Ankara Üniversitesi Fen Fakültesinde üçüncü sınıfta öğrenci iken hocalarımız Nobel ödülü almış ünlü bir fizikçinin ODTÜ’de konuşma yapacağını ve istersek bizim de katılabileceğimizi söyledi. Öğrenci çekingenliğiyle geldiğimiz konferans salonun giriş kapısında, Erdal Bey, hocalarımızı karşılar gibi biz öğrencileri de yüzünde hiç eksik olmayan tebessümü ve nezaketiyle elimizi sıkarak karşıladı. O dokunuşun yaşamımın büyük bölümünü kapsayacak olan fizik çalışmalarımda yaratacağı cesaretin henüz farkında değildim. Böylece 1963 yılında T.D. Lee’nin konferansını dinlemek üzere ODTÜ’ne gittiğim gün Erdal İnönü ile karşılaştığım ilk gün oldu. O günlerde Ankara Talat Aydemir’in darbe teşebbüsü ile sarsılırken ve biz öğrenciler T.D. Lee’nin anlattığı fiziğin belki onda birini bile anlamamışken ODTÜ’de sihirli bir dünyaya girmiş gibi olmuştuk. Konuşma sonrası, Feza, Suha Gürsey, Cahit Arf gibi ünlü bilim insanları ve pek çok yabancı fizikçinin soruları ve katkıları ile birdenbire fizikte keşfedilmesi gereken daha pek çok şeyin var olduğunu gördük. Doğrusu o güne kadar derslerimizde her şeyin; yani atomun, protonun, nötronun zaten keşfedildiği ve bize artık keşfedecek bir şey kalmadığı duygusu içindeydik. O gün ilk defa fiziğin heyecanlı zamanlarının daha yeni başlayacağının bilincine vardık.
Erdal Bey ile bundan sonraki karşılaşmam 1964 yılı sonuna doğru ODTÜ Fizik Bölümüne asistan olarak girdikten sonra oldu. Fen ve Edebiyat Fakültesi binaları henüz inşa edilmemişti, tüm öğretim üyeleri, asistanlar, bölüm başkanları hatta dekanlık ofisi tek bir baraka içindeydik. Üniversiteden yeni mezun olmuş biz asistanların oturduğu odalar ile Erdal Bey‘in oturduğu oda arasında ne büyüklük ne de döşeme açısından bir fark yoktu. Bölüme gelen ünlü fizikçiler de bizim gibi kapıları hiç kapanmayan odalarda çalışırlardı.
Gençliğimizde özellikle 60’lı 70’li yıllardaki ODTÜ’deki bu bilimsel atmosfer zenginliğinin nasıl bir ayrıcalık olduğunun farkında değildik. Öğrencilikten çıkıp ilk işe girdiğimiz yer olması nedeni ile her çalışma ortamının ODTÜ Fizik Bölüm gibi bir yer olduğunu sanırdık. Bölüm sekreterleri birkaç dil bilen üniversite mezunu çok değerli insanlardı. Özellikle Feza ve Suha Gürsey’in de ODTÜ’de olduğu yıllarda, her yıl birkaç Nobel ödüllü fizikçiyi dinleme fırsatımız olduğu gibi, onlarla Gürsey‘lerin Çevre Sokaktaki evlerinde sohbet etme olanağımız olurdu. Bu Nobel ödüllü ünlülerin Türkiye’ye gelebilmelerine sadece mevcut maddi olanakların imkân vermesinin tek başına yeterli olmadığını, bunun Erdal Bey ve Sevinç Hanım’ın, hatta Feza ve Suha Gürsey, Cahit Arf gibi bilim insanlarıyla kurmuş oldukları bireysel ilişkiler sayesinde olduğunu ancak yıllar sonra farkına vardık. Ben orada Murry Gell Mann, L. Rege, D.J. de Solla Price ve ailesi ile sohbet etme imkânı buldum. Sonraki yıllarda R. Mössbauer de ODTÜ’de seminer vermişti.
Erdal Bey her ne kadar asistanlara, hocalara ve idari personele eşit davransa da kendisi ve başkaları arasına her zaman bir sınır çizerdi. Bu sınır herkesin bildiği ve istese de istemese de uyduğu fizik veya bölüm işleri dışında herhangi bir konuda özellikle de politika üzerinde konuşmamıza hiç müsaade etmediği bir alan olarak yaşanırdı. Galiba bize izin vermediği bu alanı önce kendisine yasaklıyordu çünkü hiçbirimiz onun güncel herhangi bir konuda ne düşündüğünü veya ne hissettiğini anlamazdık Üniversitedeki Mütevelli Heyet, üst yönetim veya Türkiye’nin genel durumu ile ilgili konularda bir şikâyetimiz ya da değişmesini istediğimiz bir durumu ilettiğimizde özellikle biz genç asistanlara ‘Siz kendi işinize bakın…. işinizi en iyi şekilde yapın…’ der keserdi. Herkese eşit muamele etmeyi o kadar içselleştirmişti ki bu tutumu, daha sekter olan bizler için gereksiz bir demokrasi gibi gelirdi, hatta galiba bu kadar demokrasiden de çok hoşlanmazdık.
Erdal Bey her ne kadar teorik fizikçi olsa da Türkiye’de deneysel fizik laboratuvarlarının kurulması için, yurt dışında ünlenmiş deneysel Türk fizikçilerini ODTÜ’ye çekmeyi başardı. Benim de kuruluşunda çalıştığım Radyokarbon tarihlenme laboratuvarının kurulma safhasında, Kemal Kurdaş ile birlikte sık sık ziyaret ederler, bilgi alırlar, Keban Projesi haberleri ile bizi laboratuvarın geleceği konusunda yüreklendirirlerdi.
70’li yılların başında Fizik Bölümü asistanları grup halinde 23 Nisan, 29 Ekim gibi kısa tatillerde Ankara’ya en yakın yer olması nedeni ile Silifke’de çadır kurarak tatil yapardık. Bir yıl bize Sevinç Hanım ile Erdal Bey de katıldı ve ben Erdal Bey’i gündelik hayat içinde de tanıma fırsatı buldum. Silifke’de Kız Kalesinin karşısında büyükçe bir kamp yeri vardı. Yemekler genellikle kamp yerinin ortak mutfağında biz kadınlarca pişirilir erkekler de toplama taşıma işlerine yardım ederlerdi. Aramızda çok iyi bir iş bölümü olurdu ve bu durumda ne Erdal Bey ne de Sevinç Hanım hiçbir şekilde ayrıcalıklı bir konumda olmak istemezler, kendilerine özel bir muamele yapılmasına kesinlikle müsaade etmezlerdi. Bu seyahatte farkettim ki evinde de işinde uyguladığı kuralları uyguluyordu.
Erdal Bey’in 1975 yılında ODTÜ’den ayrılmasından sonra Fizik Bölümü de büyük bir kan kaybına uğramaya başladı, çok zor bir döneme girmiştik. Yeni kadro verilmiyordu laboratuvarlarımızı çalıştıramaz hale gelmiştik. Bir grup öğretim üyesi başka üniversitelere geçti, daha sonra da ben, Hakkı Ögelman, Tümay Tümer ve Mehmet Koca, kendi yüksek lisans ve doktora öğrencilerimizi de alarak Temel Bilimler Fakültesinde eğitimi başlatmak üzere Çukurova Üniversitesine gittik. ODTÜ’deki bu süreci ve bunu takip eden Hasan Tan devrini, biz Fizikçilerin bir araya gelerek yazmamız lazım. Mühendislik Bölümleri ODTÜ’deki Hasan Tan devrini çok detaylı bir şekilde yazıp anlattılar. Oysa o süreci Fen ve Edebiyat Fakültesi çok daha ağır yaşadı.
Erdal Bey’in birkaç kez Çukurova Üniversitesinde düzenlediğimiz bilimsel toplantılara geldi. Yaptığı konuşmalarda bizim oradaki çalışmalarımızı ODTÜ’nün ilk kuruluş yıllarına benzeterek bizleri yüreklendirdiğini hatırlıyorum.
Erdal Bey ile ilgili en unutulmaz anım ise ufak bir kâğıt parçasına yazılmış kısa bir not parçasında saklıdır.
12 Eylül Darbesinde İlerici Kadınlar Derneği üyeliğim nedeniyle Adana Sivil Cezaevinde volta atarken baş gardiyan, üstünde hapishane müdürünün “görülmüştür” damgası olan dörde katlanmış bir kâğıt tutuşturdu. İlk önce kâğıdın altında Erdal Bey’in o zarif ufacık imzasını gördüm; imzanın üstünde ‘ Yaratıcı insanlar her şart ve ortamda faaliyetlerine devam ederler, en kısa zamanda seni tekrar işinin başında görmek dileği ile’ yazan sade bir not vardı. Hikâyenin başını daha sonra Hakkı’dan dinledim; Erdal Bey bir konuşma yapmak için geldiği Çukurova Üniversitesinde benim hapishanede olduğumu duyunca ziyaret etmek istediğini söylemiş ancak görüşme izni alamamışlar. Hapishane müdürü not yazarlarsa içeriye iletebileceklerini söylemiş. Bu tek satırlık not bana gerçekten ilham verdi. İlk görüş gününde Hakkı’dan ölçümlerini tamamlamış olduğum Karacadağ Bazalt örneklerinin sonuçlarının olduğu dosyamı, bulup bana getirmesini istedim. Sekiz ayın sonunda makaleyi yayına hazırlamış, makalenin sonunda da koğuş arkadaşlarıma teşekkür ettiğim gibi yazışma adresi olarak da Adana Kapalı Cezaevini yazmıştım. Makalem ‘Nature’da yayınlandı. Erdal Bey’in bu kısa notu bana bu makale yazma işini hapishane şartlarında tamamlayabilme hırsı ve enerjisini vermişti. Aslında makalenin sonunda Erdal Bey’e teşekkür etmeliydim ama galiba buna o zamanın şartlarında cesaret edemezdim.
Erdal Bey ve Sevinç Hanım 1974 yılında ODTÜ’den ayrılırken evlerindeki mobilyaları Fizik Bölümü seminer odasına hediye ettiler. Mobilyalar hâlâ ODTÜ Fizik Bölümü Cavit Erginsoy Seminer Odasının karşısındaki salonda kullanılmakta. Orası hâlâ seminerlere gelen konuşmacılar ve misafirlerin seminer öncesi ve sonrası çay içip sohbet ettikleri salondur. Oraya her gidişimde onları anarım.
Ben de artık bugün 79 yaşındayım. Gençliğim, ilk çalışma hayatım ODTÜ’de, Erdal İnönü, Feza Gürsey, Cahit Arf, Kemal Kurdaş gibi bilim insanları ve yöneticilerini tanımakla başladı. Ne bileyim, o yıllarda herkesin onlar gibi olduğunu düşünmüştüm oysa bugün Sevinç Hanım, Erdal Bey gibi insanların dünyada bile ne kadar nadir olduklarının farkına vardım.
Son olarak, bir kadın olarak muhakkak söylem gereken bir şey daha var diye düşünüyorum. Hem Türkiye’de hem de yurt dışında pek çok evli veya beraber yaşayan insan tanıdım ancak Sevinç Hanım ve Erdal Bey gibi aynı ilkeleri hayatına taşıyan ve birbirini bu kadar güzel tamamlayan başka bir çift tanımadım.
Elbette bilim dünyası insanları Erdal Bey’i, Fiziğe katkıları ile hürmetle anacak, ama ben, onun gibi bu dünyaya çok nadir gelen bir insanı tanımış olmaktan gurur duyarak saygı, sevgi ve özlemle anacağım.
H. Yeter Göksu