İstanbul işgal altında
Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından hemen sonra, 13 Kasım 1918’de 55 parçalık bir düşman donanması İstanbul önlerine demir atarak karaya 3.500 asker çıkarttı. Bu harekât, o zaman İstanbul’da sayıları 200 bine yaklaşan yabancıları korumak şeklinde gerekçelendirilmişti; dolayısıyla bunun fiili bir işgal olmadığı ileri sürülmüştü.
Ancak Anadolu’da işgallere karşı sert bir mücadele süregidiyordu. Bu nedenle Lloyd George, 5 Mart’ta “Türklerle yumuşak bir barış yapılmayacağını ve barış koşullarının silah zoruyla dayatılacağını” müttefiklerine bildirdi. 16 Mart sabahı İngilizler, Şehzadebaşı Karakolu’nu basarak kan döktüler. Oysa ki işgali 3 gün önce haber alan Osmanlı tarafı, çatışma ihtimaline karşı sokakta silahlı asker bırakmamıştı. Resmi işgalden sonra Sadrazam Salih Paşa’dan ilk istenen şey, Mustafa Kemal’le arasına mesafe koymasıydı. Şayet uygun davranılırsa, mülki idareye şimdilik dokunulmayacaktı. Mülkün sahibi farz edilen padişah ise o sırada, “Bir millet var, koyun sürüsü. Buna bir çoban lazım… O da benim,” demekten başka çare görmemekteydi.
İngilizlerin Meclis-i Mebusan’ı bile basmaktan çekinmemeleri, bundan sonra İstanbul’da yeraltı eylemleri dışında bir mücadele yolu kalmadığını herkese göstermişti. Bunun üzerine İstanbul’dan kaçan aydınlar ve siyasetçiler, direnişin tek adresi haline gelen Ankara’ya doğru yola koyuldular. Albay İsmet de iki hafta süren tehlikeli bir yolculuğun ardından 3 Nisan 1920’de Ankara’ya ulaştı.