Ben Erdal Hoca’yı, 1956 – 1957 öğretim yılında Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’nde genç bir doçent olarak verdiği Teorik Mekanik derslerini izlerken tanıdım.
Erdal Hoca’nın ilk derste dersin içeriğini ve bu içeriğin işlenmesi sonucunda ulaşılması öngörülen amaçları belirtmesi ilgimi çekmişti. Üniversite öğrenimimin ikinci yılındaydım, o güne kadar aldığım az sayıdaki dersin hiçbirinde böyle bir başlangıç yapılmamıştı. İlk derste, hoca amfiye ya da sınıfa giriyor, günaydın dedikten sonra genellikle tebeşiri eline alıp kara tahtada dersi işlemeye başlıyordu. Bizler neler olduğunu anlamaya çalışırken dersin ilk saati bitmiş oluyordu. Oysa Erdal Hoca’nın yaptığı başlangıç öğrencilerin derse odaklanmalarına ve içeriği özümsemelerine çok katkı sağlıyordu.
Erdal Hoca dersin konularını öğrencilerle birlikte işlemeye özen gösteren, onlara ara sıra sorular soran ve onların da soracakları sorularla derse katılımlarını sağlamaya çalışan bir eğilim içindeydi. Başka kimi derslerde, anlamadıkları bir noktayı ya da bir kavramı hocaya sorarak öğrenmeye çalışan arkadaşlarımıza hocaların söyledikleri “Üniversitede derste hocaya soru sorulmaz, bir şey soracaksan odama gel” türündeki tümceler öğrencileri dersi izleyemez konuma getiriyordu. Buna karşın Erdal Hoca bu tutumun tam tersi bir yol izliyor, bizlere “ilginizi çeken ya da tam anlayamadığınız bir şey olursa çekinmeden ayrıntıları sorun” diyordu. Derste bir soru sorulduğunda gözlerinin parladığını, hafifçe gülümseyerek gerekli yanıtı verdiğini, kimi durumlarda ise konuya öteki öğrencilerin de katılımını sağlayarak küçük çapta bilimsel bir tartışma ortamı oluşturmaya çalıştığını anımsıyorum.
Erdal Hoca’nın soru – yanıt konusunda çok temel ve önemli saptamaları vardı. Şunları söylüyordu: “Bizim toplumumuzda bireyler yüzyıllarca çok fazla merak etmenin iyi bir şey olmadığı düşüncesiyle eğitilmişlerdir. Oysa merak bir toplumun bilgiye ve bilimsel verilere ulaşmasını sağlayan temel öğelerden biridir.” diyor ve ekliyordu “İyi bir fizikçi olmak istiyorsanız meraklı olmalısınız.”
Öte yandan Erdal Hoca bizlere, basım araçlarının (matbaanın) bulunup geliştirilmesinden sonra, ucuzlayıp yaygınlaşan kitaplar aracılığı ile, bilgiye ve kültüre ulaşmanın kolaylaştığı bir ortamda, düşüncelerin daha hızlı yayılması ve paylaşılmasıyla batı toplumlarının Bilimsel Devrim’e ulaştıklarını anlatıyor, bu gerçekleri sezip değerlendiremeyen Osmanlı toplumunun bu devrime ulaşmayı 300 yıl geciktirdiğine vurgu yapıyordu. O bu gerçekçi düşüncelerini, sanırım ilk kez Türkiye’de ilk öğrencileri olan bizlerle paylaşıyordu. Erdal Hoca sonradan çeşitli söyleşilerde ve toplantılarda dile getirdiği bu saptamaları “300 Yıllık Gecikme” adlı bir kitapla yayımlamıştır.
A. Ü. Fen Fakültesindeki fizik öğrenciliğimin ikinci yılında Erdal Hocadan duyduğum önemli bir başka gerçek de fizik ile felsefenin bir bütünün ayrılmaz parçaları olduğu idi. Lise üçüncü sınıfa geçtiğimde liselerin süresi 4 yıldan 3 yıla indirilmiş ve fen kollarındaki felsefe dersleri programdan çıkarılmıştı. Liselerdeki felsefe derslerinin genel kültür açısından değerini anlayamayan bir düşüncenin eseri olan bu düzenleme sonucunda, o konumdaki öğrenciler gibi felsefeye ilişkin hiçbir bilgiye sahip olmadan üniversiteye kadar gelmiştim. Bu nedenle Erdal Hoca’dan duyduğum fizik – felsefe bağlantısına ilişkin sözleri, o dönemde tam ve doğru olarak anladığımı ve yorumlayabildiğimi söyleyemem. Ancak fizik öğrenimimin son yıllarında bu bağlantıya ilişkin yazılmış kimi kaynakları okuyup düşünmeye başlayınca, özellikle de Hacettepe Üniversitesi’nde öğretim elemanı olduğumda, Felsefe Bölümü Başkanı Prof. Dr. İonna Kuçuradi benden felsefe öğrencilerine fizik dersi vermemi isteyince konunun üzerinde araştırmalar yapıp derinlemesine düşününce Erdal Hoca’nın sözlerinin değerini anladım.
Erdal Hoca’nın yukarıda özetlemeye çalıştığım tutum ve davranışları, öneri ve düşünceleri, üniversite öğretim üyeliğim sürecinde, çok değerli yol göstericilerim olmuştur.
Üzülerek belirtmek isterim ki, Erdal Hoca ile hoca – öğrenci ilişkimiz 1 yıl gibi çok kısa bir süre içinde bitti. Erdal Hoca 1958 yılında ABD’ye gitti, 1960 yılında döndüğünde profesör olarak ODTÜ’de, 1975’te de Boğaziçi Üniversitesi’nde çalışmaya başladı. Ben bu süreçte Hacettepe Üniversitesi’nde çalışmaya başladığımdan, Erdal Hoca ile bilimsel konuşmalar ya da toplantılar dışında ne yazık ki bir araya gelemedik.
Erdal Hoca ile yakın çalışma olanağımız, Prof. Dr. Rauf Nasuhoğlu ile eşi Şükran Nasuhoğlu öncülüğünde ve Erdal Hoca’nın önemli katkılarıyla 1985 yılında kurulan Türk Fizik Vakfı çerçevesinde oluşabilirdi. Kendisi Vakıf’ın Kurucular Kurulu Başkanı olarak seçilmişti; ancak siyasal etkinlikleri nedeniyle merkezi Ankara’da olan Vakıf çalışmalarına fazla süre ayıramıyordu. Bu yüzden Erdal Hoca ile Vakıf içinde birlikte çalışma olanağımız olmadı. Başlangıçta Vakıf’ın Yürütme Kurulu Başkanı Rauf Nasuhoğlu Hoca idi. O’nu yitirdikten sonra bu görevi Şükran Nasuhoğlu yürüttü. Şükran Nasuhoğlu’nu yitirdikten sonra da görevi ben yüklendim.
Erdal Hocamızı saygı ve sevgiyle anarken, O’nun Vakıf’ın Kurucular Kurulu Başkanı olduğu döneme ilişkin imzasını taşıyan bir toplantı tutanağını değerli bir anı olarak bu yazıya ekliyorum.
Prof. Dr. Gökçe Bingöl (E)
Türk Fizik Vakfı
Yürütme Kurulu Başkanı