Sayın İnönü’yü sadece bilimsel başarıları ile değerlendirmek ve genç kuşaklara örnek göstermek, sanırım ülkemizin yetiştirdiği bu çok yönlü ilginç insana haksızlık olur. Anılarını kendisine özgü üslubu ile anlatan usta bir yazar; siyaseti polemik değil bilgi ve güvenirlilik üstüne kuran, hizmet etmeyi popülist olmaya yeğleyen bir siyaset adamı; her türlü kültürel etkinliklerin destekleyicisi ve izleyicisi bir entelektüel; yüzünden hiç eksik olmayan tebessümü ile çevresine sevgi, saygı ile yaklaşan bulunmaz bir dosttur Erdal hoca. Onu tanımak, öğrencisi olmak, ondan bir şeyler öğrenmek, yakın çevresinde bulunmak, bilimsel, sosyal, kültürel siyasal konuları tartışmak başlı başına bir keyiftir.
Sevgili Hocayı 1956-57 ders yılında, Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü’nde verdiği klasik mekanik derslerinde, bir öğrenci olarak tanıdım. 1950-60 arası deneyimsiz genç demokrasimizin, türbülanslar içinde bunaldığı, yolunu bulamadığı bir dönemdir. Siyasetin, Atatürk devrimlerine karşı tavır aldığı, gericilikle koalisyona girdiği, cumhuriyet kazanımlarının erozyona uğratıldığı, Kemalist üniversite gençliğinin buruk bir on seneye mahkûm edildiği, çirkin olaylar ile dolu bir dönemdir bu on sene. Ülkenin problemlerini kendine dert edinmiş, kişisel çıkarlar peşinde koşmayan, idealist üniversite öğrencilerinin kişiliğini, bu siyasi tavırlardan ve bunun karşıtı olmanın verdiği heyecandan soyutlamak mümkün değildir. O dönemlerin bir genci olarak bu heyecanı hala taşırım. 1960 Nisan, Mayıs aylarında Kızılay meydanında haksızlıkları protesto ederken yediğim copların ve uğradığımız haksızlıkların acısını ve hüznünü sadece ben değil o günün genç kuşağı unutamaz. 68-78 kuşağının sosyal alt yapısını, Kızılay meydanlarını dolduran o günün üniversite gençliği atmıştır.
Erdal İnönü biz öğrencileri için, her şeyden önce ulu önder Atatürk’ün söyleyişi ile Türk ulusunun makus talihini yenen İnönü meydan savaşlarının başarılı komutanı, Lozan konferansında cumhuriyetin hukuki ve siyasal temelini atan ve onu süper güçlere kabul ettiren usta diplomat, Atatürk’ün en yakın silah arkadaşı. İkinci Cumhurbaşkanı İsmet Paşa’nın oğludur. Biz öğrencileri Erdal Hocaya başlangıçta hep bu gözlükler ile bakmışızdır. Esasında böyle bir babanın oğlu olmak densizler Türkiye’sinde kolay taşınacak bir yük de değildir. Cumhurbaşkanı olmuş Sayın Özal bile siyasi rakibi olan hocayı babasından ötürü ‘geldi, İsmet kesildi kısmet veya boyu uzun aklı kısa’ gibi hiç bir anlamı olmayan avam tekerlemeler ile sözde eleştirerek densizler ordusunun en üst makamına yerleşmek başarısını göstermiştir. Seneler sonra ODTÜ Rektörlük seçimlerinde Sayın İnönü’nün adaylığına soyadı nedeni ile mütevelli heyetinin karşı çıktığı söylentileri yaygınlaştığında, Erdal Hoca’nın mimarlık amfisinde kendine özgü ince alaylı üslubu ile ‘soyadımı değiştirmem mümkün değildir’ şeklinde verdiği cevabı anımsarım. Tüm akademik yaşamım süresince hep siyasetin bilime müdahale ettiğine şahit olmuşumdur. Ne yazık ki geçmişten ders almayan Türk siyaseti bilimde kaliteyi değil yandaşlığı tercih etmektedir. Erdal Bey bütün bu haksızlıklara sadece tebessüm ederek yanıt veren gerçek bir beyefendidir.
Siyasi entropinin çok yüksek olduğu yıllarda hoca ile hep siyaset konuşmak istemişimdir. Acaba bu sesiz mütevazı doçent ne düşünüyor diye merak etmişimdir. Fizik bölümünün birinci katındaki odasına bir problemi bahane edip girdiğimde siyasetten söz açınca, masasının altından çıkardığı sefertasını açarak, gel beraber yemek yiyelim diye cevap verdi. Şaşkınlıktan dona kalmıştım. Israrları üzerine makarnasını kendisine bırakarak portakalını paylaşmıştım. Her sabah külüstür çakaralmaz, ikinci dünya savaşı yıllarından kalan siyah Citroen marka otomobili ile fakülteye gelir, giderken de marşa basınca çalışmayan arabasına bile nazik bir şekilde kızıp iterek çalıştırmak ister, biz öğrenciler yardımına gelince gülerdi. Sonraları arabasını meyilli yolun başına bırakmayı adet haline getirdi. Böylece artık ona yardım etme ve birazda gülme şansımız ortadan kalkmıştı. O dönemlerde Ankara’nın ünlü 101 çeşit ayakkabı mağazasının sahibi Ali Rıza Yüzbirin oğulları, çok sevgili mahalle arkadaşlarım rahmetli Salih ve Cavit Yüzbirin (Cavit, Rahmi Koç’un çok yakın bir arkadaşı idi) son model yeşil bir Mercury arabası vardı. Bizleri de yanına alarak, şimdi yerinde yerler esen Atatürk bulvarında, ona buna gösteriş yapar, fiyaka atardık. Ankara tüccarlarından dünya tatlısı rahmetli sadettin Tavşanlı’nın oğulları Ayer ve Ayhan’ın da (Çok sevdiğim can arkadaşlarım umarım hayattadırlar) çok fiyakalı Pontiac vardı. Bu son model arabaların marşları basardı. Erdal Bey’in Citroen’i ise gerçek bir hurda. Bu çelişkiye, henüz daha mütevazı olmanın ne demek olduğunu anlayamayan, arabalara çok düşkün genç kafam bir yanıt bulamazdı. Zaman geçtikçe Başbakanların oğulları ve yakınları, sürat yapan lüks arabalara, yatlara, sonraları Özel uçaklara bindikçe neyin ne olduğunu anlamıştım, ama artık vakit çok geçti. Uğruna polislerden dayak yediğimiz hapislerde yatmayı göze aldığımız demokrasi, kimine marşı basmayan araba, kimine sürat tekneleri, Mercedesler nasip ediyordu, Ne Yüzbirler’in nede Tavşanlılar’ın, lüks arabalara binen oğulları olmasına rağmen, kimse ve onları çok yakından tanıyan ben, tek bir kuruş haram yemediklerinden eminim. Sadece bunları zamanın sosyal anlayışını aktarmak için kaleme aldım.
İsmet Paşa 1950-60 yılları arasında siyasi mücadelesini yaparken gerçekten çok haksızlıklara uğramıştır. Himmet Dede istasyonunda yolu kesilmiş. Geyikli’de önüne engeller çıkartılmış. Uşakta kafasına taş atılmış alnı yarılmış, bir milletvekili tarafıdan derisinin soyulması dahi önermiş, mecliste konuşması engellenmiş, bu olaylar bizlerin Erdal Bey’le ilişkilerimizi ve ona bakış açımızı etkilemiştir. Bütün bir sınıf hatta diyebilirim ki bütün Fizik Bölümü öğrencileri, İsmet Paşa’nın Uşak dönüşü, arabasının ardından istasyondan Ayten sokaktaki evine kadar koşmuş evinin önünde toplanmışızdır. Yaralı alnı ile balkona çıktığında, genç vicdanlarımızdan kaynaklanan bir enerji ile ona sevgi gösterisinde bulunmuşuzdur. İşin garip tarafı bütün bunlar olurken, Erdal Bey’i hiç görmemişimdir. Ondan bizleri motive etmesini beklemişimdir. Aynı evde senelerce sonra, eşimle beraber, İsmet Paşa’nın doğum günü partisi için bulunduğumda, Uşak dönüşü balkonun önünde hissettiklerimi İsmet Paşa’ya anlattığımda, yanağımı okşayarak sadece gülümseyivermiştir. Ankara Hacı Bayram Camiine giden yolun üstündeki ikinci şubenin taş bodrumunda, sadece o zamanki moda sözcük ile hürriyet diye bağırdığım için ala konurken, hep aklımdan Erdal Bey’in nerede olduğunu geçirmişimdir. Sevgili Bülent Ecevit, İsmet Paşa’yı CHP genel başkanlığı yarışında geçtiğinde, Erdal Bey’in tebrik telgrafı basında yayınlanınca, Erdal hocanın olaylara daima farklı gözlükler ile baktığını fark etmiştim.
Lisans eğitimimi tamamlayıp yönetiminde mastır çalışmalarımı yaparken dahi sevgili hocanın öğrenciler ve asistanlarla siyaset konuşmamaya özen gösterdiğine tanık olmuşumdur. ODTÜ’nün meclis bahçesinde eğitimini sürdürdüğü kuruluş günlerinde rahmetli Ali İmre Usseli. Matematikçi doçent Bedri Süer, Saime Göksu (Nazım Hikmet’in dramını, Romantik Komünist adlı kitaba yansıtan yazar.) ve ben aynı odada çalışırdık. Rahmetli Bedri Süer siyaset konuşmaya bayılırdı ve Erdal hoca da buna çok kızardı. Birçok kere bedri beye siyaset konuşmamasını, aynı odada çalışan bizlerin vaktini çaldığını buna hakkı olmadığını söyledi. Önünü alamayınca bizden yaşça büyük olan Bedri Süer’e siyaset konuşmayı yasakladı ve odasını ayırdı. Bilimsel kurumlara siyasetin bulaştırılmasındaki tehlikelerin neler olduğunu, daha sonraları bu tehlikeleri yaşayarak öğrenmişimdir. O dönemde çok yadırgadığım hocanın, siyaset ile bilimin karıştırılmamasına gösterdiği özen daha sonraları fırtınalı geçen akademik yaşamımda bana yol gösterici olmuştur. Sağ sol çatışmalarının yaşandığı dönemlerde öğrencilerime siyasi bir obje gibi değil sadece bir öğrenci gibi bakmışımdır. Erdal İnönü’den yalnız fizik değil hoca olmayı da öğrenmişimdir.
Ülkemiz dengesiz üniversite siyaset ilişkilerinden çok ızdırap çekmiştir. Üniversite mensuplarına kara cüppeliler yaklaşımı, 147’ler olayı, üniversitelerde solcu avı adı altında yapılan sözde milliyetçi müdahaleler, değerli akademisyenlerin solcu oldukları gerekçesi ile üniversiteden uzaklaştırılması, özellikle Hasan Tan’ın Rektörlüğe atanması ile ODTÜ’de yaşanan olaylar anımsayabildiğim birkaç örnektir. Vatansever olduklarından hiç şüphe etmediğim ve çoğunu yakından tanıdığım sağcı ve solcu gençlerin birbirlerini öldürmesine, hep o dönemin siyasi kadrolarının bilimsel kurumlara kendi siyasi çıkarlarını düşünen fırsatçı yaklaşımları neden olmuştur. Bu olayların etkisi altında kalan MIT gibi dünyanın önde gelen bir üniversitesinden yüksek enerji fiziği konusunda doktora yapan değerli meslektaşım Niyazi Tarimer üniversiteden ayrılarak çiftçilik yapmayı tercih etmiştir. Siyasetin üniversiteye bakışı, günümüzde de aynı ilkel tavrını sürdürmektedir. Ülkelerin beyni olması gereken üniversiteleri, düşünmeyen, ezberleyen, sadık kullardan oluşan bir toplum haline getirme çabalarını, bu ülke çok pahalıya ödeyecektir. Üniversite ve eğitim sistemimiz gençlerimize, dünyanın diğer ülkelerinde yetişen gençler ile rekabet edecek kalitede bir eğitim vermekten çok uzaktadır.
Ülkeyi son 50 senedir yönetenlerin pek azında, Erdal İnönü’nün ilkeli siyaset anlayışı ve davranış normları gözlenebilmiştir. Günümüzde de siyasetin böyle bir olgunluğa eriştiği söylenemez. Kendi ilgi alanlarında uluslararası standartlarda hiç bir başarısı olmayan üçüncü sınıf akademisyenlerin siyaset ve bürokraside önemli görevlere atanmasının bedelini ülkemiz ilerde ödeyecektir; işin acı tarafı ödemeye başlamıştır bile. Almanya’yı felakete sürükleyen Hitler yönetiminde iktidara belli bir halk desteği ile gelmiştir. Başta Einstein olmak üzere Yahudi asıllı seçkin Alman entelektüellerin yurtlarını terk ettikleri bir devirdir bu. Almanya bunun bedelini, bir dünya harbini kayıp ederek ödemiştir. Aydınlanma aşılı Alman toplumu bu bedeli ödeyebilecek kültürel zenginliğe sahip olduğu için, yenilmiş olmasına rağmen, dünyanın önde gelen demokrasisini kurmayı başarabilmiştir. Ülkemizin böyle bir bedeli ödeyecek zenginliği mevcut değildir. Ülke sorumluluğunu taşıyan siyasi kadrolara tanrıdan, Erdal İnönü’nün beyefendiliğini bilim ve siyaset anlayışını ihsan etmesini, üniversitelerimize, YÖK yönetimine TÜBİTAK, TAEK gibi bilimsel kuruluşlarımıza siyaseti değil kaliteyi yansıtmalarını niyaz ederim. Çünkü elimizde tanrıya yakarmaktan başka bir şey gelmiyor.
Derslerinde ünlü Alman fizikçisi Somerfeld’in Classical Mechanics kitabını takip ederdi. Her hafta daktilo ile yazıp birkaç karbon kopyasını çıkardığı problemleri çözmemiz için bize dağıtırdı. Bir sonraki hafta tek tek problemleri kimin çözdüğünü sorar ve çözenleri sıra ile tahtaya kaldırırdı. Çözümü yapabilenlere o hafta dağıtacağı problemler in karbon kopyalarını verirdi. Tahtaya kalkıp çözüm yapamayanlar, yani çalışmayanlar ise, sınıfın kapısına iliştirilmiş nüshadan defterlerine problemleri el yazıları ile not ederlerdi. Bu oldukça zahmetli bir uğraştı. Sınıfta öğle bir hava oluşmuştu ki, Erdal Hoca’nın karbon kopyalı sayfalarına sahip olmak, yani problemleri çözmüş olmak, bir prestij meselesi idi ve sınıfta bir karbon kopyaya sahip olma, bir yarış haline dönüşmüştü. Sınıfta sanki büyük İsmet Paşanın oğluna mahcup olmamak gibi, birbirimize söyleyemediğimiz, ortak bir tutum oluşmuştu. Bu ortak anlayış, o sınıftaki öğrencileri ilerde Türkiye’nin en seçkin bilim adamları olması gibi, bir sonuç doğurmuştur.
Erdal İnönü ile birlikte makaleler yazan. Macar asıllı Nobel ödülü ünlü fizikçi Wigner’i Türkiye’ye geldiğinde tanıdım. Lisans eğitimimi tamamlamış bilimsel formasyonumda bazı taşlar yerine oturmaya başlamıştı. En azından Nobel ödülünün ne olduğunu kayramış, Wigner’in ne kadar değerli bir bilim adamı olduğunu Theory of Nuclear Chain Reactors kitabını Erdal hoca derslerde takip etmeye başlayınca anlamıştım. Seneler sonra TAEK(Türkiye Atom Enerjisi Kurumu) başkanlığına atandığımda meclisin arka bahçesinde Erdal İnönü’den aldığım Tranport Teori derslerin çok yararını gördüm.
İkinci Dünya savaşının talihsiz Hiroşima soykırımı ile sonuçlanmasından rahatsız olan ABD yönetimi Dünya kamuoyuna kendisini bir miktar bağışlatmak amacıyla ‘Atom For Peace’ adlı bir programı uygulamaya koymuştu. Programın amacı, Dünyanın çeşitli ülkelerinden bilim insanları ABD’ye davet ederek onların nükleer fizik konusunda bilgi ve görgülerinin artırılmaktı. Ülkemizden bu program çerçevesinde Erdal İnönü de dâhil birçok bilim adamı ABD’ye gitmiştir. Bu çalışmalar sonunda atom for peace başlığı altında bir kaç cilt olarak basılmıştır. Erdal İnönü’nün bu program içinde yayınlanan çalışması bir nükleer reaktörün kalbindeki nötron enerjilerin fonksiyonu olarak, kalbin dışına sızacak nötron akısının erişimini birinci yaklaşıklıkla hesaplamaktı. Kendisine Wigner tarafından verilen bu problemi, Erdal Hoca’nın yönetiminde ikinci yaklaşıklık ile master tezimde çözmüştüm. Bilmeyene karmaşık görünen fakat esasında çok basit bir matris cebiri kullanarak çözdüğüm problem bana güven vermişti. Bu problemin çözümünde problemden çok, bilimsel araştırmaların nasıl yapılacağını öğrenmiş oldum. Tüm yaşamım süresince bu anlayışı taşıdım. Senelerce sonra Wigner ile karşılaştığımda kendisine bu problemden söz edince, nötron enerjilerini kesikli değil sürekli değiştirmen gerekir yanıtın aldım. Sevgili hoca sadece bir bilgi taşıyıcısı değil, aynı zamanda öğrencilerine yeni bilgi üretmenin yollarını gösteren bir ermiş gibi idi.
Kendimce Wigner gibi bir bilim adamının yönetiminde doktora yapmayı hayal etmeye başlamıştım. Gerçi bunu gerçekleştiremedim. Ancak Erdal Bey’in gayretleri ile YALE üniversitesinden ODTU öğretim üyesi olarak gelen kanımca tüm zamanların en değerli Türk fizikçisi Feza Gürsey’in referansı ile çok ünlü bir bilim adamının yönetiminde doktora yapma şansına sahip oldum. Feza hocadan doktora konuları ve hocaları ile ilgili bilgi alırken kendisine hayallerimi aktardığımda söylediği şu cümle hiç aklımdan çıkmamıştır. Bak Cengiz insan doktora yaptığında ancak ne kadar cahil olduğunu anlar’. Bu cümleye o zaman bir anlam verememiştim. Bana bir yerde cahil olduğumu söylüyordu, amma neden? Yani benim gibi birisi Erdal İnönü olamazdı. Wigner gibi bir fizikçi ile çalışmanın belli bir standardı vardı. İşte Erdal İnönü böyle bir standardın adamıydı. Türkiye’de siyasete bulaşmış bilim ne Erdal İnönü’nün ne de Feza Gürsey’in ne de Cahit Arfin standart’ını anlayabilecek seviyede değildi. Paralarımıza Cahit Arf in resmini basan ülkemiz; Cahit Arf kalitesinde bilim insanlarını YÖK’e veya TUBITAK başkan seçmedikçe, bilime verilen değer yüzeysel olmaktan kurtulamaz. Bu değerli bilim adamlarından sonra gelen bizim kuşak, gelişme kültüründen yoksun görgüsüz siyasetin ağırlığı altında ezilmişizdir. Aklın ve nedenselliğin egemen olduğu Dünyada, uluslar arası standartlarda araştırma yapmanın bir yaşam tarzı olarak benimsendiği ve Türk bilimine bir standart getiren ODTU, köy enstitüleri gibi, yoz siyasete kurban edilmiştir. ODTÜ’yü ODTÜ yapan bu değerler, Erdal bey de dâhil olmak üzere küstürülmüş üniversiteden koparılmıştır. Böyle bir yoz kültürün günümüzde egemen olduğunu görmek insan hüzün vermektedir. Yandaşlık ve cahil kurnazlığı hep bilim kültürüne galip gelmektedir.
Doktora çalışmalarımı tamamlayıp yurda döndüğümde Erdal İnönü’yü ODTÜ Fen Fakültesi Dekanı olarak buldum. 1966 yılında askerliğimi ARGE de yaparken yarı zamanlı olarak ODTÜ’de ders vermeye başladım. Askerliğim biter bitmez asistan profesör olarak fizik bölümüne atandım. Yaşamımda bu dönem kadar keyif aldığım dönemler çok az olmuştur. Erdal İnönü Dekan Feza Gürsey Teorik Fizik Bölüm Başkanı, Cahit Arf Matematik Bölümü Başkanı, Bahattin Baysal Kimya Bölümü Başkanı, Türkiye biliminin yüzde yetmiş beşi yürüyüş uzaklığında. Perşembe günleri seminerden sonra Feza Hoca’nın çevre sokaktaki evinde toplanır, tarih, arkeoloji, felsefe, sanat tartışırdık. Kendimi antik çağın akdemiyalarında yaşayan bir zaman yolcusu zannederdim. Buralarda kitaplarda bulamadığım pek çok şey öğrendim. Sanki Erdal Bey böyle bir atmosferi sürekli kılan bir güvence gibiydi. Her türlü problemi onun çözeceğine inanırdık. Süha hanıma (Feza Gürsey’in eşi ve bilim tarihi uzmanı) bir problem aktardığımızda Erdal’a söyleyelim cümlesi hala belleğimdedir.
Basında belli bir kesim Erdal İnönü’nün Rektörlük dönemini insafsızca eleştirmiştir. Özellikle siyasete tekrar döneceği hakkında söylentiler gündem gelince bu eleştirilerin dozajı artırılmıştır. Çok satan gazete yazarlarından biri, (6-7 sene önce Hıncal Uluç bir yazısında) Erdal İnönü’nün ODTÜ’ne gelmiş geçmiş en başarısız rektör olduğunu iddia etmiştir. Sayın İnönü’yü ve onun yöneticilik dönemini yakından takip etmiş biri olarak sayın yazara bir bilgi notu göndermiştim. Erdal İnönü’nün bilimsel başarılarını ve yönetici olarak hizmetlerini aktarmıştım. Rektörlük binasının hemen yanında tüm burukluğu ile yükselen sarı çubukların ne anlama geldiğini sorgulamasını önermiştim. Ancak yazar kendisine kıymet verip not gönderen bir profesörün bilgisinden yararlanmamış sessiz kalmayı tercih etmiştir.
Bir Rektörden beklenen, yönettiği üniversitenin eğitim ve araştırma kalitesini yükseltmektir. Araştırma kalitesi yüksek olmayan bir üniversitenin verdiği eğitim daima tartışma konusudur. Sayın İnönü’nün Dekanlık ve Rektörlük yaptığı dönemlerde ODTU yalnız Türkiye’nin değil Orta Doğunun en önemli araştırma merkezlerinden biri haline gelmiştir.İsrail deki Weisman ileri araştırma enstitüsüne ABD veya AB den veya Japonya’dan gelen misafir araştırmacıların çoğu dönüşlerinde ODTÜ’ye uğrarlar ve seminerler verirlerdi. Bu dönemi yasayan birisi olarak ODTÜ’de gerçek bir bilimsel atmosferin oluştuğuna şahit olmuşumdur. Nobel ödüllü ünlü bilim adamları E.P.Wigner, Gell-Mann, Abdus Salam, DNA molükülünü keşfeden Watson, Mössbauer, değer eşitliği kırınımları nedeni ile Nobel alan ünlü fizikçi T.D.Lee, aklımda kalan isimlerdir. Diğer ünlü diğer bilim adamları ise: Wienberg, Geofry chew (ODTÜ verdiği S-Matrix dersleri kitap halinde Academic Press tarafından basılmıştır), Sugawara, Moris Jocob (Unlü bir Fransız bilim adamıdır, ODTÜ de iki dönem kalmış ve verdiği dersler kitap halinde Benjamin Press tarafından yayınlanmıştır) G.Barton, Derick sola Price (Science citation index kavramını bilme sokan kişi). Bromley (Yale üniversitesinin fizik bölümü başkanı, daha sonraları ABD başkanına bilim danışmanlığı yapmıştır.), manyetik rözenanscı Nirenberg. Bu bilim adamlarından bazıları kısa süreli seminerler vermişler bazıları bir veya iki dönem ODTU de kalıp araştırma yapmışlar doktora yönetmişlerdir. Ben bu dönemin haricinde ülkemizde herhangi bir üniversitede veya araştırma merkezinde böylesine yoğun ve yüksek kalite bilimsel etkinliklere şahit olmamışımdır. Bunlar para verilerek getirilen insanlar değil, Erdal İnönü, Feza Gürsey, Cahit Arf, Bahattin Baysal gibi bilim adamlarının yarattığı ortama misafir olanlardır. Şimdi o yazara sormak lazım Rektör ve Dekan olarak başarısızlık bumudur? O tarihlerde Türkiye, Dünya bilim liginde oynayan bir takımına sahipti. Bir yazarın sorumluluğu topluma doğru ve güvenilir bilgiler sunmaktır; her aklına geleni yazmak değil. Türk medyasında, futbol topuna hiç dokunmadan veya Ömründe hiç gol atmadan futbolcu, hiç şiir yazmadan şiir programlarında yorumcu olmak mümkündür. Ancak akademisyenlerin ve bilim yöneticilerinin en az spor, sanat ve edebiyat kadar önemlidir) değerlendirilmesini, bu üstatlar lütfen bilim insanlarına bıraksınlar.
Erdal İnönü yalnız siyasi karşıtlarının değil askeri yönetimlerinde haksızlıklarına uğramıştır. SODEP kurucu üyeliği, ülkemizin tanınmış önde gelen entelektüelleri ile birlikte, veto edilmiştir. Daha sonraları da Milli Güvenlik Kurulu kararlarına uymadığı gerekçesi ile mahkemeye bile verilmiştir. Bütün bu haksızlıklara, Erdal Hoca kendinden emin ulu bir bilge tebessümü ile en anlamlı yanıtları vermiştir. Sevgili Hoca’nın siyasete girmesi meslektaşları ve onu sevenler arasında bir entropi yaratmıştır. Sevgili Meral Serdaroğlu, eğer belleğim beni yanıltmıyorsa, Erdal Bey’in siyasete bulaşmasını istemiyordu. Bizler aramızda bu konuyu çok tartışmışızdır. Bir gün beni pembe köşke çağırdı ve bu konuda fikrimi aldı. Birçok arkadaşımın aksine ben hocanın siyasette de başarılı olacağına yürekten inanmışımdır ve düşüncelerimi aktardım ve kendisinin siyasete girmesini teşvik ettim.
Seneler geçmiş Erdal Bey siyaseti bırakmış ve yine bilim ve bilim politikaları konusunda çalışmalar yapıyordu. O günlerin en önemli konusu CERN’ne ülkemizin üyeliği idi. TÜBİTAK’ın düzenlediği ve çok sayıda fizikçinin ve bilim insanının katıldığı toplantılarda bu konu tartışmaya açılmıştı. Erdal Bey katılmanın çok ateşli taraftarı, o dönem TÜBITAK başkanı Namık Kemal Pak ise karşı idi. Bu gün Erdal Bey’in ne kadar haklı olduğu tekrar anlaşılmıştır. TÜBA bu konuda Yıldız Teknik Üniversitesinde bir açık oturum düzenlemiş. sevgili hocayı, Namık Kemal Pak ve beni konuşmacı olarak davet etmişti. Konuşmalarımızı yaptık ve çay içerken Erdal Hoca beni fizik toplumuna yabancı iki bey ile tanıştırdı ve aramızda şöyle bir konuşma geçti. O günlerde Sayın Murat Karayalçın önderliğinde bir gurup siyasetçi Erdal Bey’in tekrar siyasete dönmesi için baskı yapıyorlardı, bu bağlamda birçok haber gazetelerde yer alıyordu. Hoca isimleri anımsayamayacağım beylere dönerek, Prof. Yalçın benim siyasete girmemi ilk başta çok teşvik etmişti, bu konuyu onlarla konuşurmusunuz dedi. Çok nazik olan bu iki beyle karşı karşıya kalmıştım. Ne söyleyeceğimi de bilememiştim. Toplantıdan ayrılırken yanıma geldi ve ‘bu yaştan sonra siyasette kalırsam beklide Ecevit’e dönerim dedi. Bu çok özel anımı anlatmaktaki maksadım Sevgili Hocanın kendisine bile bir obje gibi bakıp değerlendirme yapma yeteneğinin ne kadar güçlü olduğunu anlatabilmektir.
Siyasetçi olarak DEP’lileri parti listesine alıp milletvekili seçtirdiği için, siyasi yelpazenin en sağından en soluna kadar yayılan geniş kitlelerin ağır eleştirilerine maruz kalmıştır. Şayet meclise giren milletvekilleri, bu bölgenin problemlerini ihmal edilmiş hizmetlerini, legal zemin olan meclise taşıma basiretini göstermiş olsalardı, beklide bu gün terör ile mücadele eder durumda olmazdık. Bu siyasetçiler de yaşamlarını hapislerde geçirmek yerine, kendi halkına faydalı işler yapmaktan gurur duyarak sürdürürlerdi. Cahil bölücülerin arkasından gitmek yerine, Erdal İnönü’nün kendilerine verdiği şansı iyi değerlendirebilselerdi ülkemiz ve bölge halkı, terör acılarını çekmek yerine kalkınmış bir bölgenin mutlu insanları haline gelirlerdi. Silahlı mücadeleye 100 milyar dolar harcandığı söylenir, günümüzde de harcamalar sürmektedir. Bu kaynak Güneydoğu Anadolu’ya aktarılmış olsaydı bölgenin kronikleşmiş problemlerine çözüm getirilebilirdi, Bir siyaset bilimcisi değilim, ancak ilerde Erdal İnönü’nün kendisinden kaynaklanmayan nedenler ile başarıya ulaşmamış bu projesi siyaset bilimcilerince inceleme konusu olacaktır.
Sayın İnönü siyaseti kanımca, bilimsel bir obje olarak ele almıştır. Kendisinin bu konudaki düşüncelerini hep merak etmişimdir. Yaşadığı dönemin siyasi problemlerini belirlemiş ve onları parti çıkarlarının üstünde tutarak çözmeye çalışmıştır. Onun için esas olan belirlediği problemlerin çözülmesidir. Parti ve siyaset bu problemlerin çözümünde sadece bir araçtır. Siyaset bilimcisi olmasına rağmen, bu inceliği kavrayamayan ve particiliğin kişisel istençlerin ötesinde bir etkinlik olduğu gerçeğini kabullenemeyen genel sekreteri Sayın Baykal, Erdal İnönü’yü siyaseti tıkamakla suçlamıştır. Zaman, asıl tıkacın kim olduğunu göstermiştir. Ne kadar yazıktır ki nezaketi, feylesof tavırları uzak görüşlülüğü ile toplumsal yaşamımızda farklı bir frekansta titresen siyasetin bu beyefendisini, Türk siyasi hayatı içine sindirememiştir.
Bilimsel ve teknolojik bilgi üretme ve bunları katma değere dönüştürme yeteneği, ülkelerin ekonomik performanslarını etkileyen küresel çerçevede rekabet gücünü artıran bir strateji olarak ortaya çıkmıştır. Böyle bir stratejinin aktörleri üniversiteler ve araştırma kurumlarıdır. 1933 reformu, Osmanlı medreselerini üniversiteye dönüştürmüşken, günümüzde üniversitelerimizi medreseye dönüştürme süreci yaşanmaktadır. Ankara Üniversitesi’nin saygın mezunu Sayın İnönü’yü, ülkemizin gurur duyduğu Türkiye Bilimsel ve Teknolojik araştırma kurumu (TÜBİTAK’in fikir babaları ve kurucuları arasında görürüz. Bilime yaptığı kalıcı katkılar nedeni TÜBİTAK bilim ve uluslararası bir değer olan Wigner ödülünü almıştır. Özal döneminde siyasi nedenlerle değiştirilen TÜBİTAK yasasını Başbakan Yardımcılığı görevinde iken, tekrar değiştirerek bu değerli kuruma bilimsel özerklik kazandırmıştır. Bu kanunun hazırlanmasında görev almış bir olarak hep gurur duymuşumdur. TÜBİTAK küreselleşen bilim pazarında ülkemizi temsil etmekle görevlendirilmiş bir kurumdur. Her türlü siyasi akımların üstünde tutulması gerekirken, siyaset anlaşılmaz bir nedenle bu kurumla oynamaktadır. Umarım hükümet bu yanlış yolda yürümeyi bırakarak bilimsel kurumların yönetimlerinde kalite anlayışını egemen kılar. Erdal İnönü senelerce TÜBİTAK içinde yüksek bilimsel kalite anlayışın yerleşebilmesi için gayret gösterenlerdendir.
Erdal Hoca’nın diğer bir uğraş alanı ise ikinci dünya savaşında Nazi baskısından kaçıp Türkiye’ye sığınan bilim adamlarının ülkemiz üniversitelerinin bilim anlayışına yaptıkları katkıların niteleyici değerlendirmesini yapmaktır. Erdal İnönü yönetiminde ODTÜ öğretim üyelerinden Naif Türetken’nin (Bolu İzzet Baysal Üniversitesi öğretim üyesi) hazırladığı tez kaynak teşkil edecek kadar değerlidir. Bu konu üzerine verdiği birçok seminerde araştırma kavramı üzerinde durmuştur. Bilimsel bilginin değerinin ölçülebilen bir büyüklük olduğunu Türkiye’deki bilimsel kuruluşlar Erdal Hoca’nın bu çalışma larından sonra fark etmişlerdir. Özellikle Derick Sola Price’ın ODTÜ’de iki dönem kalarak bu konunun metodolojisini anlatması bizleri çok bilinçlendirmiştir. YÖK kanunu çıktığında Rektörlüğe atanan 27 profesörden 22 tanesinin Science Citetion indeks’çe taranan dergilerde hiç bir yayınlarının bulunmadığı, yani 2547 sayılı yasaya göre profesör dahi olmamaları gerektiğini, Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bir makalemde ortaya koyunca kızılca kıyamet kopmuştu. Ancak artık bilginin değerinin nasıl ölçülmesi gerektiği, (parametreler zamanla değişmesine rağmen) Türk bilim hayatında kabul görmüştür. Bu olguda Erdal İnönü’nün katkısı önemli bir yer tutar. Profesör veya doçent olabilirsiniz, ancak gerçek bir profesyonel olduğunuzun kanıtı, uluslar arası saygın dergilerde kaç tane makale yayınladığınıza ve bu makalelere kaç tane atıf aldığınıza bağlıdır.
Ankara Üniversitesi öğretim üyelerinden idealist rahmetli hocam Prof. Dr. Rauf Nasuhoğlu’nun öncülüğünde bir fizik vakfı kurma girişimimiz olmuştu. Erdal İnönü’de kurcular arasında yer almıştı. Fakir fizik öğrencilerine burs sağlamak, fizik eğitimine çağdaş normlar getirmek gibi masum amaçları olan vakfın kuruluşu, belki de kurucuların sakıncalı olması nedeni ile o günkü askeri yönetimce geciktirilmiştir. Bu gecikmenin özel olarak yapıldığını rahmetli Rauf hocadan duymuşumdur. Ancak tutuğunu koparan bir insan olan Rauf hocanın üstün gayretleri ile kuruluş gerçekleşti. Ne kadar ilginçtir, vakfın ilk toplantısına ülkemizin en ünlü sakıncalısı, Ankara Bahçelievler mahallesinden sevgili arkadaşım Uğur Mumcu da katılmıştı. Kurucusu olduğum bu vakfa kayıtsız kaldığım için kendimi hiç affetmiyorum. Vakfın düzenlediği fizik eğitimi konulu toplantıya çağrılı konuşmacı olarak katılan Erdal İnönü’nün nedensellik ilkesi üzerine yaptığı vurgular yalnız fizik eğitimi değil bir hayat görüşünü biçimlendirecek kadar etkili olmuştu.
Erdal İnönü’nün diğer bir sosyal etkinliği ise Fizik Derneği ile olan ilişkisidir. İstanbul üniversitesi öğretim üyelerinin oldukça eski bir tarihte kurduğu dernek, Türkiye geneline yayılmamış üye sayısı ve etkinlikleri çok sinirli mütevazı bir meslek kuruluşu idi. Erdal İnönü Dernek başkanlığına seçilince ODTÜ Hacettepe ve Ankara Üniversitesi’ndeki üyelerin de katılımı ile bir sinerji yaratıldı. Daha sonra dernek Türkiye geneline yayılmayı sürdürmüştür. Yanlış anımsamıyorsam Erdal İnönü’nün Başkan olarak ilk icraatı derneğin adının Türk Fizik Derneği olarak değişmesi için Bakanlar Kurulun’dan karar çıkartmasıdır. Uluslararası ilişkilere önem veren Erdal Hoca Avrupa Fizik Derneğinin her iki senede bir düzenli olarak organize ettiği toplantılardan birini İstanbul Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirilmesini sağlamıştır. Boğaziçi Üniversitesi’nin eşsiz güzellikteki yerleşkesinde yapılan bu toplantıya dönemin pek çok ünlü bilim adamı katılmıştır. Bilimsel kalitesi sosyal etkinlikleri ile unutamadığım bir heyecan olmuştur.
Siyasetin ve sosyal ilişkilerin beyefendisi Erdal İnönü, acaba bilim alanında neler yapmış hangi başarılara imza atmıştır? Öncelikle belirtmek isterimki Erdal Hoca’nın bilimsel çalışmalarını değerlendirecek bir profesyonel değilim. Ancak yaptıklarını herkesin anlayabileceği basitlik içinde aktarmaya çalışacağım. Erdal İnönü’nün araştırma alanı genelde nötron transport teorisidir. Nötron, atom çekirdeğinde bağımlı halde bulunan elektrik yükü taşımayan, kütlesi atoma fiziksel özelliklerini veren ve çekirdek içinde bağımlı halde bulunan elektrik yüklü protona eşit olan bir atom altı parçacıktır. Nötron transport teorisi ise, nötronların uygun ortamlarda hareketleri ile ilgilidir. Böyle bir ortamda tek başına bir nötron diğer bir noktadan diğerine hareket ederken, ortamda bulunan serbest nötronlar ve atomlarla çarpışır. Transport teori, tek bir nötronun çarpışma sonuçlarından hareket ederek çok sayıda nötronun, yani bir nötron akısının, ortamdaki davranışlarını belirleyen statiksel bir teoridir. Nötronların nötronlar ile veya atomlarla çarpışmaları, yani nötronların neden olduğu tepkimeler, nükleer fiziğin ilgi alanı içindedir. Transport teori, günümüzde enerji bağlamında çok tartışmalara neden olan nükleer güç reaktörleri tasarımlarının dayandığı difransointegral denklemdir. Erdal İnönü çok karmaşık bu denklemin belli sınır şartları altında özgün çözümlerini bulmuştur.
Erdal İnönü bir teorik fizikçinin ötesinde matematik bilgisine sahip bir bilim adamıdır. Bu konudaki yayınlarında Wigner ile çalışmanın izleri vardır. Guruplar teorisi, fiziksel olayların uyduğu uzay zaman simetrileri göz önüne alınarak geliştirilen bir matematiktir. Transport teorinin temel denklemi olan lineer öklidien uzayda öteleme ve dönme hareketlerine karşı invariant bir ifadedir. Denklemlerin çözümlerinde guruplar teorisi dönüşümlerini kullanarak saçılma olasılıklarının karşı gelen çözümler arasında genel geçerliliği olan bağıntılar elde etmiştir.
Erdal İnönü’yü anlatabilmek kolay bir iş değildir. Bu kısa yazımda, kendisini tanıdığım 1956 yılından günümüze kadar geçen yarım asır süresince anımsayabildiklerimi, bilebildiklerimi, kendi gözlüklerime görebildiklerimi aktarmaya çalıştım. Kanımca Sayın İnönü’yü anlamak her bilim ve siyaset insanına bir birikimi aktarmak demektir. Türkiye ulu önder ATATÜRK’ÜN, ünlü özdeyişinde belirttiği değerli bir mürşidini, yani yol göstericisini kayıp etmiştir. Kendisini öğrenci, meslektaş ve bir arkadaş olarak tanımış olmamdan yaşamım süresince gurur duydum.
Prof. Dr. Cengiz Yalçın
Not: Prof. Cengiz Yalçın’ın 2007 yılında yazdığı bu yazı Halis Odabaşı’nın derlediği “Anılarla Prof. Dr. Erdal İnönü” adlı kitapçıktan alınmıştır.