazlar bölgesinden çıkarmaya kesin kararlıdır. Bu konuda gerekirse barış görüşmelerini kesmeye kadar gidecek, yani savaşmayı göze alacaktır. Musul konusunda ise Ankara, barış görüşmelerini kesmeyi düşünmemektedir. Yani Türkiye, İngiliz kuvvetlerini Musul vilayetinden çıkarmak için İngiltere ile yeniden savaşa girmek  niyetinde görünmemektedir.

            Şimdi önce Boğazlar sorunu  üzerinde duralım.

            Karadeniz’de kıyıları olan Bulgaristan ve Sovyetler Birliği de Lozan’da Boğazlara ilişkin görüşmelere davet edildiler ve katıldılar. Bu görüşmelerde  İngiltere ile Sovyet Rusya arasında çetin tartışmalar oldu. Kendisini güçlü gören İngiltere, Boğazların  bütün gemilerin geçişine, geliş-gidişine açık olması tezini savundu. O yıllarda kendisini zayıf hisseden Sovyet Rusya ise, yabancı savaş gemilerinin Karadeniz’de  Sovyetlere tehdit oluşturacakları kaygısıyla, Boğazların yabancı savaş gemilerine kapalı olması tezini savundu. Türkiye iki tez arasında dengeli bir rejime eğilim gösterdi. Çözüm biçimi de öyle oldu. Lozan  Barış Antlaşması’nda,  “Çanakkale Boğazı’nda, Marmara Denizi’nde ve Karadeniz Boğazı’nda denizden ve havadan, gerek barış, gerek savaş zamanlarında özgürce geçiş ve gidiş-geliş ilkesi” kabul edildi (Md. 23).

            Bu ilke doğrultusunda hazırlanan Boğazlar Sözleşmesi‘nde Boğazlardan geçişler özetle şöyle düzenlendi: Ticaret gemileri ve uçaklar,  barış zamanında, gece gündüz serbestçe geçecek; Türkiye savaşta ise geçişleri ve gidiş-gelişleri denetleyebilecek. Savaş gemileri, asker taşıyan gemiler ile  uçakların geçişlerinde sınırlama olacak. Bunlar, Karadeniz’de kıyısı bulunan devletlerin donanmasından daha büyük olamayacak…

            Bu esasları içeren Boğzalar Sözleşmesi, 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalandı ve Barış Antlaşmasının ekleri arasında yer aldı (Ek II). Sovyetler Birliği, Boğazlardan geçiş özgürlüğünü beğenmedi ve sözleşmeyi imzalamadı. Şu dokuz devlet sözleşmeye imza koydu: İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya, Bulgaristan  ve Türkiye.

            Türkiye’nin öncelikli hedefi, İstanbul’u ve Boğazlar Bölgesini yabancı işgal kuvvetlerinden kurtarmaktı. Lozan’da bu sonuç sağlandı. Bu konuda yine 24 Temmuz 1923 günü ayrı bir protokol imzalandı: Britanya, Fransa ve İtalya Silahlı Kuvvetlerince İşgal Edilen Türkiye Topraklarının Boşaltılmasına İlişkin Protokol ve Açıklama başlığını taşıyor. Barış Anlaşmasının XIV. Ekini oluşturan bu “Boşaltma Protokolü”nde, Lozan Barış Antlaşması’nın Türkiye tarafından onaylanmasının ardından,  6  hafta içinde boşaltmanın bitirilmesi öngörüldü.

            TBMM, Lozan Barış Antlaşması’nı ve eklerini 23 Ağustos 1923 günü onayladı. Boğazlar bölgesinin boşaltılması için gerekli olan 6 haftalık sürenin geriye sayım işlemi o gün başladı.  Ve 2 Ekim 1923 günü  yabancı işgalciler,  İstanbul’da, Dolmabahçe önünde Türk bayrağını selamladıktan sonra, tanklarıyla, toplarıyla, gemileriyle, Atatürk‘ün dediği gibi, geldikleri gibi gittiler. Zafer kazanılmış;  İstanbul  ve Boğazlar bölgesi de düşman işgalinden kurtarılmıştı. İsmet Paşa Lozan’da Hükümet talimatının 7. maddesini yerine getirmişti.

            Ancak, Boğazlar Sözleşmesi’nin rahatsız edici iki önemli eksiği vardı: Birinci eksik: Boğazlar askerden arındırılıyor idi. Yani Boğazlar bölgesine Türk askeri yerleştirilemiyor, buralarda  tahkimat yapılamıyor,  savunma tedbirleri alınamıyordu. Hem Çanakkale Boğazı hem Karadeniz Boğazı silahsız,  askersiz, savunmasız  bırakılıyordu.  Bu bölgede, hiçbir istihkâm, hiçbir topçu tesisi, hiçbir deniz üssü olmayacaktı. Yabancı askerler Boğazlar bölgesinden çıkarılmıştı ama bölgeye Türk askeri sokulamıyordu. Kendi askerimiz kendi toprağımıza giremiyor idi! Bu durum egemenliğimize ters düşüyordu.

            Boğazlar Sözleşmesi’nde  ikinci eksik şuydu: Bir Boğazlar Komisyonu kuruluyordu. Boğazlar Sözleşmesini imzalayan dokuz devletin delegelerinden oluşan bu komisyonun başkanı gerçi Türk idi. Ama Türkiye, dokuz üyeli komisyonda sadece bir oya sahipti. Boğazlardan savaş gemilerinin ve uçakların geçişini Türkiye denetleyemiyor, sadece Boğazlar Komisyonu denetliyordu. Bu denetim hakkı Komisyona verilmişti. Bu da Türkiye’nin egemenliğiyle bağdaşmıyordu.

***

            Lozan’da yapılan Boğazlar Sözleşmesi’nin eksikleri, 20 Temmuz 1936’da  imzalanan Montreux Sözleşmesi ile değiştirildi. Türkiye, Lozan’da imzalanmış olan Boğazlar Sözleşmesi’ni değiştirmek için uygun zamanı bekledi. İtalya 1935’te Habeşistan’a saldırmış ve Oniki Adayı silahlandırmaya başlamıştı. Türkiye, Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi için uygun zamanın geldiğini düşündü.  1935 yılından itbaren  Çanakkale’yi yeniden tahkim etmeyi istemeye başladı. Amerikalı gazeteci Gladys  Baker, 26 Mayıs 1935’te,  “Türkiye neden Çanakkale’yi tahkim etmek istiyor?” diye soruyor. Atatürk  şu cevabı veriyor:

            “Türkiye’nin Çanakkale’yi tahkim etmek istemesi, Boğazların askerlikten tecridini kabul ettiğimiz zamandaki şerait ve vaziyetin değişmesine bağlıdır… Evvela ana topraklarımızın müdafaası, sonra da, Boğazların tekeffül ettiğimiz serbestisini temin içindir. Türkiye’nin sulhperverliği artık dünyaca malumdur. ‘Boğazları niçin tahkim etmek istiyorsunuz?’ sualini sormaktan ziyade, bunun aksini ısrarla talep edenlere ‘Niçin?’ sualini tevcih etmek daha muvafık olur, sanırım.” 

            Türkiye, Lozan’da imzalanmış olan Boğazlar Sözleşmesi’ni değiştirmek isterken, Lozan günlerinden beri bölgede “koşulların değiştiği” tezine dayandı. Haklıydı. Koşullar değişince anlaşmalar, sözleşmeler de değiştirilebilir. Bu ilkenin Devletler Hukukunda yeri vardır. Türkiye, hukuk yoluyla Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi için bir konferans toplanmasını istiyordu. Akdeniz’de tehlike var,  Türkiye’ye karşı tehdit var; olabilecek saldırlara karşı Türkiye’nin güvenliğini sağlamak gerekir, diyordu. Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi amacıyla Türkiye, 1935-36 yıllarında ilgili devletler katında yoğun diplomatik girişmilerde bulundu. Girişimler anlayışla karşılandı. İngiltere gibi bazı devletlerin önceden desteği sağlandı; öteki ilgili devletlerden de konferans toplanmasına açıkça karşı çıkan olmadı. Sonunda İsviçre’nin Montreux şehrinde Haziran 1936’da bir konferans toplanmasına karar verildi.

            Türkiye, Lozan Konferansı’na gittiği gibi, Montreux Konferansı‘na da güçlü bir heyetle katıldı. Heyet,  6 delege, 24 yardımcı, toplam 30 kişinden oluşuyordu. Delegeler şunlardı: Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Dışişleri Müsteşarı Numan Menemencioğlu, Londra Büyükelçisi Fethi Okyar, Paris Büyükelçisi Suat Davaz, Milletler Cemiyeti’nde Daimi Delege Necmettin Sadak ve Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Asım Gündüz. Yardımcılar arasında 11 diplomat, 7 yüksek rütbeli subay, 2 uzman ve 4 enformasyon görevlisi vardı.

Montreux Konferansı, ilgili 9 devletin katılımıyla, 22 Haziran 1936’da toplandı. Bir ay kadar sürdü. 20 Temmuz 1936’da Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalanmasıyla sonra erdi. Sözleşmeyi şu devletler imzaladılar: İngiltere, Fransa, Japonya, Romanya, Yugoslavya, Yunanistan, Bulgaristan, SSCB ve Türkiye. İtalya da sonradan sözleşmeye katıldı. Türkiye adına sözleşmeyi Dr. Tevfik Rüştü Aras, Suat Davaz, Numan Menemencioğlu, Asım Gündüz ve Necmettin Sadak imzladılar (İmzalayanlar arasında Fethi Okyar‘ın ismi yoktur).

Montreux Boğazlar Sözleşmesi, 9 Kasım 1936’da yürürlüğe girdi ve Lozan’da imzalanmış olan sözleşmenin yerine geçti: 29 madde ve 4 ek ile 1 protokolden oluşuyor. Protokolde, “Türkiye, …Boğazlar Bölgesini hemen yeniden askerleştirebilecektir” deniyor ve sözleşme imzalanır imzalanmaz Türk askeri bölgeye giriyor. Bu Sözleşme ile Uluslararası Boğazlar Komisyonu’nun yetkileri Türkiye’ye geçiyor ve Boğazların denetimini tümüyle Türkiye üstleniyor. Sözleşmede şöyle  deniyor:

Madde 24:  Boğazlar Rejimine ilişkin 24 Temmuz 1923 günlü Sözleşme uyarınca kurulmuş olan Uluslararası Komisyonun yetkileri Türk Hükümetine geçirilmiştir…

Türk Hükümeti, bu Sözleşmenin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişine ilişkin olan her hükmünün uygulanmasını gözetecektir.

Türk Hükümeti, yabancı bir deniz kuvvetinin yakında Boğazlardan geçeceğinden haberi olur olmaz, bu kuvvetin bileşimini, tonajını, Boğazlara giriş için öngörülen günü ve gerektiğinde, olası dönüş gününü Akit Yüksek Tarafların Ankara’daki Temsilciliklerine bildirecektir.

Türk Hükümeti, Boğazlarda yabancı savaş gemilerinin gidiş gelişlerini gösteren ve gerek ticarete, gerek işbu Sözleşmede öngörülen deniz ve hava gidiş-gelişine yararlı her türlü bilgileri içeren yıllık bir raporu… Bağıtlı Akit Yüksek Taraflara sunacaktır.

 Boğazlardan geçiş ve gidiş-geliş rejimi Sözleşmede  şu bölümler altında düzenliyor: I- Ticaret gemileri (Md. 2-7), II- Savaş gemileri (Md. 8-22); III- Hava ulaşım araçları (Md. 23); IV- Genel Hükümler (Md. 24-25), V- Son Hükümler (Md. 26-29).

            Montreux Sözleşmesi  1. maddesiyle, Boğazlardan geçiş ve gidiş-geliş serbestliği ilkesini ortaya koyup bunun öbür hükümlerle düzenlendiğini belirtiyor. 2-7 maddelerde ticaret gemilerinin geçişleri, barış zamanına, savaş  zamanına ve savaş tehdidi zamanına göre ayrı ayrı düzenleniyor.

            Sözleşmenin en nazik ve en önemli bölümü, savaş gemileri ile ilgili maddeleri (Md. 8-22) kapsayan bölümdür, denilebilir. Savaş gemilerinin barışta ve savaşta geçiş rejimi, Karadeniz’de kıyısı bulunan devletler ile bulunmayanlara göre değişiklik göstermek üzere, düzenleniyor. Çeşitli kısıtlamalar da getiriliyor. Tonaj kısıtlaması, zaman kısıtlaması, geçiş kısıtlaması gibi.  Karadeniz’de kıyısı olmayan devletler, barışta bu denizde en çok 30.000 tonluk savaş gemisi bulundurabilecek, belirli koşullarda bu miktar 45.000 tona çıkarılabilecek; ayrıca “insani amaçlarla” 8.000 ton daha artırılabilecektir. Savaş gemileri, barış zamanında,  birer birer geçecek, gündüzleri geçecek, önbildirimde bulunduktan sonra geçeceklerdir. Karadeniz’e kıyısı olan devletler ise barış zamanında, önceden haber vermek şartıyla daha fazla tonajda savaş gemisi geçirebilecekler,  denizaltılarını da su üstünden geçirebileceklerdir…

            Türkiye’nin katılmadığı bir savaşta, savaşan devletlerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişleri ise yasaklanmıştır…

            Atatürk, 1 Kasım 1936 günü Meclisi açarken yaptığı konuşmada, Montreux Sözleşmesi’ne şöyle değindi:

            “Tarihte birçok kez tartışma ve tutku nedeni olan Boğazlar, artık tam anlamıyla Türk egemenliği altında, yalnız ticaret ve dostluk ilişkilerinin ulaşım yeri haline girmiştir (alkışlar). Bundan böyle savaşan herhangi bir devletin savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçmesi yasaktır (bravo sesleri, aşlkışlar).”

            Montreux Sözleşmesi 20 yıllık bir süre için imzalanmıştı. Ancak bu sürenin sonunda değiştirilmediği için, 70 küsur  yıldan beri  bugün hâlâ yürürlüktedir.

            Türkiye, gerek barış dönemimde gerek  savaş döneminde,  Montreux Boğazlar Sözleşmesi’ni özenle, dikkatle ve titizlikle uyguladı. Boğazlardan geçen gemiler hakkında Sözleşmeyi imzalayan devletleri sürekli bilgilendirdi. Bu konuda, her yıl,  Türk Boğazlarda Gemilerin Hareketi Hakkında Yıllık Rapor (Rapport Annuel sur le Mouvement des Navires à Travers Les Détroits Turcs) başlıklı yıllık raporlar hazırladı ve bu raporları hiç aksatmadan Montreux Sözleşmesi’ne taraf olan devletlere iletti.

            İkinci Dünya Savaşı’nda, Montreux Sözleşmesi’ni imzalayan devletlerin hemen hepsi savaşa girdi veya sürüklendi. Türkiye bu büyük savaşın dışında kaldı. Bu nazik savaş yıllarında Türkiye, Montreux Sözleşmesi’ni  olağanüstü bir dikkat ve titizlikle uygulamayı sürdürdü.

***

            Türk Hükümeti, Boğazlara ilişkin görevlerini 1936 yılından beri hiç aksatmadan yerine getirmişti ve getirmeye de devam ediyordu. Böyle olduğu halde, İkinci Dünya Savaşı sona yaklaşırken komşumuz Sovyetler Birliği, Türkiye’yi haksız yere eleştirmekten de geri durmayarak Boğazlar konusunu ortaya attı. Hafızalarımızı tazelemek için gelişmeleri, kronolojik sırayla kısaca hatırlayalım:

            10 Şubat l945:  ABD, İngiltere ve Sovyetler liderlerinin Yalta Konferansı‘nda Stalin,  Boğazlar konusunu gündeme getirdi: Montreux Sözleşmesi’nin olayların gerisinde kaldığını, Rus menfaatleri de hesaba katılarak bu sözleşmenin  değiştirilmesi ve  herhalde Türkiye’ye Rusya’nın boğazını sıkma imkânı verilmemesi gerektiğini söyledi. Roosevelt ve Churchill, temelsiz Rus  iddialarına karşı çıkmadılar  ve şöyle bir karara varıldı: “Sovyetler Birliği Hükümetinin Montreux Sözleşmesine ilişkin olarak yapacağı öneriler üç dışişleri bakanının gelecek Londra toplantısında ele alınacak ve bakanların görüşleri hükümetlerine bildirilecektir.” En açık hakları çiğnemeye doğru gidilirken Türkiye’nin fikri bile alınmadan kapalı kapalılar ardında karar alınıyordu.

 

            19 Mart 1945:  Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper‘i kabul eden Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov, bir muhtıra okuyarak, Sovyet Hükümetinin,  17 Kasım 1925 tarihli  Türk-Sovyet Saldırmazlık Paktı’nı feshettiğini duyurdu. Bunun üzerine, Sovyetler’in Türkiye’den, Boğazlar konusunda taleplerde bulunacakları yolunda  dış basında yazılar çıkmaya başladı.

            7 Haziran 1945: Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov, Türk Büyükelçisi Selim Sarper ile tekrar görüştü. Türk-Sovyet Saldırmazlık Antlaşmasının yenilenmesi için Boğazlarda üs, Kars ve Ardahan bölgesini de Türkiye’den istediklerini bildirdi. Sarper bu haksız ve yersiz  Rus isteklerini hemen reddetti. Büyükelçinin bu görüşmeyi anlatan telgrafı Ankara’yı alarma geçirdi. Rusya, batıya doğru genişleme hedefine varınca güneye, Türkiye’ye yönelmişti.

            18 Haziran 1945: Büyükelçi Sarper, Moskova’da Molotov ile bir görüşme daha yaptı. Molotov, toprak konusundaki isteklerinin Ermenistan ve Gürcistan’ın haklarını korumak amacından kaynaklandığını, Boğazlar konusunu da Karadeniz’i güvence altına almak için öne sürdüklerini ve bu istekleri kabul edilmedikçe saldırmazlık antlaşması görüşmesinin söz konusu olmayacağını tekrar belirtti. Bu ikinci görüşme Sovyetlerin yayılmacı emellerini daha açıkça ortaya koydu. Moskova’daki ABD Büyükelçisi Averell Harriman, MolotovSarper görüşmesini duyunca, “Eyvah, bir ülke daha Sovyet peyki haline giriyor” değerlendirmesi yapmış. (Ama öyle olmayacaktı.  Türkiye Cumhuriyeti, bağımsızlığından ve toprak bütünlüğünden ödün vermeyi kabul etmeyecek, tek başına da kalsa Sovyet yayılmacığına karşı ölünceye kadar direnmeyi göze alacaktı.)

            17 Temmuz-2 Ağustos 1945: Potsdam Konferansı toplandı. Bu doruk toplantısında, Stalin ve Churchill‘in karşısında ABD’yi bu kez yeni Başkan Truman temsil etti. (Başkan Roosevelt  12 Nisan 1945’te beyin kanamasından ölmüştü.) Konferansta Stalin Boğazlar konusunu gündeme taşıyarak Rus  taleplerini dile getirdi. İngiltere bunlara yanaşmadı. Başkan Truman, Boğazlardan serbest ve engelsiz bir geçiş rejimi kurulmasını önerdi. Bunun üzerine üç büyük devletin (ABD, İngiltere ve SSCB)  Montreux Sözleşmesi’nde değişiklik yapılması konusunda Türkiye ile ayrı ayrı temasa geçmesine karar verildi.

            1 Kasım 1945: Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, TBMM’de yaptığı konuşmada, Türkiye’nin, Müttefiklere karşı gayet dürüst hareket ettiğini, bu cihetin Amerika, İngiltere ve Sovyet Rusya tarafından zamanında takdir olunduğunu belirtti. Savaş sırassında Boğazlar üzerinden Sovyetlere askeri yardım yapılamamadıysa bunun sebebinin Türkiye değil, 1945 yılına kadar Akdeniz yollarının Mihver devletleri tarafından tutulmuş olduğunu hatırlattıktan sonra şöyle dedi: İkinci Cihan Harbinde Montrö Sözleşmesinin herhangi bir şekilde zararlı olduğunu söylemeye imkân yoktur. Boğazların emniyetli ellerde olduğu ve bütün milletlerin menfaatine serbest geçişin hiçbir engel karşısında bulunmadığı sabit olmuşturAçıkça söyleriz ki, Türk topraklarından ve haklarından hiç kimseye verilecek bir borcumuz yoktur. Şerefli insanlar olarak yaşayacağız ve şerefli insanlar olarak öleceğiz.”  Bu konuşmasıyla İnönü, isim zikretmeden, Sovyet taleplerini cevaplandırmıştır.

            2-5 Kasım 1945: Boğazlar konusunda ABD’nin görüşü 2 Kasım 1945’te, İngiltere’nin görüşü de 5 Kasımda Türkiye’ye bildirildi. Montreux Sözleşmesi’nin gözden geçirilmesi isteniyordu. ABD görüşünün esasları şunlardı: 1) Boğazlar, her zaman bütün milletlerin ticaret gemilerine açık olmalıdır. 2) Boğazlar, Karadeniz’de kıyısı bulunan devletlerin savaş gemilerine her zaman açık olmaldır (Bu noktada ABD, Montreux Sözleşmesi üzerinde yeterince düşünmemiş gibi görünüyordu-BNŞ). 3) Barış zamanında Boğazlar, Karadeniz’de kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerine kapalı tutulmalıdır. 4) Montreux Sözleşmesi gözden geçirilmeli, Japonya üyelikten çıkarılmalı.

            5 Aralık 1945: Başbakan Şükrü Saracoğlu, ABD muhtırasındaki dört noktanın müzakerelere esas teşkil edebileceğini belirtti. Herhalde Amerika’nın müstakbel konferansa katılması gerektiğini ve İngiltere’nin de böyle bir konferansa hazır olduğunu söyledi.

            21 Şubat 1946: İngiltere Dışişleri Bakanı Bevin,  Avam Kamarasında  dedi ki: “Türkiye ile Sovyet Rusya arasında bir sınır sorunu çıkmasına teessüf ediyoruz. Bu sınır bir fatih tarafından çizilmiş değildir. Boğazlar ayrı bir meseledir ve Montreux Sözleşmesi gözden geçirilebilir. Biz Türkiye’nin hür ve bağımsız kalmasını ve Saldırmazlık Antlaşmasının yenilenmesini isteriz.”

            8 Mart 1946:  ABD, bir jest yaparak, Washington’da görevi başında ölmüş olan Türkiye Büyükelçisi Münir Ertegün’ün cenazesini Türkiye’ye “Missouri” zırhlısı ile göndermeye karar verdiğini ilan etti. Bu haber duyulduğunda Cumhurbaşkanı İnönü, sofrada: “Münir Bey bütün hayatında Türkiye’ye hizmet etti. Şimdi öldükten sonra da hizmete devam ediyor” demiş.

            5 Nisan 1946: Büyükelçi Ertegün‘ün cenazesini getiren “Missouri” zırhlısı Türkiye’ye geldi ve halkın büyük coşkusuyla karşılandı. Başkan Truman, İsmet İnönü‘ye bir dostluk mesajı gönderdi.  Herkes ABD’nin bu nazik hareketini Sovyetlere karşı Türkiye’yi yalnız bırakmayacakları şeklinde yorumladı..

            4 Haziran 1946:  İngiliz Dışişler Bakanı Bevin şu açıklamayı yaptı: “İngiltere Montreux Sözleşmesinin gözden geçirilmesine karşı değildir. Fakat, Türkiye’nin bağımsızlığını sarsacak ve bu memleketi bir peyk haline getirecek herhangi bir hareket tarzına mani olmaya karar vermiştir.”

            8 Ağustos 1946: Boğazlar konusunda notalarla Türk-Rus savaşı başladı: İlk Rus notası, Ankara’da, Sovyet Maslahatgüzarı tarafından T.C. Dışişleri Bakanı Hasan Saka‘ya verildi. Notada, Montreux Sözleşmesi’nin artık Karadeniz Devletlerinin güvenliğini sağlayamayacağı ve değiştirilmesi gerektiği tezi ortaya atıldı. İkinci Dünya Savaşı içinde düşman devletlerin Boğazları Sovyetler Birliği’ne karşı kullandıkları iddia edildi. Ve  Montreux Sözleşmesi’nin şu prensiplere göre değiştirilmesi istendi: 1) Boğazlar, bütün ülkelerin ticaret gemilerine açık tutulmalı; 2) Boğazlar, her zaman Karadeniz’de kıyısı olan devletlerin savaş gemilerine açık olmalı; 3) Özellikle öngörülen haller dışında, Karadeniz’de kıyısı bulunmayan devletlerin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişi menedilmeli; 4) Boğazlardan geçiş rejiminin tayini yetkisi yalnız Türkiye ile Karadeniz devletlerine ait olmalı; ve  5) Boğazların Karadeniz devletlerine karşı düşmanca amaçlarla kullanılmasını önlemek için Türkiye ve Sovyetler Birliği arasında ortak savunmanın düzenlenmesi gerekir.

            Sovyet Rusya, “Ortak savunma” diye Boğazlarda üs elde etmek istiyordu. Cumhurbaşkanı İsmet Paşa bu Rus talebini şöyle değerlendirmiştir: “Boğazları beraber savunacağız diyorlar. Yani Rus kuvvetleri gelip Boğazlara yerleşecekler. Ondan sonra ortak savunmanın gerekleridir diyerek bizden her şeyi isteyecekler. Bunun sonucu bizi fiilen Sovyetler Birliği’nin egemenliği altına sokmak olurdu. Doğu Avrupa’da, Orta Avrupa’da, Kızıl Ordu’nun Almanlardan kurtardığı ülkelerde nasıl bir egemenlik kurmuşlarsa, Türkiye’de de aynı şeyi bu yoldan yapacaklardı. Hükümet olarak biz bu istekleri derhal reddettik…” (Erdal İnönü, Anılar ve Düşünceler, I, s. 179)

            22 Ağustos 1942: Türkiye, Sovyet Rus notasına  cevap verdi. Dışişleri Bakanı Hasan Saka, Rus maslahatgüzarını makamına çağırıp cevabi  Türk notasını kendisine iletti. Notada, Rus iddiaları reddedildi. Savaş içinde Mihver savaş gemilerinin Boğazlardan geçmediği, Türkiye’nin Montreux Sözleşmesi’ni sadakatla uyguladığı, daima iyi niyetle hareket ettiği belirtildi. Bir denge içinde bulunan Boğazlar rejiminin ortadan kalkmasının kabul edilemeyeceği bildirildi. Montreux Sözleşmesi’nde herhangi bir tadil, ABD’nin de katılacağı bir konferansta yapılabilir. Boğazların konuşulması Karadeniz ülkelerine inhisar ettirilemez. Sözleşme yirmi yıl için yapılmıştır, 1956 yılına kadar yürürlüktedir. Boğazların güvenliğinin Türkiye ile Sovyet Rusya’nın ortaklaşa sağlanması, yani Boğazlarda Rus üssü kurulmasını amaçlayan Rus notasının 5. maddesi ise Türk notasında şu yolda cevaplandırıldı: “Boğazların güvenliğinin Türkiye ile Sovyet Rusya tarafından  ortaklaşa sağlanması, yani ortak savunma ile ilgili beşinci teklife gelince: Bu teklif milli bakımdan Türkiye’nin hiçbir surette feragat eyleyemeyeceği egemenlik haklarına ve güvenliğine aykırıdır. Teklif milletler arası bakımdan da pek çok itirazlar davet etmektedir. Teklifin kabulü Türkiye’nin Boğazlarda oynadığı denge ve irtibat rolünün sona ermesi ve Karadeniz devletlerinin sözde güvenliğinin, Türkiye’nin güvenliğinin imhası üzerine kurulması demek olacaktır. Türkiye Hükümeti, nereden gelirse gelsin, memleketi herhangi bir saldırı karşısında var kuvvetiyle savunma vazifesinin kendisine ait olduğu kanaatındadır. Esasen Boğazların savunmasının takviyesi yolundaki bu teklif Birleşmiş Milletler Anayasasına da aykırı olur. Sovyet Rusya için Karadeniz’de en sağlam güvenlik garantisi, Boğazlarda bağımsız bir memleketin egemenlik haklarına uymayan imtiyazlar sağlanmasında değil, kuvvetli bir Türkiye ile dostluk kurulmasında olabilir.”

            24 Eylül 1946: Türkiye’ye ikinci Rus notası verildi. Notada önce, harp içinde Boğazların iyi kontol edilmedi, bazı Alman savaş gemilerinin ve muavin gemilerinin Boğazlardan geçtiği; Sovyet Rusya’nın Karadeniz’deki güvenliğinin azaldığı, mevcut Boğazlar rejiminin Karadeniz devletlerinin güvenliğini sağlamadığı iddia edildi. Türk cevabının Sovyetleri tatmin etmediği belirtildi. Karadeniz’in bir “kapalı” deniz olduğu, dolayısıyla Boğazlar rejiminin tayininde Karadeniz devletlerinin rüçhan hakkı bulunduğu savunuldu. “Göben” ve “Breslau” (Yavuz ve Midilli) gemilerinin eylemleri hatırlatıldı. Boğazların ortak savunulmasının Sovyet Rusya için “hayati önemde” olduğu söylendi…

            9 Ekim 1946: Boğazlarla ilgili olarak, ABD ve İngiltere, Sovyet Rusya’ya nota verdiler. Özetle şunları söylediler: “Montreux Sözleşmesi, yalnız Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında görüşülemez. Boğazların savunulması, Türkiye tarafından yapılması; ortak savunma olmamalıdır.”

            18 Ekim 1946:  İkinci  Rus notasına karşılık  Türkiye’nin ikinci notası  Sovyet Rusya’ya  verildi. Notada özetle şunlar vurgulandı: “Savaşta Türkiye dürüst davrandı, Montreux Sözleşmesi’ni dürüst uyguladı. Montreux Sözleşmesi’nde değişiklik düşünülebilir. Sözleşmede ismi geçen Milletler Cemiyeti yerine Birleşmiş Milletler denilebilir. İmzacı devletler arasında bulunan Japonya çıkarılır, ABD imzacılar arasına katılabilir; ABD’nin katılması gereklidir. Karadeniz, doktrinde ‘Açık deniz’ sayılmaktadır, ‘kapalı deniz’ değildir. Karadeniz devletlerinin Boğazlar üzerinde rüçhan hakkı yoktur. Boğazların ortak savunması kabul  kabul edilemez. Ortak savunma Türkiye’nin egemenlik hakkıyla bağdaşmaz…”

            22 Ekim 1946: İngiltere Dışişleri Bakanı Bevin, Boğazlarla ilgili bir demeç verdi ve özetle şunları dile getirdi: “Boğazlarda Sovyetlere üs verilmesi Türkiye’nin egemenliğini ihlal eder, onu yabancı egemenliğı altına sokar (Türkiye bir Sovyet uydusu olur-BNŞ). Boğazların savunması Türkiye’ye bırakılmalıdır. Son savaşta Türkiye’nin Boğazlarla ilgili tutumu ve uygulaması memnuniyet verici olmuştur. Sinir harbi durdurulursa her şey halledilebilir.”

            Türkiye, notalarla Boğazlar savaşını kazanmıştır. İkinci Türk notasından sonra, Montreux Sözleşmesi’nin değiştirilmesi talepleri kesilmiştir. Türkiye, haklı davasını dünyaya anlatabilmiş, gelişmeleri isabetli değerlendirmiş ve dik durarak notalar savaşını kazanmayı bilmiştir. Rahmetli Erdal İnönü, Anılar ve Düşünceler kitabında (1, s.177)  şunları kaydediyor: 

            “O günlerde Çankaya’da yapılan toplantılarda İsmet İnönü‘nün hesabı şuydu: Rusların Almanya’ya karşı kayıpları ağır olmuştu. Şimdi de Almanya, Polonya, Romanya ve Bulgaristan’da geniş işgal kuvvetlerine ihtiyaçları vardı. Yıkılıp yakılmış Rus şehirleri, yollar, fabrikalar insan gücünü bekliyordu. Rusya, Japonya cephesine de, pay koparmak için asker gönderecekti. Bunların dışında, San Fransisco Konferansı toplanırken Sovyetlerin açık bir silahlı saldırıyı göze almaları zordu. Nihayet Ruslar pekâlâ biliyorlardı ki, silahlı saldırıya girişirlerse, son gücümüze kadar savaşacaktık. Türklerle savaşmak ise kolay değildi.”

***

            1945-1946 yıllarındaki  Sovyet baskılarına karşın Montreux Sözleşmesi değiştirilmeden kaldı ve  70 küsur yıldan beri hâlâ yürürlüktedir. Türkiye, sözleşmeyi dürüstlükle ve titizlikle uygulamaktadır. Ancak bölgemizde, zaman zaman Türkiye’den kaynaklanmayan ciddi gerginlikler çıktığı ve dolayısıyla Türk Boğazları konusunun yine tartışıldığı görülmektedir. Bu gerginliklerden biri Gürcistan’daki gelişmeler nedeniyle  bu yaz, yani 2008 yazında  yaşandı. Rusya, Gürcistan’dan ayrılmak isteyen Güney Osetya ve Abhazya’yı bağımsız devletler olarak tanıdı. Gürcistan, ayrılıkçı Osetlere saldırdı. Rus birlikleri Osetlere yardıma gelince Güney Osetya’da Gürcü ve Rus birlikleri arasında çarpışmalar oldu…

            ABD, güya, Gürcistan’a insani yardım götürmek için Karadeniz’e savaş gemileri soktu. Rusya, Gürcistan’a insani yardım taşındığı yolundaki açıklamalara inanmadı. Rusya Genelkurmay Başkanı Yardımcısı General Anatoliy Novogitsin, “Bütün o çocuk bezlerini her pazarda satın almak mümkün. Çocuk bezini savaş gemileriyle taşımanın anlamı nedir?” diye sordu.  ABD, karadan yardım götürmek isteyince tankları mı sürecek sorusu da akla gelir. Ama Montreux Sözleşmesi’nde bunun yeri vardır. Sözleşmenin 18. maddesinin (d) fıkrasında, “Karadeniz’de kıyısı bulunmayan  bir ya da birkaç devletin, bu denize insancıl amaçlarla  deniz kuvvetleri gönderebileceklerini”  hükme bağlamıştır. Tabii bazı şartlar ve kısıtlamalarla.

            NATO kuvvetleri olarak gösterilmek istenen Amerikan savaş gemilerinin Boğazlardan geçip Karadeniz’e çıkmaları üzerine Rusya’nın Karadeniz donanmasının  amiral gemisi “Moskova” kruvazörü de bir ara Sivastopol üssünden denize açıldı. Karadeniz “ısındı”. Bu arada bazı Rus generalleri, Amerikan savaş gemilerinin arka arkaya Karadeniz’de boy göstermesinden Türkiye’yi sorumlu tutacakları yolunda açıklamalar yaptılar. Türkiye Montreux Sözleşmesi’nin ABD tarafından çiğnenmesine göz yumuyormuş, suç ortağı oluyormuş gibi gösterilmek istendi. ABD yetkilileri, Montreux Sözleşmesi’nin dışına çıkmadıkları yolunda açıklamalar yaptı.

            Bu gelişmeler, doğal olarak Türkiye’yi tedirgin etmekte ve  zihinlerde çeşitli sorular yaratmaktadır. ABD’nin, kendi çıkarları doğrultusunda Montreux Sözleşmesi’ni değiştirmeyi mi amaçladığı sorularını da akla getirmektedir. Bu sorular kaygı vericidir. Herhalde Türkiye’nin Boğazlar ve Montreux konusunda çok dikkatli ve çok hassas olması gerekmektedir. Bu sözleşmenin üzerine titrememiz lazımdır. Vaktiyle Montreux Sözleşmesi’ni yapmak hiç kolay olmamıştı. 1936’da ele geçen elverişli konjonktürü bugün tekrar yakalamak ise imkânsız gibidir. Çok incelikleri bulunan Montreux Sözleşmesi konusunda iyi yetişmiş profesyonel uzmanlarımız vardır. Gerek Dışişlerinde gerek Askeriye’de Montreux’yü çok iyi bilen, gelişmeleri günü güne izleyen, dosyalara hâkim olan profesyonel görevlilerimiz vardır. Onların görüşlerine kulak vermek lazımdır. Herhalde Türk Boğazları konusu acemi danışmanların eline  bırakılamayacak kadar ciddi ve hassas bir konudur. Rahmetli İsmet İnönü, önüne ciddi bir konu getirilince “Hariciye’nin mütaleasını aldınız mı?” diye sorarmış. Boğazlar ve Montreux konusu gündeme getirilirse İsmet Paşa‘nın o sözlerini hatırlamakta yarar vardır.

            Boğazlar işini  burada noktalayıp bir başka konuya geçmek itiyorum.

***

            Şimdi biraz Suriye sınırımız üzerinde duralım. Suriye sınırı, iki başlı bir sorun idi. Biri Hatay sorunu, diğeri Hatay’ın ötesinde Dicle’ye doğru uzayıp giden upuzun Suriye sınırı. Bunlar aşağıda biraz açılacaktır.

            1918 Mondros Mütarekesi’nin ardından Fransız kuvvetleri, Suriye’yi ve Güney Anadolu’nun bir bölümünü, Ermenilerin de yardımı ile, işgal etmişlerdi. Ancak, Güney Anadolu’daki yerel ulusal güçlerimizin, yani Kuvayı Milliye’nin giderek artan  kahramanca direnişi karşısında sarsılmışlardı. Sonunda Fransa, Ankara Hükümetiyle anlaşmak durumunda kalmış ve 20 Ekim 1921’de Ankara Anlaşması imzalanmıştı. Anlaşma, İstiklal Savaşı içinde Ankara’ya kadar gelip bunu imzalamış olan Fransız parlamenter  Franklin-Bouillon adıyla da anılır.

            Ankara Antlaşması’nda, İskenderun sancağı için, Suriye’deki Fransız yönetiminden farklı bir yönetim öngörülmüştü. Bu anlaşmanın 7. maddesi, ilerde Hatay adını alacak olan İskenderun bölgesi ile ilgiliydi ve şöyleydi:

           

Madde 7 – İskenderun bölgesi için özel bir yönetim rejimi kurulacaktır. Bu bölgenin Türk soyundan gelen halkı, kültürlerini geliştirmek için her türlü kolaylıktan yararlanacaktır. Türk dili orada resmi bir niteliğe sahip olacaktır.

            Bu madde, Türkiye ile Fransa arasında yapılan 1926 ve 1930 antlaşmalarında da teyit edilmiş ve ilerde, Hatay’ın  Suriye’den ayrılıp anavatan Türkiye’ye katılmasının hukuki altyapısını oluşturmuştur.

            Ankara Anlaşması’nın 8. maddesi  Türkiye’nin Suriye sınırı ile ilgiliydi ve şöyle kaleme alınmıştı:

Madde 8 – Sınır çizgisi, İskenderun Körfezi üzerinden başlayacak… Bağdat Demiryolunu izleyecek ve demiryolunun platformu Nusaybin’e dek Türk toprağı üzerinde kalacaktır. Oradan Nusaybin ile Cezire-i İbni Ömer arasındaki eski yolu (voie ancienne) izleyerek Cezire-i İbni Ömer’de Dicle’ye varacaktır… yol Türkiye’de kalacaktır.

Anlaşma, Türkiye-Suriye sınırının çizilmesi için bir ay içinde bir karma komisyon kurulmasını ve işe koyulmasını da hükme bağlamıştı. Fakat Fransız tarafı sınırın  fiilen çizilip kesinleştirilmesi işini askıda  bırakmış idi. Yani 1921 Anlaşmasından sonra yeni bir gelişme olmamış ve ileri bir adım atılamamış idi.

            Kasım 1922’de Lozan Konferansı toplanırken, Hatay ve Suriye sınırı konuları, 1921 Ankara anlaşması’nın bıraktığı noktada duruyordu.

            Lozan’a giderken İsmet Paşa’ya verilen talimatın Suriye sınırıyla ilgili maddesi şuydu:

            3- Suriye hududu: Bu sınırın düzeltilmesi için çalışılacak ve sınır şöyle olacaktır: Re’si İbni Hani’den başlayarak Harim, Müslimiye, Meskene, sonra Fırat Yolu, Derizor, Çöl, nihayet Musul vilâyeti güney sınırına ulaşacak.”

            Lozan Konferansı’nda Musul sorunu uzun uzun tartışıldı fakat Suriye sınırı üzerinde etraflıca durulmadı. İsmet Paşa, 24 Ocak 1923 günlü, 260 sayılı telgrafıyla  Ankara’ya şunu rapor etti:

            “Güney sınırlarımız görüşüldü. Fransızlar, Suriye sınırının halledilmiş olduğunu söylediler. Sesimi çıkarmadım. Musul konusunda büyük çarpışma oldu. Benim uzun konuşmama Curzon cevap verdi ve işi Milletler Cemiyeti’ne yollamayı önerdi ve plebisitten yan çizdi. Musul’un geri verilmesinde ısrar ettim. Durum ciddidir.”

            Lozan Barış Antlaşması’nda Suriye sınırı şöyle yer aldı:

            Madde 3- Akdeniz’den İran sınırına dek Türkiye’nin sınırı aşağıdaki biçimde saptanmıştır:

            Birincisi- Suriye ile; 20 Ekim 1921 günü yapılan Fransa-Türkiye Antlaşmasının 8. maddesinde tanımlanmış sınır.”

            Suriye sınırı Lozan Antaşması’nda işte bu kadar yer aldı:  Türkiye ile Suriye arasındaki sınır, 1921 anlaşmasında “tanımlanmış (olan) sınır”dır denildi. 1921 Anlaşmasındaki tamımlama ise “eski yol” ibaresinden ibaretti. Türkçe metinde “eski yol”, Fransızca metinde “voie ancienne” denmişti. Hepsi bu kadardı. Lozan’dan sonra Türk ve Fransız delegeleri sınırı çizmek için masaya oturunca “ski yol” tanımının pek yetersiz kaldığı çabucak ortaya çıktı.

            Meğer bir değil, iki tane “eski yol varmış: Biri eski kervan yolu imiş, güneyden, çölden geçiyormuş; diğeri ise eski Roma yolu imiş, kuzeyden, yani bugünkü topraklarımızın içinden geçiyormuş. Fransız tarafı, Roma yolu olmalı diye tutturmuştu. Türk tarafı ise eski kervan yolu olması gerekir diyordu. Fransız görüşü kabul edilirse Türkiye toprak kaybedecekti. Suriye sınırı upuzun bir sınır olduğu için Türkiye’nin kaybedeceği toprak miktarının da ona göre  büyük olacağı kendiliğinden anlaşılıyordu. Bu “eski yol”  tanımı Türkiye’nin başına ciddi iş açacak gibiydi.

            Türk tarafı sonunda  bir çıkış yolu buldu: 1921 Anlaşmasını yapanlar, “eski yol” derken tarihi “Roma yolu”nu kastetmiş olsalardı  “antik yol ifadesini kullanırlardı; Fransızca olarak da “voie antique derlerdi. Öyle demeyip de “eski yol dediklerine göre herhalde güneyden geçen “kervan yolu kastedilmişti. 1921 Anlaşmasını müzakere edip imzalamış olan Franklin-Bouillon eski Roma yolunu kastetmiş olsaydı herhalde “antik yol (voie antique) derdi. Anlaşmada böyle denmemiş olduğuna göre,  sınır eski kervan yolundan geçecekti. Tartışmalar 1930 yılına kadar uzadı. Sonunda Türk görüşüne yakın bir sınır çizildi.

            Ama sınırı çizmekle sorunlar bitmedi.  

***

            Hatırlamamız gerekir: Fransa, İngiltere ve İtalya Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri, Sevr Antlaşması’nın da mimarları idi. Özellikle Fransa ve İngiltere, Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra da Türkiye’ye karşı hasmane politikalarını sürdürmüş ve gencecik  Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni çok uğraştırmışlardır. Gerçi, Türk Kurtuluş Savaşı ve Lozan Antlaşması ile bu emperyalist devletler Türk topraklarından çıkarılmışlardı; ama sınırlarımızın hemen ötesinde tutunup kalmışlardı. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk çeyreğinde, İngiltere Irak’ta, Fransa Suriye’de ve İtalya Rodos’ta veya Oniki Ada’da idi. Yani üç eski düşman devletin üçü de  bu defa  genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “sınır komşuları” idi, daha doğrusu “sakıncalı komşuları”!

            Bu üç eski düşman devletin sınırlarımız dibinde bulunmaları Türkiye Cumhuriyeti karşıtlarına moral dayanak olmuştu. Cumhuriyet’e başkaldıranlar, sıkışınca İngiliz ya da Fransız kanadı altına sığınabileceklerini biliyorlardı. Gerçekten de epeyce insan sıkışınca  sınırın öte tarafına geçmiş; Türkiye karşıtlığını oralarda sürdürmüştü. Suriye’deki Fransızlar ve Irak’taki İngilizler ise kendilerine sığınan suçluları Türkiye’ye iadeyi hiç düşünmemişlerdi.

            Fransa ve İngiltere Lozan Barış Anlaşması’nı sanki içlerine sindirememiş ve  Sevr’i unutamamış gibi davranmışlardı. Daha Atatürk‘ün sağlığında, Sevr’i değişik biçimde diriltmek için zihin yormuşlardı. 1931 yılında Fransa bu konuda bir plan hazırlamış, İtalya’ya sunmadan önce bunu İngiltere ile konuşmuştu. Plana göre, İtalya Anadolu’yu sömürgeleştirecek, Fransa ve İngiltere de İtalya’ya destek olacaktı. Ancak plan Atatürk‘ün ölümünden sonra uygulanacaktı. Atatürk öldükten sonra ise Dünya Savaşı çıkmış, Avrupa kendi derdine düşmüş, dolayısıyla  plan ertelenmişti. Ne var ki bu devletler İkinci Dünya Savaşı yıllarında bile Türkiye ile uğraşmaktan geri durmamışlardır.

            Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Türkiye’nin İngiltere  ve Fransa ile de sorunları vardı. İngiltere ile Musul sorunu, Fransa ile sınır güvenliği ve sonra Hatay sorunu gibi. Bu ülkeler Türkiye ile kavga halinde idiler ve kavgalarında her türlü kozlarını ve bu arada Kürtçülük kartını da kullanıyorlardı. Dolayısıyla, Fransız manda yönetimi altındaki Suriye, İngiliz işgalindeki Irak, 1920’lerde Türkiye Cumhuriyeti karşıtlarının birer merkezi haline getirilmişti. Yurt dışında Türkiye Cumhuriyeti karşıtlarının çoğu Suriye’de ve Kuzey Irak’ta kümelenmişlerdi. Kurtuluş Savaşı’nda işgalci düşmanla işbirliği yapmış, Büyük Zafer üzerine yurt dışına kaçmış firariler; genel af dışında bırakılan 150’likler, bazı hilafetçiler, saltanatçılar, bölücüler, Kürtçüler, Ermeni Taşnak, Kürtçü “Hoybun” komitacıları, asi Nesturiler, suçlu tarikat şeyhleri, “siyasi eşkıyalar”, sabıkalı aşiret ağaları vs. çoğunlukla Suriye’de ve Kuzey Irak’ta, Fransız ya da İngiliz kanadı altında barınıyorlardı. Fransız ve İngiliz istihbarat subayları, istedikleri  zaman, istedikleri silahlı çeteyi Türkiye üzerine saldırtabilecek durumda idiler ve zaman zaman saldırtıyorlardı da. Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim ayaklanmalarında İngiltere ve Fransa’nın rolleri vardı. Atatürk‘e suikast planları Fransız yönetimindeki Suriye’de ve İngiliz yönetimindeki Ürdün’de hazırlanıyor, suikastçılar güneyden geliyordu…

            İngiltere, Musul anlaşmazlığı devam ederken Türkiye’ye etmediğini bırakmamış, fakat Musul’u yuttuktan sonra biraz sakinleşmiş ve Türkiye’ye daha “dürüst” davranmaya yönelmişti. Fransa bunu da yapmamış ve  Türkiye’ye karşı düşmanca tutumunu hep sürdürmüştü. Başbakan İsmet İnönü, 1935 yılında hazırladığı kapsamlı “Şark Seyahati Raporu”nda Suriye’deki Fransa’nın Türkiye politikasına geniş yer vermişti. Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer de 1935 yılında Suriye ve Lübnan’a bir inceleme gezisi yapmış ve Hükümete uzun bir rapor sunmuştu.

            Başbakan İsmet Paşa, Takriri Sükûn Yasasının süresinin bitmesi nedeniyle, 4 Mart 1929 günü TBMM’de yaptığı konuşmada, Türkiye’ye karşı yıkıcı propagandaların yurt dışından geldiğini belirtiyor ve bu arada Suriye’nin adını veriyordu. Başbakan;

            “Vatandaşların kulağına en çılgın dini ifsadı üfleyen bir akıntı, çoğu Suriye’de yerleşen her çeşit düşmandan gelir. Orada Türkiye aleyhinde kaç cemiyetin, kaç firarinin çalıştığını sayamam. Bunların bir habercisi bir şehrimize girerse, öteki şehirde camilere kaç put takıldığını yayar…” diyordu.

            İsmet Paşa, Suriye’de, Türkiye aleyhinde çalışan örgütlerin ve firarilerin sayısının sayılamayacak kadar çok olduğunu söylüyordu. Diyarbakır’daki Birinci Genel Müfettiş Abidin Özmen, 1936 yılında Hükümete sunduğu raporunda, İsmet Paşa‘nın tespitlerini doğrulayarak şunları bildiriyordu:

“Bugün Suriye’de:   1- Hoybun, 2- Kürt İttihat, 3- Halaskaranı Kürt,  4- Kürtçe konuşan İslam ve Hıristiyan, 5- Kürt Teavün, 6- Kürt Fukaraperver, 7- Kürt Dilini Tamim,  8- Kürt-Nasturi Birliği gibi Kürtler tarafından teşkil edilen cemiyetler, doğrudan doğruya; ve 9- Türk Hilafet, 10- Taşnak, 11- Hoybunculara Müzahir Süryani, 12- Hidayetülislamiye,      13- Çerkezler, 14- Nakşiler Tarikatı gibi diğer unsurlar ve 150’lik ve diğer vatan hainleri tarafından kurulan Kürt istiklaline çalışan teşekküller durmadan dinlenmeden çalışmaktadırlar.

            Suriye’de bulunan Kürt, Ermeni, Süryani bir çok  -isimleri hükümetçe de malum- eşhas Ermenilerle Kürtleri daha sıkı bir surette birleştirip Süryani, Asuri ve Yezidi gibi ekalliyetlerden (azınlıklardan) de istifade ederek Elcezire de dahil olmak üzere Toroslar’dan başlamak üzere büyük bir Ermenistan ve Kürdistan birliği kurmak için çalışmakta ve bu gayelerine yardım için de hayırhahımız, bedhahımız bir çok devletlere de başvurdukları duyulmaktadır…

            Bu teşebbüslerinden kat’i bir ümit görmeyenler Ermeni komitacılarının paralarile  Kürt şakilerine dayanarak çıkaracakları karışıklıklara, dahil ve hariçteki Kürtleri ve Ermenileri karıştırarak isyanı büyütmek ve bu suretle diğer bir devletin yardımına nail olacaklarını düşünüp görüşmekte ve propaganda etmektedirler. Kuracakları tesanütle (dayanışmayla) bugün bir muvaffakiyet elde etmeğe muktedir olamazlarsa Türkiye’nin herhangi bir harici gaileye ve harbe giriştiği ânı beklemek suretiyle gayelerine nail olacaklarını ummaktadırlar…”  

Başbakan İsmet İnönü, 1935 yılında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya yaptığı inceleme gezisinin ardından Atatürk‘e “Şark Seyahati Raporu-1935 başlıklı ayrıntılı bir rapor sunmuştu. Bu uzun rapordan aşağıya aktarılan  paragraflar aydınlatıcıdır. Okuyalım:

 

            “Cenup hududunda bugünkü durum şudur:

            Fransızlarla gerek münasebet ve gerek hudut emniyeti bakımından mukavelelerimiz vardır.  Hudut vukuatı ve meseleleri için vakit vakit iki taraftan muhtelit heyetler toplanır; fenni ve modern bir tarzda tespit ve izah olunan meseleler için Fransızlar ahden eksik ve suçlu olmayacak surette hareket etmeğe çalışırlar; aşikâr bir surette ahde muhalif  bir vaziyet almamaktadırlar…

            Suriye’de bütün hudut meseleleri Fransız merkezlerinin elindedir ve dikkate değer ve ciddi olarak merkezlenmiştir. Münasebetler ve tedbirler bir silsile halinde devam eder.  Aynı vaziyetle karşılayamazsak mücadelede zayıf kalırız. Buraya kadar anlattıklarım Suriye hududunun ahdî ve açık durumudur.”

Evet, Türkiye ile Fransa arasında anlaşmalar yapılmıştı. Bunlar hem ikili ilişkiler, hem de sınır güvenliğiyle ilgiliydi. Fransızlar bu anlaşmalara uyuyorlarmış gibi görünüyorlardı. Ama gerçek durum öyle değildi.  Başbakan İsmet Paşa,  Suriye hududunda, Fransız politikasını bizimle mücadele halinde görmemek mümkün değildirdiyordu.

            İsmet İnönü‘nün tespitlerine göre: Fransızlar, Türkiye’nin ilerde güçlenerek Suriye’yi istila edebileceğini düşünüyorlar. Fransa, Suriye’ye yerleşirken savunulması daha kolay olacak diye sınırı kuzeyden geçirmek istemiş;  yani Mardin, Urfa, Antep ve Maraş’ı da Suriye’ye katmak için uğraşmış ama bunu başaramamış; Türkler, Fransızları bu yöreden söküp atmışlardı. Sonunda  Türkiye ile  Suriye arasında doğal olmayan, savunulması zor bir sınır çizilmişti.  Fransızlar, kendileri Suriye’de temelli kalacakmış da  Türkiye de  ilerde güçlenince sanki  bu sınırı aşıp Şam’a kadar yürüyecekmiş gibi  yersiz bir kaygı içendeydiler. Dolayısıyla, Türkiye’nin güçlenmesini engellemek veya geciktirmek için  Türkiye’ye karşı bir mücadele sürdürüyorlardı. Bu mücadelede Türkiye Cumhuriyeti karşıtı bütün unsurları, özellikle sınır boylarındaki unsurları da Fransa’nın siyasi emelleri için örgütlüyor, kullanıyorlardı. İsmet Paşa şöyle diyordu:

           

“Fransızlar hudut ahalisine menfaat temin ederek taraftar peyda etmiş ve tâ Karadeniz sahiline kadar hükümetle mücadele edecek haydut kolları yetiştirmiş oluyorlar.

            Cenuba geçen kaçakçılar, Fransız memurları tarafından (sağlanan) her türlü kolaylığı bulurlar, silahları ile gezebilirler; hudut boyunda yer yer kaçakçılıkla geçinen Ermeni ve Türklerden mürekkep kuvvetli ve zengin merkezler vücuda gelmesi, Fransızların siyasi dayanak noktası olmaktadır…

            Fransızların elinde üstün bir mücadele vasıtası, hudut üzerinde vücuda getirdikleri düşman anasır perdesi’dir.

            Senelerden beri türlü vak’alardan kaçan Kürt ve Arap reisleri hudut üzerine yerleşmişlerdir. Ermeni merkezler vardır. Şimdi Nasturi iskânı ile yeni bir tabaka meydana getiriyorlar. Bu unsurların tecavüz edememelerinin temin olunmasını ve huduttan uzak bulunmaları için ahdî ahkâm vardır… Fakat fiili ve ameli vaziyet üzerine kati bir çare değildirler ve olmayacaklardır.

            Düşman unsurlar içinde Nasturiler, Ermeniler ve Çerkez örgütleri pasif ve kendilerini koruyucu konumdadırlar. Saldırgan olan örgüt, Kürt reisleri ve adamlarıdır. Fransız istihbarat subayları her istedikleri anda Kürt reislerini çeteler halinde memleketimize saldırtmak gücündedirler.

            Bu mevzuyla uğraşmak, uzun zaman sürecek mahirane tedbirler ister…”

            Demek ki Fransızlar, Suriye ile Türkiye arasındaki kaçakçılığı, Türkiye’ye karşı siyasi bir silah olarak kullanıyorlardı. Kaçakçılık merkezleri, savunulması zor  olan sınırda Fransa’nın siyasdayanak noktaları idi. Kaçakçılar, Fransız makamlarınca sonuna kadar destekleniyor, silahlandırılıp yönlendiriliyordu. Silahlı “Haydut çeteleri” oluşturmuşlardı. Ermeni, Arap, Süryani ve özellikle Kürt ve Kürtçü çeteleri. Kaçakçılıkla Kürtçülük içiçeydi. İsmet Paşa, Fransız istihbarat subayları her istedikleri anda Kürt reislerini çeteler halinde memleketimize saldırtmak gücündedirler diyordu.

            İsmet İnönü, Hatıraları’nda da “Ben, 1937’ye kadar Suriye hudundaki asayişsizlik ile uğraştığımı ve Fransa’yı ikna etmeye çalıştığımı bilirim” diyordıu. Başbakan İnönü‘nün bir  önemli tespitini daha aktarıp bu konuyu kapatıyorum. Başbakan şöyle demişti:

            “Doğudaki siyasi şekavetlerin bir önemli kaynağı da Suriye hududu olmuştur.”

***

            Hatay sorununa gelince, bu sorun, Montreux’de Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalanmasının  ardından, Eylül 1936’da yeniden alevlendi ve Türkiye’de bir milli dava haline geldi.

            Fransa’da Nisan 1936’da yapılan genel seçimleri, “Anti-Faşist” sloganında birleşen “Halk Cephesi” (Front Populaire) kazanmıştı. Komünist-Sosyalist-Radikal Partilerin oluşturduğu Halk Cephesi, Sosyalist Léon Blum başkanlığında hükümeti kurmuştu. Bu hükümet, 9 Eylül 1936’da Suriye temsilcileri ile bir antlaşma parafe etmişti. Antlaşmayla Suriye üzerindeki Fransız manda yönetiminin üç yıl içinde sona erdirilmesi öngörülmüştü. Antlaşma bu kadarla kalsa Türkiye bundan olsa olsa sevinç duyacaktır. Emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı vermiş bir ülke olarak Türkiye, komşu Suriye’nin de bağımsızlığa doğru yönelmesini alkışlayacaktır. Ve alkışlar. Ne var ki yapılan antlaşma, İskenderun sancağı konusundaki 1921 Türk-Fransız Anlaşmasının uygulanmasını, Türkiye’ye danışmadan, Suriye’ye bırakıyordu. Bunun anlamı,  Sancak (Hatay) bölgesinin ileride  Suriye sınırları içinde kalması demekti. Yani  Sancak bölgesinin “özerk yönetim rejimi” sona erecek ve Hatay Türkleri, Suriye içinde bir “azınlık” durumuna düşecekti. Başka bir ifadeyle, Hatay Türkleri, Suriye’de bugün Araplaşıp yok olmayla karşı karşıya bulunan  Bayır-Bucak Türkleri durumunda olacaklardı!

            Mandater Fransa’nın bu dönek politikası bardağı taşırdı. Fransız Hükümeti, 20 Ekim 1921 tarihinde Türkiye ile Fransa arasında imzalanmış olan Ankara Anlaşması’nı ayaklar altına alıyordu. Türkiye’ye haber bile vermeden Sancak bölgesini Suriye’ye bağlıyor, bölgenin anlaşmayla sağlanmış olan özerk statüsünü yok sayıyordu. Türk dilinin  Hatay’da “resmi dil niteliğini” de ortadan kaldırıyor ve Hatay Türklerini Suriye içinde basit bir azınlık derekesine indiriyordu…

            Fransız Hükümetinin Suriyelilerle yaptığı bu anlaşma duyulur duyulmaz, başta Atatürk, Türkiye ayağa kalktı. Sancak sorunu yeniden alevlendi. Türk kamuoyu Sancak (Hatay) davası üzerine yoğunlaştı. Türk basını “Sancak Türkleri azınlık değildir” diye gürledi: Falih Rıfkı Atay, “Mesele Suriye mıntıkası içinde bir ekalliyet (azınlık) davası değil, ayrı bir mıntıkanın halk ekseriyetine hukuk vermek davasıdır” diyordu (Ulus, 25.9.1936). Kemal Ünal da aynı doğrultuda, “Sancak Türkleri ekalliyet değildir. Sancak’ı Suriye saymak imkânı yoktur” diye yazıyordu (Ulus, 24.9.1936). Ahmet Emin Yalman ise daha kestirme konuşuyor, “Sancak tamamile Türklerle meskûndur. Burası Türk vatanının tabii bir parçasıdır” diyordu (Tan, 24.9.1936)…

            Türk Hükümeti ise, haklı olarak, Suriye’ye tanınacak yeni rejimin, İskenderun Sancağına da ayrıca tanınmasını istedi. Bu talep önce Eylül 1936’da, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras tarafından, Cenevre’de, Milletler Cemiyeti Konseyi’nde  dile getirildi.

            9 Ekim 1936’da, Paris Büyükelçimiz Suat Davaz aracılığıyla, Fransız Hükümetine ilk Türk notası verildi: Sancak bölgesine ayrı bağımszlık verilmesi istendi. Hatay konusunda notalarla Türkiye-Fransa savaşı başladı. 10 Kasımda birinci Fransız notası alınacak, 17 Kasımda Fransa’ya ikinci Türk notası verilecek, 1 Aralıkta ikinci Fransız notası gelecek, 4 Aralıkta üçüncü Türk notası Fransa’ya verilecekti. Diğer taraftan Türkiye, Sancak sorununu Milletler Cemiyeti’ne taşımaya hazırlandı.

            Bu arada Atatürk, 1 Kasım 1936 günü Meclisi açış konuşmasında, “başlıca büyük bir mesele” diye nitelendirdiği Hatay sorununa önemle parmak bastı. Şunları söyledi:

            “Bu sırada, milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük bir mesele, hakiki sahibi öz Türk olan İskenderun-Antakya ve havalisinin mukadderatıdır (bravo sesleri, sürekli alkışlar). Bunun üzerinde, ciddiyet ve katiyetle durmaya mecburuz (ayakta sürekli alkışlar, yaşa, varol sesleri).

            Daima kendisi ile dostluğa çok ehemmiyet verdiğimiz Fransa ile aramızda, tek ve büyük mesele budur (hallolmalı sesleri). Bu işin hakikatını bilenler ve hakkı sevenler, alâkamızın şiddetini ve samimiyetini iyi anlarlar ve tabii görürler (alkışlar).

            Önümüzdeki sene, müzakereler ve silahlanma yarışları ile büyük bir hazırlık senesi olacağa benziyor. Devletler arasındaki ihtilâfların anlaşmalara varmasını samimiyetle dileriz.”

 

***

            Bu konuşmada Fransa’ya verilen mesaj açıktı. Atatürk, bu kadarla yetinmedi. Hatay sorununun Milletler Cemiyeti Konseyi’nde görüşülmeye başlanmasından az önce, 10 Aralık 1936 akşamı  Ankara’daki Fransa Büyükelçisi Henri Ponsot ile görüştü.  Ponsot, daha önce Yüksek Komiser olarak görev yapmıştı, Türkiye-Suriye ilişkilerini bilen bir kimseydi. Atatürk ona Türk-Fransız ilişkileri ve  Hatay konusundaki görüşlerini anlattı. Sancak veya Hatay sorununun hakça çözümünü istedi. Bu amaçla kalkıp Paris’e gitmesi için Büyükelçiyi adeta sıkıştırdı. Görüşmeyi tutanaktan aynen aktarıyorum:  

Atatürk şöyle konuşuyor:

            “Türklerle Fransızlar arasında çok eski bir dostluk vardır. Bunun muhafazası ve kuvvetlenmesi lâzımdır. Bunun aksini düşünmek bile caiz olmaz. Bu dostluk katiyyen bozulmamalıdır. Fransız ordusu çok kıymetli ve Avrupa’da eşi bulunmaz bir ordudur. Türk ordusu da tamamiyle aynı evsaftadır. Bu iki ordu da birbirleriyle dost olmalıdır.

            Fransızların Sancak havalisine ve bilhassa hududa asker getirdiklerini hükümetimden haber aldım. Hükümetim mukabil tedbirler alınması fikrini izhar etti ise de ben kabul etmedim. Fransız askeri kuvvetleri Halep’ten gelmiştir. Bu herhalde mahalli emniyeti alâkadar eden bir tedbirdir. Bu tedbirlerin bizim aleyhimizde olduğunu zannetmiyorum. Ve yine zannetmem ki, Fransız Hükümetinin aklından da böyle bir şey geçmiş olsun. Ben mukabil tedbirleri menettim. Ve hatta normal sayılacak harekâttan bile vaz geçilmesini tavsiye ettim. Ve bu gece de aynı emirleri tekrar edeceğim. Ben bu meseleden artık bahsetmeyeceğim, ve Cenevre’ye giden Murahhas Heyetimiz de, hudut tedbirlerinden bahsetmemesi için talimat almıştır.

            Ben Sancak meselesinin, her iki tarafın vaziyetini kurtaracak bir şekilde hallini istiyorum. İlhak talep etmiyorum. Türkiye ve Fransa’nın müşterek kontrolünde olur. Hatta, ordusu da bulunmasın. Jandarma ve polis teşkilâtı kâfi gelebilir.

            Vaziyeti iyice bildiğiniz ve Suriye’de bulunmuş olduğunuzdan sizin, Bay Büyük Elçi, bizzat Paris’e gitmeniz ve hükümetinizi tenvir etmeniz (aydınlatmanız) lazımdır. Fransız Hariciye Müsteşarı tecrübesizdir. Bu işi beceremez. Onun nispeten genç olduğunu söylüyorsunuz, fakat Türk-Fransız dostluğu genç değildir ve binaenaleyh tecrübesiz ellere bırakılmamalıdır.”

            Buna Fransız Sefiri şu cevabı verdi:

            “Vaziyet tebellür etmeden Paris’e gitmekten ise telgrafla işin mahiyetini bildirmek bence daha iyidir. Çünkü Paris’te ancak bir-iki kişi ile görüşebilirim. Fakat telgraflarım birçok alâkadar şahsiyetler tarafından okunur. Diğer taraftan da Fransız Hükümeti, Türk hükümeti ile bu vaziyette temasını idame etmek istiyor. Fakat yakında Paris’e gideceğim ve işin mahiyetini ve bilhassa sizden dinlediğim sözleri hükümetime nakledeceğim. Meselenin Cemiyeti Akvam’da (Milletler Cemiyeti’nde) görüşülmesi, işin ancak bir devresi sayılır. Bundan dolayı Dr. Aras ve Numan Menemencioğlu’nun Paris’e giderek Fransız Hükümeti ile temasa girmeleri çok yerinde olur.”

Atatürk, Sefirin, derhal gitmesinde tekrar ısrar etmiştir.

            (Atatürk) Görüşürken müteaddit defalar; “Bütün bunlar benim şahsi düşüncelerimdir” demiş ve şu şekilde sözlerine devam etmiştir:

            “Bu mesele, dostluğumuzu koruyacak ve kuvvetlendirecek şekilde halledilmelidir. Ümit ederim ki Cenevre’de Fransız murahhasları ‘ne istiyorsunuz, sizin böyle bir hakkınız olduğunu biz tanımıyoruz’ gibi sözler söylemezler. Zira bu, iyi neticeler vermez; ve işin bu takdirde ne olacağını da bilemem.”

            Sefirde, mümkün olduğu kadar kaçmak ve meseleyi kapatmak isteyen bir adamın hali yoktu. Bilakis dikkatle dinleyen bir adamın vaziyeti vardı. Atatürk‘ün “Anladınız mı?” sualine cevaben;

            “Çok iyi anlıyorum. Sözleriniz dort (güçlü) ve açıktır” dedi.

            Diğer bir vesile ile de, Sefir şunları söyledi:

            “Bu sabah, Suriye’den, (Yüksek Komiser) Martel’in mesai arkadaşlarından bir zat geldi. Yarın akşam hareket edecektir. Ona, Martel’e bildirilmek üzere vaziyetin buradaki  akislerini iyice anlattım.”

            Atatürk buna mukabele olarak;

            “Aramızdaki dostluk elbet devam edecektir. Fakat Fransız hükümeti dikkatli hareket etmelidir” cevabını verdi. [1]

***

            Hatay konusunda bundan sonraki gelişmeleri kısa kısa anımsayıp geçiyorum:

            10 Aralık 1936: Türkiye, Milletler Cemiyeti Konseyi’ne bir muhtıra sunarak, Sancak konusundaki Türk-Fransız anlaşmazlığının Konseyin olağanüstü toplantısında görüşülmesini ve alınacak önlemlerin de bu toplantıda konuşulmasını istedi.

            14-15 Aralık 1936: Milletler Cemiyeti Konseyi Sancak sorununu görüştü. Türkiye ve Fransa görüşlerini açıkladılar. Türk Delegasyonu ayrıca Konseye bir metin dağıttı.

            16 Aralık 1936: Milletler Cemiyeti Konseyi, Sancak anlaşmazlığının çözümü için Konseydeki İsveç Temsilcisi Sandler‘ı raportör olarak görevlendirdi ve üç kişilik bir gözlemci grubunu bölgeye göndermeye karar verdi.

            27 Ocak 1937: Sandler‘in Milletler Cemiyeti Konseyi’ne  sunduğu  raporda, Sancak bölgesinin  “ayrı varlık” (entité distincte) olduğu belirtildi.  Rapor, Konseyde oybirliğiyle kabul edildi ve  Hatay’ın bağımsızlığı için dayanak oldu. (Daha sonra Sancak için “ayrı varlık” olduğu esasına göre ayrı anayasa hazırlandı.)

            29 Mayıs 1937: Türkiye ile Fransa, “Ayrı Varlık” olarak kabul ettikleri Sancak Bölgesinin toprak bütünlüğünü ve Türkiye-Suriye sınırının güvenliğini sağlamak için anlaşmalar imzaladılar. Sancak devleti böylece kurulmak üzereyken Fransızlar bölgede Alevilik konusunu ortaya attılar ve Hatay Türklerini Alevi-Sünni diye bölmeye yöneldiler. Şu istatistikleri yayımladılar: Sancak bölgesinin yüzölçümü 4.805 kilometrekaredir; 219 bin olan nüfusunun % 30,7’si Türk, % 28’i Alevi, % 11’i Ermeni, % 10’u Sünni Arap, % 9’u Rum-Ortodoks vb, % 3’ü Kürt, Çerkez, Yahudi, İsmaili ve Arnavut kökenlidir. Fransızların Hatay’da Alevilik sorunu yaratmak istemeleri Atatürk tarafından tepkiyle karşılandı. 

            29 Ekim 1937:  Atatürk, Cumhuriyet Bayramı balosunda Fransız Büyükelçisi Ponsot‘ya şunları söyledi: “Ben toprak büyütme dileklisi değilim; barışı bozma alışkanlığım yoktur, ancak antlaşmaya dayanan hakkımın isteyicisiyim. Onu almazsam edemem. BMM Kürsüsünden milletime söz verdim. Hatay’ı alacağım…”

            29 Kasım 1937: Sancak Statü ve Anayasası yürürlüğe girdi.

            21-22 Aralık 1937: Atatürk, Suriye Başbakanı Cemil Mardam ile yaptığı görüşmede şunları söyledi:  “Hatay meselesi şahsım için yeni bir mesele değildir… Mösyö Franklin-Bouillon’la uzun uzun görüştükten sonra ben birtakım şeraiti mahsusa ile Hatay’ı bıraktım. Bırakmayabilirdim… Fransızlar,  Hatay’da, Alevilik meselesini ortaya attılar. Aleviler Türktür… Onlar eski Türklerdir… Garptan bir millet gelecek, bunu tayin edecek. Bu benim hoşuma gitmiyor… Bu işte onları hakem tayin etmeyeceğim….”

            Nisan 1938: Milletler Cemiyeti Komisyonunun gözetimi altında Hatay’da seçim işlemleri başladı. Fakat Fransızlar Hatay Türkleri zararına bazı çabalara giriştiler. Bu yüzden Sancak’ta karışıklıklar çıktı ve yeniden gerginlik görüldü.

            19-24 Mayıs 1938: Atatürk, ağır hasta olduğu halde, Hatay sınırındaki orduyu denetlemek için Mersin ve Adana yöresinde bir seyahat  yaptı. 24 Mayısta Adana’da piyade ve topçu birliklerinin geçit törenini izledi. (Atatürk, bu seyahatin ardından İstanbul’a geçti ve bir daha Ankara’ya sağ dönemedi.)

            20 Mayıs 1938: Atatürk, Hatay sorunu nedeniyle Savarona yatında Bakanlar Kurulunu topladı.

            3 Temmuz 1938: Türkiye ile Fransa arasında Hatay konusunda  askeri anlaşma imzalandı.

            4 Temmuz 1938: Türk askeri Hatay’a girdi.

            24 Temmuz 1938: Atatürk, Lozan’ın onbeşinci yıldönümü nedeniyle İsmet İnönü‘yü aratarak iltifatlarını ve iyi dileklerini iletti.

            21 Ağustos 1938: Hatay’da yapılan seçim sonuçları açıklandı. 40 üyeli Millet Meclisinde: Türk cemaati 22, Alevi cemaati 9, Ermeni cemaati 5, Arap cemaati 2, Rum Ortodoks cemaati 2 sandalye ile yer aldı.

            2 Eylül 1938: Hatay Millet Meclisi Antakya’da toplandı. Meclis yeni devletin resmi adını Hatay olarak kabul etti; Devlet Başkanlığına  Tayfur Sökmen‘i; Meclis Başkanlığına Abdülgani Türkmen‘i seçti.

 

            4 Eylül 1938: Atatürk, Hatay Devlet Başkanlığına seçilen Tayfur Sökmen‘e tebrik telgrafı gönderdi, “Hatay’daki çalışmalarınızda başarılar temenni eder ve Hatay’ın yeni idare altında pek çok saadet ve refah görmesini yürekten temenni ederim” dedi.

            6 Eylül 1938: Doktor Abdurrahman Melek ilk Hatay Hükümetini kurdu.

            29 Haziran 1939: Olağanüstü toplanan Hatay Meclisi oybirliğiyle Anavatan Türkiye’ye katılma kararı aldı.

            30 Haziran 1939: Türkiye Büyük Millet Meclisi Hatay’ın Anavatan’a katılmasını oybirliğiyle onayladı.

***

                        Şimdi Irak Sınırı konusuna, yani Musul Sorunu‘na geliyorum.

                        Evet, Lozan’a giderken İsmet Paşa‘ya verilen talimatta, Irak sınırı konusunda, “Süleymaniye, Kerkük ve Musul livaları istenecek” denmişti. Ama Türkiye’nin bu istekleri konferansta kabul edilmezse müzakereler kesilecek denmemiş idi. Buna bir nokta koyalım.

                        Irak, Osmanlı idari taksimatında üç vilayetten oluşuyordu: Güneyde Basra, ortada Bağdat ve kuzeyde Musul vilayetleri. Bunlar imparatrorluk vilayetleriydi, her biri bugünkü cumhuriyet illerinden üç-beş kat daha genişti.

                        Musul vilayetinin, 90 bin küsur kilometrekarelik bir yüzölçümü ve üç sancağı vardı: Süleymaniye, Musul ve Kerkük sancakları.

                        Basra ve Bağdat vilayetlerinin nüfusu çoğunlukla Arap, Musul vilayeti nüfusu ise ezici çoğunlukla Türk ve Kürt idi.

                        Türk orduları, Birinci Dünya Savaşı’nın son aylarında, Arap bölgelerini boşaltmış, Türk ve Kürt bölglerini ise savaş sonuna kadar savunmaya çalışmıştı. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığı gün, Musul şehri ile Musul vilayetinin büyük bölümü, Türk ordusunun (VI. Ordu) kontrolündeydi. İngilizler, Musul’u Mondros Mütarekesi imzalandıktan ve Türk askeri silah bıraktıktan sonra işgal etmişlerdi.

                        Misakı Milli’ye göre, 30 Ekim 1918 tarihindeki cephe hattı, güneyde  ulusal sınırlarımız idi.  Musul Vilayeti bu ulusal sınırlarımız içinde idi, Türkiye’nin bir vilayetiydi, herhangi bir Türk vilayeti gibiydi.

                        Lozan Barış Konferansı açılırken (20 Kasım 1922), Anadolu düşman işgallerinden temizlenmiş, Doğu Trakya da Yunan işgalinden kurtarılmış bulunuyordu. Fakat İstanbul ve Boğazlar ile Musul Vilayeti, İngilizlerin işgali altında idi. İsmet Paşa (İnönü), Lozan’da, hem İstanbul ve Boğazları hem de Musul’u İngiliz işgalinden kurtarmak gibi ağır bir görev üstlenmişti. Sonunda, İstanbul ve Boğazlar bölgesi yabancı işgalden kurtarılmıştı, Musul konusunda ise konferans tıkanmıştı.

                        Lozan’da İsmet Paşa‘nın da belirttiği gibi, “Musul, İngiltere için bir petrol meselesi, Türkiye için ise vatan meselesi idi.” Birinci Dünya Savaşı’nda petrol, İngilizlerin bir saplantısı; Yukarı Mezopotamya petrolleri ise birinci derecede önemli savaş hedeflerinden biri olmuştu. Churchill, “Bir damla petrol bir damla kandan daha değerlidir” demişti. 19. yüzyıl ortalarından beri, gittikçe artan miktarda ticari bir ürün olarak üretilmekte ve pazarlanmakta olan petrol, 20. yüzyıl başlarında, ticari bir mal olmanın ötesinde bir stratejik ürün olup çıkmıştı. Petrol, artık savaşların kaderlerini, devletlerin politikalarını etkileyebilecek kadar önemliydi.  İngiliz Savaş Kabinesi’nin 13 Ağustos 1918 günü yaptığı toplantıda Dışişleri Bakanı Balfour, Mezopotamya petrollerinin muhteşem potansiyeline şöyle dikkati çekmişti:

                        “Bir idealist gözüyle baktığımızda dahi Mezopotamya’nın kuzey bölgesini ele geçirmemiz kaçınılmazdır… ne Başkan Wilson ne de bir başkası Dicle ve Fırat’ın çevresindeki geniş Mezopotamya topraklarını yeniden Osmanlıların denetiminde bırakmak istemeyecektir… Bu durumda sormak isterim, Mezopotamya’da Küçük Zap suyunu veya yeterli derecede zengin su kaynaklarını denetim altına alacak kadar ordularımızla ilerlememiz çok önemli değil midir? Bunu başardığımızda, petrol yataklarının da büyük çoğunluğu elimize geçmiş olacaktır.” [2]

                        Bu petrol zenginliğinin kontrol altına alınması için Başbakan Lloyd George Savaş sona ermeden Musul’a ulaşılmalı diye talimat vermişti. 1 Ekim 1918 günü İngiliz Savaş Kabinesi de  General Marshall’a, “petrol yataklarının bulunduğu alanlardan olabildiğince geniş bir bölgeyi işgal etmesi” için talimat göndermişti. O gün İngiliz birlikleri Musul’a 140 kilometre uzakta idi. Mondros’ta Mütareke görüşmelerine gidilirken Mezopotamya’daki İngiliz Komutan General Marshall, ordularını hızla Musul üzerine sürmüş, Osmanlı Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa (Sabis) da “Musul şehrini elde tutacak şekilde oyalayıcı bir çekilme savunması yapacağını” İstanbul’a bildirmişti. Mütareke Anlaşması,  30 Ekim 1918’de imzalandı, 1 Kasımda yürürlüğe girdi. O tarihte Türk kuvvetleri Musul’da idi. Ali İhsan Paşa, 7 Kasımda İngiliz Komutandan bir ültimatom aldıktan sonra, 9 Kasım günü birliklerine Nusaybin’e doğru çekilme emrini verdi (Keşke bir süre daha dayanabilseydi). Böylece Musul, İngilizlerin işgaline girdi…

                        İngilizler, petrol hırsıyla adamakıllı bilenmiş olarak Musul Vilayetini işgal etmişlerdi. “Her ne pahasına olursa olsun” petrol bölgelerinden çekilmemeye kararlı görünüyorlardı. Başka bölgelerden çekilebilirlerdi ama Musul’dan asla çekilmeyeceklerdi. Bu kararlarını Mütareke yıllarındaki davranışlarıyla da göstermişlerdi: İngilizler, Kasım 1918-Mart 1919 döneminde işgal etmiş oldukları İskenderun, Antakya, Kilis, Antep, Maraş ve Urfa’yı birer birer boşaltmış, Musul Vilayetindeki kuvvetlerini ise takviye etmişlerdi.

                        İsmet Paşa, 23 Ocak 1923 günü Lozan Konferansı’nda Musul Vilayetinin “Türkiye’nin ayrılmaz parçası olduğunu” savunan uzun bir konuşma  yaptı.[3] Bu tarihi konuşmayı kısaltarak aktarıyoruz. Paşa diyor ki:

“Musul sorunu, Türk ve İngiliz Temsilci Heyetleri arasında, gerek sözlü gerekse yazılı olarak bir görüşmeye konu olmuştur. Tarafların öne sürdükleri iddiaları ve Türkiye’nin Musul Vilayetinin bir başka devlete bırakılmasına razı olmayışının nedenlerini, burada, kısaca gözden geçirmeme izin verilmesini istemekteyim.

                        Bu nedenler etnografik, siyasal, tarihi, coğrafi, ekonomik ve askeri niteliktedir.

                        I. Etnografik nedenler: Musul Vilayetinde yerleşik nüfus 503.000 kişiye varmaktadır. Son Türk istatistiklerine göre, Musul Vilayetinde 263.830 Kürt, 146.960 Türk, 43.210 Arap, 18.000 Yezidi ve 31.000 Müslüman olmayan yerleşik nüfus yaşamakta idi. Toplam 503.000 kişi. Vilayet içinde bundan başka, Kürt, Türk ve Arap göçebe aşiretler de vardır;  bunlar aşağı yukarı 170.000 kişi kadardır… Vilayet nüfusunun beşte dördünden çoğunu Türklerle Kürtler ve beşte birinden azını da Araplar ve Müslüman-olmayanlar  oluşturuyordu.

                        Kürt halkının İran kökenli olduğu öne sürülmüştür; oysa, bu iddiayı, Kürtlerin Turan kökenli olduğunu kabul eden Encyclopedia Britannica yalanlamaktadır.[4]

Zaten Anadolu’yu tanıyanlar bilirler ki, gerek töre, gerek gelenek ve görenek bakımından, Kürtler, hiçbir yönden Türklerden farklı değildirler; ayrı dilleri konuşmakla birlikte, bu iki halk, soy, inanç ve görenek bakımlarından tek bir bütün meydana getirmektedir (…)

                        Toprağın yapısı ve iklim yönünden de Musul Vilayeti, Irak’ın değil, Anadolu’nun bir parçasıdır (…)

            II. Siyasal nedenler: (a) Araplar… Musul Vilayetinde azınlıktadır… (b) Kürtlerin Türklerle birlikte yaşamak istemedikleri iddiası hiç de doğru değildir.

                        Gerçekten, yüzyıllardır bu iki halk, soy, inanç, özlem ve töre bakımından olduğu kadar, gelenek ve görenek bakımından da ortak bağlarla birleşmiş olarak tam bir uyum içinde yaşamaktadırlar; Kürtlerin kendi istekleriyle Türk yönetimi altına geçtiklerini ve kaderlerini Türkiye’nin kaderine bağladıklarını tarih göstermektedir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de Hükümetidir; çünkü,  Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisine girmiştir ve Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin Hükümetine ve Yönetimine katılmaktadırlar.

                        Kürt halkı ve yukarıda belirtilen temsilcileri, Musul Vilayetinde oturan kardeşlerinin Anayurttan ayrılmalarına razı değillerdir; böyle bir ayrılmaya engel olmak için bütün fedakârlıklara katlanmaya hazırdırlar.

                        Musul Vilayeti nüfusunun çoğunluğunu meydana getiren Kürtlerle Türklerin, vilayetlerinin Türkiye’nin tamamlayıcı bir parçası olarak kalmasını sağlamak için, bütün güçleriyle mücadele etmekten bir an bile geri durmayacaklarına şüphe yoktur (…).

                        Son savaşlarda Kürtlerin kötü dövüşmüş olduklarının söylenmesine gelince, Türk Temsilci Heyeti, Dünya Savaşına ve Bağımsızlık Savaşına katılmış Türk ordusunun bütün komutanlarının, yurdun kurtuluşu için Kürt halkının yaptığı hizmetleri ve katlandığı fedakârlıkları saygı ve hayranlıkla belirttiklerini söylemeyi ödev bilmektedir (…).

                        III. Tarihi nedenler: Onbir yüzyıldan beri, Osmanlı ve Selçuk İmparatorluklarının kurulmasından çok önce, Musul ve Bağdat’ın kuzeyine kadar uzanan bölge, aralıksız Türklerin olmuştur…  Atabey Türk Hanedanı, bunun ardından Artuklar Hanedanı bağımsız birçok devletler kurmuşlar ve Musul, Sancar, Cezire –ibn Ömer, Harput, Mardin gibi yerlerde hüküm sürmüşlerdir:

Bu hanedanlar, özellikle Musul’da pek çok anıt bırakmışlardır; bu şehir, yukarıda anılan hanedanlardan sonra ve Osmanlı Hanedanından önce bu ülkeyi ellerinde bulundurmuş olan Selçuklulara çok şey borçludur. Eski tarih kitaplarında, Musul’un güneyinden Bağdat’a kadar uzanan bölge Tataristan  diye adlandırılmıştır; bu adlandırmanın bir izi günümüzün haritalarında Vâdi-i Tatar adıyla görülmektedir.

                        IV. Coğrafi ve ekonomik nedenler: Coğrafya, toprağın yapısı ve iklim bakımından, Anadolu’yu Irak’tan ayıran çizgi, Cebel Hamrin-Cebel Fuhul-Vadi-i Tatar-Cebel Sancar çizgisidir.

Bu çizginin kuzeyinde, Musul Vilayeti, iklim ve öteki koşullar bakımından Anadolu’ya eş bir görünüştedir.

                        Musul şehri ve vilayeti, Anadolu’yu, Suriye’yi ve İran’ı birbirine bağlayan yolların kavşağında bulunduğundan, Güney Anadolu’nun İran’la ve Suriye ile ulaşımında çok büyük bir önemdedirler. Bu bölge, Anadolu’nun çeşitli parçaları arasındaki ulaşım bakımından, daha da önemlidir; çünkü Süleymaniye’yi, Kerkük’ü, Diyarbakır’ı, Urfa’yı, Bitlis’i, Siirt’i ve bu gibi illeri birbirlerine bağlayan yollar da burada birbirine kavuşmaktadır (…).

Musul, bu şehri Akdeniz limanlarına bağlayan demiryolunun yapılmasıyla, Irak’tan çok daha sıkı sıkıya Anadolu’ya bağldır, başlıca çıkış yeri (…) Akdeniz limanları üzerindendir. (Bugün de Kerkük’ün dünyaya doğal çıkışı Türkiye üzerindendir, boru hattı, uçuş yolu vb.-BNŞ)

                        V. Askeri ve stratejik nedenler: Güney Anadolu’nun çeşitli parçaları arasındaki ulaşım bakımından –bunun sonucu olarak da bu bölgenin güvenliği bakımından– Musul’un büyük bir önemi vadır (…)

Türk Temsilci Heyeti, teklif ettiği sınırın, Cebel Hamrin-Cebel Fuhur-Vadi-i Tatar-Cebel Sancar çizgisinin, Türkiye ile Irak arasında doğal ayrım çizgisini meydana getiren bir dizi dağlardan oluştuğunu ve bu çizginin aynı zamanda bir stratejik sınır da sayılabileceğini belirtmek ister. Öte yandan (…) Türkiye, Türk ve Kürt soyundan yarım milyon insanın oturduğu bütün bir vilayetin, hiçbir neden olmaksızın, anayurttan ayrılmasına katlanamaz (…).

Irak’ın güvenliği bakımından en iyi garanti, Irak’ta iktidar kimin elinde olursa olsun, Türkiye’nin dostluğunu kazanmak ve sınırları içinde bir Türk ve Kürt irredentisme’ine meydan vermemektir (…).”

                        İsmet Paşa, uzunca konuşmasını şöyle bitiriyor:

                        “Türkiye’nin, Musul Vilayetinin kendisinden ayrılmasına neden razı olamayacağını gösteren düşünceleri şöyle özetlemek istemekteyim:

                        1. Bu vilayet halkının büyük çoğunluğu Türk ve Kürttür.

                        2. Bu vilayette oturanlar, yeniden Türkiye’ye bağlanmak istemektedirler (…);

                        3. Coğrafi ve siyasi bakımlardan, bu vilayet, Anadolu’nun tamamlayıcı parçalarındandır; bu vilayet, ancak Anadolu’ya bağlı kalmakla gerçek çıkış yerleri olan Akdeniz limanlarıyla sıkı ilişki kurabilecektir.

                        4. Hukuk bakımından hâlâ Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olan bu memlekete ilişkin olarak İngiltere’nin yapmış olabileceği bütün andlaşmaların (…) hukuk açısından hiçbir değeri olamaz.

                        5. Anadolu’nun güney kesimlerini birleştiren yolların kavşak noktası olan Musul’un, ticaret ilişkilerimiz ve bu bölgenin güvenliği bakımından, bizim elimizde olması zorunludur.

                        6. Musul Vilayeti, ülkemizin birçok başka parçaları gibi, savaşmanın durmasından sonra ve yapılmış sözleşmelere aykırı olarak, bizden alınmıştır; bu yüzden, aynı durumda kalmış öteki bölgeler gibi, Musul’un da bize verilmesi gerekir…”

                        İsmet Paşa, 23 Ocak 1923 günü Lozan Konferası’nda yapılan  görüşmeyi Ankara’ya özetle şöyle rapor etti (özettir):

                        “Musul konusunda büyük çarpışma oldu. Benim uzun konuşmama Curzon cevap verdi ve işi Milletler Cemiyeti’ne yollamayı önerdi ve plebisitten yan çizdi. Musul’un geri verilmesinde ısrar ettim. Durum ciddidir.” [5]

                        İngiltere, Musul Vilayetini Türkiye’ye geri vermeye yanaşmadı. Lord Curzon, Nuh diyor, peygamber demiyordu. Musul yüzünden Lozan Barış Konferansı çıkmaza girecekti. Sonunda Müttefikler, İngiliz görüşü doğrultusunda bir kararı benimsediler. Buna göre, Musul sorunu, Lozan Barış Antlaşması’nın dışında tutulacak, Türkiye ile İngiltere bu sorunu ikili görüşmelerle çözmeye çalışacaklar, çözemezlerse sorunu Milletler Cemiyeti’ne götüreceklerdi. Müttefikler, bu doğrultuda bir kararı da içeren barış önerilerini 31 Ocak 1923’te Türk tarafına sundular.

***

                        Lozan Konferansı’na 4 Şubat 1923’te ara verildi. İsmet Paşa, Ankara’ya döndü ve 21 Şubat günü TBMM’nin gizli oturumunda milletvekillerine Lozan görüşmeleri hakkında bilgi verdi. Musul konusunda şunları söyledi:

                        “…En nihayet son ve kati olarak bütün müttefikler müttehit (birleşik) bir cephe olarak inkıta (konferansın kesilmesi) tehdidi ile bizi tehdit ettiler. Bizi Musul meselesinde ricata icbar ettiler (geri adım atmaya zorladılar). Mukavemet ettik. Noktai nazarımızı muhafaza ettik.

                        Müttefikler, arazi meselesinde adalar, Suriye hududu ve Musul meselesini yekpare bir mesele olarak bize tasdik ettirmek istediler. Fakat biz bütün kuvvetimizi birisi üzerine, bir mesele üzerine temerküz ettirmek için diğer meselelere temas etmeksizin yalnız Musul meselesi üzerinde teksif ettik.” [6]

                        İsmet Paşa, Meclisin 27 Şubat 1923 tarihindeki gizli oturumunda da Lozan Konferansı’nın ikinci döneminde izlenecek tutum ve Müttefiklere sunulacak karşı öneriler hakkında bilgi verdi ve ardından  çetin tartışmalar başladı.[7]

                        “İSMET PAŞA (Hariciye Vekili)– Musul Vilayetinin hallini tâlik ettik (askıya aldık, erteledik). Bir sene zarfında İngiltere ile halledilecektir. Mutabakat hasıl olmazsa Cemiyeti Akvam’a müracaat edilecektir tarzında  bir şekl-i hal (gürültüler) ile müttefiklerin noktai nazarına yaklaşmak istiyoruz… Mesaili arziyede (toprak sorunlarında), bilfiil işgal etmediğimiz bir yeri işgal etmek, % 99 silahla oraya girmeye mütevakkıftır (bağlıdır)…  

                        HÜSEYİN AVNİ BEY (Erzurum)– Efendiler… Paşa’yı ben dinledim, siz de dinlediniz. Sizden soruyorum ne dinlediniz? (Hiç sesleri) … Efendiler, bir teklifim vardır. Gerek Heyeti Vekile ve gerek Büyük Millet Meclisi Misakı Milli’den zerre kadar feda ederse, icabı namus ve milli için çeklilip gitmeli… (Bravo sesleri, şiddetli alkışlar)…

                        OPERATÖR EMİN BEY (Bursa)– Efendiler, yalnuız Musul ile kalmaz, Musul’u verdiğimiz gün hudut Erzurum’dur…

                        MUSTAFA DURAK BEY (Erzurum)– Musul’un bir sene sonraya taliki (ertelenmesi) demek arkadsaşlar, Türkçede bir darbı mesel vardır, sona kalan dona kalır. Musul’u gaip etmek demektir. Musul’u kayıp ettikten sonra, senin Şark’ta bir yerin kalmamıştır…

                        SIRRI BEY (İzmit)– ..Şimdi acaba Heyeti Murahhasamız ve onun programını kabul eden Heyeti Vekilemiz, Misakı Milli’nin mefhumuna sadık mı, değil mi diye onu düşünmekliğimiz lazımdır…  

                        HÜSEYİN RAUF BEY (İcra Vekilleri Heyeti Reisi)– Musul’u bir sene talik ve bir sene zarfında İngilizlerle başbaşa anlaşmak imkânı şimdi mümkün olmazsa Cemiyeti Akvam’a havale (Handeler), (Maşallah sesleri, alkışlar)… Vaziyeti askeriyemizi mütalea ettik. Erkânı Harbiyei Umumiye Reisi Paşa Hazretlerinin izahatı, ordumuzun kuvvetli ve emirlerinizi ifaya muktedir olduğu kanaatını verdi. Maliye Vekilimiz … Meclisin fedakârlık emirlerini fedakârane ifaya hazır olduğunu ifade etti. Bizim için de lazım olan bu idi. Ancak harp ifade ederken düşünülecek bir nokta varsa zarar mı kâr mı eder. Ne kadar devam eder. Netayici ne olabilir. (Allah bilir sesleri)… Fakat Allah da insanlara bir fikir vermiştir… düşünsün diye akıl vermiştir… Musul’u talik etmek ve icabederse harp etmek imkânını elde tutarak (gürültüler)… müsaade buyurun; elde tutarak sulh için bir teşebbüste bulunmak … münferiden İngilizlerle Musul meselesini Türklük, Kürtlük ve Araplık ayırarak lehimize halletmeye çalışmak, olmazsa Cemiyeti Akvam’a sevk etmek… Bu şekilde bir çare düşündük

                        NECMETTİN BEY (Siirt)– Rauf Beyefendi; geçen celsei hafiyelerde Musul hakkındaki beyanatınızda Musul’un fevkalade ehemmiyetli olduğunu ve Musul’un terki vilâyat-ı şarkiyenin hepsini terk etmek olduğunu ifade buyurdunuz. Tebdili kanaat mı ettiniz?..

                        HÜSEYİN RAUF BEY (Devamla)– Kanaatımı tebdil etmedim, aynı kanaatteyim. Musul meselesi vilayat-ı şarkiyemiz meselesidir. Vilayatı şarkiye meselesi Türkiye meselesidir. Vilayatı şarkiye tehlikeye düşerse Türkiye tehlikeye düşer. Sözlerimi bu kanaatte olarak söylüyorum…

                        YUSUF ZİYA BEY (Bitlis)– Musul Misakı Milli’nin dahilinde mi değil mi?

                        HÜSEYİN RAUF BEY (Devamla)– Dahilindedir…

                        …

                        MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara)– Arkadaşlar, mevzuubahis olan mesele cidden mühim ve naziktir. Bu meseleyi asabiyetle görüşmek doğru değildir (gayri caizidir). Onun için bütün arkadaşları sükûta davet etmek cüretinde bulunacağım… Efendiler, arazi meselesi ve sınır meselesi, Misakı Milli’nin, yüksek malumunuz, birinci maddesinin kapsamı dairesindedir… Musul meselesinin hallini muharebeye girmemek için bir sene sonraya talik etmek, ondan sarfı nazar etmek demek değildir. Belki bunun istihsali için daha kuvvetli olabileceğimiz bir zamanı beklemektir… Fakat bugün Musul meselesini halletmek istediğimiz vakit bu meselede karşımıza yalnız İngiliz değil, Fransız, İtalyan, Japon ve bütün dünyanın düşmanları vardır… Musul meselesini bugünden halledeceğiz, Ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız dersek bu mümkündür. Musul’u gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musul’u aldığımızı müteakip muharebenin hemen son bulacağına kani olamayız. Şüphesiz orada bir harp cephesi açmış olacağız. Yani bunu ayrıca mevzubahis etmek isterseniz mahzurlar kendi kendine meydana çıkar[8]

                        İHSAN BEY (Cebelibereket)– Şimdi efendiler… Musul gidiyor, bu ne kadar muazzam iş… Yarın İngilizler orada bir Kürt devleti yapacaklar. İğtişaş yapacaklar, hepsini yapacaklar. Fakat gidiyor… Musul’u isteriz. Ne ile? Harp ile mi?.. Kuvvetimiz, kudretimiz nedir? Düşnanlarımız nedir? Harp yapalım. Hal edeceğimiz mesele budur. Başka bir şey yoktur. Heyecana kapılıp işi uzatmamak lazımdır.[9]

                        MUSTAFA KEMAL PAŞA (Ankara)– Ordumuzun kuvveti hangi kuvvetlerle karşılaşacaktır? Harp olursa safahatı ne olur? Çok rica ederim bunları burada mevzuubahis ettirmeyiniz… Bence mesele gayet basittir. Orta yerde bir sene için mukadderatının taliki icab eden Musul meselesi vardır. Talik mi edelim, talik etmemek için harp mı edelim?..[10]

                        Milletvekilleri, konuşmalarında şöyle görüşleri dile getiriyorlar:

– Musul sorunu, doğu illeri sorunudur.

– Musul meselesi vilayat-ı şarkiye meselesidir.

– Musul giderse Doğu Anadolu da gider.

– Musul’u bırakırsak doğu illerinde de tutunamayız.

– Musul’u kaybettikten sonra senin doğuda bir yerin kalmamıştır.

– Musul’u terk etmek doğu illerini terk etmek demektir…

***

                        TBMM, 21 Şubat-6 Mart 1923 tarihleri arasında Musul sorununu uzun uzun tartıştıktan sonra Hükümete ve Lozan’a gidecek olan İsmet Paşa heyetine güvenoyu verdi.  İsmet Paşa, Türkiye’nin barış hakkındaki karşı önerilerini 8 Martta Ankara’dan  İtilaf Devletlerine gönderdi.  Bu karşı önerilerde Türkiye-Irak sınırı, yani Musul sorunu şöyle yer aldı:

                        “Türkiye ile Irak hakkındaki sınır, işbu antlaşmanın yürülüğe girmesinden başlayarak on iki aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça bir çözüm yoluyla saptanacaktır. Anlaşmaya varılamazsa, anlaşmazlık Milletler Cemiyeti’ne gönderilecektir.”[11]

                        Böylece Türkiye, Musul konusunda Milletler Cemiyeti’ne gidilmesi yolundaki İngiliz önerilerini kabul etmiş oluyordu. Lozan Konferansı’nın ikinci döneminde İsmet Paşa ile İngiliz Delegesi Sir Horace Rumbold arasında yeniden görüşmeler yapıldı ve sonunda Musul sorunu veya Türkiye-Irak sınırı Lozan Barış Andlaşması’na şöyle girdi (Md. 3, fıkra 2):

                        “Türkiye ile Irak arasındaki sınır, işbu Antlaşmanın yürürlüğe girişinden başlayarak dokuz aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça bir çözüm yoluyla saptanacaktır. Öngörülen süre içinde iki Hükümet arasında bir anlaşmaya varılamazsa, anlaşmazlık Milletler Cemiyeti Meclisi’ne götürülecektir.

                        Sınır konusunda alınacak kararı beklerken, Türk ve İngiliz Hükümetleri, kesin geleceği bu karara bağlı olan toprakların şimdiki durumunda herhangi bir değişiklik yapacak nitelikte hiçbir askeri ya da başka bir harekette bulunmamağı karşılıklı olarak yükümlenirler.”[12]

Lozan Antlaşmasının yukarıdaki 3. maddesi gereğince, Mayıs 1924’te, İstanbul’da, Musul konusunda Türk-İngiliz görüşmeleri başladı. Bir aya yakın süren görüşmelerde bir uzlaşmaya varılamadı. İngiltere, Musul sorununu Milletler Cemiyeti’ne götürdü (6 Ağustos 1924). Hemen ertesi gün Hakkâri yöresinde Nesturi ayaklanması çıkarıldı (7 Ağustos). İngiliz ajanlarının kışkırttığı ve desteklediği Nesturi asileri, Hakkâri bölgesini de Kuzey Irak’a bağlamaya ve İngiliz mandası altına sokmaya kalkıştılar. O tarihte henüz birinci yaşını bile doldurmamış olan Türkiye Cumhuriyeti, silahlı bir ayaklanmayla karşı karşıya bırakıldı. Türkiye, Musul’u topraklarına katmak isterken Hakkâri’yi mi kaybedecekti?

                        İngiltere Milletler Cemiyeti’nde çok etkin durumdaydı, bu kuruluşun genel sekreteri de  İngiliz idi. Türkiye ise Milletler Cemiyeti’ne henüz üye bile değildi. Dolayısıyla bu kuruluştan Türkiye lehine karar çıkarmak hiç kolay olmayacaktı. Musul sorunu görüşülürken Milletler Cemiyeti’nde Türkiye’yi Fethi Okyar temsil etti. Fethi Bey de tıpkı İsmet Paşa gibi, Türkiye’nin tezini  elinden geldiği kadar savundu. Musul’da plebisit yapılmasını istedi. Bu istekleri kabul edilmedi. Türkiye’nin itirazına rağmen, Musul Vilayetine üç kişilik bir inceleme heyeti gönderilmesine karar verildi. Macaristan eski Başbakanı Kont Teleki, İsviçre’nin Bükreş Elçisi A. Virsen ve Belçikalı emekli albay A. Poulis‘ten okuşan heyet Musul’a gönderildi.

                       Bu heyet, hesapça Musul Vilayetinde halkın nabzını tutacaktı. Musul Vilayetinde yaşayan insanların Türkiye’ye katılmak isteyep istemediğini anlamaya çalışacaktı. Tam bu heyet Musul yöresinde dolaşmaya başlarken, Doğu Anadolu’da Şeyh Sait ayaklanması patlak verdi (13 Şubat 1925). Bu ayaklanma, İngilizlerin ekmeğine yağ sürdü, Türk tezini ise zayıflattı. Üçlü komisiyon sonunda İngilizlerin arzu ettiği doğrultuda rapor verdi. Bazı şartlarla Musul Vilayeti’nin Irak’a katılmasının uygun olduğu yolunda görüş bildirildi.

                        Milletler Cemiyeti Meclisi, 16 Aralık 1925’te Musul konusunda son kararını verdi:  Kararda  Musul Vilayeti’nin tamamı Irak’ta bırakıldı. Türkiye, Musul Vilayetini kaybetti.

                        Musul yüzünden, Lozan Barış Antlaşması, haksız yere eleştirilmiştir. Ancak, Türkiye’nin Sevr’den  Lozan’a gelmiş olduğunu unutmamak gerekir. Sevr Antlaşması ile Lozan Antlaşması dikkatle karşılaştırılınca, Türkiye’nin Lozan’da ne muazzam bir diplomatik zafer kazanılmış olduğu kendiliğinden anlaşılır. Atatürk, Nutuk‘ta, Sevr Antlaşması ile Lozan Antlaşması’nı 12 başlık altında uzun uzun karşılaştırdıktan sonra sonuç olarak  şunları söyler:

                        “Saygıdeğer baylar, Lozan Barış Antlaşması’ndaki hükümleri, öbür barış önerileriyle daha fazla karşılaştırmanın yersiz olduğu düşüncesindeyim. Bu antlaşma (yani Lozan Antlşaması)  Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir yok etme girişiminin yıkılışını bildirir bir belgedir, Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal zafer eseridir.”

                        Son bir noktaya daha değinip konuşmamı bitireceğim.

                        İsmet Paşa Lozan’da üç antlaşma imzalamıştır:

                        l- Lozan Barış Antlaşması. 18 eki ile birlikte bir pakettir. 24 Temmuz 1923’te imzalandı.

Burada işte bu antlaşmayı konuştuk. “Lozan Antlaşması” diye sözü edilen ya da yazılıp çizilen  de genellikle bu antlaşmadır. İsmet Paşa‘nın Lozan’da imzaladığı öteki iki antlaşma da şunlardır:

                        2- Türkiye-Polonya Dostluk Antlaşması. 23 Temmuz 1923’te Lozan’da imzalandı. Pek bilinmez. Bunu daha ziyade Polonyalı tarihçiler, Türkiye-Polonya ilişkilerinden bahsederken dile getirirler, Lozan’da ilk antlaşmanın Türkiye ile Polonya arasında yapılmış olduğunu söylerler.

                        3- Türkiye-ABD Antlaşması. 6 Ağustos 1923’te Lozan’da imzalandı.[13] İkili bir antlaşmadır. Türkiye-ABD ilişkilerini düzenlemeyi öngörmüştür. Bu antlaşma, sırf  Lozan’da imzalanmış olduğu için, bazen Lozan Barış Antlaşması ile karıştırılmaktadır! Bilgi eksikliğinden kaynaklanan bu gibi hatalardan sakınmak lazımdır. Bu Türkiye-ABD Antlaşması Amerikan Senatosu’nca onaylanmadı ve yürürlüğe girmedi. “ABD, Lozan Antlaşması’nı reddetmiştir, demek ki Türkiye’nin sınırlarını tanımamıştır” gibi cahilce laflar edildiğine şahsen tanık oldum! Düzeltmeye çalıştım. Ne demişler: “Bu kadar cehalet tahsil ile mümkündür.”

                        Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederim.

 

***

MUSUL KRONOLOJİSİ

(1918-1936)

 

            30 Ekim 1918:  Mondros Mütarekesi imzalandı. (Bu tarihte Musul şehri ve Musul vilayetinin önemli bir bölümü VI. Türk Ordusunun kontrolünde bulunuyordu.)

 

            15 Kasım 1918: İngiltere, Musul Vilayetini işgal etti. (İşgal, Mütareke Anlaşmasının, “ Müttefikler, güvenliklerini tehdit edecek bir durum ortaya çıkınca, herhangi bir stratejik yeri işgal hakkına sahip olacaklardır” diyen 7. maddesine dayandırıldı.)

 

            28 Ocak 1920: Osmanlı Millet Meclisi, gizli oturumunda  Misakı Milli’yi  kabul etti. (Misakı Milli, 30 Ekim 1918’deki mütareke sınırını, Türkiye sınırı olarak kabul etmişti ve dolayısıyla  Musul Vilayeti de Türkiye sınırları içinde sayılıyordu.)

 

            3 Kasım 1922: Ankara Hükümeti, Lozan Barış Konferansı’na Başdelege seçilen İsmet Paşa’ya Türkiye-Irak sınırı hakkında şu talimatı verdi: Irak sınırı: Süleymaniye, Kerkük ve Musul livaları istenecek, konferansta başka bir durum ortaya çıkarsa Hükümetten talimat alınacak.”

 

            20 Kasım 1922: Lozan Barış Konferansı törenle açıldı. (Türkiye üç delegeyle konferansta temsil edildi: Başdelege İsmet Paşa; delegeler Dr. Rıza Nur ve Hasan Saka.)

 

            26 Kasım 1922: Akşam, İsmet Paşa ile Lord Curzon, baş başa, Irak sınırını konuştular. İsmet Paşa Musul’u istedi. Curzon reddetti. Tartıştılar. İsmet Paşa, konferansta da Musul Vilayetini isteyeceğini söyledi. Curzon, kesinlikle reddedeceğini tekrarladı.

 

            27 Aralık 1922: Lord Curzon, Musul’dan vazgeçmeyeceklerini bir muhtıra ile İsmet Paşa’ya bildirdi. İngiltere, savaşta galip olarak Musul’u zaptetmiş ve Milletler Cemiyeti’nden de Irak’ın mandasını almış, bu haklarından vazgeçemezmiş. General Townshend, Musul’u şimdilik bir kenera bırakmayı İsmet Paşa’ya telkin etti.

 

            30 Aralık 1922: İsmet Paşa, Curzon’un Musul’a ilişkin muhtırasına bir muhtırayla cevap verdi. “Musul meselesi en buhranlı günlerindedir” diye Ankara’ya rapor etti.

 

            5 Ocak 1923: İsmet Paşa, Lozan’da İngiliz Müsteşarı ile Musul sorununu görüştü. İngiliz, Musul şehri dışında toprak ve petrolden pay vermeyi önerdi. İsmet Paşa, Musul’u da istedi. “Bizim için Musul vatan meselesi, İngiltere için petrol meselesidir” dedi.

 

            6 Ocak 1923:  İsmet Paşa, bir İngiliz aracılığıyla, Musul konusunu görüşmeleri için Londra’ya iki adam gönderdi: “İngilizleri petrolde tatmin edip toprağı iade ettirmeğe çalışacaklar” diye Ankara’ya bildirdi.

 

            12 Ocak 1923: Curzon, Musul meselesini Londra’da halletmeye çalışıyorsunuz diye İsmet Paşa’ya bir mektupla sitem etti. Paşa cevap verdi.

 

            14 Ocak 1923: İsmet Paşa, “İngilizler bize karşı yine sertleşiyorlar. Amaçları bizi yıldırmak ve Musul’dan vazgeçirmek. Barış, Musul üzerinde toplanıyor” diye rapor etti.

 

            17 Ocak 1923: İsmet Paşa: “Lord Curzon’un özel sekreteri, Musul sorununu Lahey Adalet Divanı’na ya da Milletler Cemiyeti’ne götürme fikrini ortaya attı.”

 

            19 Ocak 1923: Lord Curzon, ikili görüşmelerle çözümlenemeyen Musul sorununu Lozan Konferansı’na getireceğini bir mektupla İsmet Paşa’ya haber verdi. İsmet Paşa, cevap vereceğini ve  konferansta da Musul’u isteyeceğini Ankara’ya bildirdi.

 

            21 Ocak 1923: İsmet Paşa: “Musul sorunu konferansta açıkça tartışılacak. Curzon, sorunu hakeme havale etmek isteyecek gibi görünüyor. Ben plebisit teklif edeceğim.”

 

            23 Ocak 1923:  Lozan Konferansı’nda Musul sorunu görüşüldü. İsmet Paşa uzun bir konuşmayla Musul’un Türkiye’ye geri verilmesini istedi. Türk tezini şu nedenlere dayandırdı: 1) Etnografik nedenler, 2) Siyasal nedenler, 3) Tarihi nedenler, 4) Coğrafi ve ekonomik nedenler ve 5) Askeri ve stratejik nedenler. İsmet Paşa, Rauf Bey‘e gönderdiği telgrafta, özetle, “Musul konusunda büyük çarpışma oldu. Benim uzun konuşmama Curzon cevap verdi ve işi Milletler Cemiyeti’ne yollamayı önerdi. Musul’un geri verilmesinde ısrar ettim. Durum ciddidir” dedi.  İsmet Paşa, Gazi Paşa’ya da şunları yazdı: “Son dererce bunalımlı bir gün geçirdik. Musul için savaş günü. Çok yorgunum. Üç gün uyumadım. Musul’u düşündüm…”

 

            25 Ocak 1923: İsmet Paşa’dan tel: “Curzon, Musul için Milletler Cemiyeti’ne başvurdu… Askıda beş temel sorun var. Bizim aleyhimizde bir barış projesi verecekler. Bir-iki gün bekleyip Lozan’dan ayrılacaklar. Konferansa ara verilmiş olacak.

 

            27 Ocak 1923: İsmet Paşa’dan rapor: “Konferansın resmi çalışmaları bitti. Şu sorunlar askıda kaldı: Musul, adli kapitülasyonlar, Trakya sınırı, tazminat ve tamirat. Musul yüzünden mali sorunlar daha da ağırlaştırılmıştır… Musul’dan feragat göstererek sulh aramak fikrindeyim.”

 

            30 Ocak 1923: Müttefikler, Lozan’da, Türk heyetine ağır bir barış antlaşması projesi sundular.  Türkiye’nin reddetmiş olduğu maddeleri de projeye koydular.

 

            31 Ocak 1923: Lozan’daki Türk heyetinin görüşü: “Barışa ulaşabilmek için, Musul meselesinde İngilizlerle bir anlaşma zemini bulmak gerekli. Anlaşma zemini deyince biz özellikle Musul meselesini Türkiye ile İngiltere arasında halletmek şeklini tercih ediyoruz.”

 

            4 Şubat 1923: Lozan’da Türk heyeti, karşı tekliflerini Müttefiklere iletti. Lozan Konferansı’na ara verildi.

 

            7 Şubat 1923: İsmet Paşa Lozan’dan ayrıldı. (Yunanistan’dan geçmemek için, Lozan-Bükreş-Köstence üzerinden yolculuk yaptı, kar yüzünden ancak 16 Şubatta İstanbul’a gelebildi.)

 

            19 Şubat 1923: İsmet Paşa Ankara’ya döndü.

 

            21 Şubat 1923: İsmet Paşa, TBMM’nin gizli oturumunda Lozan Konferansı hakkında bilgi verdi: “Musul büyük bir sorun olarak askıda kaldı” dedi. Hükümetin, Musul anlaşmazlığının bir yıl içinde Türk-İngiliz görüşmeleriyle çözümlenmesi, çözümlenemezse Milletler Cemiyeti’ne  başvurulması yolunda Müttefiklere bir öneride bulunmayı düşündüğünü bildirdi. Bazı milletvekilleri bu görüşe tepki gösterdiler. Bir yıl ertelenince Musul’un kaybedileceği, Misakı Milli’den sapılmış olacağı söylendi.

 

             Başbakan Rauf Bey de, “Musul meselesi doğu vilayetleri meselesidir, doğu vilayetleri meselesi Türkiye meslesidir. Doğu vilayetleri tehlikeye düşerse, Türkiye tehlikeye düşer” dedi. Ancak, bir yıl ertelemekle Musul’un kaybedilmiş olmayacağını savundu.

 

            Mustafa Kemal Paşa da şunları söyledi: “Musul meselesinin hallini muharebeye girmemek için bir sene sonraya ertelemek, ondan vazgeçmek demek değildir. Belki bunun sağlanması için daha kuvvetli olabileceğimiz bir zamanı beklemektir… Fakat bugün Musul meselesini halletmek istediğimiz vakit bu meselede karşımıza yalnız İngiliz değil, Fransız, İtalyan, Japon ve bütün dünyanın düşmanları vardır… Musul meselesini bugünden halledeceğiz, Ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız dersek bu mümkündür. Musul’u gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musul’u aldığımızı müteakip muharebenin hemen son bulacağına kani olamayız. Şüphesiz orada bir harp cephesi açmış olacağız. Yani bunu ayrıca mevzubahis etmek isterseniz mahzurlar kendi kendine meydana çıkar…” [14]

 

            2-6 Mart 1923: Musul sorunu TBMM’nin gizli oturumlarında uzun uzun tartışıldı. Milletvekilleri, “Musul elden gidiyor!” diye ayağa kalktılar, Hükümeti sert biçimde eleştirediler. Ergani milletvekili Emin Bey, “Musul’u satıyorlar!” diye bağırdı. Başbakan Hüseyin Rauf Bey (Orbay), eleştirilere cevap verdi: “Musul’un elimizden çıkması ortak vatanımız için büyük bir tehlikedir, kanaatı vardır… Musul’u behemehal alacağız fikrinde ısrar edersek, mutlaka ordu ile almak imkânı vardır. Çünkü bunu siyasetle almak imkânı olmadığına delegasyonumuz kani olmuştur ve bize izah edilince biz de kani olmuşuzdur” diye konuştu.

 

            8 Mart 1923: İsmet Paşa, barış antlaşması hakkında Türkiye’nin karşı önerilerini İtilaf Devletlerine gönderdi. Bu önerilerde Türkiye-Irak sınırı, yani Musul sorunu şöyle yer aldı: “Türkiye ile Irak hakkındaki sınır, işbu antlaşmanın yürürlüğe girmesinden başlayarak on iki aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça bir çözüm yoluyla saptanacaktır. Anlaşmaya varılamazsa, anlaşmazlık Milletler Cemiyeti’ne gönderilecektir.”[15]

 

            24 Temmuz 1923: Lozan Barış Antlaşması törenle imzalandı. Antlaşmada Musul sorunu veya Türkiye-Irak sınırı şöyle yer aldı (Md. 3, fıkra 2): “Türkiye ile Irak arasındaki sınır, işbu Antlaşmanın yürürlüğe girişinden başlayarak dokuz aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça bir çözüm yoluyla saptanacaktır. Öngörülen süre içinde iki Hükümet arasında bir anlaşmaya varılamazsa, anlaşmazlık Milletler Cemiyeti Meclisi’ne götürülecektir. Sınır konusunda alınacak kararı beklerken, Türk ve İngiliz Hükümetleri, kesin geleceği bu karara bağlı olan toprakların şimdiki durumunda herhangi bir değişiklik yapacak nitelikte hiçbir askeri ya da başka bir harekette bulunmamağı karşılıklı olarak yükümlenirler.”[16]

 

****

 

            19 Mayıs 1924: Musul konusunda Türk-İngiliz görüşmeleri İstanbul’da başladı. Kasımpaşa’daki eski Bahriye Nezareti binasında yapıldığı için “Haliç Konferansı” olarak bilinen bu görüşmelerde Türkiye’yi TBMM Başkanı Fethi Bey (Okyar), İngiltere’yi de Irak’taki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Percy Cox temsil etti. Fethi Bey, Türk tezini savunarak Musul Vilayeti’nin Türkiye’ye katılmasını istedi. İngiliz delegesi Cox ise, Nesturilerin yaşadığı Hakkâri ilinin Irak’a katılmasını istedi ve İngiltere’nin anlaşmaya niyeti olmadığı, sorunu Milletler Cemiyeti’ne götürmeyi amaçladığı anlaşıldı.

 

            5 Haziran 1924: Musul konusunda 19 Mayısta İstanbul’da başlayan Türk-İngiliz görüşmeleri, bir sonuca varılamadan sona erdi.

 

            6 Ağustos 1924: İngiltere, tek taraflı olarak, Musul sorununu Milletler Cemiyeti Konseyi’ne götürdü.

 

            7 Ağustos 1924: Hakkâri bölgesinde Nesturi ayaklanması çıktı. İngiliz uçakları Nesturi isyancılarına havadan destek verdi.

 

            20 Eylül 1924: Milletler Cemiyeti Meclisi, Musul sorununu görüşmeye başladı. Türkiye’yi temsil eden Fethi Bey (Okyar), etnik, tarihi, siyasi ve stratejik nedenlerle Musul Vilayetinin Türkiye’de bırakılması gerektiğini savundu. Musul’un kaderini belirlemek için bölgede bir plebisit yapılmasını istedi. İngiltere’yi temsil eden Adalet Bakanı Lord Palmoor ise, sorunun, Türkiye-Irak sınırının çizilmesi sorunu olduğunu ve sınırların plebisitle çizilemeyeceğini söyledi. Milletler Cemiyeti’nin bir komisyon kurup Musul’a göndermesini istedi.

 

            30 Eylül 1924: Milletler Cemiyeti Meclisi, Türkiye’nin karşı çıkmasına rağmen, Musul sorununu inceleyecek üç kişilik bir komisyon kurmaya karar verdi ve komisyon üylerini şöyle belirledi: Macaristan eski Başbakanı Kont Teleki, İsviçre’nin Bükreş Elçisi A. Virsen ve Belçikalı emekli albay A. Poulis.

 

            29 Ekim 1924: Türk ve İngiliz birlikleri arasında sınır çatışmalarının başlaması üzerine, Milletler Cemiyeti Meclisi Brüksel’de toplanarak Musul’u Hakkâri’den ayıran eski vilayet sınırını Türkiye ile Irak arasında geçici bir sınır olarak kabul etti ve buna uyulmasını isterdi. (Brüksel toplantısında belirlendiği için “Brüksel Hattı” olarak da anılan bu sınır çizgisi, çok az farkla bugünkü Türkiye-Irak sınırıdır.)

 

            4 Ocak 1925: Musul sorununu incelemek üzere Milletler Cemiyeti’nce atanan Üçlü Komisyon, Ankara’ya gelip temaslarda bulundu.

 

            16 Ocak 1925: Milletler Cemiyeti Komisyonu Ankara’dan  Bağdat’a gitti. Türkiye adına eski ordu Müfettişi Cevat Paşa da Komisyona eşlik ediyordu ve paşanın yanına yardımcı uzmanlar da verilmişti. 

 

            27 Ocak 1925: Milletler Cemiyeti Komisyonu Bağdat’tan Musul’a geçti. Yerli halkın Cevat Paşa’yı coşkun gösterilerle karşılamaları işgalci İngilizleri rahatsız etti ve paşanın yerli halkla temasları engellenmeye başlandı.

 

            13 Şubat 1925: Milletler Cemiyeti Komisyonu Kerkük ve Süleymaniye taraflarında halkın Türkiye’ye mi yoksa Irak’a mı katılmak istediğini anlamaya çalıştığı bir sırada Doğu Anadolu’da Şeyh Sait ayaklanması başladı. Bu ayaklanma (ve daha önceki Nesturi ayaklanması), İngilizlerin ekmeğine yağ sürdü, Türk tezini zayıflattı ve Üçlü Komisyonun kararını etkiledi.

 

            16 Temmuz 1925: Üçlü Komisyon, Musul hakkındaki raporunu Milletler Cemiyeti Meclisi’ne sundu. Raporda, bazı şartlarla Musul Vilayeti’nin Irak’a katılmasının uygun olduğu yolunda görüş bildirildi.

 

            19 Eylül 1925: Milletler Cemiyeti Meclisi, Türkiye’nin karşı çıkmasına rağmen, Lahey Adalet Divanı’na görüş sormaya karar verdi: Meclisin Musul konusunda vereceği son karar uyulması zorunlu bir karar mı, yoksa sadece bir tavsiye kararı mı sayılacaktı? (Türkiye, sorun hukuki değil, siyasi olduğu için Adalet Divanı’nın bu konuda yetkili olamayacağını savundu ve Divan’a temsilci göndermedi.)

 

            21 Kasım 1925: Lahey Daimi Adalet Divanı, Musul Konusunda şu görüşü bildirdi: “Milletler Cemiyeti Meclisi’nin, Lozan Andlaşması’nın 3. maddesinin 2. fıkrası uyarınca (Musul konusunda) alacağı karar Taraflar için uyulması zorunlu olacak ve Türkiye ile Irak arasındaki sınırın kesinlikle saptandığını gösterecektir…”

 

            16 Aralık 1925: Milletler Cemiyeti Meclisi, Musul konusunda son kararını verdi:  Kararda “Brüksel Çizgisi” Türkiye-Irak sınırı olarak kabul edildi, yani Musul Vilayeti’nin tamamı Irak’ta bırakıldı.

 

            11 Mart 1926: Milletler Cemiyeti Meclisi, tüm Musul Vilayetini Irak’ta bırakan 16 Aralık 1925 tarihli kararın, bu konuda kesin karar olduğunu ilan etti.

***

            5 Haziran 1926: Türkiye ile İngiltere ve Irak arasında Türk-Irak Sınırı ve İyi Komşuluk İlişkileri Antlaşması (Musul Antlaşması) Ankara’da imzalandı. Antlaşma 18 maddeden ve  şu üç bölümden oluşmaktadır: 1) Türkiye ile Irak arasındaki sınır (md. 1-5), 2) İyi komşuluk İlişkileri (md. 6-13) ve 3) Genel Hükümler (md. 14.18). Antlaşmanın, Türkiye ile Irak arasındaki sınırı ayrıntılarıyla tanımlayan bir de Ek’i vardır. Anlaşmanın “İyi komşuluk ilişkileri” başlığını taşıyan ikinci bölümü 10 yıl süreli idi.

 

            7 Haziran 1926: Türkiye Büyük Millet Meclisi, “Musul Antlaşması”nı onayladı (911 sayılı yasa).

 

            18 Haziran 1926 : “Musul Antlaşması”nın onay belgeleri Ankara’da teati edildi ve antlaşma yürürlüğe girdi.

 

            5 Aralık 1936: Türkiye ve Irak, 5 Haziran 1926 tarihli Türk-Irak Sınırı ve İyi Komşuluk İlişkileri Andlaşması’nı  süresiz olarak uzattılar.



[1]) Bilâl N. Şimşir, “Atatürk’ün Yabancı devlet Adamlarıyla Görüşmeleri. Yedi Belge (1930-1937)”, Belleten,         Cilt XLV, Sayı 177 (Ocak 1981)’den ayrı basım, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 1981, s.199-200.

[2]Hikmet Uluğbay, Petropolitik, Ayraç Yayınevi, Ankara, 2003, s.260.

[3])   İsmet Paşa’nın bu açıklamasının Fransızca aslının tam metni için bkz.: Conférence de Lausanne sur les Affaires du Proche-Orient (1922-1923)  Recueil des Actes de la Conférence Premier Série, Tome I er Protocoles des Séances Plénières et Procès-Verbaux et Rapports de la Première Commission (Questions Territoriales et Militaires, Paris, Imprimérie Nationale, 1923, pp.279-288; aynı belgenin Türkçeye çevirisinin tam metni için bkz.: Lozan Barış Konferansı. Tutanaklar Belgeler,  Önsöz: İsmet Paşa, Çeviren: Seha L. Meray, Takım I, Cilt 1, Kitap 1: A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara, 1969, s.343-354.

[4])   Buraya bir not düşeyim:  Kürtlerin Turan kökenli olduğu yolundaki  İsmet Paşa‘nın bu tezi yaklaşık yarım yüzyıl aradan sonra, 1971 yılında, Ankara’da hatırlanmıştı. Ben  o tarihte Londra’da maiyette Başkonsolos idim.. Bu konuda bir araştırma yapmam için Dışişleri Bakanlığı’ndan talimat aldım. Bir araştırma yaptım. O zaman Ankara’ya göndermiş olduğum raporu 2007 yılında bir kitabımda  yayımladım. Bkz. Bilâl N. Şimşir, Kürtçülük, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2007, s.517-538.

[5])   Şimşir, Lozan Telgrafları I, s.431, No. 419: İsmet Paşa’dan Başbakanlığa tel, 24.1.1923, No. 260-261.

[6]TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt 3, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1985, s.1292.

[8])   Atatürk’ün Meclis’teki bu konuşmasının biraz sadeleştirilmiş metni için bkz.:Atatürk’ün Bütün  Eserleri,

 Cilt  15 (1923), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, s.156-160.

[9])   TBMM Gizli Celse Zabıtları 3, s.1330.

[10])   Ibid., s.1320-1321.

[11])    Lozan Barış Konferansı. Tutanaklar Belgeler (Çeviren: Seha L. Meray), A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi

Yayını, Ankara, 1969, Takım 1, Cilt 4, s.29.

[12])   Ibid., Takım II, Cilt 2, s.4.

[13])   Bu antlaşma 1923 yılında şu adla yayımlanmıştı: TBMM Hariciye Vekâleti, Türkiye ile Amerika  Düveli Müttehidesi Beyninde Münakit Muahedename ve İadei Mücrimin Muahedenamesi, Ahmet İhsan Matbaası, İstanbul,1339 (1923). Antlaşmanın Türkçe ve Fransızca metinleri  resmi olarak  Dışişleri Bakanlığı tarafından 1926 yılında yayımlandı. Bkz. Türkiye ile Amerika Düvel-i Müttehidesi Beyninde Muahedename/ Traité Entre la Tuquie et les Etats-Unis d’Amerique, T.C. Hariciye Vekâleti, Muahedat Mecmuası, Üçüncü Cilt, Ankara, 1926, s.53-75.

[14])   Atatürk’ün Meclis’teki bu konuşmasının biraz sadeleştirilmiş metni için bkz. Atatürk’ün Bütün  Eserleri,

 Cilt: 15 (1923), Kaynak Yayınları, İstanbul: 2005, s.156-160

[15])    Lozan Barış Konferansı. Tutanaklar Belgeler (Çeviren: Seha L. Meray), A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi

Yayını, Ankara, 1969, Takım 1, Cilt 4, s.29.

[16])   Ibid., Takım II, Cilt 2, s.4.

Heybeliada İsmet İnönü Evi 26 Aralık 2024 – 26 Ocak 2025 tarihleri arasında kapalı olacaktır.

Right Menu IconEN